Yaşam hoştur, ölüm rahat ve huzurludur. Zor olan geçiştir. -Asimov |
|
||||||||||
|
Doktor Ercan, Beyaz Meleğin yattığı yoğun bakım odasının önünde bekliyordu. Stetoskopunu öğrencilerini dövmeye hazırlanan bir öğretmen gibi eline vurup duruyordu. Onun orada durup ölümle pençeleşen hastalara bakmasına tahammül edemiyordum. ‘Doktor Ercan Bey’ dedim. ‘Buradaki işiniz bitmedi mi?’ gözlerindeki nefretle bana bakmaya başladı. Sonra aniden o nefret yerini sevecen bir ifadeye bıraktı. ‘Şu an için başka işim yok.’ Yine de onu oradan uzaklaştırmak istiyordum. ‘Rutin hasta ziyaretlerini yapmaya ne dersin?’ Ercan gözlerini bana çevirmeden bakmaya devam ediyordu. İçinde büyük bir fırtına koptuğunu hissedebiliyordum. ‘Biraz daha bekleyebilirler.’ Doktor Ercan ölümü bekleyen hastalardan nefret ederdi. Bu nefreti çoğu kişinin hissetmediğine eminim. Bir yetmiş boyuyla ortalarda dolanıp hiç iş yapmayan tiplerdendi. Altında çalışanların işlerini zorlaştırmayla ilgili adını koyamadığım tuhaf bir zevk alırdı. ‘Az sonra beraber gidelim.’ dedim. Bunu net bir şekilde söyledim. Onun işi yokuşa sürmesini istemiyordum. Bir süre onu bekledim. Hastaların önünde sorun çıkaracağını düşünmek dahi istemiyordum. Neyse ki böyle bir durum olmadı. Doktor Ercan stetoskopunu sallamaya devam ederek koridordan ayrılıp gitti. Yoğun hastane ortamında çalışmak kimseye zor gelmiyordu. Uzun ve yorucu geceler de bile. Hastane çalışanları huzursuz eden tek şey Doktor Ercan’dı. Diğer sağlık çalışanlarının hepsi işini özveriyle yapan insanlardı. Herkesle özel olarak ilgilenirlerdi. Bayındır Hastanesinde hastaya güler yüz doktora saygı kuralı bir saat gibi işlerdi. O gittikten sonra yoğun bakım ünitesine geçtim. Melek Bilen’in olduğu tarafa yöneldim. Yatağın yanı başında duran dosyayı alıp incelemeye koyuldum. ‘Şimdi nasılsınız?’ diye sordum. Daha iyi olduğunu belirten bir yüz ifadesi takındı. Aslında iyi olmadığını hissedebiliyordum. Tam bir Anadolu kadını gibiydi. Birikimli ve iyi eğitim almış gibiydi. Onda bir gizem vardı. Hastaneye ilk geldiği anda hissettiğim tuhaf bir şeydi bu. Bedenen burada olsa da benliğinin bilmediğimiz bir yerlerde gezindiği hissiyatını alabiliyordum. ‘Benim adım Doktor Bilge Göker.’ Dedim. Onun anlayacağı bir şekilde konuşuyordum. ‘Benim olduğum günlerde yoğun bakım ünitesinden ben sorumluyum. Bir şey istersen ve ben burada yoksam hemşireler sana yardımcı olacaklar.’ Kısık ve kuru bir sesle ‘Tamam.’ Dedi. ‘Burası genelde yoğun olur Melek Hanım. Diğer bütün hastaneler gibi. Burada şimdilik sen ve Almila Akgün adında küçük bir kız çocuğu var. Tahminime göre daha fazla hasta olmayacak.’ Yine başını salladı. Anladım demek istediğini kavramıştım. ‘Eğer ziyaretine birileri gelecekse, sadece hafta sonları ve akşam yediden sonra ziyaretçi alabiliyoruz.’ Bakışlarını yine sabitlemiş bir haldeydi. Gözünden süzülen birkaç damla yaş sanırım her şeyi anlatmıştı. Kimsesiz olduğunu anlamıştım. Genelde öyle olur. Acil servise bir hasta geliyorsa ve o esnada yanında kimse yoksa, bu diğer günler de kimsenin gelmeyeceğinin kanıtıdır. Arkamı dönüp tam çıkmak üzereydim. Melek Hanım elimi tuttu. Daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamıştım. Birçok hastayla temasım olmuştu ama bu defa başka bir şey hissettim. Eminim daha önce hiçbir insanoğlunun hissetmediği bir şeydi bu. Elimi nezaketle tutmuştu. O an bir şeyi daha hissetmiştim. Ölüm onu benim adresimden alacaktı. Mavi noktadan. Sonra elimi bıraktı. Az önce hissettiğim her şey bir anda fişi çekilen bir televizyon ekranındaki görüntü gibi kayboldu. Sonra ellerini yukarıya kaldırarak duyamayacağım şekilde ama fısıltıyla dua ettiğini işittim. O an ne yaptığını anlayamamış olsam da tuhaf bir duygu akımı başımdan vücudumun aşağısına doğru aktı. Sonra ellerini indirdi. Ve bana ‘Elimden geleni yapacağım.’ Dedi. ‘Onları geri getiremedim ama…’ Sonra durdu ve başka bir şey söylemedi. Koridoru geçip odama doğru yürüyordum. Arkamdan bir ses ‘Bu herifle işimiz var.’ Dedi. Başımı çevirdiğimde Hemşire Fatma Adatepe’yi gördüm. Onu ‘Merhaba’ dedim. Hastanedeki hemşirelerin en kıdemlisiydi. ‘Yapacak pek fazla bir şey yok. Onu idare etmemiz lazım.’ Dedim. Hemşire hanıma odama doğru yürümeye devam ettik. Ellerini önünde birleştirerek ‘Ondan kimse hoşlanmıyor. Okuduğu bilim dergileri onu çok fazla etkiliyor.’ Dedi. ‘Bir de Melek Bilen’i yoğun bakıma götürürlerken neler söylediğini bilseydin.’ Diye söylendim. Fatma Hemşire gözerini kısarak o manyağın neler söylediğini duymak istediğini bilmek istediğini belirtir bir ifadeyle bana baktı. ‘’Gereksiz yere burayı işgal edecek. Boşuna vaktimizi alacak.’’ ‘Diye söylendiğini duydum, dedim. ‘Zavallının teki.’ Dedi. Başımla söylediğini onayladım. Okuduğu bilim dergilerine kendini çok kaptırıyordu. O dergilerde tuhaf şeyleri bulup okumayı severdi. Yine 1970’lerde geçen tuhaf bir olayı okuduğunda bu olayı gözlerinin içi parlayarak anlatmıştı. Colorado’da bir çiftçi, bir tavuğun başını kesiyor. Ama tavuk ölmüyor. Tavuk on sekiz ay boyunca da yaşamını sürdürüyor. Bilim insanlarının bu olayın nasıl gerçek olabileceğinin yanıtını aradığından bile bahsetmişti. Önce Sağlık Dergisinde yer alan Newcastle Üniversitesinin Davranış ve Emrim Merkezi’nde çalışan Dr. Tom Smulders’ın yorumundan bahsetmişti. Dr. Tom’a göre Mike kan kaybetmediği için ölmemişti. Life dergisinde bu olayın ‘Başsız Tavuk Mucize Mike’ başlığıyla yayınlandığından bahsetmişti. Başsız Tavuk Mike’ın öyküsü sadece bununla da kalmıyor. Sirklere, gösterilere de götürülüyormuş. Doktor Ercan tüm bu tuhaf hikâyeyi büyülenmiş gibi anlatmıştı. Tavuğun yemek borusundan sıvı gıda ve suyla beslendiğinden bahsediyordu. Okuduğu şeylerle kendisini bir şeylere hazırlıyor gibiydi. Yaşam destek ünitesinde son gününü geçiren Ali Korkmaz’ın ölümünden önce odaya gelmişti. Ali Korkmaz’ın yaşam destek ünitesindeki son anlarını seyretmişti ama henüz hiç kimsenin ölümünü kendi elleriyle gerçekleştirmemişti. Odama geçtiğimizde Fatma hemşire bana ‘Bilge Bey, Doktor Ercan’ın bağlantıları güçlü. Onunla dalaşırsan sürgün edilirsin.’ Dedi. ‘Bunu biliyorum.’ Dedim. Doktor Ercan’la baş edebilmek için yine de planlarım vardı. Hastane Başhekimi Kıvanç Yıldırım’ın olayları bildiğini düşünüyordum. Olayları sadece seyredeceğini düşünmüyordum. ‘Şimdilik sakinliğimizi korumalıyız ve hastalarımıza yoğunlaşmalıyız.’ Dedim. Fatma Hemşire bana Melek Hanımı sordu. ‘Onun durumu ne olur sizce?’ Başımı iki yana salladım ve ‘Bilmiyorum.’ Demekle yetindim. Aslında olacaklar çoktan belliydi. Hastalık son safhasındaydı ve yapılacak çok fazla şey yoktu. Fatma hemşirenin üzüldüğünü anlamıştım. Fatma Hemşire çıkmak için kapıya yöneldiğinde ona ‘Bir dakika.’ Dedim. Melek Bilen’in hastaneye gelmeden önce nerede kaldığına dair bir bilgi var mı?’ diye sordum. Gözlerini kıstı ve bana ‘Sanırım bir huzur evinde kalıyormuş. Huzur evinin adı ise İkinci Bahar Huzur Eviydi.’ Dedi. Sonra gülümseyerek sözü ve müziği Sezen Aksu’ya ait olan İkinci Bahar şarkısının aklında kalan bir iki mısrasını söyledi. Ona gülümseyerek karşılık verdim ve gitmesini beklemeden çekmecemden şehir rehberini aramaya koyuldum. İstanbul 3. Bölge Şehir Rehberinden İ harfinin olduğu sayfaları çevirmeye başladım. Aradığım numarayı bulmam pek uzun sürmedi çünkü telefon rehberlerini severdim ve gözlerim o karınca yazısı satırlar arasına sıkışmış her ayrıntıyı rahatlıkla görürdü. Odamda bulunan telefon dış hatlara açıktı. Hastanede sadece bazı kişilerin böyle imtiyazları vardı. İkinci Bahar Huzur Evinin numarasını çevirdim ve beklemeye koyuldum. Telefon uzun uzun çaldı. ‘İkinci Bahar Huzur Evi. Size nasıl yardımcı olabilirim.’ Karşımdaki bayan sesi daha önce hiç duymadığım kadar nazik bir ses tonuyla konuşmuştu. ‘Merhaba.’ Dedim. ‘Ben Bayındır Hastanesinden Doktor Bilge Göker. Bir hastamız hakkında bilgi almam gerekiyor.’ Uzun bir sessizlik oldu. Telefon ahizesinde tuhaf bir dalgalanma oldu. Sanki adını daha önce bilmediğim bir güç telefon kablolarından geçerek, telefonuma, oradan ahizeye ve en sonunda kulağıma, oradan da beynime kadar gelmişti. ‘On dokuz gün önce İkinci Bahar Huzur Evine geldiğini görüyorum.’ Yine bir sessizlik oldu. Güç dalgalanmasını beynimde yine hissedebiliyordum. ‘Anladım.’ Dedim. ‘Peki, rica etsem ailesinin ya da yakınlarının telefonlarını öğrenebilir miyim?’ Yine bir sessizlik oldu. Ahizeden beynime doluşan tuhaf dalgalanma tüm vücuduma yayılıyor gibiydi. İstemsizce başımım salladım. Gözlerimi açıp açıp kapatıyordum. Telefonun diğer ucundaki ses ‘Bu bilgiyi sizinle paylaşamayız.’ Dedi. ‘Tamam. Yine de teşekkür ederim.’ Dedim ve telefonu kapattım. O günün akşamında mesaim biter bitmez evimin yolunu tuttum. Anahtarlığımdan evimin anahtarını çıkarıp kilide soktum. Kapı hafif bir gıcırtıyla açıldı. Sanki gelişime sevinen bir çocuğun sesi gibi tizdi. İçeri girdiğimde sıcak havanın da etkisiyle oturduğum odanın camını açmak için koridorun bitimindeki odaya vardım. Camı açtım ve hafiften esen rüzgârı yüzümde hissettim. Hissettiğim şey sadece rüzgâr değildi. O yıl benim hayatımdaki tuhaflıkların zirve yaptığı yıldı. Hissettiğim diğer şey adını açıklayamadığım bir enerjiydi. Baktığım ve gördüğüm her şeyin enerjisini zihnimde canlandırabildiğimi fark ettim. Bu enerjinin şekil bulması zaman almadı. Odamın camını açtığımda gözlerim sokaktan bir kediye takılmıştı. Kedinin başının üzerinde üçgen bir şekil olduğunu gördüm. Bir an yorgunluktan hayal gördüğümü sandım ve gözlerimi sımsıkı kapatıp açtım. Kedi ortalarda görünmüyordu. Hayal gördüğümü düşünerek tek kişilik koltuğuma oturdum. Koltuğumun yanı başındaki kitabımı aldım ve her zaman yaptığım gibi bir iki sayfa okumaya başladım. Kitap okurken maalesef uykum gelir. O gün de öyle oldu. Koltuğumda birkaç saat uyudum. Ertesi gün, yine işimin başındaydım. Okunacak evraklar, verilecek raporlar, hasta ziyaretleri ve kontrolleri, ilgilenmem gereken diğer ayrıntılarla baş başaydım. Çoğu zaman koşuşturmaca ile geçiyordu. Hastaneler bu konuda en iyi yerlerden biriydi. Ve tabi yaşam destek ünitesinden ayrılması gereken hastalar olacaktı. İşin en zor kısmı da buydu. Almila Akgün sanırım yaratanın en gizemli kullarında biriydi. Ya da biz öyle sanmıştık. O güne kadar komadan çıkmış birine rastlamamıştım. Haberlerde ve gazetelerde bu tip mucizelerin olduğunu okumuştum elbette. Almila’nın hüzünlü bir eylül gecesi komaya girmiş olması hepimizi üzmüştü. Çünkü sonucu belli olan bir oyun, gözlerimizin önünde oynanıyor ve oyunun sonu hepimizi üzüyordu. Fatma Hemşireyle ben odamdaydık. Geçen yılın ölüm raporlarını inceliyorduk. Özellikle önemli olan konu yaşam destek ünitesinde hayatına son verilen insanların karar raporunu imzalamalarıydı. Alınması güç olan bu kararda maliyetler de önemliydi. Komaya girmiş birini yıllarca yaşam destek üniteleriyle hayatta tutabilirdik ama bunun güçlü bir maliyeti olurdu. Bu maliyeti herkesin kaldırması pekâlâ mümkün olmuyordu. Bu nedenle ölümler kaçınılmaz oluyordu. Aile yakınlar bu üzücü raporu imzalamak zorunda kalıyordu. Yaşam destek ünitesini genelde sabaha karşı kapatıyorduk. Eğer yaşam desteği kesilecekse, hiçbir karmaşaya yer verme şansımız yoktu. Biz raporları incelerken koridordan bağrışma sesleri duyduk. Temizlik görevlisi Aydın Aras’ın sesiydi bu. Fatma Hemşireyle göz göze geldik. Sese iyice kulak kabarttım ve odadan çıktım. ‘Aydın Bey Neler oluyor?’ diye sordum. Kel kafasında biriken terler yüzünden aşağı akıyordu. ‘Ne olacak! Bu aptal kedi ortalığa pislemiş.’ Dedi ve cebinden çıkardığı bir mendille başında biriken terleri sildi. ‘Sakin olun Aydın Bey. Olur böyle şeyler.’ Aydın, bana bir şey söylemedi ama gözlerinden çok sinirli olduğunu anlayabiliyordum. Sonra kediye baktım. Van kedisiydi. Çift renkli gözeri vardı. Mavi ve kehribar. Kedinin başının üzerinde gözlerimi tekrar tekrar açıp kapatmama sebep olan bir şey gördüm. Bu üçgen bir şekilden ibaretti. Tıpkı geçen gün odamın penceresinden sokağa baktığımda gördüğüm kedinin üzerindeki üçgen gibiydi. Şaşkınlığımı gizleme çalışıyordum, diğer taraftan yanlış giden bir şeyler olduğunu düşünmeye başlamıştım. Elimi başıma götürdüm ve alnımı hafifi hafif ovmaya başladım. O sırada Hatice Hemşire yanıma geldi. Sanırım sesleri o da duymuştu. ‘İyi misiniz?’ diye sordum. Yapmacık bir gülümsemeyle iyi olduğumu söyledim. ‘Kedi koridora pislemiş.’ Dedim. Hatice Hemşire hızlı adımlarla yanımızdan ayrıldı. Ne yapacağını anlamıştım. Hemşire odasına doğru gidip gelmesi bir dakikadan az sürmüştü. Geldiğinde elinde kedi maması vardı. Koridordaki kedi pisliğini temizleyen Aydın Beye baktı ve ‘Kediyi ben hallederim.’ Dedi. Bana doğru bir baş selamı vererek kediye avucuna döktüğü birkaç mama parçacığını verdi. Kedi artık Hatice Hemşirenin peşinden gitmeye hazırdı. Elimle mükemmel der gibi bir işaret yaptım. Hatice Hemşire bana gülümsedi ve kediye mamanın kalanını vermek için bahçeye doğru yürümeye başladı. O günden sonra hastanemizin bir ‘Mırnav’ı olmuştu. Evet ona bu isim çok yakışmıştı. Ara ara hastanenin içerisinde turlamasına müsaade ediyorduk. Hatice Hemşire ise onun mama ve suyunu veriyordu. Tabi bu durum temizlik görevlisi Aydın’ı ve diğer temizlikçileri rahatsız ediyordu. Mırnavdan rahatsız olan bir kişi daha vardı Doktor Ercan Karacan. Sonraki günler hastane kedimiz Mırnav için hastane bahçesine ihtişamlı bir kedi evi alındı. Kedi evini gördüğüm zaman gülmüştüm. İçimden ‘Bir bu eksikti.’ Demişti. Neyse ki şimdilik bu durum kimseyi rahatsız etmiyordu. Sanırım bahçeye Mırnav için evin alınmasından iki gün sonraydı. Doktor Güven Alpagut’un nöbetçi olduğu gece. Doktor Ercan vardiyasını bitirip gitmek üzereyken kediyi koridorda görünce dışarı doğru kovalamış. Kedi ondan kurtulmuş ve bahçeye kaçmış. Ercan, o kediyi bir daha hastanede görürsem iyi bir tekme geçireceğim diyormuş. Aslına bakılırsa Doktor Ercan bunu aşikâr bir şekilde asla yapamayacak birisi. O kediyi kafasına gerçekten taktıysa onun işini gizlice halletmeyi tercih ederdi. Ama o kedinin başına Doktor Ercan’ın gazabından daha kötüsü gelecekti. Eylülün ortalarına doğru havalar hafiften soğumaya başlamıştı. Rüzgâr hafif hafif esiyordu. Önceki yıllarda da o yıl hissettiğim şeyleri hissettiğim olmuştu ama o yıl daha şiddetli bir şekilde ölen hastaları hissetmeye başlamıştım. Daha önce de ölen insanlar, kopmuş uzuvlar ve daha şiddetli olaylar görmüştüm. Ama Melek Bilen’in öldüğü o yıl, Mavi Nokta’dan cansız bedeninin çıkarıldığı esnada hissettiğim gibi bir şeyi asla unutamadım. Şimdi bile o hissiyat tüm benliğimde. O yıl artık daha fazla bu işi sürdüremeyeceğime inanmıştım. Daha fazla insanın ölümünü görmeyi, ölümünde rol almayı istemiyordum. Bir gece Doktor Alpagut’un nöbetçi olduğu günün gecesiydi. İşimi ayaklarımı sürte sürte yaptığım günlerden biriydi. Eve gitmeyi de pek istemediğim bir gündü. Doktor Güvenle tam hastaneden çıkmak üzereyken karşılaştık. Ayak üstü bir şeyler konuşmuştuk. O gerçekten merhametli ve işini gerçekten seven bir doktordu. Onu bir çalışma arkadaşından çok, bir dost gibi görürdüm. Vedalaşıp gitmek üzereydim ki ‘Bilge.’ Dedi. Dönüp ona baktım. Yüzünde tuhaf bir ifade vardı. Kilolu olmasına rağmen yüz hatları keskin olan şanslı insanlardandı. ‘O odada tuhaf bir şey var. Bana deliymişim gibi bakma.’ Mavi kapılı, yaşam destek ünitesinin olduğu ölüm odasından bahsettiğini hemen anlamıştım. ‘O odadaki hasta yatağında bir ölümü daha görmek…’ Ona doğru bir iki adım attım ve sırtını sıvazladım. ‘Sen güçlü bir doktorsun. Bunları aşacağın uzun bir çalışma hayatın olacak. Yaşadığın şeyleri ben de yaşadım.’ Dedim. Sözlerimden etkilenmemiş görünüyordu. ‘Orada bir hastanın daha yaşamına son verdiğimizi aklıma getirmek dahi istemiyorum.’ Dedi. Ona söyleyecek son bir söz bulamadım. Her ne sebeple olursa olsun bir insanın yaşamına son vermek zor ve acı bir şeydi. Bazı bünyeler bu işi yaparken derinden etkileniyordu. O bünyelerden biri de Doktor Güven Alpagut’a aitti. Dışarıda hafif bir rüzgâr esiyordu. Ağaçların yapraklarından gelen hışırtılar bir an olsun kimsenin olmadığı boş bir sokakta hissedilecek türden bit tedirginliğin oluşmasına sebep oldu. Kısa bir süre önce yaşam destek ünitesinden ayırdığımız Kadir Kara’nın sesini bir dalga gibi beynimde hissettim. Bana çok sevdiği romandan Gogol’un paltosundan bir sayfayı okuyordu. ‘’Çok uzaklarda, Tanrı bilir belki de dünyanın öbür ucunda, bir bekçi kulübesinin ışığı belli belirsiz titreşiyordu. Akaki Akakiyeviç'in az önceki neşesinden iz kalmamıştı. Kötü bir şeyler olacağının sezmiş gibi korkuyla girdi meydana. Dönüp ardına ve iki yanına bakındı: Sanki uçsuz bucaksız bir denizin ortasındaydı. "Hayır, en iyisi hiçbir yere bakmamak!" diye düşünerek gözleri kapalı yürümeye başladı. Meydanın sonuna geldim mi diye gözlerini açtığında, tam karşısında, nerdeyse burnunun dibinde, bıyıklı iki adamın durduğunu gördü, heyecandan adamların nasıl birer tip olduklarını bile ayırt edememişti. Korkudan gözleri dumanlandı, yüreği gümbür gümbür atmaya başladı. Adamlardan biri Akaki Akakiyeviç'in yakasına yapışarak, gürlercesine, "Aa, benim paltomu giymiş!" dedi. Akaki Akakiyeviç, "Can kurtaran yok mu!" diye bağıracak oldu ama öbür adam memur kafası büyüklüğündeki yumruğunu ağzına dayarak, "Hele bir bağır!" dedi.’’ Doktor Güven ile hissettiğimiz şey tam da Akaki Akakiyeviç’in paltosunu zorla alanların zorbalığı gibiydi. Bizim olmayan hayatları almak konusunda belki de çok hoyrat davranıyorduk. O gün Doktor Güvenle vedalaşıp ayrıldıktan sonra uzunca bir süre yürüdüm ve kendimle bir iç hesaplaşma yaptım. Sanırım ölmeden önce herkesin kendisiyle ilgili ve yaptıklarıyla ilgili bir muhasebe yapması gerekiyor. Yaptığımız iyiliklerle, sebep olduğumuz kötü ya da iyi şeylerle ilgili ve hatta yolda yürürken herhangi sıradan birini; yürüyüşümüzle, bakışlarımızla rahatsız ettiğimizi hatırlayacağımız derin ve adil bir hesaplaşma yapmamız gerekiyor. Sokak lambalarının sarı ışıklarının altında yürürken bu iç hesaplaşmaya dair daha detaylı düşüncelere dalıp gittim. İçimde daha önce hiç hissetmediğim kadar huzur hissediyordum. Adımlarımın ritmik sesleri eşliğinde Akaki Akakiyeviç’in paltosu için verdiği derin mücadelenin ne kadar değerli bir şey olduğunu anlıyordum. Daldığım düşüncelerin bir anda bölünmesine sebep olan bir şey oldu. Yürürken ağaçların üzerinde kare şekillerin belirdiğini görmeye başladım. Dehşete kapılmıştım. Aslında her canlıda var olan bu geometrik şekilleri sadece benim görebildiğimi düşünmeye başladım. Bu durumu ilk defa o kediyi gördüğümde tam başının üzerinde beliren üçgeni gördüğümde de yaşamıştım. Bu durumun artık gerçekten canımı sıkmasını istemiyordum. En mantıklı şeyin bir göz doktoruna gitmek olduğunu düşündüm. Pekâlâ bu göz kontrolünün gördüğüm şekilleri açıklamayacağını biliyordum. O dönem yaşadığım her şeyi tam olarak bir mantığa oturtmam için biraz daha zaman vardı. Bu tuhaf geometrik şekiller zaman zaman beliriyordu. Edindiğim tecrübe şekillerin; hayvanlarda üçgen, bitkilerde kare olduğuydu. İnsanları hangi geometrik şeklin temsil ettiğini dramatik bir şekilde öğrenmeme çok az zamanımın olduğunu bilmiyordum. Her şeyin cevabı Beyaz Melek’teydi. Şimdi bunları düşününce kafayı üşütmemiş olduğum için dua ediyorum.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Timur KOHEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |