Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner |
|
||||||||||
|
Alper SEÇİLİR kalp kalesi! ben sana sürgün, sen bana hüzün dayanır mı hüsn ü aşk bu kırgındır yollar döndükçe burçları bengisuyunda Aşk'ın ve kimbilir hangi soyunda güzün (hilmi yavuz) Yola Çıkmak Bir bakışmaydı, anlamlandırmak çok güç, belki sitemli, belki suçlu, belki korkulu, belki kızgın, belki alaycı, belki sorgulayıcı belki … belki … tam bir belkiler silsilesi, bir bakışa bir sevdayı mahkum etmek kadar anlamlı bir o kadar da anlamsızdır üç harfli beş noktalı. Günlerce sancır da nasırlı ve zavallı yüreğin bir tek şey anlatamazsın bakışınla anlatsan ne yazar o sadece bir bakıştır. Öylece sıradan zorla anlamlandırılan bir bakıştır. Belki o bakış kırgındır, kızgındır. Her ne olursa olsun, anlatmak istiyordu o bakışı ama işi kolay değildi. Yolda Dilenmek Kimin Kârına Sen gibi kalemi tıkanmış bir yazarın neyine kurşun bakışlı sevgiliyi anlatmak sen zavallılığını anlat, kalemsizliğini anlat! O kadar kirli ki aşkım kendim gibi neyini, nasıl anlatayım? “Asûde bir bahar ülkesi”nde anlatmak istiyorsun, kendini ve kendinle ilgili olanı, zaten sevgiliye dair anlatacakların kendinle ilgili olanın ötesinde değil ki kırık kalemli nasir, kalemin acuze-i zaman gibi ağuludur; anlattığın her mesel kan u revan ile güller soldurmakta bülbüller bizar ettirmekte. Zamanın ehl-i irfanı aynı fikriyat ile bir ağızdan bu duayı ide tekrar: Şıkest bolsun dest u kalemi ki yazmasın bir aşk meseli olmasın dünya kimseye zindan-ı babil. Oysa şiir tadında sevmeyi sevmek istiyordu, “Elma onu sevmese de o elmayı sevmeliydi.” , böyle değil miydi nice bin cünun-ı Kaysların kanlarıyla yazdıkları o kutlu kanun? Yoksa yanılıyor muydu, bilmiyor muydu; aslında bilmediği, bilemediği şeylerin bilgisine sahip olmadığını. Tecahül-i arifiydi o yokluğun nasıl bilmezdi, yokluğun sonunda yine yokluğa çıkıp tekrar tekrar bu Sisypos çilesine meyyal olduğunu. Bir gün o kayanın altında da kalacaktı belki ama olsundu olan, mesele zaten kayayı hep bir daha getirmeyeceğim umuduyla götürmek değilmiyken cihet dönüşmemiş miydi sadece kayayı tekrar tekrar götürmek ülküsüne… Bilmem diyordu artık, bunca zaman bilyorcasına girişilen benlik muhasarasının mügalibi olamayacağını her galibiyet gibi gözüken yalancı baharın yeni bir yalancı bahara gebe olduğunu yeni bilmemle söz çıkınına yerleştirdiğinden tarih be tarih önce bilemeyişlerin bilinmezliğinde olduğunu nerden bilsindi. Şimdi gergin bir yayın ağzındaki okun temreni kadar kana susamış kırık kalbim kendi kanında boğulma pahasına zıpkın misalince parçalamak istemekte bu iflah olmaz yokluk bedenini. İçinden yine arş-ı alâya yükselmekteydi o davudî ses: “Durma sefer eyle diyar-ı kalbe.” Bu son sefer de olsan kanın pıhtılaşmadan şakağında bir mavzer artığı gibi durmamalıydı. Kendinden ve zamandan kopup gözlerine ruhunu esir ettiği o munis güzelin derdiyle helak olmadan, yüreğinin sancıması ona çah-ı zenahdan olmadan, bayrağı yerine dikmeliydi. Yolda Hâller Bin bir türlü belaya müptela ol ey ahmak âşık, neyine senin sevgiliye talip olmak; sen gibi kara bahtlı, yanık yüreklinin aşk vadisinde bir arşın bile yol gitmesi mümkün mü? “Bilmiyorum”la başlıyordu her sözü, bilmemek için direniyordu; bu pervasız tutuluşun ateşini bilmemek bilmekten yeğdir, diyordu belki. Mil çekilmişti artık âşığın yüreğine çünkü ona (sevgiliye) neydi; o istememişti, umut vermemişti, kafası zaten karışıktı, mütalib olup ah u efgânla ciğerini yakmak isteyen sendin gafil âşık! Uyaranlar oldu bu Mecnûn-ı zamaneyi, kimi dinlerdi ki dinlemekle, düşünmekle, uyumakla, yemek yemekle zaman kaybedemezdi zamanını ve enerjisini sadece sevmeye vermeliydi. “Öğrenilmiş çaresizliğe” mahkûm bedeniyle çırpınıyordu bu kanlı girdabı, gül bahçesine çevirmek için buna ne lisanı ne bedeni ne tarihi ne felsefesi yeterdi, kaza oklarını üzerine çekecekti belki bu evrak-ı perişanla ve bu asude sevdayla, “kof diyeceklerdi, sığ diyeceklerdi, özenti diyeceklerdi.” Cevapsızlığın güçlü cevabı onlara kifayet ederdi. Her söze cevabı da vardı ama… Mevlâna terbiyesi de… Kimseye bir söz etmeyecek tevazudaki toprak olma düsturunu heybesine der-dest edecekti. Toprak gibi olma düsturunun özünde toprağın saf olması, her güçlü ve güçsüzün ebedî sonunun oraya teslimiyetle mümkün olması meselelerini de unutmayacak, aslında toprak gibi olmak mazhariyetine kavuşmanın toprağın yüceliğine kavuşmak olduğu sırrını kimseye vermeyecekti ama bu vermediği sırla da enaniyetin dostane kisvesine de kanmayacaktı. Kırgınlığını, kızgınlığını, günler süren vurguna düşmüşlüğünü hiçe saymalıydı Zıtlıyağmur. Bu ismini de hiç kimse sevmezdi Zıtlıyağmur da neyin nesiydi. Bir karmaşayagelme hâli vardı isminde sanki de babası oğlan beklerken 6. kız gibi doğan bebeğine verdiği isim gibiydi, olsundu. Bu ismi o sevse de olurdu sevmese de. Ama, onu sevmek beraberinde her şeyi sevmek zorunluluğunu da getirmişti, yaptığı, gördüğü, bildiği her şeyi sevmeye çalışma hüsn-i niyeti peydah olmuştu gönlünde, değil miydi Menûn’un derdi Leylâ’nın mahâlindeki köpekleri bile salyalarıyla sevmekten kurtulamamıştı bu döngüden, Zıtlıyağmur her hesabı kitabı yapacak Mecnûn gibi sevecekti, Aşk gibi Hüsn’e âşık olacaktı. Çileyi Kabullenmek Göğe bakma zamanıydı şimdi; Zıtlıyağmur, göğe bakmayı pek severdi daralınca. Kurşunî griliğe bürünmüştü göğün katmanları güneş korkarcasına kaybolmuştu bir tek ışık yoktu, ikindiden sonraydı, akşam kendini gösteriyordu; dergâhın çıraları tek tek yakılmaya başlandı; çıracılık ve çıracıbaşılığı yaptığı günleri düşündü, şimdiyse Üstat hazretlerinin iki halefinden biriydi, Mahmut’la birlikte Mahmut aslında Zıtlıyağmura göre tasavvufî anlamda daha erişkin idi ama sorgulayıcı değildi, tasavvufta yeniliklere açık olduğu söylenemezdi ve dünya işlerinden kopuktu; Zıtlıyağmur’sa Mahmut kadar tasavvufa bağlı olmamakla birlikte, dünya işlerini iyi takip eder dergâhın işlerini düzenler ve tasavvufta yeni eğilimlere de kapısını açık tutmaktan çekinmezdi; herkes uyanık olduğunu her işten anladığını bilir, bu yüzden de onu sevip sevmemek arasında gidip gelirlerdi ama Mahmut’u sevenler ve sevmeyenler besbelliydi: meydanağası Güllabi, hoşafçıbaşı Sadi, hekim yardımcısı Topal Yenigün, geçen gün helvanın yağını fazla kaçırdığı için fırça yiyen aş sorumlusu Zuhurî Kalfa sevmeyenlerin başta gelenleriydiler; Çıracıbaşı Üsküp, Telli Dede, Bahçebezeyen Hamuşî Kalfa onun en yakın müteffikleriydiler. İkisi tabiat olarak birbirinden farklı kişiliklerdi ama ikisini bağlayan ortak bir kimya vardı: Üstad’a olan sevgi ve bağlılıkları. İkisini de o yetiştirmişti, adeta bir hamur gibi yoğurmuş kendi kişiliğinin izlerini bu iki talebeye işlemişti. Belki de onun için Mahmut ve Zıtlı bu kadar zıt tabiatlara sahiplerdi belki de biri Üstad’ın uhrevî zahit diğeri de rindane dünyevi tarafını yansıtıyordu; gerçi Zıtlı’nın rindlikteki özü yakaladığı tam olarak söylenemezdi tıpkı Üstad’ın yakalayıp yakalamadığı bir muamma olduğu gibi. Üstat ketum adamdı, 12 yıldır bu dergâhın piriydi 38 yaşında, bu işe genç denecek yaşta getirilmişti, büyük üstat Kaftancızade Billurî Dede tarafından. O da büyük üstat gibi hakkıyla bu dergâhı yönetmeyi bilmişti. Yanındaki dervişlere adil ve mesafeli yaklaşırdı, haleflerinin ikisinin de birbirinin eksiklerini tamamladığını bilir ondan dolayı ikisini aynı ölçüde gözetmeye dikkat ederdi. Ama Zıtlıyağmur atak, işbilir hâli onu çok memnun ederdi, bununla birlikte onunla ilgili şüpheleri de yok değildi. Mahmut, dergâh hayatına gönlünü tam anlamıyla kaptırmış hırslı bir dervişti, o da Zıtlıyağmur sevip sevmemek arasında gidip gelirdi, onunla alıp veremediği yoktu ama onu çok da yüceltmezdi çünkü tam olarak gönlünü davasına vermediğini bilirdi, yine de Üstad’a bundan bahsedip dergâhın duvarları içine dedikoduyu sokmak istemezdi. Zıtlıyağmur atılgan, zeki, benliğine karşı zaafları olan onları yontmakta zorlanan bir derviş olmasına rağmen kendini tutabilmiş genç yaşında Mahmut’la birlikte üstadın haleflerinden biri olmayı başarmıştı. En büyük zaafı da Beyhude’ye tutulmasıydı, tutkundu Beyhude’ye tutkun olmasına ama Beyhude, Zıtlıyağmuru sevip sevmemek konusunda tereddütlüydü sevse de olurdu sevmese de… Zıtlıyağmur’un hayatının omurga aralığını da bu ifade dolduruyor olsa gerekti, onu sevseler de olurdu sevmeseler de. Bu nasıl talihsiz bir hâldi, sevilmemek bile bazı duyguları kışkırtırken bu hâl insanlardaki hiçbir duyguyu kışkırtmama anlamına gelmekteydi. Kendisi hiçliğin vücut bulmuş hâli gibiydi ki daha da kötüsü bu hiçliğin dergâhtaki hiçliğe ulaşmayla bir alakası da yoktu daha doğru tanımla: Bu bir boşluk, boş olma durumuydu; kendi gibi hayatı ve hayatını kuşatan insanların bakışı da bu boşluğun ötesinde değildi. Zıtlıyağmur bunlara ne ölçüde kafa yorar bilinmez ama onun bildiği bir şey vardır: O da kendisinin bitkisel bir hayat yaşadığı, hayatın hiçbir yönünden hiçbir şekilde tat almadığı, yemek için yediği, içmek için içtiği, konuşmak için konuştuğu, hatta ibadet etmek için ettiği söylenebilirdi. Bütün bu müşkilâtın içinde onu tetikleyen tek şey Beyhude’ye tutkunluğuydu, Beyhude’nin ona karşı umursamaz tavırlarını ideal sevgilinin naz u işvesi sanıyordu, belki de sanmıyordu ama bunu böyle kabullenmek oldukça hoşuna gidiyordu, şimdiye kadar hiç sevememişti, âşık olamamıştı, sevmek, âşık olmak istiyordu. Dergâhta yıllardır öğrenemediği içe yolculuk serüvenini dışta aramaya koyulmuştu. Belki de içinde aradığı şeyi bulmuştu da Beyhude sadece bir yansıma olarak gönlüne böylesine yerleşmişti. Onun için gözü Beyhude’den başka bir şey görmüyordu ama endişeliydi, üstadın bu hâli sezmesi an meselesiydi, eğer bu hâli sezerse haleflikten men edileceği dergâh içinde düşük bir göreve getirileceği aşikârdı. Bunları bilmekle birlikte dergâhın kira, alışveriş, vakıf hizmetleri gibi faaliyetlerini yürütmek için dışarı çıktıkça Beyhude’yi uzaktan görmek için o bedbin sokağa gidip o pejmurde mahalle kahvesinde insanların onu hiç dinlemediğini bile bile vaazlar vermekten kendini alamıyordu; pek nadir olarak Beyhude’yi görebiliyordu. Beyhude’yle iletişimini yazılı mendiller aracılığıyla dergâha gelen bohçacının küçük oğlu, Kör İdris aracılığıyla yapıyordu öyle ki iletişimin devam edebilmesi için İdris’in dergâha yancıoğlan sıfatıyla kabul edilmesi için üstada ricada bile bulunmuş ve bunu da başarmıştı, bu durum dergâh ahvalince hoş karşılanmasa da. Çünkü yancıoğlanlığı sıfatı, odunla, kazanla, yağ tortusu durultmakla ilgisi olmayan, 2-3 yıllık dervişlik hayatıyla kazanılan bir payeydi. Üstad’a daha önce başka bir dergâhta bu sıfatla barındığına dair, sahte bir muvafâkatname hazırlayıp sunduğunu Üstad’ın da bu evrak sahteliğine dair emareleri manidar bir gülümsemeyle savuşturduğu aklına geldikçe kendinden tiksindğini hissederdi Zıtlıyağmur. Ne çare ki âşığın gönlü yanınca aklın kapıları kapanır, zihin bulamaç haline gelir ve kişioğlu Adem babasından bu yana kendine yaptığı kötülüğü varyantlarla sürdürüp gider. Bu ahval üzre gecesi güne karışan rendekarzade Zıtlıyağmur babasının yanında yıllarca bu mesleği icra ederken nasıl tomrukları edavatla yonttuysa gönlünü ve benliğini de bir düzene bağlı kalmadan bu kadın için fütursuzca yonttu hatta doğrayıp durdu. Beyhude, bir dul kadın olarak hayata karşı çok da kaygılı değildi, Zıtıyağmur’un ona niçin böyle tutulduğunu da anlamış değildi, pazaryeri gezmesinde tanıdığı bir sefer bakıp da kendine âşık ettiği bu adamı anlamakta zorluk çekiyordu; yakınına gelen kadınlara bu adam benimle eğleniyor mu, âşık olacak kimse mi kalmadı Aynacık diyarında, deyip kahkaha ile gülerdi. Açıkçası Zıtlıyağmur’un Beyhude’ye böylesine tutulmasını, arkadaşı gibi gözüken ve onun asıl kimliğini bilmeyen kahve ahalisi de anlamaz, şaşkınlıkla onu dinler aşkın bir insanı ne hallere gark edebileceğini bütün çıplaklığıyla tecrübe ederlerdi. Yola Düşme Zamanı Durgundu âşık kimseler bilmezdi ahvalini herkes gördüğüne yorum yapardı ama o bu yolda görünmeyeni görmüştü. Beyhude’nin yüzündeki benler onu her türlü çılgınlığa sürüklemişti; kimseyi gözü görmüyordu, 28 yaşındaydı delice sevmemişti, sevdanın bir adama yakışabileceği son yaştaydı, bundan sonrası keskin ustura ağzıydı, şakağına sıkamadığı tek kurşundu, bedenini bir hiçlikten alıp başka bir hiçliğe götürüp mezata vereceği raddeydi. Ey gönüller kuşatan sevgili saçının telini yağlı ilmik edip aşığı darağacında sallandırmaktan hoşyab olan şuh-ı zamane sen ki edersin de aşığı böyle rezil u rüsva, sana da kalmaz bu dünya. Bütün ulema yine dillendirdi içten içe ey âşık yeter bu hengâme, aşkın uğruna eyledin bir dergâhı virane, değer miydi ol sebepten Üstad’ı bile kandırmaya. Âşığın yüreği kanlı, söz dinlemez, istemez kimseler söz etsin sevgilinin tek bir saç teline. Öyle gamlı bir gecenin sabahıydı ki içinde bin bir sıkıntıyla sabah ezanı okunmadan kalktı teheccüt namazını kısa tutup evradı bile terk edip Zıtlıyağmur, döşeğini katlayıp yorgan ve yastığıyla vedalaştıktan sonra Kör İdris’in kaldığı meydancılar koğuşuna doğru yollandı, tam o sırada iç avluda afyon patlatan iki aşçı yamağını gördü, onlara gözükmeden İdris’in kaldığı yancılar koğuşuna vardı, kapının önünde kiler kethüdasıyla karşılaştı ikisi de bu talihsiz rastlaşmadan muzdarip gönül selamlaşmasını kısa tutup birbirinin yanından savuştular. Veledi bulur bulmaz sumsuklayıp kaldırdı ve “Hemen git Beyhude’ye haber ver, kuşluk vakti hazır olsun.” çocuk uyku sersemliğiyle biraz mızmızlansa da suratına aşk edilen tokat onu cevalleştirdi ve notlu mendili kaptığı gibi Beyhude’nin sokağının yolunu tuttu, Nohutlufaruk Sokağı bu saatte küfelik ayyaşların fink attığı bir yer idi ama İdris velinimetini kızdırmak istemezdi, bu sebepten kaçar adımlarla seğirttiği gibi kendini Beyhude’nin kapısında buldu, kapıya bir iki vurduktan sonra Beyhude’nin uykulu sesi duyuldu: -Bu vakitsiz de kimdir? -Halef Zıtlı’nın naçar yancısı İdris, ağam gönderdi? -Gecenin bu zamanında aklını mı yitirdi densiz? -Ağam dedi ki: Hazırlansın onu kuşluk vakti üstadımla tanıştırıp bu işe razı edeceğim. -Sen defol sıpa, ben haber gönderirim kara ananla. Beyhude zorda kalmıştı, sevip sevmemek arasında idare ettiği, ağzı açık derviş sonunda kara sevdaya sarıp onunla evlenmek dilerdi. Bu işten kurtulmanın bir yolunu bulmalıydı, Beyhude yılların şuhuydu bilirdi, Üstad-ı Sanî Belkişnişli Dücane’nin onu Aynıcık Dergâhı’na kabul etmeyip dergâhından defedeceğini; hem dergâh hayatı ona göre değildi, Zıtlı’yı dergâhtan çıkarsa denizden çıkmış misali afallayacağını ona kocalık edemeyeceğini biliyordu. Yukarısı sakal aşağısı bıyıktı; ustaca bir alicengiz oyunuyla bu durumdan kurtulabilirdi. … Sobanın isli dumanı odayı sardı, Zıtlıyağmur’un zihni de bu isle birlikte bulanmaya kararmaya başladı bir anda nelere yeltenmişti içinde neyi, ne kadar büyütmüştü de bu sonuçlar doğmuştu, sıkıntılıydı. İlk defa kendine sormaya başladı: Üstad ne der? Dücane ona yakındı ama bir o kadar da uzaktı, aralarında bir saygı, sevgi bağı vardı bununla birlikte gizliden gizliye bazı anlaşmazlıkları da yok değildi, geçen ay kadının oğlu Fasülyeden Rıza için verdiği kelam derslerini artık sıracıbaşı Aynalı Şükrü devam ettiriyordu, Üstad onun bu konuda verimsiz kaldığını açıkça söylemeyip dergâhtaki derslerin aksadığını bahane edip meydancılara tefsir dersi için adını yazdırmıştı, hem Rıza’nın parlak bir talebe olmadığını ve emeğinin büyük oranda heba olacağını da söyleyerek gönlünü almaya çalışmıştı. Bunun gibi başka gizli sürtüşmeler de vardı ama olsundu Üstat ne de olsa onun için yarı babaydı. “Acaba Beyhude için Üstad’a rest çekip dergâhın duvarlarının dışına çıkabilir miydi?” bunu çok düşünmüştü, aslında bunu yaparak çok şey kaybetmezdi çünkü zaten Mahmut varken üstat onu yerine getirmezdi Mahmut evradını tam yerine getirirdi vukuf-i adedisinden şaşmazdı tasavvuf yolunda hâl sahibi olduğunu hissettirirdi kendisiyse bunları hep göstermelik ve zorakî yapardı yani pek şansı yoktu zaten Mahmut makamı devralınca kendisi haleflik vasfını kaybedip eskidedeganlık sıfatıyla bir nevi malulen emeklilik yaşayacaktı dergâh duvarları arasında. Bütün bunlar zihnini karıncalandırırken Beyhude planını işletmeye başlamıştı bile eski yavuklusu Tırmık Talut’a haber gönderip kendisiyle bir süreliğine nikah kıyıp Zıtlı’dan kurtulmak istediğini bildirdi. Aynacık’ın azılı meygedelerinden olan zat-ı gayr-ı muhteremin yeri yurdu belirsiz, nerde akşam orda sabahçı bu iblisin canına minnetti bu durum ama sormadan edemedi: -Be kadın sen ne tür bir ahmaksın, itibar sahibi bir dervişi istemezsin de beni istesin? -Aman sen de o sümsüğün her yanı itibar olsa ne yazar, salya sümük benim için aşk çığlıkları atıp duruyor etrafa. -Aman be kadın sen de bana hep kızarsın bana âşık olamadın, candan sevemedin diye? -Bu aşkla o aşk ayrı, bir kadının istediği aşk, bir mektep çocuğunun yavuklusuna gösterdiği yürek kabarması, afyonkeşin afyona iştiyakı gibi değildir, anladın mı? -Anlamadım. -O vakit, cehennem ol git de bir imamefendi bul nikâhımızı kıysın, her şey usulüne uygun olsun ki Zıtlı bu işten vazgeçsin. Araf’ta Bekleyiş Zıtlıyağmur uzun uzun bekledi, bir haber gelmedi, mademki haber bana gelmiyor, ben habere gideyim dedi; yerinden doğruldu sokaklara düştü İdris’in babası eski ulağı dilenci Altıparmaklı Paki’yi aramayakoyuldu, saman pazarındaki hanın girişinde bitli hancıyla horoz dövüşü sohbetine koyulmuştu. Koş, dedi Beyhude’nin evine neler oluyor öğren. Dilenci kapıyı çaldı içeriden bıçkın bir erkek sesi geldi. -Kim o? Affalladı dilenci gözlerini yumup, -Efendim köre bir sadaka Adam sinirli, -Ulan deyyus, dilenirken kapıyı niye alacaklı gibi çalıyorsun! Zebellah gibi eğri ayaklı adam kapıyı boydan boya kapatarak karşısındaydı. Beyhude’nin sesi geldi -Kimmiş? -Dilenci ama alacaklısından, güldü. -Aman defet, çabuk içeri gel, tam sofadan geçip odaya gidecekken Altıparmakla göz göze geldi ve hemen durumu anladı. -Tamam, sen geç içeri bu meczubu tanıyorum ben yiyecek bir şeyler getireyim. Adam odaya doğru gitti. Hemen dilencinin yanına geldi ve “İşte gördüğün gibi her şey.” dedi, Söyle Ziftlikagir ağana (bilerek yanlış söylemişti), onunla olmayan yârenliğimizde bitti, sakın beni rahatsız etmeye kalkmasın yoksa kocamı gördün -Ne kocan mı? -Evet, bu öğlen nikah yaptık ona göre. … Dilenci bile perperişan olmuştu, efendisine, velinimetine bunu nasıl söylerdi; sonra İdris’in hâli nice olurdu, onu dergâhtan attırmaz mıydı, bu korkular içinde bir çıkış yolu aramaya koyuldu, doğruca Emirgân’daki keçi pazarına gitti ve başkeçici Nedim Ağa’yı buldu, derdini Nedim Ağa’ya anlattı, akıl irfan sahibi bu adam: “Be adam, ne çaren var ki sen bilem bilmez isen ki kara katran otunu erkek keçinin ödüynen karacan, bu zıkkımı deyyusa yedirecen akşama sabaha kalmaz cenazesini alırsın, bu işten azat olursun.”. Aklına yattı Altıparmak’ın ve bir helva yapıp içine keçi ödüyle kara katran otunu tez zamanda katıp yollandı, soluğu Beyhude’nin kapsında aldı, kapıyı çalınca bereket bu sefer zebellah çıkmadı, Beyhude adamı görmesinden bihoşnut “Yine ne Allahın lanetlisi!” dedi. -Kusura bakmayın Beyhude Hanımefendi, efendim bu duruma çok üzülse de zatına yakışır şekilde bunu kin meselesi yapmadı hatta size düğün tebriği için bu Bağdat işi çift düğüm tek kesimli kilimi ve dergâhın başaşçısı Dede Mücvere yaptırdığı cevizli, sütlü, kalaysız bakırda kavrulmuş helvayı gönderdi kısmet değilmiş, dedi -Beyhude bu durumdan işkillendiyse de diyecek bir şey bulamayıp hediyeleri aldı. -Bir daha kapıma, her ne sebeple olur olsun, gelmeye kalkma; tamam mı ? Dilenci gayet saygıyla “Başüstüne efendim.” dedi ve oradan uzaklaştı. Zıtlı, tek başına dergâhın büyük avlusunda bir o yana, bir bu yana gidip durdu, ne yapacağını bilemiyordu, miskin dilenci henüz gelmemişti, bir aksilik olduğunu anladı, bir ara oğlunu onu aramak için göndermeyi düşündü ama bu fikri pek parlak bulmadığından vazgeçti, en iyisi beklemekti. Geceyi sıkıntıyla geçirdi, Beyhude’nin hayali gözünün önüne gelip duruyordu, rüyasında birileri yağız bir ata bindirip kaçırıyordu sevdiceğini. Yüreğini kanla doldu, üzüldü, burkuldu, bıçaklı dar mengene ağzında lime lime doğrandı, doğrandıkça ızdırabı sarhoşluk halini aldı, acı bünyesini uyuşturmuştu artık hiçbir şey hissetmiyordu, kafası sanki bedenini bırakıp gidecekmiş gibi ürpermişti. Yolun Sonu: Araf’ta Kalmak Ertesi gün dilencinin beklediği haber geldi, ikindi namazına yarım ezan saati kala sela verilmeye başlandı, ve Tırmık eşekler cennetini boylamıştı, artık. Kolluk kuvvetlerinin tahkikâti neticesinde kocasına zehirli helva yedirdiği gerekçesiyle Beyhude kadı önüne çıkartıldı ve suçlu bulunup Aynacık Başvirane Zindanı’na atıldı. Durumu öğrenen sefil Zıtlı seğirderek soluğu zindanlarda aldı Başzindancı Pejmurde İrtikâb’a yarım bidon Sursapmaz pekmezi sözü verip Beyhude’yi görmeye muvaffak oldu, Beyhude Zıtlı’ya zorla evlendirildiğini iffetini korumak için kocasını zehirlediğini anlattı. Sevgilinin dilinden dökülecek tek söz uğruna kendini tar u mar edecek bu Ademoğlu Beyhude’ye nasıl inanmasındı? İnandı ve kendinden geçti o anda ne yapabilirdi sevgili için ve hemen kadıya gidip bu olayı kendisinin kıskançlıktan sebep tertiplediğini anlattı, kadı çok şaşırdı; “Aman, de evlat Zıtlı ne diye böyle bir gaflete düşersin etme kendine bu ziyanlığı.” Zıtlıyağmur’un bunları düşünecek mecali yoktu zihninde sayıklayıp durduğu “Durma sefer eyle diyar-ı kalbe.” sözünden başka bir şeye kulak verdiği yoktu. Zıtlı’yı zindana attılar tertipli adam canına kasıttan idam edilmesi kararı verildi. Durumdan haberdar olan Çingene Altı parmaklı yetişip olup biteni anlattı bu kadının sandığı gibi iffetli olmadığını anlatmaya çalıştı ama ne çare Zıtlı artık sadece zihnindeki o sözü tekrar ediyordu “Durma sefer eyle diyar-ı kalbe.”. Bu yolda sersefil olmuş mumdan kayığıyla ateş denizini geçmeye kalkmış bertaraf olmuş, şimdi de zindanda idam gününü beklemeye başlamıştı. … İdris, ağasını bu duruma düşüren Beyhude’ye gününü göstermeye karar verdi, geç saatlerde Beyhude’nin kapısını çaldı. -Kimdir o? -Zıtlı’nın ulağı İdris. -Ne var destursuz piç yine? -Ağamdan mendil getirdim. -Bekle. Kapı açılır açılmaz elindeki baba yadigarı Fizan çeliğinden yapılma kendinden bileyili kamayı boynuna sapladı, neye uğradığını şaşıran kadın boğazı kesilen hayvan misali hırlamaya başladı ve kanı İdris’in yüzünü yıkadı; ılık kanın yüzüne sıçramasıyla kendinden geçen İdris olduğu yere yığıldı. … İdris’i de aynı zindana attılar yan hücrelerdeydi iki kaderdaş şimdi, İdris de kendini kaybetmişti; olayı anlatmasını isteyen kadıya bile yıllardır velinimeti Zıtlıyağmur’dan duyduğu mezkur sözü tekrarlıyordu: “Durma sefer eyle diyar-ı kalbe.”, başka da bir şey demiyordu. … Zıtlıyağmur; aldatılmış, duygularıyla oynanmış, hiçe sayılmıştı; boş vermeyi bilmek gerekti belki de… Belki de sıkmak gerekti tek bir kurşunu beyninin ortasına sonra da kanına bulanmak, zor muydu mengene ağzında yaşamak derdi kadar. Belki de sıktı o kurşunu kanına bulandı ama bunu zaman zaman içinde hayat hayat içinde yaptı, biz bilemeyiz çünkü yaşıyor görünüyor diye yaşamaz bir kimse bir şeyleri kopmuş yitmiş adam yaşanmışlığın canlı cenazesinden başka nedir ki?
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © alper seçilir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |