Gene gel gel gel. / Ne olursan ol. / ... / Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. / Nasılsan öyle gel. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Kaçışın yankıları sürüyor. Ülkede bütünüyle tedirgin bir bekleyiş hakim. Kaçanlardan ses yok. Ölüm sessizliği. Diller suskun, kulaklar kirişte. -Hayra alamet değ il. Suskunluğun patlaması müthiş olacak. -Nasıl? -Nasılını bilemem. Mahir, dediğini yapan birisi. Dışarı çıkmaz; paçayı kurtarma sevdasında değil. Müthiş olacak, müthiş! Şubatın soğuğunu sırtımdan çıkarıp erken çiçek açan ağaçlara asıyorum. Bahar erken geldi. Bilirsiniz, mevsimler bölgeler arasında değişkenlik gösterir. Bu senenin şubatı başka. Ülke hemen hemen tümüyle bahara erken girdi. Sanki ilkyaz günlerini yaşıyoruz. İç bölgelerden kuzeye doğru gittikçe iyice bahara, ilkyaza yaklaşıyorum. Dağlar, yeşil ağırlıklı alaca bulaca renklere bürünmüş. Arsız menekşeler, güneşi görür de güzelim renklerini salmaz mı toprak üstüne? Hele şeftali ağaçları, pastırma yazını bahar sanıp çiçeğe duran şeftali ağaçları; menekşelerle yarışarak salmaz mı çiçeklerini dal uçlarına? Karadeniz uslu bir çocuk, uykudan uyanmanın mahmurluğunu yaşıyor. Azgın dalgalarını derinlere saklamış, nazlı nazlı salınır durur. Karadeniz deli değil bu mevsimde hayret, gemlenmiş azgınlığıyla güzelce ırlanır durur. Bu dönemeçler, yamaçlarda menekşe toplamadan, şöyle bir denize girilmeden aşılmamalı. Deniz, karabatak gibi; bir kayboluyor, bir görünüyor. Yarı uyur durumda yolumun sonuna yakalandım. Hoş beş faslından sonra valizimi eve bırakarak canları görmeye gittim. Her yenilgi, her büyük felaket sivri uçları törpüler ve hiç ummadığın pasifleri aktif hale getirir, öne geçirir. Canların bir çoğuyla henüz merhabayı kesmemiştim. Yıllar sonra, bazılarının aranmadığı halde teslim olacağını; “Ulan az daha bok yoluna gidecektik; o zamanlarda iyi ki bize de gelin demediler” diyeceğini kahin olsam kestiremezdim. Bugünlerde tomurcuklanan kızıl güllerin tohumlarını ekenlerin, fidelere can suyu verenlerin; yenildikleri zehabına kapılıp, küfürün binini bir paraya savuracaklarını da o günlerde kestirebilmemin mümkünatı yoktu. Ayağımın tozuyla, canları dolaşıyorum. Halkımızın genel özelliklerinden birisinin, boşboğazlığın, canlar üzerinde yansımasıyla şaşkına döndüm. Sayın ki beynime balyozla vuruyorlar. Duymamam gereken, bilmemem gerekenleri öğreniyorum, yeni kişilerle tanıştırılıyorum hiç gereği yokken. -Para toplama işini yeterince örgütleyemedik. Bazı kişiler (burada isimler sayılıyor) veriyor ama, bazıları (yine isimler) vermiyor. Halbuki maddi durumları iyi, onlar daha çok verebilir. Ama merkezden gelen emir gereği karar aldık, herkesten yüzer lira topluyoruz. Paralar toplanınca . . . gelip alıyor, merkeze götürüyor. -Ya öyle mi? !!! . . . iyi ediyorsunuz! Peki bütün bunları bana niye anlatıyorsunuz. -Sen güvendiğimiz bir arkadaşımızsın, niye anlatmayalım ki? -Ama aylardır ayrıyız ;görüşmedik. Arada selamımız bile gelip gitmedi. Ya ben değiştimse? -Hah hah hah ha! Hadi canım sende. Görüştüklerimin asli görevi bütün bildiklerini bana anlatmak oldu. Toyluğumu, onlara göre yaşımın çok küçük olmasını bile hesaba katmadan. Öyle ya, hadi canım sende! Tabi ya “Biz kırk kişiyiz, kırkımız da birbirimizi iyi biliriz. ”, birbirimize gücenmeyeceğiz de kime güveneceğiz? Zaten kaç kişiyiz ki? Birbirimizden saklayacak neyimiz var? Merhaba demişiz bir kere. Hem bizi filanca tanıştırdı ya! Ya da; ben onu, filan zaman fişmekanca ile çay içerken, yolda giderken, evlerine gittiğim zaman. görmüştüm ya. Hem ben bildiklerimi anlatmazsam, kendi değerimi nasıl kanıtlarım ki? Ya beni hareketin dışında sanırlarsa! Halkımızın genel sigortasına, onun bir parçası olarak ister istemez biz de katılıyoruz. Kaydımız muhkem, sigortamız sağ lam: “KORKMA BİR ŞEY OLMAZ”. Bundan daha büyük, daha güvenilir, daha garantili sigorta mı olur? Hem bataklıktan yeni çıkıyoruz. Kimimiz son adımlarını atmakta, kimimiz üstündeki çamurları silkelemekte. Bataklıktan çıkan bir kısım insanların, o zamanki deneyimlerimize göre, daha sonra bok çukurunda ömrünün kalanını tamamlayacağını kestiremeyiz ki. Canlarla görüştükçe midem bulanıyor. Aidat ve yardım vermeyenlerle görüştüm. Önceden de belirttiğim gibi kimlerin para verdiğini, kimlerin vermediğini ilk geldiğim gün öğrenmiştim bir güzelce. Anımsatayım o sıralar altının gramı yirmi lira civarındaydı. İlginç bir yanıtla, daha doğrusu bir savunma mekanizmasının harekete geçişiyle karşılaştım: -Vermem arkadaş! Gerçi, aylık yüz lira bir şey değil benim için ama vermem. Hapistekilere yardım diye topluyorlar, para başka yerlere gidiyor. Ben başkasını besleyemem. İnandığım bir dava var ona hizmet ederim. Behice Boran için istesinler yüzbin vereyim. . . Gerçekten de yüz bin verir. Hem de aylık olarak. Verebilecek güçte ve inançta. Eğer gerekirse, eğer inanırsa milyonlar bile verebilir. Yardım toplanmalı; hem verenler, hem alanlar açısından. Yardım toplanmalı ama ‘madik’ atılmamalı. Sorumlu olarak bildiğim arkadaşı arıyorum yok. Fazla da soramıyorum. Dışardan gelmişim, görüşmek istemem doğal ama yine de görüşme konusundaki aşırı isteğimin belli edilmemesi gerekir diye düşünüyorum. Yol yorgunluğunu üstümden atamamışım. Uyku ve yorgunluk ağır basıyor. Gün ışığından ümidimi üzdüm görüşme konusunda. Eve gidip dinlendim. Geceyi çuvala koymadılar ya! Karanlık çökünce şehri dolaşmaya çıktım. Evdekilere gece şehri dolaşmayı çok sevdiğimi söyledim. Öyle ya yarın köye çıkacağım. Aradığım arkadaşın evinin önünden geçtim, ışığı yanmıyor. Cadde üzerinde değil ev. Mahalle arasında, yamaçta bir yerde. Sokaklar çok dar. Arkadaşın gelmesini orada bekleyemem. Gündüz konuştuklarımla karşılaşmamak için tenhalarda dolaşıyorum ve geniş aralıklarla evin önünden geçiyorum. Gelince yemeğini yiyecek ama uykuya dalmayacak şekilde ayarlıyorum evin önünden geçme aralıklarımı. Kaçıncı tur sonunda bilemeyeceğim ama cılız bir ışık sızıyor evden. Nihayet yakaladım. Kapıyı tıklattım, ses yok. Kapıyı hızlı tıklatmıyorum ve ısrar etmiyorum. Duyarlı ve kulağı kirişte bir arkadaş. Fare gezinse sokakta duyar, duyması gerekir. Yaşamın pamuk ipliğine bağlı olduğu dönemlerde insanlar her şeye karşı daha duyarlı olmak durumundadır. Devrimci; çok gözlü ve çok kulaklıdır, dili kısadır. Biraz bekleyip yeniden tıklattım kapıyı. Evden bir hareket yok. Bir tur daha. Geldiğimde cılız ışık yoktu. Uykuya dalmış olamaz. O kadar uzun sürmedi son turum. Kapıyı tıklattım. Ses yok. Biraz daha hızlı vurdum kapıya. Işık yandı, ayak sesi, perde aralandı sonra kapı açıldı. Gecenin bu saatinde “hayret” mimikleri. İçeri girdim. Hoş beş, şaşkınlık. -Gündüz bulmadım, akşamdan beri aralıklı uğradım. -Ha, şey! -Tamam, önemli değil; konuşmamız gerek. İzlenimlerimi anlattım. Belli etmemeye çalışsa da yüzündeki renk değişimini ve ünlem cümbüşünü biraz da keyifle izledim. ‘Ya işte, yeni yetme adamı böyle yakalar. ’ Parayı götürenin adını söylediğimde yüzü şekilden şekile girdi; aptallaştı. Alnının terini silmeye parmakları yetmediği için havlu ile kurulanmaya başladı. -Yok ben bilmiyorum, o dediğin kişiyi tanımıyorum. -Parayı götürenin kesinlikle değiştirilmesi ve gizlenmesi gerekir. -Tabi, tabi! -Bu durumun Ertan abiye anlatılması gerekir. -Peki sen yarın gider misin? Bu ara benim buradan ayrılmam mümkün değil. -Giderim. -Ha bir de . . . . . . . . bunları söyle. -Olur, iyi geceler. -İyi geceler. Dönünce görüşelim, selam söyle. -Hoşça kal. O arkadaşın hoşça kalıp kalmadığını bilemem ama ben hoşça bir gece geçiremedim. Uykuya dalmak için yine savaştım durdum kendimle. Yorganla kavgam belki saatlerce sürdü. Yıllar sonra adı dünyada ünlenen ilçeye doğru yolculuğum başladı. Deniz, yamaçlar, yeşillik, bele kadar kar olması gereken zamanın ilkyaz güneşi ilgimi çekmiyor artık. Kendimle, canlarla söyleşiyorum; hesaplaşıyorum. Ara sıra yola baktığım oluyor. Ülkeyi, dünyayı, dünü, bugünü ve geleceğimizi tartışıyoruz dostlarla. Gündemimizi daha çok bugün dolduruyor. Ara sıra gençliğimiz, cinsiyetimiz de aklımıza gelmiyor değil. Değme mizah ustalarına taş çıkartacak espriler üretip ağız dolusu güldüğümüz de oluyor. Kahkaha tufanı bütün kötülükleri süpürüyor, mutluluk denizinde yüzüyoruz. Hele karikatürize etmemiz yok mu? Asıl espri kaynağımız o. Ne de çok gülüyoruz. Farkına varmadan küfretmeyi de öğrenmişim. Küfürden de küfredenlerden de öyle iğrenirdim ki! -Ha baksana bu, ülkeyi kim kurtardı? -Atatürk. -Yok canım. O önder kadronun yöneticisiydi. -Halk. -Hadi canım; kim savaştı? -Halk, herkes. -Yok ya? -Merihliler gelmiştir. Godo gelmiştir. -Hah hah hah hah ha! -Gülmesene be! Mesih gelmiştir öyleyse! Tam da kıyamet zamanı gelmeyecek miydi? Kurtuluş Savaşı öncesi biz kıyameti yaşamadık mı? Öyleyse ülkeyi mesih kurtarmıştır. -At, at! -Ha bak bildim; yeşil sarıklılar. Zaten dedemin babasıyla ben de başımıza yeşil sarık bağlayıp düşmanları kovalamıştık! -Ula oğlum, sen hiç okumuyor musun; türkülerden, şiirlerden, öykülerden hiç haberin yok mu? Ülkeyi Lazlarla, Kürtler kurtarmıştır. Baş eğmemişler, düşmanlarla işbirliği yapmamışlar, inançla, bağlılıkla, yüreklilikle çarpışmışlardır. Kurtuluş Savaşı üzerine söyleşiyoruz. Ülkemizi, dünyamızı konuşuyoruz. Işık madde midir sorusuna akıl yürütme yoluyla yanıtlar arıyoruz. Söz dolandıkça dolanıyor. -Hı hı hı! Hınzır seni! Desene, anavatanı yavru vatan kurtaracak! -Ne sandın? Kurtuluş ;ya güneyden yavru vatandan, ya kuzeyden Fatsa’dan olacak. Gülüşmeler. Yola bakıyorum. Denize doğru koşuyoruz. Kıvrım kıvrım yol, güneş arkamızdan geliyor. Sağ yanımız uçurum;sol yanımız dik yamaçlar, kayalık. Kayalar üzerimize uçsa, bir uçurumdan yuvarlansak! Ha sahi be, ben kaç yaşındayım? Yaşımın aklıma takılması kendimle söyleşiyi başlattı; iki benlikli oldum: “Sen kaç yaşındasın? ” “Ee şey, yeni meslek sahibi olduğuma göre. . . ” “Yok ananın . . . Doğduğun yılı biliyorum. Sen asıl kaç yaşındasın? ” “Beş, altı. . . ” “Hadi, hadi!” “Niye ama? Tabiki o kadar!” “Oportluğunu da yaşadığına mı sayıyorsun? ” “Eee, işte şey! Emekliyorum. . . ” Gülümsemeye başladım. Evet emekliyordum. Sadece ben mi? Koca koca adamlar, abiler, ablalar emekliyor. Benim yaşım da onlar kadar, belki onlardan biraz küçüğüm. Hep birlikte emekliyoruz. Oldukça sık ve keskin virajlardan geçmeye başladık. Birazdan uzunca bir düzlük ve Fatsa. Yine kendimle baş başayım: “Unutmalısın, parayı götüreni unut. ” “Unutamam ki! Beynime kazıldı ismi. ” “Unut, unutman gerekiyor. ” “İlerde, belki!” “Hayır şimdi. ” “Şimdi zor. ” Hayır şimdi! Gömleğinin rengi ne? ” Gömleğime bakmak istiyorum. Öteki ben engel oluyor, baktırmıyor. Sahi, üzerimde gömlek mi var, kazak mı var? Her ne varsa, rengi ne peki? Gözlerimi yumdum. Yol arkadaşlarım uyuduğumu sanacaklar, çok iyi! Ne arkadaşı be? Bir daha gördüğümde asla anımsayamayacağım yüzler işte! Kontrolüne girdiğim ben sıkıştırıyor. Unutmalısın! Heyecandan göğsüm daralıyor. Gömleğimin ya da kazağımın boynunu yırtmak istiyorum. Sıkıntım had safhada. Ateş basıyor; kan ter içinde kalıyorum. Sürekli sıkıştırılıyorum: “Annenin adı? Hani çocukken sorulduğunda duralardın, çabuk söyle. Çabuk çabuk, hayır hayır düşünme yok! Hemen, hiç düşünmeden söyle; köyünün adı, komşu tarlanın adı, en yakın komşunuzun büyük çocuğu, ilkokul öğretmenlerinin isimleri, okul numaraların, sıra ve sınıf arkadaşların, ilkokul dördüncü sınıfta iken öğretmenleri şikayete gittiğin okul arkadaşların, parayı kim götürüyor, ineklerinizin isimleri, hayvan otlattığın yerler, o kim, en son okul numaran, bölgeler arası geçtiğin beldeler, o kim? . . . ” Sorulara çok net yanıtlar veriyorum. Unutmam gereken ismi çok net olarak anımsıyorum. Yeniden sıkıştırma. “Peki peki, unutacağım. ” Eti ve ekmeğiyle ünlü beldenin ufacık düzlüğüne inerken aldığımız virajda ismi unuttum. Seviniyorum. “Unuttum!” Ortaokul yıllarında, bence acı olan, çaresiz kaldığım, beni yıpratan olayları unutma deneyimlerim imdadıma yetişmişti. Yeniden soru bombardımanına tutuluyorum. O kim; sorusu daha vurgulu soruluyor. İz yok. Yerinde sağ olsun, unuttum. Üzerimden büyük bir yük kalktı. Tüy gibi hafifledim. Rahatım. Başarımın verdiği mutluluğu, arabanın camından yansıyan güleç yüzümden izliyorum. Unutmaya çalıştığım çabayı anımsamaya harcamaya başladım. İz yok. Yıllarca kendimi ismi anımsamaya zorladım sonraları. İz yok. Ve Fatsa. Doğruca her zamanki buluştuğumuz kahveye gittim. Aradığım yok. Sorabileceğim kimse de yok. Buralarda kimseyi tanımıyorum. Tanıdığım toplam insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kahveden çıkarak terziye gidiş yolunu doğruladım. Yolda iyice güldüm. Fikri abi p ile f harflerinin yerini değiştirerek konuşur. O konuşurken gülmeyeyim diye yol boyunca güldüm. “Bir forsiyon köpte ile bir forsiyon firzola ver. ” Her zamanki babacan tavrı, güleç yüzüyle karşıladı. Kucaklaştık. Hoş beşten sonra muzipliğim tuttu. En ciddi tavrımı takınarak: -Pantolonumu almaya geldim. Kaşları çatıldı. Konuğu olmasam veya aylardan beri ilk kez karşılaşmasak dövecek: -Ula ben dikince göndermeyecek miydim? Ağzına sıçtığım köpek, yeni pantolonu giyip buraya gelmeyecek miydiniz? -Kızma abi, belki ölçüleri unutmuşsundur diye yeniden ölçü vermeye geldim. -Yeni ölçünü imama ver; çatlatırsınız insanı! -Gelmişken Ertan abiyi göreyim dedim, kahvede yok. Staj yaptığım köye gelmiştim de... -Bu aralar buralarda, gezmeye çıkmıştır. İstersen çırağı göndereyim buraya gelsin. -Yok abi, önemli bir şey yok. Sadece görmek istedim. Rahatladı; birden oluşan tedirginliğinden kurtuldu. -Sen kahveni içesiye onun gezmesi biter. Havadan sudan konuşmaya başladık. Sanki birbirimize söyleyeceğimiz önemli şeyler var da söyleyemiyoruz. İkimiz de o sıkıntıyı yaşıyoruz. Beni gördüğüne hiç de sevinmiş değil. Tedirginliği beni de sardı. Diliyle bir şey dediği yok ama davranışlarıyla, çabuk buralardan git diyor. Daha fazla tedirgin olmasını engellemek ve tedirginliğimden kurtulmak için ayağa kalktım. Bir daha görüşemeyecekmişiz gibi duygularla vedalaştık. Hiç yapmadığım şeyi yaptım. Metrelerce yürüdükten sonra geriye baktım. Dükkanının kapısında durmuş peşimden bakıyor. Karşılıklı el salladık. Hapisten kaçanların suskunluğu hepimizi iğneli fıçıya attı. Bazı şeyler sorulmuyor, sorulamıyor; söylenemiyor. Sorumluluğu bilerler, suskunluğu daha iyi biliyorlar. Kısa süre önce tam altı saat; daha uzun süre de sürdürebileceği, kendini denediğine inandığı için altı saat sonra bıraktığı sandalye üzerinde hareketsiz durma eyleminde bulunduğu kahvede, belki de aynı masa ve aynı sandalye üzerinde buldum Ertan abiyi. Çok sıcak karşıladı. Çay içtik. -Hayrola abi, yeni deneme mi? Diye sordum, hareketsiz duruşuna bakarak. Gülümsedi: -Hayır. O iş bitti. Yeniden denemeye gerek yok. Baksana herkes oyun içinde. Konuşacak, sohbet edecek kimse yok. Vakit geçirmek için bu avare insanları seyrediyorum. -Biraz dolaşalım mı? Hava çok güzel. -Olur, haydi. Son görüşmemiz olduğunu ikimiz de bilmiyoruz. Öyle sıcak bir ortam ki, keşke günlerce burada kalabilsem. Öncelikle kuryelik görevimi yerine getirdim. iletmek üzere karşı yanıtları aldım. Saatlerce konuştuk. Kaygılarıma katılmasının kıvancını yaşadım. Kendisi için uyarladığımız türküye Mahir gülümsemiş, geri çekilmesi, sıcak savaşı gerillalara bırakması konusundaki önerimize kızmış. Öncüler önde olmazsa hareket ilerleyemezmiş. Cephe gerisinde kurmay heyeti olmazmış vs. moralim bozuldu. Beyinler yaşamalı. Ülkemi kurtaracak beldedeki kurtarıcılar kurmayının komutanıyla konuşmanın rahatlığını ve kıvancını yaşadım saatler boyunca. Yol kenarında araba beklemek için durduğumuzda sordu. -Peki kimmiş parayı götüren? -Unuttum. Gülümsedi. Gözleri dalgın; bakışları, ışınları deliyor. Vedalaştık.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © salim yılmaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |