Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Kapı her an çalabilirdi. Ara ara sanki bir zil sesi kulaklarında çınlıyor, git gide sesin gerçek mi, hayal mi olduğunu anlamakta güçlük çekiyordu. Kapı en son –ve de aslında ilk kez- çalalı günler geçmişti. Bütün işaretler kapının her an tekrar çalabileceğini gösteriyordu. Ama sorsanız hangi işaretledi bunlar, kendi bile bir örnek veremezdi. Gösteriyorlardı işte, varsın açıklayamasın, ne farkederdi? Biri, yani o, paspasın üzerinde durup kolunu zile doğru uzatıyordu. Bir zırrr sesi için ne kadar çok şeyini feda edebilecek bir duruma gelmişti, bazen kendi de şaşıyordu haline. Ama böyle mantıklı bir şaşkınlık ancak evin dışında vakit geçirdiğinde aklına geliyordu, çünkü otobüste, işyerinde, sinemada ya da mahalledeki caminin helasında zil çalma ihtimali yoktu. Rahat ve sağlıklı olduğu zamanlar da vardı gün içerisinde, hep böyle değildi o. Eve zil çalmadan gelmeliydi, yemeği zil çalmadan bitirmeli, zile duşta yakalanmamalı, kapıyı ise pijamalarla açmamalıydı. O gece ve her gece zilden umudunu kesene kadar yatmamalı, kesince de hemen uykuya dalıp ertesi günkü bekleyişe zinde başlamalıydı. Bu arada birkaç kez kapı gerçekten çalmış, davetsiz birkaç arkadaşını kapıda görünce mecburen içeri davet edip, içinden küfürleri saydırmıştı. Acaba o, gelenleri görmüş müydü? Ya geleceği vardı da, misafirler yüzünden kapıya gelmekten vaz geçtiyse? Münasebetsiz bir zil, günlerdir beklenen zile mi engel olmuştu şimdi? “Olsun günler çuvala girmedi ya. Yarın gelir, onu şık giysilerle karşılar, yarım kalan muhabbeti canlandıracak birşeyler söylerim girişte:”. - Tuttu mu? - Hayır maalesef, ama tekrar şansımı denemek istiyorum. Müsait misin? - Evet ama bu sefer bana bırak, benim ellerim uğurludur. Mahallenin en iyi papatyaları kendi balkonundaydı. Beyazları en beyaz, sarıları en sarı, yeşillikleri en yeşildi. Belki bir kilometre öteden görünüyorlar, yoldan geçenlerin, özellikle kiralık ev aradıkları için kafaları havada yürüyen çiftlerin hemen dikkatini çekiyorlardı. Rivayete göre sokakta bir adres sorulduğunda, tariflere konu oluyordu balkondaki çiçekler. Ev kadınları kendi çiçekleriyle tüm gün ilgilenseler bile haftada bir iki gün eve uğranıp iki dakikada sulanan bu bekar evinin çiçekleriyle boy ölçüşemiyorlardı. Gece kapısı çalınana kadar o da bunun farkında değildi ama evdeki erkek ve kapıdaki kadın, bu papatyalar sayesinde tanışmışlar, aslında sadece birkaç dakika konuşmalarına rağmen, ev sahibi misafirini tekrar tekrar bekler olmuştu. İşin kötüsü kırk yaşındaki ev sahibi, onbeşlikken aşık olup, kızın da kendisine aşık olduğunu sandığı lisedeki abazo-platonik günlerine geri dönmüştü. Bir gece kapıya gelip de “Çiçekleriniz çok güzel, çok bakımlı. Bir kök almam mümkün mü acaba? Yanlış anlamayın, mahalleli laf etmesin diye bu saatte geldim” diyen bir kadın hakikaten çiçekler için gelmiş olabilir miydi? Bu kadar mı güzeldi çiçekler? Ama o gece hakikaten kadına bir kök çiçek verilmiş ve karşılıklı isimler bile öğrenilmeden veda edilmişti. Acaba nokta mı koyulacaktı hikayenin burasına, yoksa bir virgülün ardından ikinci kez mi çalacaktı zil? Eğer günlerden bir gün eve girerken balkondaki kadını ve o kocaman gözlerdeki bakışları fark etmeseydi, kendisinin bir paranoyak olduğuna iyice inanacak, hatta ilk ve son karşılaşmaları olan o gecenin gerçekten yaşanıp yaşanmadığından şüphelenmeye başlayacaktı. Günlerce, haftalarca çalmayan kapı, bir daha karşılaşılmayan kadın; önce karın ağrısına, sonra kabızlığa, bir süre sonra da cinsel tatminsizliğe yol açmıştı. Başka kadınları eve getirmek istemiyor, gelmeyen komşunun gelip, görmeyen gözlerinin kendisini yakalayacağını sanıyordu. Ama ne olduysa, üstelik de tam bu hastalığın pençesinden kurtulmak üzereyken, gözler tekrar karşılaştı. Ne de olsa yan komşusuydu, rast gelme ihtimali her zaman vardı. Ama ya balkondan gülümseme ihtimali? Gözleriyle tüm vücudunu süzme ihtimali? Sadece bakışlarıyla “ben bu gece yine geleceğim” deme ihtimali? Bunlar sadece birkaç aylık takıntılı hayallerinde vardı ama bu akşamki rastlantı, balkondan yan apartmanın kapısına gönderilen tebessüm gerçekti, hayal değil. Apartmandan içeri girdiğinde, uzun süreden sonra tekrar sertleşmek üzere olduğunu hissetti. Ne pas vermişti ama kadın! Geçen geldiğinde başında duran örtüyü çıkmış, yerinde civciv sarısı saçları boy göstermişti. Başını önüne eğip: “balkondaki çiçekleriniz çok güzel, bir kök alıp yetiştirsem sakıncası var mı acaba?” diyen mahçup kız gitmiş, yerine yoldan geçen komşuya afilli bir bakış atan hatun gelmişti. Kahramanımız merdivenleri çıkarken, aklından her erkeğin ilk düşüneceği şeyler geçiyordu: “Acaba verir mi?” Kadınları hiçbir zaman, orospu - namuslu diye ikiye ayırmayan kahramanımız, aynı kadınları verici - turşucu olarak ikiye ayırmaktan kendini alamazdı. Turşu kurup saklamaya meraklı kadınlarla uğraşmayı sevmez ama vermez görünüp verme potansiyeli olan kadınlarla oynamaya bayılırdı. Zaten kendisi de alamaz görünüp, alma potansiyeli olan birisiydi. Becerebildikleri kendi başarısı, beceremedikleri ise zavallı takıntılı kadınların bahtsızlığıydı. Kendini böyle avutur, işlerin kesat olmasını tam da yaşının geçmesine yorarken denk gelen bir bakış, bir temas hatta bir yanlış anlaşılma ona bir hayat öpücüğü gibi gelirdi. Dediğimiz gibi kahramanımız kadınların arkasından pek atıp tutmaz ama samimiyeti ilerlettiği kadınlara “orospum benim” demekten kendini alamazdı. Bunu yıllar önce ağzından kaçırdığında yatağındaki partnerinin bundan çok hoşlandığını fark etmiş ve bu basit numarayı yıllarca kullanmıştı. Aslında erkeklerin çoğu yatağa atamadıkları kadınlara orospu der, atabildiklerine ise ikiyüzlü bir yalakalık yapmaktan vazgeçemezler. Bizimkisi ise orospu latifesini yaparken bir keresinde baltayı taşa vurmuş, yanındaki kadının profesyonel bir fahişe olduğunu unutmuştu. Espiri gerçek olunca da, yatakta hır çıkmış, hayatında ilk kez bir kadınla dal taşak kavga etmişti. Bir paragraflık bu düşünceler iki kat merdiveni çıkana kadar kafasından geçti gitti. Kalbi pıt pıt, bacak arası ise tık tık atıyordu. “Verecek” dedi. Sonra birden “verecek değil de gelecek desem daha doğru olacak. Oraya daha çok var.” dedi. O gece en uzun ve en sıkıntılı geçen gecesiydi. Kapı her an çalabilirdi. Aniden içeri çekecek, “tuttu mu?” diyecekti. Balkondaki papatyaların neredeyse yarısını sökmüş, kapıda bekleyen kadına getirmişti. Aradan da aylar geçtiğine göre, konuyu böyle açmalıydı, “tuttu mu?” “Evet” derse olmazdı kadın, ziyarete bahane lazımdı, “canım seni istiyor” diyecek hali de yoktu ki. Mutlaka hayır diyecekti: “tekrar şansımı denemek istiyorum, müsait misin?” Gece bitti, kalp atışları hafifledi, kasılmaları hafifleyip uykusu geldi, uzun bekleyiş geceyi alıp yerine gündüzü getirdi. Küfür ederek uyandı sabaha. Ama oturarak ama rüyasında tüm gece beklemiş ama boşa beklemişti, ekilmiş, aldatılmıştı. Kendini; seviştiği adamdan aldığı parayı bankaya yatırmaya giden, para sahte çıkıca da tecavüze uğradım diye çığlık atan kadın gibi hissetmişti. Neden peki o bakış, o tebessüm, o cazibe, o civciv sarısı neden? Meğersem umut edilenin gerçekleşmesi için umudun bitmesi gerekiyormuş. Zaten bu sefer umutlar kolay sönmüştü. Kapının çalmadığı o gece ev sahibimiz için yıkım olmuş, elimin altında dediği şeye elini bile sürememişti. Yıkım umudunu kolay öldürmüş, umudun öldüğünü hisseden zil ise bir gece ansızın yeniden çalıvermişti. Artık kapıya eskisi gibi hızlı koşmasa da, yakınlarında olduğu için geç kalmadan açmış ama kapıda kimseyi bulamamıştı. İşte tam o anda aşağıya doğru ilerleyen ayak sesleri kulağında yankılanmış ve onu ilk zamanlardaki gibi harekete geçirmişti. Ne olduğunu tam olarak anlamasa da içgüdüsel olarak evden dışarı fırlamış ve alkollü halde kendini apartman merdivenlerinden aşağı doğru bırakmıştı. Basamakları kaçar kaçar indiğinin farkında değildi. Apartmanın duvarlarına çarpıyor, tam dengesini kaybedip merdivenlerden düşecekken, son kez bir adım daha atıp doğruluyor, sonra kendini tekrar boşluğa bırakarak, ayaklarının bir basamağa denk gelmesi umuduyla ilerliyordu. Zemin kata ulaştığında apartman kapısı kapanıyordu. İçinden de siyahlar giyinmiş biri dışarı doğru çıkıyordu. Çıkanın bedenini tam görememiş ama karaltının ufak tefek ve oldukça çevik biri olduğunu anlamıştı. Tam sokağa fırlayacakken, üzerinde don ve atletten başka birşey olmadığını fark etti. Ne de olsa artık umudu kesmiş, özüne dönmüştü, bu kıyafetten daha rahat ne vardı ki evde pineklerken? Hele kapının çalma umudu kalmamışsa... Yalın ayak, yarı çıplak çark etmiş ve merdivenleri gerisin geri çıkmaya başlamıştı. Zili çalan hergeleyi kaçırmıştı. Muhtemelen mahallenin uyuz veletlerinden birinin oyununa gelmişti. Aslında ilk aklına gelen o kadındı ama kendi kendine bile söylemedi bunu. Çocuklardır dedi içinden ve içinden gelen bu ses, daha içerilerden çıkan başka bir sesi bastırdı. Ne kadar basamak inmişim dedi kendi kendine. Teker teker çıkınca anlamıştı, demin gösterdiği performansın ciddiyetini. Demek deprem olsa birkaç saniyede apartmanı terk edebilecekti. Dairesinin önüne geldiğinde kendisi bekleyen ise arkasından kapanmış çelik bir kapıydı. Evet, bir anadolu ilçesinin göbeğinde, bir apartmanın ikinci katında; donu, atleti ve kendisi, üçü başbaşa kalmışlardı. Hikayenin acıklı detaylarına girmeden, yani bekar sandığı üst kat komşusunun zilini çalınca kapıyı eşinin açmasını, kocasından yediği sopayı, sopa atanla ödünç pantolon verenin aynı kişi olması ironisini, gece yarısı çilingirin nasıl bulunduğunu hiç anlatmayacağız. Çünkü bütün bunlar şu gerçeği değiştirmiyor: Aslında tam da üçü yani don, atlet ve kahramanımız kapı önünde baş başa kaldıklarını sanırken orada bir dördüncü de vardı ki, bütün bu hikayenin başlaması onun sayesinde olmuştu. Paspasın üzerinde duran kitabı, çıplak kalmış olmanın verdiği şokla hemen fark edemese de, bu çok üzün sürmedi. Evet zili çalan gecekuşu paspasa bir kitap bırakmış, o ise kadını yakalayacağım şehvetiyle kitabın üzerine basıp kendini sokağa atmıştı. Şimdi geri dönünce geç de olsa fark etmişti. Hatta üst komşudan sopa yerken de kitabı elinden düşürmeme dirayetini göstermişti. Hikayenin anlatmadığımız sıkıntılı kısmı geçtiğinde, şişmemiş olan tek gözü ile kitabı incelemeye koyuldu. Daha ilk sayfalarda bir isim ve telefon numarası görünce vücudundan yine ritmik sesler yükselmeye başladı ve tüm ağrılarının geçtiğini hissetti. Evet, kaçak kadın telefonunu bırakmak için bu tezgahı kurmuştu ama yarın muhtemelen tüm mahalle ile birlikte apartmanda donla dolaşırken yediği dayağı duyacak, kendisine götüyle gülecekti. Varsın gülsün, aylar süren bekleyişin sonunda şimdi elinde bir telefon numarası vardı, acaba gerçek miydi bu numara yoksa işletiliyor muydu? Bölüm II İşten çıkalı iki saati geçmişti. Yatakta boylu boyunca uzanırken arayan soran olma ihtimali geldi aklına. Birkaç kez tatmin olmadan aklına böyle ihtimaller gelmezdi. İyice yorulunca da –artık daha çabuk yoruluyordu- gündelik planlar kafasından geçer, acelecilik baş gösterirdi. Papatya yanında yatıyor, yine küfürlü küfürlü konuşmaya devam ediyordu. Beş dakika önce altındayken :”beni mi beceriyorsun anamı mı belli değil, hadi gel artık ulan” demiş, bu sayede hayatında ilk defa bir kadına kıkırdaya kıkırdaya pompalamıştı. İnlemek yerine kahkaha atmak da fena değildi sevişirken. Hele kadın da gülüyorsa, kasları kasılıp kasılıp gevşiyor, farklı bir zevk veriyordu erkeğe. Gerçekten sıkıydı her yeri, erkeğine ilk olduğunu hissettiren bir fiziği ama aslında bilmem kaçıncı olduğunu hatırlatan bir çenesi vardı kadının. Nasıl böyle hem sık sevişip hem de ilk kez içine alıyormuş gibi hissettiriyordu insana? İnce, çok inceydi, vücudundaki tek şişkinlik göğüslerindeydi, onlar sevişmenin başında ufak görünseler de kadın onları adamın ağzına dayadıkça şişiyorlar, sivriliyorlardı. Bu yüzden en çok kucağına oturmaktan hoşlanıyordu adamın. Hafif olduğu için adam fazla zorlanmadan kalçalarından tutup tutup kaldırabiliyordu havaya. Böylece göğüsleri de hem emiliyor, hem de bir yukarı bir aşağı erkeğinin yüzünde geziniyordu. İnce ve esnek bacakları erkeğininkini daha çok içine almasını sağlıyor, uzun soluklu git gellerle tüm içini dolduruyordu. Aynı hareketleri bazen arkası dönük kucağa oturunca yapıyor. Bu sefer bacakları kapalı olduğu için iyice sıkılaşıyor ve adamı daha çabuk boşaltıyordu. Süreyi ve pozisyonu kendi belirliyor ama her şartta erkeğine müthiş zevk veriyordu. Özellikle kapıdan girdiğinde elleri her zaman buz gibi olduğu için, adamın ilk işi kapıyı kapatıp hemen orada pantolonunu indirmek ve kadının buz gibi ellerini oraya götürmek oluyordu. İncecik parmakları, minnacık elleri vardı. Kendi ebatları konsunda kompleksi olan erkekler için ideal bir kadındı, çünkü eline ne alsa büyük görünüyordu. Buz gibi elleriyle okşayıp, sıcacık diliyle yalıyor, bazen vahşice emip, kafasını dişlerinin arasına alıp çekiştiriyordu. İsterse işi orada bitiriyor, isterse soğuk elleriyle erkeğini aletinden tutup salona ya da yatak odasına doğru arkasından sürüklüyordu. Kadının kararlarına boyun eğmemek mümkün değildi. İlk zil çalalı sekiz ay, ilk telefonun üzerinde altı, ilk sevişmenin üzerinden yine altı ay geçmişti. İlk anda düşündüğü gibi hemen girmemişlerdi yatağa ama çok da uzamamıştı cilve dönemi. “Mahallenin en ağzı bozuk dulu bana mı denk geldi anasını satayım” demişti bir kez kadına. Papatya ise “ulan ben bizim komşu karılarla neler konuşuyom ama şehir efendisisin diye kendimi tutuyom” diye cevabı yapıştırmıştı. Artık “seni küçük orospu” kurnazlıkları anlamını yitirmiş, Tophane piçlerinin jargonu, yatağın vazgeçilmezi olmuştu. Ama hiç olmazsa kahramanımızın zil hassasiyeti tedavi edilmiş, Papatya’nın olmadığı geceler de rahat geçer olmuştu. Orta yaş sendromu ile uğraşan kahramanımız ise yine bir kadın bedeni üzerinden savaşı ve galibiyeti tatmış, uzunca bir süre kendisine yetecek kadar özgüven depolamıştı. Beş dakika önce yediği küfür ise teknik bir hatadan kaynaklanmış, içerisinde bol çeşit olan kondom kutusundan yanlışlıkla geciktiricili olanı alıp takınca, uzunca bir süre gelememişti. Halbuki geciktiriciliyi sadece yeni tanıştığı kadınlarla kullanırdı. İşin heyecanı azaldıkça özel bir takviyeye ihtiyaç duymadan kendini kontrol edebiliyordu. Bu gündüz kaçamağındaki yanlışlık önce kadından sonra da işyerindeki patronundan fırça yemesine yol açsa da, o akşama kadar aynı şeyi düşünecekti: “bu işi kahkaha ata ata yapmak lazım, bayağı zevkli oluyormuş.” Bölüm III Herhalde gazetede dünya savaşı çıktığını okusa bu arka sayfa haberi kadar ürkütemezdi onu. Gazetenin minicik bir köşesini işgal eden haber, zamparalık yapan evli bir adamın hazin hikayesini anlatıyordu. Dul bir kadınla işi bir süredir pişiren adam, her nasılsa o gün uygunsuz bir anda kadına mesaj atıyor ve mesajı kadın yerine ortaokul çağındaki oğlu okuyordu. Vartayı çakan oğlan, anasının yerine adama cevap yazıyor ve parkta buluşmak üzere sözleşiyordu. Durumdan habersiz bahtsız adam salına salına parkın ıssız bir yerindeki randevu noktasına geldiğinde, karşısında elleri bıçaklı 3 çocuk ile karşılaşıyordu. Mahalle arkadaşlarını da organize eden oğlan, anasının namusuna göz diken zamparayı uzunca bir süre kovaladıktan sonra, yol kenarındaki benzin istasyonunun önünde sıkıştırıyordu. Yüzlerce metre koşan adam, tam canını kurtaracağını sandığı istanyona varamadan, yirmi bıçak darbesi ile hayatını kaybediyordu. Artık kavgada yumruk aranmaz, hangi oğlanın adamı kaç kez deldiği belli değildi tabi. Adam mezara, üç oğlan ıslah evine, namusu kurtulan ana ise başka maceralara yelken açarken, kitabımızın kahramanı, dul Papatya’nın ondört yaşındaki oğlunu düşünmekteydi. Geçen gecelerden bir gece, Papatya’nın en çok zevk aldığı o anlarda, yani sevişme sonrası gündelik ıvır zıvırlarını anlattığı sırada, geçen gece telefonda konuşurken oğluna yakalandığından bahsetmişti. Adam bir anda ürpermiş, dikkatini kadının memelerinden alıp ne söylediğine kulak kesilivermişti. Evet, kadın adamla gece yarısı hayasızca konuşurken oğluna yakalanmış, daha sonra da birbirlerine girmişlerdi. Kadın da nasıl bir cürretse bu, oğluna meydan okumuş, “ihtiyaç bu güzelim, büyüyünce anlarsın” demişti. Zamparamız bir anda “ihtiyaç” oluvermişti bu hikayede. Oğlanın bunu anlayışla karşılayacağına ihtimal vermemiş ama gazete haberini okuyuncaya kadar da olayı unutmuştu. Durumun vehametini yeni yeni anlıyordu. O geceki telefon konuşmaları bir iki çapkın ima ile başlamış, vatandaşın rakı sofrasındaki arkadaşlarına icraatlarını anlatmak için kullandığı her türlü etken, edilgen eylem, her türlü argo ile muhabbet devam etmişti. Kadın aniden “şimdi kapatmam lazım” demeseydi, muhtemelen telefonlar mikrofona alınarak eller boş bırakılacak ve birkaç kontör sonra mutlu sona ulaşılacaktı. Ama konuşma aniden kesilmiş, zampara yoluna yalnız devam etmişti. Demek ki sebep oğlanın bu ani baskınıymış. Gazetedeki bu haber ve gerçek hayat şaşırtıcı bir benzerlik gösterince, adam önce ürktü, sonra daha derin düşüncelere daldı. Önce “ya benim başıma gelse?” diyerek çocukla empati yapmaya çalıştı, bu düşünce fazlasıyla canını sıkınca, aynı soruyu evirip çevirip tekrar sordu kendine: “Ya benim başıma gelse?” Bu sefer bahtsız zamparanın yerine koymuştu kendini. Bıçaklanmak, anasını o halde görmekten daha makul gelmişti zihnine. Daha hızlı koşabilir miydi? Parka gider miydi, bir mesaja kanıp? Neden mesaj atmış ki gündüz vakti? Dul, çocuksuz ve verici bir hatun bulsaymış rahmetli. Ben de mümkünse.... Papatya’nın neden altına girdiğini ya da üstüne çıktığını hala anlayamamıştı. Kadının sevişme esnasında çenesi düşüyor, iş çok uzarsa küfür ediyor ama en çok iş bittikten sonra inik penisinin üzerine uzanıp çene çalmaktan hoşlanıyordu. Sevişmeden de üst komşusunun tıkırtılarını, laf atan esnaf yüzünden tesettüre girip rahat ettiğini, onaltı sene önce iki haftalık evliyken dul kaldığını, oğluna çükünde çıkan kıllar için jilet hediye ettiğini, balkondaki çiçeklerden hala istediğini ama dikmeyi beceremediğini, aslında sevişmekten pek de hoşlanmadığını, evet tüm bunları sevişmeden de anlatabilirdi, ama anlatmıyordu işte. Zamparamız, görgüde de, küfürde de ileri seviye İstanbul piçi olduğu için muhabbet ikinci ereksiyona kadar uzuyor, sevişme tekrar başlıyor, konular bel atına kaysa da kadının çenesi işlemeye devam ediyordu. Zampara ancak kadının ağzını doldurduğunda sessizliğe kavuşuyor ama sessizlik hemen bitmesin diye de kadının saçlarını sıkıca tutup, gücü yetene kadar bastırıyordu. Bir keresinde kadına uygunsuz bir teklif iletmek için -“Bu sefer pilavdan yiyelim güzelim” demiş, -“Ay başımda gel koçum, salçalısının tadına bakmış olursun” cevabını almıştı. Kısa bir şoktan sonra kahkahayı patlatmış, ama bir kaç buluşma sonra, salçalı olmasa da sade pilavın tadına bakmayı becermişti. İşte bu diyaloglar kadını ve adamı birbirine yakın tutuyor, Tophane piçi ile Adana orospusunun muhabbeti alakasız bir anadolu kasabasında yorgan altına meze oluyordu. Bölüm IV İnsanlar birbirini şaşırtmaya devam ettiği sürece, ilişkiler de devam eder, merak bitince de ilişki ya bir üst seviyeye çıkıp adına saygı, sevgi, alyans gibi anlamsız sıfatlar eklenir ya da bu kontenjan doluysa herkes kendi yoluna gider. Kahramanımızın ikinci bir eşe ihtiyacı olmadığı için zamparalık hayatını renkli tiplerle sınırlı tutuyor, renkler solmaya başlayınca, yeni bir gökkuşağına doğru yelken açıyordu. Papatya’nın da diğerleri gibi mevsiminin geçip renklerinin solmasını beklerken kadın bir gün O’ndan bahsetti. O, bugüne kadar kadını paylaştığı diğeri idi. Bugüne kadar O’ndan hiç haberi olmamış, hiç hissetmemiş, kendini hep tek, biricik sanmıştı. Çünkü kadın adamın öyle sanmasını istemişti. Kadınlar nasıl isterlerse, erkekler öyle hissederlerdi, ruhları bile duymadan. İster bir kadınla birlikte ol, istersen bin, fark edemezsin, seni fark etmekten men ettikleri şeyleri. Hepsi o kadar benzer muhabbetler edip, o kadar farklıdırlar ki? Hayatında ilk defa Çin’e gidip “bu çinlilerin hepsi birbirine benziyor” diyen salaklar gibi, kadınları da birbirine benzeten salaklarla doludur biz erkeklerin dünyası. O’nu ilk duyduğunda kıskanmadı, erkek olsa kıskanırdı belki. Sevişen iki kadın ona çok yabancı değildi ama ikisinden birine bu kadar da yakın olmamıştı hiç. Kim, nerede, nasıl diye sormadı hiç, sorsa da anlatacaktı nasılsa, sormasa da. Büyük şehirde epilasyoncu dense de, bu mahallenin ağdacısıydı o. Şen dulların kötü gün dostu, zamparaların korkulu rüyasıydı. Bizim Papatya da onun portföyündeydi yıllardır. Normal bir epilasyon ücretine –komple demişti, adam anlamıştı- mutlu sona kadar eşlik ediyordu müşterilerine. Gayet erkeksi ama anlayışlı, kendini pek elletmeyen, bir ya da daha fazla kadına aynı anda hizmet verebilen ve Papatya’nı dediğine göre performansı kahramanımızdan daha yüksek bir rakipti O. Müşterileri arasında evli kadınlar da vardı. Çoğunu ayartmıştı, ikna edebildiklerinim aynı evde topluyor, hepsinin erkeği oluyordu. Erkek beyni hep aynıydı, evrim pek çeşitlendirememişti bu insan türünü. Tehditi fırsata çevirmek geldi aklına hemen. Tehditi önünde domalmışken hayal etti. Domalmış tehdit, fırsattır artık diye geçirdi kafasından. İşyerinde verdiği eğitimlerde kullanabilirdi bu metaforu. “Tehditi domaltıp fırsata çevirin arkadaşlar!” Fakat sonra nedense eğitimi de, işi gücü de kovuverdi zihninden hemen. Fırsatı hayal etti, kısacık saçlarıyla, sırtı ona dönük, kıvrımlı kalçası yukarıda, beline doğru yokuş aşağı inen bir yol gibi. Sırtına doğru yine biraz yokuş yukarı, biraz yandan bakınca memeleri açıkta belli ama sonra kafası aşağıya eğilmiş, yüzü Papatya’nın bacaklarının arasında, görünmüyor. Arkadan davetkar ve uzun süredir ıssıs kaldığı belli olan görüntüyü hayal etti. Herşey bir önceki buluşmaları gibi olmalı, kadınlar aynen devam etmeli işlerine. Sanki bir çizgi film karakteri gibi girmeli sahneye, aniden ve rahatsız etmeden, fırsata dönüşmüş tehdit önünde domalmış, işine devam etsin, adam arkadan yaklaşsın fırsata. Abanınca fırsata sertçe, kadının çığlığı Papatya’yı korkutsun, bacaklarının arası titresin bu çığlıkla. Dili başkasının içinde dans eden bir kadının çığlığı bu. Papatya da katılsın ona. Herşey devam etsin bir önceki gibi, tek fark üçüncü bir kişi olsun bu sahnede. Kadın sorsun Papatya’ya “bu hayvanı nereden buldun?” diye. Papatya versin okkalı bir cevap kadına, aklıma gelmedi şimdi birşey ama Papatya oturtur lafı gediğine. Gülelim üçümüz birden buna... Tüm bunları düşünmek insanın ne kadar zamanını alır dersiniz? Bir erkeğin sadece bir kaç saniyesini. Peki bir kadının bunu anlaması ne kadar sürer? Siz daha hayalinizi bitirmeden herşeyi açık etmiş olursunuz kadına. İlk sevişmeleri biteli henüz birkaç dakika olmuştu, Papatya kafasını erkeğinin bacaklarının arasına dayamış, ağdacıyı anlatmaya başlamıştı. Normalde ikinci sertleşmeye en az 10 dakika varken, birden kadehini havaya kaldırıvermişti adam. Tabi kadın, bu kalkan kadehin kendi şerefine olmadığını anlamıştı. Yine de bu teklifi geri çevirmedi hatta kadehleri tokuştururken, şehvetle sofradaki üçüncü bir misafirden bahsederek, kahramanımıza yeni bir hedef göstermiş oldu: Tehditleri fırsata çevirmek... Bölüm V Hayat, ne kitaplardaki kelimeler kadar asil, ne şairlerin anlattığı kadar derin, ne de elçilerin vaazlarındaki kadar kutsaldı onun için. Uzun yıllar boyunca, zamparalığının getirdiği vicdan azabından kurtulmak çeşit çeşit yollar denemişti. Belki pek çok kişiyi ikna edebilirdi geliştirdiği tezlerle, hele iknaya hazır yandaş ruhlarsa dinleyiciler. Ama kendi ruhunu kandırması mümkün değildi. Bakılmaması gerekene bakıyor, ellenmemesi gerekeni elleyip, girilmemesi gerekene giriyordu. Önce etrafına bok atıp, bir numara daha güzel olsaydı demiş, ama daha güzelini bulduğunda, onu da bir üçüncü ile aldatmıştı. Üstelik adamın güzellik çıtası da yıllar geçtikçe yukarı doğru çıkmıyordu, tam tersine kozmetik reklamlarındaki gibi “her kadın güzeldir” yalanını söylemey başlamıştı kendine. Daha sonra işi biyolojiye dayandırmış, vicdanı önce kendisine lisede biyolojiden çaktığını hatırlatmış, daha sonra da aynı bahaneleri “Kart Zamparanın Maceraları” kitabında okuyunca, bu tezden de vazgeçmişti. En ilginci ise, bu işleri sigaraya benzetip, son kuku ile vedalaşarak mazbut bir hayata başlaması olmuştu. Artık evdeki her şeye daha çok sinirleniyor, ufak tefek aksaklıklar daha çok gözüne batıyordu. İki yüzlü, aşağılık hayatındaki kadar bile memnun edemiyordu ailesini. Eski anlayışlı halinin gittiğinden yakınmaya başlamıştı karısı. Hatta bir gün “artık beni sevmiyor musun yoksa?” dediğinde, içinden “Olur mu? Tam tersi, daha fazla sevmeyi deniyorum.” demek istemiş ama kelimeler boğazına dizilmişti. Demek ki bir kadını çekilir ve cazip kılan başka bir kadındır, sonucuna varmış, her bulduğu kadını daha da çekilir yapmak için bir sonrakinin peşinden koşar olmuştu. Gizlediği şeyler çocukça bir heyecan verse de, avına ilk temas ettiğinde ruhen boşalıyor, boşalan yerlerini de gerisin geri vicdana azabı ile dolduruyordu. Tıpkı aksiyon filmlerindeki gibi, filmin konusunu hareketli sahneler bitene kadar anlamıyor, maceranın sonunda da konuya odaklanmak yerine bir sonraki matineye bilet almaya çalışıyordu. Önemli olan sahnelerdi onun için, ne konusu ne de başı, sonu önemliydi filmin. Ama emin olduğu birşey vardı, yaşadıkları ile bir gün yüzleşecek ve halının altına süpürdükleri muhtemelen temizleyemeyeceği kadar vahim olacaktı. Nihayetinde vardığı sonuç bir hiçti. Neden böyle olduğunu bilmiyordu ama en azından neden böyle hissettiğini kısmen çözmüştü. Ne kadını elinin kiri gibi görüp, her türlü namussuzluğun erkeğin hakkı olduğunu düşünen ataerkil bir toplumda yaşıyordu. Ne de arzuları ile hayatını aynı düzleme taşıyacak, en azından bunlarla yüzleşecek ve yüzleştirecek kadar medeni bir eğitim almıştı ailesinden. Ne doğulu, ne de batılıydı klişe bir deyişle. Ne kendine hak veriyordu bu yüzden, ne de aldatıp kandırdıklarına. Ama yine de bir karar verme arifesinde hissediyordu kendini. Gençken en sevdiği şarkının nakaratında kendi vardı şimdi. Çemberin içinde kendi, dışında kafası vardı. Çaresi yok dostum demişti şarkıyı söyleyen amca. Aslında zengin bir patron olsaydı da aynı şeyleri hissederdi muhtemelen. İnsanlara hak ettiklerinden daha azını verip, kendisi daha fazlasını cebe attığında, ne paracıklarından vazgeçer ama ne de birkaç dubleden sonra derinlerde bir yerlerde bir sızıdan kurtarabilirdi kendini. Menfaatlerini en yukarılara taşımaya çalışan tipik bir ademoğluydu kendileri. Ahlak gelişimi, beyin gelişiminden geride kaldığı için, aradaki açıklığı hemen fark ediyor, ama bu boşluğu da dolduramıyordu bir türlü. Olması gereken ile olmuş olanın binlerce yıllık mücadelesiydi zihnini dolduran. Beyni bazen kendisine yardımcı oluyor, örneğin zaafiyetlerinin kadınlar ile sınırlı olduğu için aslında iyi biri olduğunu, dünyanın çok daha tutkulu ve insaniyetten uzaklaşmış insanlarla dolu olduğunu fısıldıyordu kulaklarına. Cani diktatörler ve meşhur dolandırıcılar ile kendini kıyaslayıp, geceleri mışıl mışıl uyuduğu zamanlar da olmuştu. BölümVI İlişkinin ne zaman baş aşağı inmeye başlayacağını şaşırtıcı bir isabetle hissederdi. Genelde muhteşem finallerin arkasından gelirdi uzatma dakikaları. Papatya’nın muhteşem finali yaklaşmaktaydı. Epilasyoncu, sevgilisi aracılığıyla gönderilen habere kesin bir hayır demiş, erkeklerle birlikte olmak istemediğini Papatya’ya dik dik anlatmıştı. Ayrıca uzun yıllardır tatmin ettiği, vücudunun her detayını kendisinden daha iyi bildiği bu kadının kendisini bir erkekle aldatmasına içerlemişti. O, zamparaların korkulu rüyasıydı. O, erkekler gibi üç beş dakikada sönmez, O, erkekler gibi kadının tek bir yeri ile ilgilenmezdi. Papatya’nın sayısı az da olsa tüm kıvrımlarını ezberlemişti. Papatya onun için kısa bir şiir gibiydi, ezberlemesi de, bitirmesi kolaydı. Elinin altında ne kadınlar vardı, belki kendi de pek farkına varmadan zamanla onları tedavi etmiş, kadınlığı ve aşkı öğretmiş, bazılarının ise evlilik hayatını kurtarmıştı. Yatağım kalabalık olsun diyenlerle grup, kocam canımı yakıyor diyenlerle oral, yetmiyor diyenlerle anal takılır, Papatya gibi müzmin dulları ise şipşak hallediverirdi. Ama küfür dağarcığının çoğunu Papatya’ya borçluydu, ondan duyduklarını başka evlerde kullanır, açık saçık sözleri ve hazır cevapları ile sevgililerinin beğenisini kazanırdı. Gençliğinde kısa saça olan merakı zamanla yerini erkekleri beğenmemeye, beğendiklerini de bir erkek gibi taciz etmeye bırakmıştı. Hayır, küçükken yaşadığı acı bir tecrübe falan da yoktu. Tenhada yolunu kesen uzun pardesülü bir amca ya da üvey baba kucağı değildi onu bu hale getiren. Nasıl ki ibneler artık gay’di memlekette, onun da tercihi böyleydi işte, hastalık değildi ki bu, bir tedavisi olsun. Üstelik piyasası da vardı cinsel tercihinin. Erkeklere verse adı orospu olurdu, şimdi ise kadın erkek bütün mahalleli peşinden koşuyordu. Papatya kuralları çiğnemiş, ilişkilerini bir yabancıya açık etmişti. Biliniyordu bilinmesine durumu, namı kendinden önde gidiyordu mahallede ama herşey kendi kontrolünde olmalıydı, kümesin horozu kendisiydi sonuçta. Ama Papatya’yı sever, onun hiçbir arzusunu göz ardı etmezdi. Hem yıllardır kendisine part-time karılık yapmıştı bu kadın, düşünmek lazımdı söylediklerini. Heves etmiş demek ki farklı tatlara, temaslara diye geçirdi içinden. Kendisinin de bir balıkçısı vardı bir zamanlar, sırf üzerindeki yosun kokusu yüzünden verirdi adama. Severdi denizden esen rüzgarların burnuna getirdiklerini. Benzer kokuyu tekne barınağından çıkıp sahilde önünden geçen adamdan almıştı o gün. Erkek gibi de olsa ruhu, fiziği, sureti yerindeydi epilasyoncunun. Balıkçıyı yatağa atması çok zor olmamıştı. Gerçi kendi yatağı daha rahattı ama teknesinin tek göz kamarasında, sahilin biraz açığında sevişmeyi tercih ediyordu balıkçı. Deniz kokusu daha da bir fazla geliyordu kadına bu sayede. Balıkçının kokusundan memnun ama tipinden şikayetçi olduğu için, hemen sırtını dönerek pantalonunu indiriyor, erkeği arkasında inledikçe, kadın hayatında hiç görmediği, yarısı kadın yarısı erkek birinin hayalini kuruyordu. Belki Papatya da böyle bir kokuya tav olmuştu kendisi gibi. Bir sonraki buluşmada kızı terslemeden konuşacak, birbirlerine veda etmeyecekleri bir çözüm bulmaya çalışacaktı. Bölüm VII Aslında adamın en iyi bildiği oyundu Black Jack. Halk arasındaki adıyla yirmibir, basit bit iskambil oyunuydu. Birkaç kez kumarhanede, çokça da arkadaşlarıyla ev ortamlarında oynamıştı. İskambil kağıtları desteden çekilerek her bir oyuncunun önüne sanki piştide kağıt dağıtılıyormuş gibi teker teker ama bu sefer açılarak koyulur, her yeni kağıt koyulmadan önce oyuncunun onayı alınır, kim 21 rakamına daha çok yaklaşmışsa, ortadaki parayı o alırdı. Ama oyuncunun önündeki kağıtların toplamı, 21 rakamından daha büyük olmamalıydı. Eğer toplam 21’i geçerse oyuncu yanar ve elenirdi. Önünde rakamlarının toplamı 20 olan kağıtlar varken, devam etmeye karar veren oyuncu eğer 5 numaralı kağıdı çekerse, toplam 25 olacağı için tüm parasını masada bırakırdı. Ama 5 yerine 1 çekmiş olsaydı muhtemelen 21’i tutturduğu için tüm parayı alacaktı. Kaç kağıt açtıracağı kişinin kendisine kalmış birşeydi, yeter ki toplam rakam 21’i geçip elenmesin. Adam kendi hayatına da iskambil destesi gibi bakardı. Kağıtları çekmeden göremezdin, ama destede de tıpkı hayatta olduğu gibi hem işine yarayan, hem dee yaramayan kağıtlardan eser miktarda vardı. Hayatın neler getirdiğine tam karar veremesen de, nereye kadar devam edip, nerede duracağına kendin karar verebilirdin. Korkaklık seni arzu ettiğin şeylerden uzak tutabilir ama şansını fazla zorlamaksa bazen herşeyine veda etmene yol açabilirdi. Zaten 21 oynarken de elindekini kaybetmekden korkan tipler, birkaç kağıt çeker çekmez dururlar ve başarılarını başkalarının şanssızlığına zincirlerlerdi. Daha atak ve gözü kara olanlar ise hedefe birkaç puan mesafedeyken bile durmasını bilemez ve genelde sınırı geçip paralarını masada bırakırlardı. Hayatta da çizgiler vardı, çizgiyi geçince büyük kayıplar verilir, geride kalınca da vasat mağlubiyetler ile teselli bulunurdu. Tam çizgi üzerinde durmayı başabilenlere ise ne mutluydu... Dedik ya adam bu oyunu iyi bilir, sonunun geldiğini daha gelmeden hisseder ve o son adımı atmadan parsayı toplayıp masayı terk ederdi. Genelde... Fakat bu seferki kadınlar onu fena halde yanıltmış, ona atmaması gereken adımı attırmış ve kendisi masadan mağlup ayrılmıştı. Bölüm VIII Herşey nasıl da planladığı, arzuladığı hatta fantezilediği gibi gitmişti, kendi de şaşkındı bu işe. Bu kadar mı cazibe biriktirmişti geçen yıllar zarfında? Yirmili yaşlarda, kadınların peşinden koşup bir dediklerini iki etmeyen, üstelik günün sonunda evine eli boş dönen adam, şimdi birkaç ikna seansı sonunda iki kadının karşısında oturuyordu. Üstelik kadınlardan birini daha önce hiç görmemiş, ötekisinin üzerinde baskı kurarak ikisini de evine getirtmişti. Papatya acayip gergin ve kıpırtılıydı. Vakti dar olduğunda birayı hızlıca içip hemen sarhoş olurdu. Bu sefer vakit de boldu ama yarım litrelik bardağı birkaç hamlede bitirdi ve yenisini istedi ev sahibinden. Diğeri ise gayet sakin, kendinden emin ve ihtişamlı oturuyordu. Sanki odada iki erkek ve bir kadın vardı. Bu ortama en aşina olan yine her zamanki gibi kahramanımızdı. Daha önce biri paralı biri parasız olmak üzere iki kez üçlü takılmıştı yatakta. Paralı olan çok zevkli, parasız olan ise gayet yorucu geçmişti. Üstelik bunlardan birini fotograflamayı başarıp arşivine koymuştu bile. Belki bu sefer de – en azından ilerleyen günlerde- fotograf çekmek mümkün olur diye geçirdi içinden. Aslında herkes birşeyler geçiriyordu içinden o anda. Papatya, iki sevgilisini de kaybetmeden günü kurtarmanın peşindeydi, duble zevke ihtiyacı yoktu, her ikisinin yeri ayrıydı onun için. Adam ise otuzlu yaşları böyle bir jübile kapatıp, kırklara daha karizmatik şekilde yelken açmak niyetindeydi. Epilasyoncu ise görelim bakalım, uygun pası bulursam topu doksana takarım havasındaydı. Adamın ilk izlenimi olumluydu, yeni kadın kendisi gibi viski içiyor, ona eşlik ediyordu. Papatya’nın biralarını tazelemekten vakit buldukça yeni kadın ile kadeh tokuşturuyor, kolasız, gazozsuz sek viski içen bu kadına hürmette kusur etmiyordu. Papatya hemen kaçacakmış gibi kapıya yakın oturuyor, yanında arkadaşı, karşısında ise adam üçü birlikte bir konudan ötekine atlayarak birbirlerini tartıyorlardı. Adamın yapması gereken bir hamle iki kadının arasına zıplamaktı ama kadınlar öyle sımsıkı oturuyorlardı ki, adam yerinden kalksa mecburen yeninin yanına, Papatya’nın da uzağına oturmak durumda kalacaktı. Fakat muhtemelen getirip götürdüğü biraların da yardımıyla Papatya birden ayağa kalkmış ve adamın kucağına oturuvermişti işte. Adam da bir elini kadınının kalçalarında gezdirirken, herşey normalmişçesine diğer kadınla konuşmasına devam ediyordu. Papatya konuyu bu bekar evinin özelliklerinden açmış, adamla ilk karşılaşmasından ve hatta fantazilerindeki üçüncü kişiden bahsetmeye başlamıştı. Misafir ise hem konunun içerisinde hem de çiftin uzağındaydı. Adamın aklından acaba ötekisini de çağırsam kucağıma sığar mı diye geçti. Papatya kadar minyon değildi, kalçalarından tutup kaldırarak duvarda beceremem diye düşündü. Kuyruk sokumunun iki üzerindeki omurda orta boy bir fıtığı vardı, karşısındaki kadın bir ters pozisyonda adamın belini kırıverirdi. Gülümsedi, sen de gelsene dedi. Kadın ise yatak odasının yerini sordu. En azından kadın yatak odasına yürüyerek gidecekti, sevindi. Adam kadınını her zamanki gibi kavradı ve kucağında yatak odasına götürdü. Misafir ise önünde gülüşen çifti arkalarından takip ediyordu. “Ben de Papatya’yı böyle kapıp götürseymişim keşke, hoşuna gidiyormuş kevaşenin” diye geçirdi içinden. Yatağı ilk satın aldığı zaman gözünün önüne geldi adamın. Birkaç boy yataktan en büyüğünü seçmişti nedense. Bir gün lazım olur mantığı bugün işe yarayacaktı. Yatağın üzerine çıkar çıkmaz eski çiftin yakınlaşması her zamanki gibi hızla başlamıştı. Misafir ile ilk temas ise, adamın kadının elini tutması ile olmuştu. Kadının elini önce kendine çekip hafifçe öpmüş, daha sonra ise Papatya’nın bluzunun altına sokarak Papatya’nın göğüslerini kadına okşattırmıştı. Kendi elleri kadının ellerinin üzerinde, kadının elleri ise Papatya’nı sütyeninin içerisinde, Papatya’nın elleri ise adamın ellerinin üzerinde, altı el bir çift memeyi okşamakta, Papatya’nın çıkardığı sesler ise üçünü de tahrik etmekteydi. Sevişmenin merkezinde Papatya vardı ama adamın aklından geçen her zamanki gibi yeni bir ten, yeni bir sıcaklıktı., Üzerlerinden çıkan elbiseler yatağın kenarındaki zeminde ufak bir tepe oluşturmuş, Papatya çırılçıplak, kadın sütyen ve külotlu, adam ise Papatya gibi çırılçıplaktı. Papatya’nın havaya kaldırdığı bacaklarının arasında kadının kafası, her zamanki gibi müşterisine hizmet etmeye başlamıştı. Adam ise bu yeni kadının arkasına geçmiş, iyice açılmış olan kalçalarını okşamakla meguldü. Kadın hem dudakları ile Papatya’yı mutlu ediyor hem de bacaklarının arasından arkaya uzattığı eli ile erkeğin organını sımsıkı tutuyordu. Bu saatten sonra beklenen, adamın kadına arkasından abanıp içine girmesiydi fakat adam tam önündeki kapıdan içeri girmeyi umarken, kadın birden yataktan fırlayıp çantasına doğru yöneldi. Papatya ve adamın aldıkları zevkler bir anda yarıda kesilmiş, merakla kadına bakmaktaydılar. Çantasını karıştıran kadın pek de zorlanmadan aradığını bulmuş, yatağa teknoloji harikası yapay bir penis ile geri dönmüştü. Zirveden iniş genelde rekabet ile başlardı. Kadının elindeki de gerçek bir rakipti, bir sağa bir sola sallanıp tekrar doğruluyor, kadının avuçlarını dolduran kısmı hariç, organik rakibine boyutsal olarak en az iki misli fark atıyordu. Adamın aklına birden, elinde vibratör sallayan işçinin karikatürü geldi. Vibratör fabrikasında işçiler bant başında seri imalat yaparlarken, sınıfsal bilinci gelişmiş olan bir pos bıyık; “üreten bizsek tüketen neden biz olmayalım arkadaşlar!” diye klasik devrimci sloganını atıyor, montajcılardan biri ise “al tüket bakalım, nasıl tüketecen görelim” diyerek içinden yaa sabır çekiyordu. Bunu yıllar önce bir yatakta üç kişilerken, yanındaki kadınlara anlatmıştı bunu, yine kadınlardan birinin elindeki vibratör hatırlatmıştı ona bu karikatürü. Kadınlara yüksek miktarda para ödeyip ikisiyle birden sevişmeyi becermişti ama bu konuda tecrübeli olan kendisi değil orospulardı haliyle. Üstelik genç ve toy bir zampara adayıydı o zamanlar. Tam da ikisini birden nasıl becereceğim derken, tombul olanı komodinin gözünden bir vibratör çıkarmış ve “ellerin de çalışsın biraz” diyerek vibratörü bacaklarının arasına kendisi sokup delikanlıya hazır halde teslim etmişti. Delikanlımızın yapması gereken tek şey, birinci kadın üzerinde ritmik hareketlerle gidip gelirken kendini ona teslim etmek, bir yandan da yanında uzanmış olan tombulun eline tutuşturduğu aleti ileri geri ittirmekti. Fakat genç, artık seyrettiği filmlerin etkisiyle mi, yoksa içgüdüsel bir hareketle mi bilinmez, hayatta eline ilk defa aldığı bu vibratörün dibindeki halkayı çevirerek titreşimini açıvermiş ve orospuların takdirini kazanmıştı. “Nerden biliyorsun oğlum sen bunun nasıl çalıştığını? Sende mi kullanıyon yoksa” gibi takılmalara, nazikçe “yok abla, filmlerde görmüştüm” gibi ofsayt bir cevap verince, hazır cevap tombalak “ablanı da çağırsaydın yatağa” diyerek lafı yapıştırmıştı. Tabi tüm bu nostaljik gezinti adamımızın kafasında birkaç saniye sürdü. Yıllar sonra yine bir vibratör, yine iki kadın, yine bir yatağın üzerindeydiler. Bu sefer bedavadan buradaydı, parasız yapacaktı istediklerini ama nedense geçen sefer yardımcısı olan vibratör bu sefer ona düşman gibi bakıyordu. Ne de olsa kendisinin değil başkasının elindeydi bu sefer, belki de bu yüzden kıskanmıştı onu. Üstelik zamane ablalarının kullandıkları bu kadar ihtişamlı ve tehditkar değildi, bunun ne yapacağı belli olmazdı, hele güvenilmedik ellerde. Bugün de kestaneyi çizdirmezsek artık mezara kadar ölüm yok bana bu yolda diye geçirdi içinden. Yatağa geri dönen misafir, tekrar yerini almış, adam ile Papatya’nın arasına yerleşmişti. Şimdi ortama yabancı olan adam oluvermişti. İki kadın kimbilir kaçınçı kezdir yaptıkları gibi sevişmeye başlamış, alttaki bacaklarını yukarı doğru kocaman açmış, üstteki ise elindeki aletin önce birazını, sonra yavaş yavaş hızlanarak neredeyse tamamını kadının içine sokmaya başlamıştı. Bu seferkinin modeli eskiden gördüğü gibi çevirmeli değil, dipten düğmeliydi. İki kadının temposu tam aynı ritmi yakaladığında, üstteki düğmeye basmış ve başlayan titreşim Papatya’nın çığlıklarını daha da artırmıştı. Üstelik kadın bununla da yetinmiyor, dudaklarıyla kadınını emiyordu. Adam üstteki kadına arkadan girmek istemiş ama aletin çıkarttığı düşük şiddetli tiz ses dikkatini dağıtmıştı. Gerçi artık Papatya’nın haykırışları odadaki tüm sesleri bastırıyordu ama bu sefer de aklından “bu kadın zevk alırken gerçekten böyle bağırıyorsa, benimleyken sadece miyavlıyormuş demek ki” diye geçirdi. Üstelik önündeki kadın kendini elindeki alete kaptırmış, kendisine karşı çok da davetkar davranmıyordu. Yine de burası benim yatağım, sıramı kimseye vermem diyerekten, misafirin kalçalarından tuttu ve aniden kendine doğru çekti. Kadın karşı koymadı, hatta hiç tepki vermeden Papatya ile ilgilenmeye devam etti. Adam tam da istediği yerde hayal ettiği şeyi yapmaktaydı. Fakat kadın hem adamı içine almış hem de sanki adam yokmuşçasına sanki zevki sadece Papatya’sına yaptıklarından almaktaydı. Bu arada Papatya’nın inlemeleri kısılmış, boşalmak üzere olduğunu anlatırcasına yatağın kenarlarına yapışmış ve kalçalarını iyice havaya kaldırmıştı. Kadın ise her zamanki gibi amacına ulaşmış ve sevgilisini bir kez daha tatmin ederek vazgeçilmez olduğunu ispatlamıştı. Aslında kadın aynı zamanda iki kişiyi de tatmin etmişti ama nedense yatağın en gerisindeki adam sanki kendi kendine boşaldığını hissetmişti. Dünya Papatya’nın umurunda değildi, vücudu o kadar hassastı ki, öteki kadın her dokunduğunda bir kez daha kasılıyor, sanki tekrar tekrar boşalıyordu. Adamın önündeki kadın ise, bir kez bile arkasını dönüp partnerine bakmamış, Papatyayı öperken aldığı zevkin belki de yarısını adamın vücudundan almamıştı. “Vibratör bir, bizim alet sıfır”, diye geçirdi içinden. Papatya o kadar gürültülü sevişmiş, aldığı zevki o kadar abartılı teşhir etmişti ki, ona da yanaşmaya pek istekli değildi artık. İlk kez tam olarak teslim olduğunu görmüştü onun, bu da kendine “neden ben değil?” sorusunu sordurmuş, sorular cevapları kovalamış, daha beynindeki fırtına durulmadan kadının elindeki sopayı kremlediğini fark etmişti. Evet sopaydı bu, başka birşey değil. Ona sopa diyecek, böylece kendi beynine eşit değiliz, bu işte adalet yok mesajını gönderecekti. Sopanın inme kalkma derdi olmadığı için gayet hazır vaziyette kadının emirlerini bekliyordu. Pilavdan yeme sırası sopaya gelmişti. Beklenenin aksine Papatya domalmamış sadece sırt üstü yatarak bacaklarını elleriyle biraz daha havaya kaldırmış, kalçasına koyduğu yastık sayesinde kalçalarını iyice görünür kılmıştı. Bu fırsttan yararlanan sopanın sahibi yine önce kısa sonra uzun gidip gelmeler ile, deminki gibi iddialı olmasa bile yine de özenli ve istekli bir şekilde eşini memnun etmeye başlamıştı. Manzara karşısında tekrar sertleşen adam ise, beyninde dönüp duran soruları unutmuş ve nasılsa benim payıma düşen bu diyerek tekrar misafirine giriş yapmıştı. Bir erkek istenmediği bir vajinanın içerisinde ne kadar durabilir ki? Tabi ki boşalana kadar. Daha önceden çıkmak aklına gelmez hiç birimizin. Adamımız da bizden biriydi sonuçta. Zorla orada değildi, sadece pek istenmiyordu o kadar. Üstelik bu da açıkça tebliğ edilmemişti kendisine. Anlamamak için salak olmak lazımdı belki ama çıkıp gitmek daha büyük ahmaklıktı onun için. Sonuçta adam da, Papatya da birkaç kez tatmin olmuş ama her nedense adam aradaki kadın ile hiç yüz yüze gelememiş, baş başa kalamamıştı. Adam önündeki kadını değersizleştirip, cisimleştirdikçe, ona bir delik gibi davrandıkça delik onu küçültmüş ve yutmuştu. Ve zaman ilerledikçe adam kendini deliğe bile fark ettiremez olmuştu. Karşısındakine yetememe, bırakın feth etmeyi, kadının bir parçası bile parçası olamama duygusu adamın yüreğini o kadar kaplamıştı ki, boşalsam da bitsem, geriye benden birşey kalmasa isteğiyle abandı, abandı ve vicdan azabı içinde son kez boşaldı. İlk damladaki haz, yerini yavaş yavaş bitmişliğe bıraktı. İkinci ve üçüncü kasılmadan sonra beynine yeniden oksijen gitmeye başlamış, cevapsız sorular teker teker saklandıkları yerden hücum etmeye başlamışlardı. Uzaklaşmak istedi içini boşaltan delikten. Kadın sanki adamın organının ucundan ruhunu emmiş, geriye onun posasını bırakmıştı. İktidar yerini ben burada ne yapıyorum sorusuna bırakmıştı. Kadın hala umursamaz, hala tatminsiz ve hala onsuz duruyordu önünde. Sönmüş şekilde kendini ayırdı kadından. Çıkışını da tıpkı girişi gibi fark ettiremedi kadına. Yataktaki tüm düzen ve tüm aksiyon tam da hayal ettiği gibi olduğu halde, sonuç tam hüsrandı onun için. Adam sevişmenin sanal kısmını kendi payına bitirmişti. Gerçek olan ise sanki kendisine nispet yaparcasına çığlıklar atan Papatya’nın şiddetli boşalmasıydı. Adam yatakta dizlerinin üzerine çökmüş şekilde ikisini seyrederken, kadın haykıran Papatya’nın üzerine boylu boyunca abanmış, sevglisinin doruktaki haykırışlarını tüm cüssesi ile örtmüştü. Adam birbirine kenetlenen bu iki vücudun arasında olmak istedi bir an için. Ama bunun için artık çok geçti. Ne önündeki Papatya’yı böyle inletebilir ne de eli sopalı kadının arkasında neler yapabileceğini kestirebilirdi. Yataktaki ikinci bir kadının sevgilisiyle olan ilişkisine renk katmasını ummuştu ama iki kadının ilişkisine renk katarken bulmuştu kendini bir anda. Üçüncü olan kendisiydi ve hiç sevmemişti üçüncü olmayı. İlerleyen günlerde anlamıştı ki, zaten pek de başarılı değilmiş üçüncü olmakta. Eski düzene razı gelip daha uzunca geceler Papatya’yı götürmek varken, büyük organizasyonlar uğruna elindekini de kaybetmişti. Papatya bu adamın sayesinde aslında kadından ne kadar hoşlandığını ve kadının onun vazgeçilmezi olduğunu anlamıştı. Aynı anda birden fazla kadehi önüne koyup farklı şarapları denemek gibi birşeydi yaşadıkları. Kadın ise kendini sevgilisine ispat ettiğinden emin olduktan sonra, restini çekmiş ve “ya ben, ya o” deyivermişti. İlerleyen günlerde yine de birkaç kez gizliden gizliye sevişmişler ama hem buluşmalar seyrekleşmiş, hem de o geceki çığlıkları bir daha duyamayan adamın performansı her geçen gün biraz daha düşmüştü. Kimse birbirine veda etmemişti aslında. Hatta en son buluşmada “görüşmek üzere” diyerek ayrılmışlar ama kimse kimseyi aramamıştı bir daha . Adam uzunca bir süre kadının aramasını beklemiş, farkına varmadan hikayenin en başına dönmüştü. Kadın ise ne adamın aramasını beklemiş, ne de bir zamanlar beklendiğini hatırlamıştı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |