İnsan özgür doğar, ama her yanı zincire vurulmuştur. -Rouesseau |
|
||||||||||
|
Kendi kendime izin verip evde kaldığım sıcak bir temmuz günü… Gün boyu evde olma fikrinin getirdiği rahatlıktan olsa gerek oğullarıma farklı bir kahvaltı hazırlayıp sürpriz yapmak için attım kendimi dışarı. Geleneksel Türk kahvaltısı sayılabilecek simit, peynir ve çay üçlüsünü bir araya getirmekti niyetim. Girne’nin en işlek caddelerinden birinde simit bulacağımı bildiğim yarı fırın yarı kafe görünümlü dükkana girerken, açık alanın en sonunda yere boylu boyunca uzanmış bir karartı beni duraksattı. Bir sokak köpeği üzerinde bakımsızlıktan oluştuğu belli kabuk tutmuş yaraları taşıdığı bedeniyle boylu boyunca uzanmış, gözlerini kapamış, belki de hayal dahi edemeyeceğimiz rüyalara dalmıştı. İçeri girip siparişimi verirken dahi gözlerim onun hareketsiz yatan bedenini izliyor, onun o çaresizliği karşısında, hissettiğim utançla kasılıp duruyordum. Sıcak simitlerin fırından çıkmasına on dakika kadar bir zaman vardı ve beklerken bir ikramla “onur”landırıldım. Çayımı çocukluğumun lezzetlerinden sade poğaça eşliğinde içecektim. Yeniden dışarı çıkmadan önce, gözlerimi bir türlü ayıramadığım, dışarıda hareketsiz uyuyan köpeği göstererek, onlara ait olup olmadığını sordum servis yapan kadına. “Hayır, bir sokak köpeği, az once geldi ve yattı” diyerek yanıtladı beni. Tepsiyi elime aldığımda sözcükler ağzımdan çıkıvermişti. “Peki yiyecek bir şeyler, su verdiniz mi?”. Anlamını çoktan yitirmiş göz bebekleri donuk bakışlarını bana göndermiş ama ben geri çevirmiştim. Sadece söylediklerini duydum. “Hayır, ama yan taraftaki dükkanda biraz su verildi galiba.” Galiba… Emin mi değil mi derken doğruluk payı en yüksek olan aklıma geldi. Ne yazık ki umurunda değildi. Besleme yapmak istediğimi bana bir plastik kap verip veremeyeceklerini sordum. Yanıt gecikmeden gelmiş, ancak gazete verebileceğini söylemişti. Arabama gittim, sokak hayvanları için her zaman bulundurduğum mamalardan bir tanesini aldım ve geri döndüm. Elime tutuşturulan gazeteyi kendi servisimin olduğu tepsiyi masaya koyduktan sonra yere açtım ve tümünü boşalttım. En çok rastladığımız sokak köpeklerinden, hani hepsine bir ad vermektense “Karabaş” diyerek adlandırdıklarımızdan biri olan güzellik mamanın kokusunu bile hissetmeyecek kadar bitkin yatıyordu. Yanına götürüp, “hadi oğlum maman geldi” dediğimde başını hafifçe kaldırıp gözlerime baktı ve doğruldu. Öyle bir iştahla yemeye başladı ki, o mamasını yarılamadan içemedim çayı, onu izledim. Yeniden içeri girip su vermek için herhangi bir şey verip veremeyeceklerini sorduğumda aldığım yanıt yine olumsuzdu. Koca kafede bir sokak köpeğine verilecek su için kap yoktu. Sokak hayvanlarına bir kap su kampanyası var, kafenin önüne koyabilirsiniz önerisi getirdim. Aldığım yanıt şu oldu; “Klima suyu da var, ondan da veririz.” Aman Tanrım! diyen bir iç sesle sarsılmıştım. Duraksamadan söze girdim, “Siz klima suyunu yani saf suyu içiyor musunuz?” Hayır yanıtı tereddütsüz gelmişti. “O zaman içmediğiniz ya da yemediğiniz bir şeyi bir başka canlının yiyip içeceğini nasıl düşünebiliyorsunuz? Sakın yapmayın, oksijensiz su o, sadece çeşmeden aldığınızı vermeniz yeterli, hem para vermek zorunda da değilsiniz.” dedim. Mama konservesiydi, kabını tuvalette yıkadım ve içine temiz su doldurup dışarı çıktım. Bizim Karabaş, dinlene dinlene yiyordu mamasını. Onu izlerken çalan telefonun ardındaki arkadaşıma durumu anlatırken bir kadın sesi konuşmayı böldü. Köpeği başka yerde yedirmemi rica ediyordu. Müşteriler rahatsız oluyormuş. O sıra dışarıdaki bölümde benden başka bir kişi daha vardı ve öyle bir şikayette bulunmadığını biliyordum. Ne dersin? “Rahatsızlık senin kafanda, hastalıklı ruh halinde, doğadan kopuk yaşamanda, kendi içinde çözemediğin problemlerde, mutsuzluğunda ve elbette bir türlü doymak bilmeyen o zavallı egonda” demeyi, daha doğrusu haykırmayı nasıl istedim anlatamam. Ancak yapmadım, Karabaş bir kaç dakika daha huzur içinde mamasını yiyip bitirsin diye yapmadım. Mama bittikten sonra oyunlar yaptı Karabaş, teşekkür hareketleri, sırtüstü yatıp karnını açtı, patilerini ileri geri salladı. O güzel gözlerinin içine bakmak, beni sonsuz mutluluk anlarından birine daha taşımıştı. İyi ki karşıma çıkmıştı, güzellik. Kafe'nin sahibi olduğunu artık anlamış olduğum hanımefendi yeniden yanımda belirmişti ben Karabaş’ı izlerken. Kolunun altına aldığı torbayı hemen fark ettim. Ki laf da ardından geldi; “Arkaya alsak köpeği, hem şuralar temizlense…”. Kolunun altındaki torbayı verirse temizleyeceğimi söyledim. “Kadın gelir temizler” falan dedi ama aldırmadım. Hem ne vardı ki bir ismi bile olmayan o zavallı, yalnız köpeğin yediğini temizlemekte. Aldım ve temizledim. Kirli gazette kağıtları ile boş konserve kutusunu poşetin içine koydum. Tüm “suç” delillerini ortadan kaldırmıştım. Hanımefendi mutlu oldu. Sadece içimden o da kısa bir zaman dilimi için bir ad verebildiğim, siyah derisinin bazı yerleri kabuklar bağlamış Karabaş suyu içmek istememiş, kısa bir süre sonrada bana teşekkür eder bir bakış sallayıp gitmişti. Siparişleri alıp eve dönerken hissettiklerim karmakarışık tanımlanması güç duygulardı. Sokak köpeği beslemenin hissettirdiği iç huzurdan eser yoktu yüreğimde. Sadece şiddetli bir acı hissiyle sarılmıştı. İnsanoğlunun dibe vuruşunun belki de en basit örneklerinden birini yaşamıştım az önce. Bugün 2 Temmuz 2013, Madımak’ta yakılarak öldürülen aydınlar katliamının yirminci yılı bitti. Böylesi bir günde bir sokak köpeği beslemeye çalışırken yaşadıklarımı neden aktardığımı düşünenlere bir kaç cümle; Ne yazık ki insanların çoğu, güçsüz ve muhtaç bir sokak köpeğine dahi bu denli duyarsız ve tahammülsüz. Ne yazık ki insanların çoğu, doğaya ve çevreyi umursamıyor. Ne yazık ki insanların çoğu, para denen ve gerçekte hiç var olmamış bir kağıt parçasına, ruhunu şeytana satan kadar biat ediyor. Ne yazık ki insanların çoğu, kendi zafiyetlerini başkalarının çektiği acıları görmezden gelerek örtmeye çalışıyor. Ne yazık ki insanların çoğu, dünyanın farklı coğrafyalarında yaşanan acıları, film izler gibi seyrederken dondurma yiyebiliyor. Ne yazık ki ülkemdeki insanların bir kısmı yirmi yıl önce olduğu gibi bugün de kendi gibi düşünmeyene tahammül edemeyen, ona karşı her türlü zalimliği mübah sayan bir profile sahip. Ne yazık ki ben, böyle bir dünyada yaşamanın yükünü çekmekte bazen zorlanıyorum. Elimden bir şey gelmediğinde de insan olduğuma utanıyorum. Özlem Salman 02/Temmuz/2013, Kıbrıs
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özlem Salman, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |