"İnsanların bazen neye güldüklerini anlamak güçtür." -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
Küçük kasabanın içinden geçen vadi, kuzeyli rüzgârları heybesinde taşıyordu. Kuru soğuk, eski kasaba evlerinin kırık dökük kiremitlerinde kendini öldürüyordu. Birkaç gün önce yağan kar, davetsiz gelen tanrı misafiri. Yer yatağına yatmış, bembeyaz yorganını üzerine çekmiş, çatıda uyuyordu. Bacadan savrulan küller, yavaş adımlarla basamak basamak gökyüzü merdivenini çıkıyor. Ayazdan saklanan kar suyu, gizlice kiremit oluklarından sızıyordu. Çatının tahta pervazına elleriyle sıkıca tutunan buz sarkıtı, koca tarihi konağın ahşap penceresinin hizasına inmiş, içerde küçük bir çocuğun kar düşlerini izliyordu. Hava eksilerden eksiydi. Tek tük atıştıran kar taneleri, yanıp sönen sokak lambasının kırmızımsı parıltısından, kasabanın sessiz sokaklarına düşüyordu. Seksen beş yaşındaki babaannenin eşi öleli uzun yıllar olmuştu. Odanın bir köşesinde pirinç başlıkları olan karyolayı kullanıyordu. Ocağın hemen önünde kurulu, üçayaklı, saç odun sobası henüz atılmış meşe odunuyla odayı dört köşe ısıtıyordu. Sobanın üzerinde, babaannenin; abdest almak için her zaman hazır tuttuğu bakır soba kazanı, içten içe fokurduyordu. Kömür mangalı derin dar senelerinin emektarıydı. Akşamdan üzerine konan bakır çaydanlık, mis gibi kokan ıhlamur çayının kokusunu, küçük sedirde uyuyan, babaannenin dede mirası torununun küçük ciğerlerine sunuyordu. Saatler geçtikçe mangalda küllenen zayıf köz, anılarında zamanla küllendiğini gösterir gibiydi. Babaanne, kazandan aldığı sıcak suyla, karşı duvara saklı dolabın içine girmeden abdestini aldı. Karyolanın altındaki sandıktan seccadesini çıkararak her zamanki yerine serdi. Odanın lambasını söndürerek, sokak lambasının aydınlattığı pencere önünde namazını kıldı. Sonra yavaş adımlarla torununun yanına yaklaştı. Kırkyama diktiği rengârenk battaniyeyi başına doğru çekti. Sonra yatağına uzanarak, her zaman okuduğu duaları tekrar tekrar mırıldanarak derin bir uykuya daldı. Çocuk babaannesinin uyuduğunu anladı. Yavaşça gözlerini açtı. Üzerindeki battaniyeyi hafifçe sıyırarak doğruldu. Ahşap çıtırtısı çıkmasın diye esnek adımlarla pencerenin önüne kadar yaklaştı. Günler önce yağan kar, mevsimin ilk karıydı. Toprağı ve çatıları tutmuş ancak gün gün kısmen erimişti. Özlemle kar yağıp yağmadığına baktı. Sokak lambasının ışığında kar tanelerinin uçuştuğunu gördü. Çok ama çok sevindi. O sevinçle kafasını pencereye çarptı. Babaanne yatağında dönmeye başlayınca, sessizce sedirine geri döndü. Bembeyaz düşlerle karşılaşmak için küçük göz kapaklarını öylece uykunun ağırlığına bıraktı. Günlerden pazardı. O gece, gece yarısından sonra başlayan kar, gittikçe şiddetini abartmıştı. Sabahın ilk saatlerine kadar neredeyse yarım metre doldurmuştu. Pencereden görünen dört dut ağacıyla, tek armut ağacının dalları beyaz yükten toprağa kadar eğilmişti. Aç kalan birkaç serçe pencere önünde diğer birkaç serçede, bahçe oluğunun ayağındaki su birikintisinde yiyecek bir şey arıyordu. Konağın elli metre güneyinden geçen karayolu kardan kapanmıştı. Konağın bahçesini çevreleyen tarabalar ayrı bir görüntü oluşturuyordu. Kış mevsimini sabırsızlıkla bekleyen oduncu köylüler, eşek ve katırlarına odun yüklemiş, kasabanın köy girişlerinden çarşı merkezine birer ikişer düşmeye başlamışlardı. Onları gören kasaba sakinleri; önce odunun fiyatını sorar daha sonra da evin ya da bahçenin önüne odunların boşaltılmasını isterlerdi. Parasını alan oduncu köylüler İpekoğlu Hanı’nda dinlendikten sonra zaruri ihtiyaçlarını alır köylerine sevinçle dönerdi. Kar yağar da küçük torun durur muydu? Elini yüzünü bile doğru dürüst yıkamadan, elinde bir ekmek somunu, tiril tiril giysilerle dışarı çıkmaya hazırlanıyordu. Annesinin sevimli öfkesiyle üzerine kalın bir kazak giydi. Daha iyi kaysın diye lastik ayakkabılarını ayaklarına geçirdi. Beline kadar yağan kara aldırmadan bata çıka, konak bahçesinin bir köşesindeki eski arılığa kadar yürüdü. Babasının yıllar önce kendisi için yaptığı iki kulplu kızağı, sakladığı yerden çıkararak konağın merdivenlerine kadar taşıdı. Onun için kar büyük düş, kızağı da bu düşün efendisiydi. Konağın önündeki bir ucu çıkmaz sokak olan dik yokuştan kaymaya başladığında; hayallerinin kanatsız güvercini oluyordu. Üç mevsim kaymayan kızağın ayaklarındaki bir çift çelik çubuk pas tutmuştu. Kırık dökük, çelik tel fırçayla pasları kazımaya başladı. Kazıdıkça ortaya çıkan parlak yüzeyi, parmaklarıyla kontrol etti. Daha iyi kayması için pürüzsüz olmalıydı. Kızağının çürük ipini değiştirdi. Kızağın altına baktı. Bir teli yakarak yazdığı, eğri büğrü bir harfi kontrol etti. Kucağına aldığı kızağıyla bahçenin dışına çıktı. Dik yokuşun başına kadar düşe kalka yürüdü. Küçük ayaklarıyla kayacağı hat boyunca karı ezmeye başladı. Sıkışarak birbirine geçen yığınla kar, ayaklarından başına kadar sevinç titremesi yaratıyordu. Her adımda üşüyerek, bu sesi tüm bedeninde defalarca hissetti. Sonra mahallenin çocukları uyandı. Çapaklı gözleri, şaşkın ifadeleriyle pencerelerden bakmaya başladılar. Annesinden kaçan, kızağı, kayığı, leğeni kaptığı gibi soluğu yokuşun başında almaya başladı. Erkek çocuklar arasında başlayan kızak yarışı, dik yokuşun cam gibi parlamasına kadar sürüp gidecek, saatlerin nasıl geçtiği bilinmeyecekti. İliklerine kadar ıslanmış bedenler, pencerelerden avaz avaz çığıran büyüklerin korkusuyla her nasılsa gün sona erecek, sonrası Allah kerimdi. Hava çoktan kararmıştı. Akşama kadar bindiğinin iki katı kızağı taşıyan konağın yorgun çocuğu geç kalmanın ezikliğiyle bahçeye girdi. Dış merdivenin basamağına kızağını dayadı. Üşümesin diye de üzerine bir çaput attı. Babaannesi uyuduğunda, gecenin bir vakti yatağından çıkacak, küçük ürkek adımlarla ilerleyecek, oda kapılarını bir bir açarak, dış merdivene çıkacak, kimse görmeden onu odasına taşıyarak, mangalın yanında kurumaya bırakacaktı. O uykuya dalarken kızağın altında biriken kar eriyerek soba muşambasını ıslatacak, sokak lambasının ışığında kızağın altındaki “R” harf belirli belirsiz görünecekti. O harfin karşılığı olan komşu kızı Rena, çocuğun ütopik düşlerini süslemeye devam edecekti. Rena’nın babası tapuda memurdu. Çıkmaz sokağın az ilersinde oturuyorlardı. Bir üst sınıfta okuyordu. Omuzlarına kadar inen kumral saçları, ela renkli, çekik küçük gözleri, sevimli bakışları vardı. Çok sık olmasa da çocukların sesi ilgisini çeker, evinden çıkarak yokuşun başına kadar gelirdi. Annesi çağırdığında tekrar evine dönerdi. Kış ayları boyunca okul çıkışı başlayan çocukların kızak sevdası sürüp gidiyordu. Konağın haşarı çocuğunun, Rena’nın ilgisi çekmek için sadece gökyüzüne kaymadığı kalmıştı. Bir gün ilgisini çekmeyi başarmış, hiç kimsenin olmadığı bir günün ikindisinde okul dönüşü ona kızağını vererek kaymayı öğretmişti. Kızağın kulpundan tutan Rena’nın sağ elinin üzerinde bir beni olduğunu da o zaman fark etmişti. Her küçük çocuğun büyük düşü olabilirdi. Kar ve kızak tukunu, Rena’yı çocuksu duygularının prensesi olarak görüyordu. Hatta bunu ona hissettirebilmek için; onun görebileceği konak bahçesinin yokuşu gören setine kardan prensesler yapıyordu. Çoğunlukla bu prensesler rüzgâr ya da güneş çıktığında eriyip kayboluyordu. Yine böyle bir pazar günüydü. Sabah erkenden yağan kardan bir prenses yapmış, evden aşırdığı vazodaki el yapımı kırmızı bez gülü eline tutturmuştu. Bunu en çok Rena’nın görmesini istiyordu. Görmüş olsa “senin için yaptım” deme cesaretini gösterecekti. Ama hiçbir zaman bunu gerçekleştiremedi. Kar prenseslerini yapmaya devam etti. Annesinin yasağı nedeniyle, erkek çocuklarla oynayamayan Rena’yla düşlerini paylaşması da artık bir hayaldi. Ama bir gün konağın pencersinden bakarken, ekmek almaktan dönen Rena’yı prensesin önünde görmüş, kırmızı gülü çekinerek alan Rena izlendiğini fark etmeyerek evinin yolunu tutmuştu. Bu güle dair tek kelime etme imkanı olmamıştı. O günden sonra da olmayacaktı. Aradan yıllar geçti. Son kış bittiğinde babası tayin oldu, adını bile bilmediği uzak bir kente taşındılar. Rena, ona tutkun çocuğun kış hayallerini bir daha geri gelmeyecek şekilde uzaklara götürdü. Düş yorgunu çocuk, o günden sonra bir daha kardan prenses yapmadı. “R” harfinin yazılı olduğu kızağı da bir daha kaymamak üzere eski arılığın içindeki hurdaların arasına sakladı. Yıllar sonra yatılı kazandığı okul nedeniyle küçük kasabadan ayrıldı. Uzun yıllar sonra da bir yazar olarak, yıkılan hayallerinin karşısına çıktı. Kendisini terk eden bütün düşleri kitaplarının sayfalarına yerleştirdi. Artık iyi kötü okunan bir yazardı. O gün kitaplarını imzalayacaktı. Şubatın sonu kar taneleri metropolün eteklerine düşüyordu. Kitap fuarının içi hınca hınç dolu yayınevlerinin önünde uzun kuyruklar vardı. Öğleden sonraydı. Kendinden emin bir kadının hatasız sesiyle, imza saatinin başladığı anons edildi. Önce tek tek düşen kitapseverler birdenbire artarak önünde kuyruk oluşturdu. Bir yandan çayını içiyor diğer yandan ismini sorduğu okurlarına sevgiler sunarak kitaplarını imzalıyordu. Sıra kırk yaşlarında, alımlı, küçük çekik gözlü bir kadına gelmişti. Satın aldığı kitabı yazarına uzattı. Nazik bir ifadeyle “Lütfen imzalayabilir misiniz? “ dedi. Kitabı masanın üzerine uzattığında kadının sağ elinde, bir ben olduğu görüldü. Yazar, bir anda yılları aşarak çocukluğunun altın çağına geri döndü. “Olamaz” diye içinden geçirdi. Kafası bir anda allak bullak oldu. Düşüncesi yüzüne yansıdı. Kadın “bir şey mi oldu” dediğinde “hayır” dedi. Sonra kadınla göz göze gelerek ismini bağışlamasını istedi. “Rena ”,”Rena Çağrı” diye tekrarladı kadın. Artık ne yapacağını ve ne yazacağını bilemez durumdaydı. Elinde tuttuğu siyah kalemin ucu titremeye başladı. Hiç kimseye hissettirmeden, bu kadının; hayalleriyle ortadan kaybolan Rena olduğundan şüphelenmeye başladı. Dünyanın küçük olduğunu biliyordu da bu kadar küçük olması belki de mucizeydi. Ortaokulu nerede okuduğunu sorduğunda, koca kenti birdenbire terk eden bir mevsim koca salonu da bahara çevirmişti. Bu mucizeyle ilk sayfalardan boş olan birine, aklına ilk gelen sözleri yazdı. İmzaladı. Teşekkür ederek kitabı kadına uzattı. “Sevgili Rena... Mevsim kış olsun. Kar yağsın, buz tutsun bütün çatılar... Bir kasabanın dik yokuşunda, bir gün ama mutlaka bir gün hayallerine kavuşsun, kızaklarda ismi yazılı, elinde kırmızı gül tutan... Unuttuğumuz saf çocuklar... “
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © H.İhsan Sönmez, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |