"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Her şeye rağmen İkinci Bahar Huzurevi gizli bir bahçe gibi. Bu huzurevinden yine bahsedeceğim çünkü oraya ait bazı sırlarım var. Aslında burada kalan herkes bu sırra mazhar olmuş yaşlı ve fedakâr insanlarla dolu. Bir okul, bir hapishane ve bir hastanenin ortak özelliği (Sanırım bunlara huzurevlerini de katabiliriz.) içerisindeki misafirlerin zorunlu konaklama yapmaları olabilir. Aslına bakılırsa İkinci Bahar Huzur Evindeki misafirliğimiz tamamen bizim kendi tercihimiz. Tabi kendi adıma bu kararı almamın arkasında Beyaz Meleğin etkisi yadsınamaz. Burası bana Bayındır Hastanesini anımsatıyor. Hatta Doktor Ercan Karaca ile taban tabana zıt bir doktorumuz var. Adı Sema Akbuğa. Yanından ayırmadığı beyaz bir çubuğu var. (Doktor Ercan’ın stetoskopu gibi.) O beyaz çubuğu bir orkestra şefi gibi kullanıyor. Huzurevi sakinlerine seminer verirken kara tahtaya yazdığı ve çizdiği şeyleri anlatırken o çubukla bütünleşiyor. Doktorumuz her şeyimizle ilgileniyor. Çok iyi bir benliğe sahip. Bir melek gibi. Tercih yapan diğer yaşlı insanlara girecekleri karanlık dünyada nasıl hareket edeceklerini ve çıkışa nasıl ulaşacaklarını anlatıyor. Tercih yapanları Alzheimer konusunda uyarıyor. Çünkü her tercih mutlu sonla bitmiyor. Bizlerin, yani tercih edenlerin, karşılaşabileceği üç sonuç vardır; Alzheimer, ölüm ve mucize. Tercihin ne olduğunu merak ediyorsunuz biliyorum ama bunu şu an anlatmam ya da detaylıca açıklamam bir şey ifade etmeyecek. Bu satırları okuyan herkesin birçok şeyi merak edeceğini biliyorum. Cevapları ilerleyen satırlarda bulacağınızdan emin olabilirsiniz. Melek Bilen o kötü ve yıkıcı yılın ağustos ayında kan kanseri teşhisiyle yoğun bakım ünitesine getirildiğinden beri ondaki enerjiyi hissetmiştim. Kirpiklerindeki beyaz yuvarlak toz zerrelerini şimdi bile hatırlıyorum. Bir tespihe dizili taşlar gibi o küçük ve sadece dikkatlice bakılırsa görülebilen beyaz yuvarlaklar benim çıkış noktam oldu. Sevimli Almila da o sonbahar günü gelmişti. Tabi bir de Mırnav vardı. O yılın son misafiri de oydu. Mırnav herkese sırnaşırdı. Hastane çalışanları onun konforu için ellerinden geleni yapıyordu. Biri dışında herkes demek daha doğru olur. Doktor Ercan o kediden nefret ederdi. Kedi, Dokor Ercan’ın kendisini bahçeye kadar kovalamasından birkaç gün sonra hastaneye gelebilmişti. Mırnav korkusunu yeni yeni yenmeye başlamış olacaktı ki o gün hastanenin içerisine ürkek adımlarla etrafı inceliyordu. Patilerini yumuşak ve temkinli bir şekilde atıyordu. Sanki olacakları biliyormuş gibi sağına ve soluna bakınarak koridorları gezmeye başladı. Kulaklarını oynatıyor ve hastane koridorundan gelen neredeyse her sese tepki veriyor gibiydi. Ercan ve Hemşire Elif Acar dinlenme odasında havadan sudan konuları konuşuyorlardı. Yani, arada sırada depremin getirdiği korkutucu sonuçlardan bahsediyorlardı. Öğle yemeğinden kalma portakal kabukları oturdukları dinlenme odasının üzerindeydi. Doktor Ercan bir yandan portakalını yerken diğer yandan elinde bir meşale gibi taşıdığı stetoskopunu işaret parmağına dolamaya çalışıyordu. Gevşek bir şekilde oturuyordu. O gün için bu gevşekliğe şahit olmamıştım ama ertesi gün Fatma Hemşireden olan biten her şeyi dinledim. Fatma Hemşire ‘Onlara ters ters bakmama ve rahatsız olduğumu belli etmeme rağmen istiflerini dahi bozmadılar.’ Demişti. Kısa süreli hastalarımızdan biri olan İsmail Ulaş odasından koridora çıkmak üzereydi. Biz onu ‘Çıkık İsmail’ diye isimlendirmiştik. Çünkü bir şekilde omuzunu defalarca kere çıkarmayı başarmıştı. Ve tabi mecburen ameliyat olmuştu. Ertesi gün ya da sonraki günler taburcu olmuştu. Çıkık İsmail ‘Şu gözlere bak.’ Diye konuşmaya başlamış. ‘Sen hastaneyi ziyarete mi deldin? Aç mısın yoksa?’ Yüzünde tebessüm varmış. Yere eğilip kediyle oynarken bir ara dengesini yitirmiş. Hatice Hemşire,o an omuzunun üzerine düşecek diye korktuğunu söyledi. Mırnav, dinlenme odasına kadar gelmişti. Doktor Ercan kedi için ‘Pislik yaymaktan başka bir şey yaptığı yok.’ Dedi. Sinirli bir tonda söylenmemiş sözlerdi. Bakışlarını kediden ayırmıyordu. Elinde taşıdığı stetoskopunu sallamaya başladı. Sonra yuvarlak kısmını sol avucunun içerisine vurmaya başladı. Mırnav koridorda gezintisine devam ediyordu. Doktor Ercan’ın yanına yaklaşmıyordu. Boş olan birkaç odayı kolaçan etti, patileriyle tuhaf ve komik hareketler yaptı, kuyruğuyla oynadı ve sonra mavi noktaya doğru giderken bir anda kapıya yönelerek dışarıya kaçtı. Tüm bunlar olurken Doktor Ercan sanki bakışlarıyla onu yiyecekmiş gibi onu izlemişti. Kediyi sevgiyle izlemekten ziyade onu hastanede gezdiğine pişman edecek bakışlarını gizlemiyordu. Doktor Ercan’ın bakışlarındaki nefreti o an orada olan herkes sezinleyebilirdi. O kediyle ne alıp veremediği vardı kimse bilmiyor ve bu duruma anlam veremiyordu. Mırnav her şeye rağmen o hastanenin bir parçası gibi hissedilmeye başlamıştı bile. Doktor Ercan’ı tutan şey de sanırım kedinin kısa sürede kazandığı bu aidiyet duygusuydu. Evet, o kedi artık Bayındır Hastanesinin bir parçasıydı. Diğer türlü Doktor Ercan’ın onu zehirlemekten çekinmeyeceğine herkes bahse girerdi. Çıkık İsmail koridorun sonuna vardığında Doktor Ercan stetoskopunu avucuna vurar vura oradan ayrılmıştı bile. Çıkık İsmail ‘Kediyi gözleriyle yiyecekti.’ Diye sırıttı. Doktor Ercan sanki ardından söylenilen bu cümleyi duymuş gibi arkasına dönüp dik dik Çıkık’a baktı. Sonra o dik bakışlar bir anda değişerek yerini şefkatli bir doktorun bakışlarına bıraktı. ‘Bir kediye ihtiyacımız yok. Hastaneye mikrop taşımaktan başka yaptığı bir şey yok.’ Doktor Ercan söylene söylene oradan uzaklaştı. O ara Fatma Hemşire Doktorun tam karşısından ona doğru yaklaşıyordu. Fatma Hemşire Mırnav’ı hastaneden çıkarken görmüştü. Doktor Ercan’ın yüzündeki tiksintili ifadeyi görmüştü. Onun tam karşısında durdu. ‘Kedinin pislik getirme ihtimaline karşı…’ duraksadı ve ‘Kediyi az önce hastaneden dışarı çıkarken gördüm…’yine duraksadı. ‘Doktor Bey Mırnav’ın temizlik konusunda bir sorun çıkarmayacağını temin edebilirim.’ Dedi. Doktor Ercan ona gülümseyerek karşılık verdi. ‘Size de merhaba. Ayrıca bu benim için büyük bir sorun değil.’ Fatma Hemşire ona bir ‘Merhaba’ demediği için yüzünde mahcup olduğunu belirten bir mimik oluştu. O yüz ifadesiyle ‘Merhaba’ dedi ve sanki ona kediyi savunması gerekiyormuş gibi konuşmaya devam etti. ‘Yani demek istediğim hastaların güzel ve sevimli bir kediyi arada sırada görmeleri onlarda tebessüm oluşturuyor. Sizi de anlıyorum ama hastaneye girecek bir mikroptan sorumlu olacak en son şey bir kedi olabilir. Kaldı ki o kedinin ameliyathane katına girme şansı da yok.’ Doktor Ercan bu sözleri tartar gibi düşündü ‘Ameliyathaneye bir virüsün girdiğini düşünemiyorum bile.’ Fatma Hemşire ‘Öyle bir şey olmayacak. Bugüne kadar olmadı.’ Tüm bunlar yılın sonlarına doğru oluyordu. Henüz anlatmadığım şeyler, asıl eğlenceli ve tüylerinizi diken diken edecek olan şeylere henüz gelmedim bile. Fatma Hemşire ‘Burası bir hapishane değil. Olayları biraz daha yumuşatarak çalışma hayatını rahatlatabilirsin.’ Ercan ‘Bu söylediklerinizi düşüneceğim. Şimdi müsaadenizi istiyorum.’ Fatma Hemşire’nin yoğun pisikolojik terapisinden kurtuldu ve az önce kedinin dışarıya çıktığı kapıya doğru yürüdü. Fatma Hemşire mesai bitmeden bana olanları anlatmıştı. O, bir bakıma haftaiçi gündüz mesaisinde çalışan personellerin arasındaki denge çubuğuydu. Bu işi beraber yapıyorduk. Çünkü idare edilmesi gereken işler ve hastane çalışanları vardı. Bu işi bir şekilde dengelemek gerekiyordu. Fatma Hemşire her zaman olaylara olumlu bir açıdan bakmayı başaran biriydi. Doktor Ercan’ın can sıkıcı tavırlarını diğer çalışanlara yansıtmamak adına olup olabilecek her şeyi olumlu bir bakış açısıyla ele alırdı. Mırnav hastane koridorundan yine dolaşmaya başladı. İşin kötü tarafı nasıl oluyorduysa Doktor Ercan’ın çalıştığı gündüz vardiyasını özellikle seçiyor gibiydi. Akşam mesaisinin bitişine yakın bir zamandı. Hastalarımla daha fazla ilgilenebilmek için fazladan kaldığım zamanlardan biriydi. Almila’nın ailesiyle konuşmam gerekiyordu. Babası durumu kabullenmiş gibi görünüyordu. Ama annesi öyle değildi. Onlarla işin yoğun olduğu bir vakitte de konuşabilirdim ama bu konuşma yeterli olmazdı. Bundan dolayı koşuşturmacanın, acile girip çıkanların azaldığı akşam saatlerini seçmiştim. En ideal zaman buydu. Çünkü Almila için yapılacak şey belliydi. Tabi her zaman mucizeler vardı ama bu defa öyle olup olmayacağını bilemezdik. Annesinin gözlerinde doğan güneşin ufku kaplaması gibi bir umut dalgasının yayıldığını görebilirdiniz. Bu tip durumlarda sağlık çalışanlarının söyledikleri onlar için pek de bir şey ifade etmez. Yine de bir iç huzur için umut verici konuşmalar yapmam gerektiğini düşünürdüm. Komadaki hasta bir süre bekletilir, hayati fonksiyonlarına bakılırdı. Umutlu bekleyiş bazen yerini düz yeşil çizgiye bırakırdı. Yine de Almila’nın ailesiyle güzel bir konuşmam oldu. Bana onun derslerindeki başarısını anlattılar. Onunla geçirdiklerini zamanın kıymetini şimdi daha iyi anladıklarını söylediler. Almila öyle içten ve öyle güler yüzlü bir kızmış ki, sizinle konuştuğunda ne kadar gülümsemeyen biri dahi olsanız onun neşesi karşısında gülümsermişsiniz. Annesi gözlerime bakıyordu. ‘Doktor Bey,’’ dedi. ‘Sence insan sevdiğini birini kaybederse, benliği ve ruhu da onunla birlikte kaybolmaz mı? Cehennem böyle bir yer midir?’’ Ne diyebileceğimi bilemedim. ‘Sanırım kaybolur.’ Dedim. Yutkundum ve devam ettim, ‘Ve sanırım Tanrı bazen bizlere merhamet edip azabımızı erken çektiriyor.’ Aslında öyle bir düşünceye sahip değildim. Yalan söylemiştim ve bundan pişman değildim. Bu tür dini konuları daha küçükken öğrenmiştim. Hastalık çeken birinin günahlarının bağışlandığını ve onlar için ebedi bir yaşamın olduğunu. Doğruca cennete gideceklerini ve kıyamet kopmadan ve koptuktan sonra orada kalacaklarını biliyordum. Yanlarından ayrıldıktan sonra ardıma dönüp baktığımda bir nebze olsun içlerini ferahlatabilmiş olduğumu düşünüyordum. Belki de kızlarının gülümseyen yüzlerini düşünüp, cennetim de böyle hoş bir yer olabileceğini düşünüyorlardı. Belki de Almila’yı makinadan ayırdımızda kendisini cennetim kucağında bulacaktı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Timur KOHEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |