Yaşama karşı sımsıcak bir sevgi besliyorum... -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
hakan.yozcu@hotmail.com www.sinetiyatro.com www.izedebiyat.com www.guncelmersin.com “Çocukluk Affan Dede'ye para saydım, Sattı bana çocukluğumu. Artık ne yaşım var, ne adım; Bilmiyorum kim olduğumu. Hiçbir şey sorulmasın benden; Haberim yok olan bitenden” (Cahit Sıtkı Tarancı) Drama, eğitim ve öğretimde yeni bir oluşumdur. Yunanca'da yapmak, etmek, eylemek anlamına gelen "DRAN" ve "DRANEİN" sözcüklerinden türemiştir. Halk arasında kullanılan dram sözcüğü de bu kökten gelmektedir. Acıklı durumları ifade etmek için kullanılmaktadır. Drama, çocuğu geliştiren yetiştiren başlı başına bir eğitim alanıdır. Drama ile oyun iç içedir. Oyun, çocuk için yemek, içmek kadar önemlidir. Oyun; çocuğun çevresiyle ilgi kurmasını, duygularını dışa vurmasını, deneyim kazanmasını, eğlenmesini , dinlenmesini , rahatlamasını ve problemlerini çözmesini sağlar. Yaratıcı drama bir grup çalışması içinde, öğrencilerin bir yaşantıyı, bir kavramı, ders ünitelerinden belli konu ya da temaları yaşayarak, canlandırarak, oynayarak öğrenmelerini sağlayan bir süreç, eğitsel bir ortamdır. Drama sürecinde çocuk; gözlem, deneyim, duygu ve bilgilerini canlandırarak yaşar. Drama baktırarak değil yaptırarak öğretmek demektir. Bu nedenle oyun, drama içinde çok önemli bir yer kaplar. Oyunlar, çocukların ilerideki kişiliklerini, hayata bakış açılarını, düşünce biçimlerini hazırlayan etkinliklerdir. İnsan, yaşamı boyunca hep geçmişine özlem duyar. Geçmişi arar. Geçmişi düşünür. Ve nedense insan, geçmişi hep iyi yanlarıyla hatırlar. Kötü yanlar belleklerde fazla yer almaz. Belki de bu nedenle geçmişe karşı bir sevgi beslenir. Geçmişimizde iz bırakan en önemli evrelerden biri çocukluk dönemidir. Çocukluğumuzu doya doya yaşamak isteriz. Ama gelin görün ki hayat şartları bazen buna izin vermez. Daha, çocukluğumuzu yaşamadan kendimizi hayat mücadelesi içinde buluveririz. Çektiğimiz acılar, dertler, sıkıntılar bizi olgunlaştırır. Hayata farklı gözle bakarız. Ve çok sık kullandığımız o meşhur ifademiz “Ben, çocukluğumu yaşayamadım.” dillerimizden dökülüverir. Çocukluğu yaşayamamanın nedeni ise küçükken yeterince oyun oynayamamaktan gelir. Oysa hangimiz çocukluğumuzda Çelik Çomak, Uzun Eşek, Birdir Bir, Evcilik, Saklambaç, Yağ Satarım Bal Satarım ve şu anda aklımda olmayan birçok oyunu oynamadık. İşte o dönemde oynadığımız bu oyunlar, aslında bizi geleceğe hazırlayan, şu andaki mesleklerimize adım atmamızı sağlayan ve toplum içinde nasıl davranmamızı, nasıl hareket etmemizi sağlayan oyunlarmış. İnsan bunu yıllar sonra çok daha iyi anlıyor. Neden çocuk oyunlarından söz etmeyi gerek duydum? Anlatayım: Eşim, yaklaşık 10 aydır Milli Eğitim Bakanlığı Ortak Hizmetler Dairesince düzenlenen Drama Formatörlüğü kursuna katılıyor. İlk defa gelip “Bu kursa katılmak istediğini söyleyince” “Ne gereği var?” demiştim. Bu kursa katılmasını hiç istememiştim. Hatta ilk günler aramızda tartışma konusu dahi olmuştu. Ne yararı olacaktı? İhtiyacı mı vardı? Katılsa ne olacaktı? Başı göğe mi erecekti? Lüzumsuz işlerden biri daha idi bana göre. Ama her zaman olduğu gibi eşim ısrarından vazgeçmemiş, inatla, sabırla bu kurslara gitmişti. Hem de 430 saat sürecek bir kurs. Aman Allah’ım bu işkence biter miydi? Artık kurs başlamıştı. Öyle ki artık bu kursla yatıyor, bu kursla kalkıyorduk. Yediğimiz, içtiğimiz bu kurs olmuştu. Neler oldu? Neler yapıldı? Nereye gidildi? Her gün konu üstüne konu geliyordu eve. “Duymak istemiyorum, konuşmak istemiyorum” dediğim halde hiç şansım yoktu. Çünkü eşim ne yapıp edip konuyu oraya getiriyordu. Bazen benim düşüncelerime başvuruyordu. Ben de bütün aklımı kullanarak yol göstermeye çalışıyorum. Fakat çoğu kez, benim düşüncem kabul görmez, kendi bildiği aynen uygulanırdı. Bu da canımı sıkmıyor değildi. “Madem, fikrim rağbet görmeyecek idi neden soruluyordu?” “Olsun. Akıl, akıldan üstündü. Belki daha akılcı bir düşünce ortaya atabilirsin” derdi. Ama nerdee? Haftalar öncesinden “Lefkoşa’da Dramaya etkinliğine gideceksin. Bu defa, eşler katılıyor. Mutlaka gitmen gerekir” dediğinde eşim, şiddetle karşı çıktım. “Kesinlikle gidemem. Ben, boşta biri değilim. Yoğunum. Dünya kadar işim var. Asla gidemem. Gitmeyeceğim.” diyordum. Yine kaybeden ben olmuştum. O gün sabahın erken saatlerinde kaldırılmış ve Lefkoşa’nın yolunu tutmuştum. Gidene kadar da kızmıştım eşime. “Beni ne hallere soktuğunun farkında mısın?” demiştim hep. Mekan, Arap Ahmet Mahallesi’nde bulunan tarihi bina Derviş Paşa Konağı idi. Burası 19. Yüzyıl başlarında inşa edilmiş, iki giriş kapısı olan, iki katlı bir yapı idi. Konak sahibine atfen bu ad verilmiş. Derviş Paşa Kıbrıs’ta ilk Türk gazetesi olan “Zaman” gazetesini çıkaran şahıs imiş. Saat 11.00 demişti eşim. Çünkü kursu görevli olarak uygulayan Emine Bayram Topdal, göreve tam zamanında başlamaya çok önem veren biriymiş. Gerçekten de tam vaktinde hepimizi konağın önüne almıştı. Ne amaçla burada olduğumuzu, niçin buraya geldiğimizi, bu etkinliğin ne gibi yararları olacağını kısaca anlattıktan sonra hepimizden şunu istedi: “Şimdi hepimiz bu konağa gireceğiz, ama girmeden önce duygu ve düşüncelerinizi, ilk gözlemlerinizi almak istiyorum. Konağa bir bakın. İnceleyin ve neler hissettiğinizi, neler gördüğünüzü lütfen bizimle paylaşın” Önce herkeste bir çekingenlik, bir sıkılganlık ve hatta bir utanma duygusu belirmişti. Yaklaşık yirmi kişiydik. Ve bu kişilerden birçoğu birbirlerini ilk defa görüyordu. Tabii bu nedenle bu tür çekingenlik normaldi. İlk sıkıntı çabuk atlatıldı. Yabancılık hemen atılıverdi. Herkes düşüncesini açık açık dile getirdi. Konağın iki katlı olduğu, eski ile yeniyi bir arada barındırdığı, iki kapısı olduğu, kapılarda ay ve yıldız figürlerinin dikkati çektiği, alt kısmın sarı kesme taşlardan yapıldığı ve oldukça eski olduğu, üst kısmın ise daha sonradan yapılmış olduğu ve kerpiçten olduğu anlatıldı. Emine Hanım, bizlerden farklı şekillerde ve dilediğimiz gibi konağa girmemizi istedi. Herkes değişik kimliklerle ve farklı biçimlerle konağa girdi. Kimi Mesarya Paşası Arif Paşa, Kimi Osmanlı Elçisi, Kimi İtalya’dan gelen bir sefir, kimi Paşa’nın çocuklarına özel ders vermeye gelen muallim, kimi konağın hizmetlisi, Paşanın misafiri olarak girdi. İçeri girdiğimizde orada bulunan görevli bir bayan da bizlere katıldı. Konak hakkında bilgiler verdi. Ve hepimiz bahçe kısmına alındık. Bu bahçede zamanında çocuklar oyun oynarmış. Bizden de kendi aramızda gruplara ayrılıp hazırlayacağımız oyunları oynamamız istendi. Gülmeye başladık. Şaka mı ediliyordu? Şimdi buraya çocuklar gibi oyun oynamaya mı gelmiştik? Önce küçük bir tereddüt yaşadık. Veya ben öyle hissettim. Ama bu tereddüt kısa bir süre sonra ortadan kalkacaktı. Çünkü Emine Hanım, kesinlikle hiç kimsenin dışarda kalmasına izin vermiyor, o, sempatik, şirin ve sevecen haliyle çember dışında kalan kişiyi nazik bir dille kalabalığın içine davet ediyordu. Gruplar belirlendi. Dörder veya beşer kişilik gruplar oluşturuldu. “Beş Taş”, “Yağ Satarım Bal Satarım”, “Bezirganbaşı”, “Alayda Malayda” oyunları oynandı. İlk grup beş taşı oynarken Sevgili Derman Atik, sempatik davranışlarıyla güne ayrı bir renk kattı. Hemen mızıkçılık yapmış “Ben bu oyunu oynamam. Kız oyunudur bu. Gelin lingiri oynaylım” demişti. “Hocam mızıkçılık yapma” dediğimde Emine Hanım, “Geçen Mağusa’da bir arkadaşımız Çocuk Oyunları Şöleni düzenledi. Sayın Oğuz Yorgancıoğlu da oradaydı. Orda oyunbozan çocuklara “Cırlayan” denir. Cırlayanlar mutlaka olurmuş ve bu da oyunun bir parçasıymış. Bu olaya cırlamak deniyormuş. Burada Emine Hanım Oğuz Yorgancıoğlu’nun şu sözlerinden çok etkilendiğini belirtti. “Yıllar sonra kitabımdaki oyunların bu gün bir şölen düzenlenerek burada oynanması, geçmişin hatırlanması beni çok mutlu etti.” Ve şimdi o oyunları burada biz oynuyorduk. Emine Hanım yanında iki oyuncak da getirmişti. Bu oyuncaklar çok basit nesnelerden yapılmıştı. Fırıldak ve döndürek denilen oyuncaklardı bunlar. Fırıldak, mandal parçası ve plastikten yapılmıştı. Yani atıl malzemelerden üretilmişti. Hiçbir maddi maliyeti yoktu. Döndürek ise bu gün rüzgâr gülü dediğimiz nesneden başkası değildi. Bu da kamıştan yapılmıştı. İki parça halindeydi. İç içe geçiyordu. Derman Atik, eline almış ve koşarak nasıl çalıştığını göstermişti. Arkasından herkes tek tek denemişti bu oyuncakları. Sonra diğer oyunlara geçildi. Bunlardan en çok Bezirgânbaşı oyunu oynandı. Bu oyun, kız ve erkek çocukların oynadıkları bir oyundu. Oyuna on; hatta daha fazla kişi katılabilir. İki oyuncu yüz yüze durur. Avuç içlerini karşılıklı kenetleyip kollarını havaya kaldırır. Böylece ortada bir köprü meydana gelir. Geriye kalan oyuncular boy durumuna göre sıraya girerler. Köprüyü oluşturan iki çocuk kendi aralarında birer isim üzerinde anlaşırlar. Bu anlaşmadan sonra tek sıra halindeki çocuklar hep bir ağızdan: Bezirganbaşı, bezirganbaşı Aç kapuyu.. Bezirgan girsin, bezirgan çıksın En arkaya galan yadigar olsun (galsın) Tekerlemesini söylerler. Köprü açılır. Geçişler başlar. En sondaki geçerken kollar iner ve içerde kalır. Ona bir soru sorulur. (Örneğin) -Kavun mu isten, karpuz mu isten? -Peynir mi isten, ekmek mi isten? (Bize “Siyah mı, beyaz mı?” sorusu soruldu) Kişi kimi tercih ederse onun arkasına geçer. Geçişler yeniden başlar. Tüm oyuncular tercihlerini yaptıktan sonra kimin arkasında daha çok çocuk birikmişse oyunu o taraf kazanır veya sonunda iki grup arasında ip çekişmesi olur. Çekişmeyi kazanan, oyunu da kazanmış olur. Bu oyundan sonra çocukluğumuzda en çok oynadığımız oyunlardan biri olan “Yağ Satarım Bal Satarım” oyununu oynadık. Hatırlanması için bu oyunu da anlatmak istiyorum: Kız ve erkek çocukların karışık oynadıkları bir oyundur. Oyuncuların sayısı en az sekiz kişi olur. Çocuklar bir kız, bir erkek şeklinde ve halka olacak biçimde otururlar. Bir kişi bir mendil alarak halka dışına çıkar, oyun başının işareti ile hep bir ağızdan: Yağ satarım bal satarım Ustam ölmüş ben satarım Ustamdan miras galdı Ustamdan ala satarım Alacağıma vereceğime Bir kaşık ayran Yarın Sabah bayram Ocaklar ne güzel tüter Birisinin canı dayak ister Tekerleme bu şekilde söylenirken, ebe mendili birinin arkasına bırakır. Yürüyüşe devam eder. Arkasına mendil konan bunu fark edip mendili alana kadar yürür. Kovalanmaya başlayınca da boşalan yere oturmaya çalışır. Yetiştirmezse dayak yer. Yetiştirirse elinde mendil kalan ebe olur. Ebe de oyuna katılır. Oyunlar sırasında orada bulunan herkes birbirleriyle kaynaşmış ve birbirlerine yakınlaşmıştı. Öyle ki, farklı yaşlardan, farklı mesleklerden, ayrı cinsiyetten kişiler vardı. Ama öyle bir ana gelinmişti ki bunların hiçbir önemi kalmamıştı. Herkes mutluydu. Herkes çocukluğunu yeniden yaşıyordu. Farklı, değişik bir gündü. Yüzler gülüyor, gözler ışıldıyordu… Oyunlardan sonra Konak gezildi. Her odada bulunan özelliklere göre canlandırmalar yapıldı. Önce mutfaktaydık. Balmumundan yapılmış o dönemin iki kadını yer sofrasına oturmuş yemek yiyorlardı. Tabii mutfakta çeşitli eşyalar vardı. Birçoğu bize yabancıydı. Çünkü teknoloji bu nesneleri günümüzde yok etmişti. Birçok nesneler, eşyalar hatırlandı. Görevleri anlatıldı. Ve gruplardan sofrada duran yemeklerden biri olması istendi. Grup olarak bu yemekleri canlandırmamız söylendi. Bu da bizler için çok eğlenceli bir çalışma oldu. Kimi kuru fasulye, kimi mantı kimi moliha, kimi enginar dolması oluyordu. Oyuncu arkadaşlar düşündükleri yemekleri canlandırırken bizler de tahminlerde bulunuyor ve doğru yemeği bulmaya çalışıyorduk. Tabii bu bir yarışma olmadığı için hepimiz rahattık. Çünkü kimse kimseyi yadırgamıyordu. Sorgulamıyordu, eleştirmiyordu. Herkes mutluydu ve büyük keyif alıyordu. Ve sona gelinmişti. Veya biz öyle sanıyorduk. Tekrar salona alındık. Köşelere çeşitli nesneler konmuştu. Bunlar kıyafet, aksesuar gibi nesnelerdi. Herkes bir tane aldı. Elindeki nesneye göre yaratıcılığını kullandı ve o nesneye adeta yeniden hayat verdi. Meğer bu nesneler oraya gelecek olan bizlerin çok daha önceden götürülmüş kıyafetleriymiş. Tişörtümü bana verdiklerinde şaşkına dönmüştüm. Ne zaman ve nasıl gelmişti buraya? Kim getirmişti? Şaşkınlığım bitmiyordu. Biraz sonra Emine Topdal, duygulu ve güzel bir şiir okudu. Yaa… Ben bu şiiri bir yerden tanıyorum sanki düşüncesi geçiyor kafamdan. Bu şiir, bana hiç yabancı değil. Bunu bir yerlerde okudum, dinledim diyorum. Emine Hanım içten gelen bir üslupla okuyor şiiri: Aldırma, boş ver nedir ki uğruna kahrolduğun hayat Ayaklarının altında belki bir kum, belki bir çakıl tanesi Bakma, her şeyin şirin göründüğüne gerçekte çok bayat Kiminin gönlü yıkılmış, kiminin virane olmuş hanesi Hayat aslında mücadeleden başka bir şey değildir Güçlü olan ayakta kalıyor, olmayanın başı eğiktir Kimi bolluk içinde yüzerken kiminin yaşamı taşlı sahildir Hayat devam ediyor geriye kalan dört dörtlük bahanedir. “Bu duygulu dizelerin yazarı şimdi aramızda diyor ve ben sözü ona vermek istiyorum” diyor. Ben, o zaman anlıyorum bu şiirin bana ait olduğunu, benim yazdığım bir şiiri okuduğunu. Tabii sözü bana veriyor. Şaşkınlığımı dile getiremiyorum. Hayatın bir mücadele olduğunu, gelip geçici olduğunu ama geriye baktığımızda hep birbirimizle uğraşmaktan, birbirimizi yemekten hayatın gerçek amacına varamadığımızı, geriye bir baktığımızda hayatın geçtiğini, her şeyin bittiğini gördüğümüzü söylüyorum. O halde neydi derdimiz? Neydi sorunumuz? Kıskançlıklar, kavgalar, kötülükler, çirkinlikler, savaşlar, öldürmeler niyeydi? Gerek miydi bunlar? Dünya kime kalmış ki… Her şey boş. O halde yaşadığımız Dünyanın tadını alalım… Gün bitti diye düşünüyoruz. Ama değil. Bitmemiş. Emine Hanım bize bir sürprizleri olduğunu ve arka arkaya bir yere gideceğimizi söylüyor. Arabalara atlayıp yola düşüyoruz. Lefkoşa’yı çıkıp Girne’ye gidiyoruz. Gittiğimiz yerde gerçekten büyük bir sürprizle karşılaşıyoruz. Eşlerimiz ve çocuklarımız bizleri karşılıyor. Hep beraber daha büyük bir aile oluyoruz. İştahla ve sevgiyle yemeklerimizi yiyoruz. Şimdi söz sohbetin oluyor. Herkes derin bir sohbete dalıyor. Zaman su misali akıp gidiyor. Farkına dahi varamıyoruz… Bitti diyoruz… Ama bitmiyor. Emine Hanım, hepimizi aşağıya alıyor. Bizleri gruplara ayırıyor. En küçük yaştan en büyük yaşa kadar gruplandırıyor. Grup olarak uyumlu nasıl çalışmalıyız, nasıl hareket etmeliyiz sorusuna cevap alıyoruz, yaptığımız Drama çalışması ile. Burada birlikteliğin, beraberliğin ve uyum içinde çalışmanın önemini bir kez daha kavrıyoruz. Herkes büyük keyif alıyor. Mutlulukla, bütün yüzler gülerek herkes evinin yolunu tutuyor. Demek Drama Çalışması buymuş diyorum kendi kendime. Bana göre oldukça faydalı, eğitici ve öğretici bir çalışma oldu. Eşime söz veriyorum. Bu sefer hiç nazlanmadan, yok demeden gönüllü olarak katılacağım. Böyle farklı bir günü bize yaşatanlara sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum… “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik “
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |