Sevmek bir başkasının yaşamını yaşamaktır. -Balzac |
|
||||||||||
|
KOMAYA GİREN YAŞLI KADIN Daha önce böyle bir vaka oldu bu hatırlamıyorum ama vakalar 1999 yılında yaşanmaya başladı. Yaşam Destek Ünitesinde yani. Hiç kimsenin bağlanmak istemeyeceği bir makinadan bahsediyorum. Bazı insanların yaşam ile ölüm arasında kaldıkları yerde, onları hayatta (Hayat denirse) tutan ince çizgideki temel şey yaşam destek üniteleridir. Yaşam destek üniteleri, hayatın en gerçek ve en üzücü anında insanları umutlu bir bekleyişe sokan insan yapımı tuhaf makinalardır. Üniteye bağlanmış biri için çoğu zaman ne gerçeklik ne de üzüntünün ne de başka bir olgunun hükmü kalmazdı. Bayındır Hastanesinde çalıştığım süre içinde on dokuz hastanın fişinin çekilmesinde bizatihi görev aldım. Bu tabir teknik anlamda ne kadar doğru olsa da insanların kulağına çok itici gelen, onur kırıcı bir ifadedir. Az önce de dediğim gibi fişi çekilen insan değil makinelerdir. Sanırım bu üzücü ve mecburi görev, ölümün nasıl bir şey olduğuna bir camın ardından bakmak gibi bir şey. Bir hasta YDÜ’Ye bağlıyken kalp hala atar, organlar kendi kendini bitirene kadar çalışmaya devam eder, solunum makine tarafından sağlanırken dahi aslında her şey bellidir. Bayındır Hastanesinde beyin ölümü gerçekleşen hastaların ayrı bir ünitesi vardı. Diğer hastalardan ayrı tutulmayan, ölüm için sadece iki dudak arasında bekleyen insanların olduğu bu tuhaf yer genel olarak hastanenin diğer bölümlerinden küçüktü. Beyaz çizgili mermerlerle döşeli, güneş ışıklarının dahi tuhaf göründüğü ürkütücü bu bölüm, insanda korku ve ürperti uyandırırdı. Oraya soluk mavi bir kapıdan girilirdi. İçeride ne olduğu ne olacağı ve ne olabileceği neredeyse kesindi. Bunun adı ölümdü. Komaya girenlerin arafta kaldığı, çıkışın mucizelere bağlı olduğu, insanlığın henüz koma haline dair kesin bir şeyi bilmediği ölüm ile yaşam arasındaki tuhaf gri alan gizemlerle dolu bir yerdi. Yaşam destek ünitesine bağlı hastaların bulunduğu bu kısım en fazla dört hasta alabilirdi. Ünitelerin hepsinin dolu olduğu çok nadir olurdu. Hastanenin zemin katında, uzunca bir koridoru geçtikten sonra oraya ulaşılırdı. Hastalardan biri bir çocuktu. İlk vaka ya da mucize gerçekleşmeden hemen önceydi. İsmi Kadir Kara’ydı. Soy ismi gibi simsiyah, bakmaya kıyılmayan gözleri vardı. Okulda zorbalığa maruz kalmıştı. Her şey cuma günü son ders çıkışında olmuş. Okul merdivenlerinden inerken itilip kakılmış, dengesini kaybetmesi sonucunda başına darbe almıştı. Yaşananları ilginç şekilde kimse görmemişti! Kadir Kara Bayındır hastanesine getirildiğinde bilinci kapalıydı. Sonraki saatlerde beyin ölümü gerçekleşti. Babası, annesi ve her an Kadir’in okulunda bir katliam yapacak gibi görünen kardeşi onu kurtarabilmemiz için bizlere umutla bakıyordu. O bakışları hayatım boyunca unutmayacağım. Sanırım hastanede çalıştığım yıllar boyunca edindiğim en önemli tecrübe, bu tip durumlardaki ailelerin her istediğini yapmaktı. Kadir Kara hastaneye geldiğinde ailesinin her istediğini yaptım. Sonu belli olan bir oyunun bitmesini beklemek gibi bir durumla karşı karşıyaydık. Aslında onlar da sonucun ne olacağını biliyorlardı. Yine de Allah’tan umut kesilmiyordu. Sabaha karşı makine desteğini kesecektik. Hep öyle yapardık. Hasta son kez gün doğumunu görecekmiş gibi, yaşam desteğini gün doğarken keserdik. Alim Kara, oğlunun yaşam destek ünitesindeki son saatlerinde yanıma gelmişti. Kadir’in onu rüyasında ziyarete geldiğini söyledi. Kadir ona bu şekilde yaşamak istemediğini söylemiş. Çok sevdiği Rus yazar Gogol’un Palto adlı romanını ona son bir kere okumasını istemiş. Alim Kara benden bunun için izin istedi. Ona bunun hiçbir sorun çıkarmayacağını söyledim. Dediğim gibi tüm o yıllar boyunca edindiğim temel tecrübe ölüme bir adım kalmış hastanın, yakınlarının son isteklerini her ne olursa olsun yapmaktı. Yaşamının en güzel yıllarında ölmesi gereken çocukları görmek çok üzücü. İpek siyah saçlarıyla, gözleri pırıl pırıl parlayan Kadir Kara’nın fişini çekme, onu ölüm uçurumuna itme görevi benimdi. Bu lanetli bir görevdi. Birinin mutlaka yapması gereken lanetli ve kahredici bir görev. Ölümünün ardından düz yeşil çizgiye dakikalarca baktım. Belki geri döner umuduyla. Tabi ki öyle olmadı. Dönmedi. Gözlerindeki ifade hiç değişmedi. Tıpkı onun öldüğünün resmi kanıtı olan yeşil düz çizgiler gibi. Üzülen ve kahrolan insanları tanımak kolaylaşıyor. Benim gibi hastanede çalışan biri için bu durum her geçen gün daha basit bir hale geliyor. Mirastan pay almak için yakınının ölümünü bekleyenler ile benliklerini ölen yakınlarıyla öldüren insanlar arasındaki farkı rahatlıkla anlayabilirim. Hastanede çalıştığım süre boyunca işimi yaparken (Komaya girmiş, beyin ölümü gerçekleşmiş hastaların fişini çekerken) işimi çok sorguladığım oldu. Ama hastanede yaşadığım son fiş çekme seansı… Tüm bu satırları yazmamın temel sebebi işte o son olaydı. Beyaz desenli mermerlerin arasından geçilen ve uzunca bir koridoru olan yaşam destek ünitesinin olduğu alana, hastanede çalışanların verdiği bir ad vardı elbette. O koridorda ölümün soğuk nefesi hissedilirdi. Son yolculuğun yapıldığı bu alana Mavi Nokta adını takmıştık. Sanırım soluk mavi kapının ve ölüme son nokta bu odada konulduğu için bu ismi almıştı. Parlak mermer duvarlarda dağılan gölgelerin hüzünlü görüntüsü, yaşamın noktalandığının kanıtıydı. Bunu görürdüm. O odaya her girdiğimde hem de. Mavi Noktanın tuhaf bir kaderi vardı. Bitişiğindeki oda yoğun bakım bölümüydü. Mavi Noktaya değilde yoğun bakım bölümüne gitmek demek yaşamak demekti. En azından daha şanslı olduğun bir alan sayılırdı. Acı çeksen de yaralanmış olsan da iğneler kollarını delik deşik etse de orada hiç olmazsa yaşamak için bir şansın olurdu. Diğer oda kesin ölüm demekti. Yaşam desteğinin kesilmesi için önce benim odama gelinirdi. Gözlerinden korku ve acı akan insanların halini görmek beni kahrederdi. Mavi Noktada ki son nefesin ne zaman verileceğinin kararı işte burada alınırdı. Böylesi zor bir kararın alındığı yer için gösterişsiz sayılabilecek bir kapısı vardı. Herkes için sevimsiz bir odaydı. Bilmiyorum belki de basık bir yerdi. Odam yaşam destek ünitesinin bulunduğu bölüm ve yoğun bakıma alınan hastaların tam karşısındaydı. Beyaz Melek’in son nefesini ne zaman vereceğinin kararı da bu odada alınmıştı. Bir keresinde yaşam destek ünitesinden çıkarılacak olan bir hasta yakını karar verildikten sonra baygınlık geçirmişti. Bayılmadan önce nefes alamadığını söylemişti. Sanırım odamın basık olup olmamasının bu durumla bir alakası yoktu. Adamın sol tarafından hastane bahçesine açılan bir kapı vardı. Kendini iyi hisseden veya yürümesi gereken hastalar bahçeden yürüyüşe çıkar, banklarda oturur, hastaneden taburcu edileceği günün gelmesini beklerlerdi. 1999 yılı benim için önemliydi. Çünkü Beyaz Melekle ilk defa o zaman tanışmıştım. O hastaya dair olayların ayrıntıları bazı gazetelerde yazmıştı. Yaşamımın son günlerini İstanbul İkinci Bahar Huzurevinde geçiren ve ölmek üzere olan biri için bile ulaşılması kolay haberlerdendi. O yılı hatırlıyorum. 17 Ağustos depreminden sonraki gündü. Bina enkazlarından bir sürü insan kurtarılmıştı. Enkazdan sağ olarak çıkarılan bir çocuk da bizim hastaneye getirilmişti. Adı Almila’ydi. Beyaz Melekle aynı yere yoğun bakım ünitesine, o tuhaf sonbahar günü gelmişlerdi. Geceleri yoğun bakım bölümünde üç ya da dört hemşire olurdu. Onlara iki doktor eşlik ederdi. Bazı geceler o kadar yoğun olurdu ki sabahın olmasını dört gözle beklerlerdi. Hepsi mesleğine son derece saygılı sağlık çalışanlarıydı. Birçoğunun öldüğünün haberini aldım. Belki de hepsi ölmüştür. Para avcısı, gözlerinden kötülük akan Doktor Ercan Karacan’ın da öyle. Onun o hastanede hiç olmaması gerekiyordu. Bana göre doktor olması bile büyük bir hataydı. Hastanelerde bu tip doktorların olmasına hiç gerek yok. Hem personeli geriyordu hem de tehlikeli biri olabiliyordu. Ama sanırım onun güvendiği insanlar onu o hale getirmişti. Kendi başına bir anlam ifade etmeyen, sadece etkili ve mevki sahibi insanların varlığıyla anlam bulan insanlardandı. Beyaz Melek (Ona bu ismi biz takmıştık.) yani gerçek adıyla Melek Bilen yaşam destek ünitesine alınırken ona Doktor Ercan Karacan nezaret etmişti. Söylendiğini duymuştum. ‘Gereksiz yere burayı işgal edecek. Boşuna vaktimizi alacak.’ 1999’un ağustos ayıydı. Havalar gayet güzeldi. Hastanenin gürültüsünü yırtan siren sesleri ile birlikte ömrümde gördüğüm en beyaz tenli kadın acil kısmından hastaneye giriş yapmıştı. Bu kadının bir benzerini Powder adlı 1995 yapımı bir filmde görmüştüm. Yüzü, vücudu ve her bir saç teli bembeyazdı. Ağzında solunum cihazı vardı ve kolunda damar yolu açılmıştı. Gözleri kapalıydı ve kirpiklerine tıpkı bir ekmek fırınında çalışmış gibi beyaz yuvarlak toz zerrecikleri bulaşmış gibiydi. (Sonradan o beyazlıkların yuvarlak toz zerreciği olmadığını, tamamen doğal oldmayan bir anlam ifade ettiğini anlayacaktım.) Melek Bilen’in yana hızlıca müdahaleye giden Doktor Ercan Karacan adeta iyice kararmış bir cilde sahipmiş gibi duruyordu. Yoğun bakım ünitesinde çare bekleyen çoğu kimse gibi Melek de çok masum ve temiz görünüyordu. Ama o yoğun bakım ünitesinde olan diğer hastalar gibi acılı ve işi bitmiş gibi görünmüyordu. Yatağında yatarken ansızın kalkıp gözlerini açıp ‘Benim burada ne işim var?’ diye sorup hemen ardından kalkıp gidecekmiş gibiydi. Ama yine de yoğun bakımdayken asla böyle bir şey yapamayacağını anlıyordunuz. Doktor Ercan da öyle düşünüyordu. Bakışlarında bir donukluk ve tuhaf bir düşünce hali vardı. Hastaya yardım ediyor olsa da sanki içinde başka bir şey yaşıyordu. Ercan ‘Ona müdahale etmeliyiz.’ Diye bağırarak o bembeyaz kadını sedyeden almalarını ve yoğun bakım ünitesine götürmelerini söyledi. Beyaz Melek her şeyden habersiz bir koşuşturmacanın içerisinde yaşama tutturulmaya çalışılıyordu. Doktor Ercan’ın elinde Bayan Melek Bilene ait dosyalar vardı. ‘Onlara bakabilir miyim?’ diye sordum. Ercan soğuk bir tavırla dosyaları bana uzattı. Bu soğukluğun sebebini biliyordum. Onun içinde yanan ateşi hissedebiliyordum. O öldürmek istiyordu. Mavi Noktadaki nihai kararı o vermek istiyordu. Yaşamla ölüm arasındaki insanların fişini çekmeyi, bir çeşit Tanrıyı oynamayı istiyordu. Dosyayı incelediğimde Melek Bilen’in kan kanseri olduğunu öğrendim. Şimdilik bilinci açıktı ve kan alması gerekiyordu. Şansı yaver giderse yapılan muayeneye cevap verebilirdi.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Timur KOHEN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |