Paranız varsa toprak alın. Artık üretmiyorlar. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Aslında bir saygısızlığını da görmüş değildi damadının, bir dediğini de iki etmemişti hiçbir gün. Kızından da bir şikayet gelmemişti bugüne kadar kendisine. Ama ana yüreği işte, yakıştıramamıştı yıllarca kimseleri kızına. Hep daha iyisine layıktı kuzusu, hep daha yakışıklısına ve daha uzun boylusuna, daha az kıvırcığına, daha düzgün lehçelisine, daha az kıllısına, daha sarı tüylüsüne, daha az keline derken kızının yaş ilerlemiş ve eve kız istemeye gelenler de seyrekleşir olmuştu. Hiçbir zaman bilemeyecekti teyze, son istemeye gelen miydi bu herif yoksa biraz daha şansını zorlasa mıydı? Allahtan kızının canına tak etmişti de bekarlık, postayı atıvermişti annesine bir gece. Ya beni bu adama verirsin ya da evlenmem artık, otururum evde deyivermişti anacığına. Düğün de istediği gibi olmamıştı ya teyzenin, ama ne boşver demişti kendi kendine. Ben mi evleneceğim herifle, kendi seçti kızım, bana susmak düşer artık, diyerek kapamıştı çenesini düğün boyunca. Tam zamanında dünyaya gelen gerdek bebeği annneannenin içini biraz ısıttıysa da, konu komşuya bir türlü havasını atamadığı damadı yine gözüne girememişti kaynanasının. Kendi kuzusundan daha pasaklı mahalle kızları mühendisler, avukatlar bulurken, bizimkisi boru fabrikasındaki işçiye varmıştı. Kızını istemeye geldiklerinde sormuştu damat adayına, "evladım sen ne iş yaparsın?" diye. "Çapakçıyım efendim" demişti. "Ne çapağı evladım?" "Hani şehre doğru giden yolun solunda çelik fabrikası varya, oranın içinde boru bölümü var. Boru bölümünün içinde montaj bölümü var. Montaj bölümünün içinde kaynak bölümü var. Kaynak bölümünün içinde çapak bölümü var. Borunun içinde kalan çapakları temizliyorlar orada. Ben baş çapakçıyım efendim. Parmaklarım ince benim, borunun içerisine elim rahatça sığıyor diye orada iş verdiler bana". Ne güzel diye geçirmişti içinden, ince parmaklı damatmış bizim de kısmetimiz. Rahmetli beyinin de parmakları inceydi, "inşallah bizim rahmetliye benzemiyordur heryeri" diye mırıldandı teyze, talihsiz kızına bakarak. Halbuki ya yeni komşusu? Tip dersen tip, diploma dersen diploma, nezaket dersen, o biçim. O delikanlı değil miydi, balkonda her gördüğünde halini hatırını soran? O delikanlı değil miydi, teyzenin akşamdan kapının önüne koyduğu çöpünü, sabah işe giderken alıp, çöp kutusuna atıveren. Yakışıklı komşusu, her akşam işten geldiğinde balkondaki papatyalarını sular, sararan yapraklar varsa tek tek ayıklar, bazen çiçekleriyle konuşur, bazense teyzenin bilmediği bir nedenden ötürü onlara mırıldanarak teşekkür ederdi. Balkonları bitişikti, aradaki ince duvardan dışarı uzanarak yan tarafa baktığında delikanlıyı görmüştü. Mahalleye taşınalı daha birkaç gün olmuş ama her gün bir ritüel haline getirdiği çiçek bakımı mahallelinin dikkatini çekmişti. Hayırlı akşam evladım ile başlayan balkon muhabbeti, birkaç gün sonra delikanlının teyzeye bir şişe sıvı çiçek gübresi hediye etmesiyle daha da koyulaşmıştı. Genç görünümlü adam aslında kırkına merdiven dayamış, ailesini geçindirmek uğruna kendini evinden uzaklarda çalışır bulmuştu. İşte fedakarlık bu diye geçirdi içinden. Götünü yerinden kıpırdatmaya korkan damadı geldi aklına. Zamanında şehir merkezinde iş bulmuştu da, gitmeye korkmuştu. Şimdilerde o fabrika senin bu fabrika benim mevsimlik işçiler gibi iş değiştirir olmuştu. Bir yerde sebat edip ilerleyeceğine, ya işi beğenmez ya da kendini işe beğendiremezdi. Gerçi hakkını yememek lazım, hiç boşta kalmamıştı damat, çapakçılık kariyeri pek başarılı olamasa da, ne iş olsa yapmıştı. Aman ailemden uzak kalmayayım korkusu yüzünden bazı fırsatlar kaçırdıysa da, evine ekmek getirirdi her akşam. Yine de uyuz oluyordu işte adama, komşusuna bakıp örnek alsaydı kendisine biraz. Uyuz damadını daha da uyuz etmenin yolunu bulmuştu artık. Maaile ziyate geldiklerinde ya komşusunun işinden gücünden, ya şirketin altına verdiği arabadan ya da ne kadar iyi bir aile babası olduğundan bahseder dururdu kızına. Tabi damat renk vermemeye çalışsa da bir süre sonra konuyu değiştirmeye çalışır ama kayınvalide ne yapar eder, konuyu yan komşusuna bağlardı tekrar.. Komşu bir gece çocukları hastalanınca atlayıp İstanbul'a gitmişti, komşu bir gün eve oyuncak ayıyla gelmişti, hafta sonu çocuklarına götürecekti, komşu karısıyla her gün telefonda saatlerce konuşuyordu, komşunun ağzı var dili yoktu, komşu büyük şehir terbiyesi almıştı. Bitmek tükenmek bilmeyen bu muhabbetler damadı komşuya karşı iyice biliyor, hatta bazen eve döndüklerinde karısıyla aile kavgalarına yol açıyordu. Yine günlerden bir gün, gecelerden bir gece Ramazan ayında misafirlerini ağırlayan yaşlı teyze - üstelik bu kez damadın anası babası da gelmişti- iftardan sonra ne yapıp edip konuyu yan komşusuna getirmiş, bu devirde böyle düzgün aile babası bulmanın zorluğundan bahseder olmuştu. Her zorlama muhabbetin başına gelen; söylenecek sözlerin bitivermesi ve odanın bir an sessiz kalması hali bu muhabbetin de akibeti olmuş ve odada uzun süren anlamsız sessizlik, yan daireden gelen tuhaf bazı seslerle yerini meraklı kulaklara bırakmıştı. Evet, teyze konuşurken fark edemedikleri sesler, herkes pür dikkat dinlemeye başlayınca ortaya çıkıvermişti. Misafiri vardı komşunun, hatta sessizlik uzadıkça anlaşıldı ki misafirleri vardı yanında. En az iki farklı kadın sesi gelmekteydi iftar evine. Ses demek, olanları anlatmanın en masum ve saf şekli olurdu herhalde. Aslında herşey bu kadar aleni olmayabilirdi de, eğer komşusu ön cepheye bakan odasını herkes gibi salon olarak kullansaydı. Ama hangi akla hizmetse, apartmanda herkesin salon olarak kullandığı tarafa yatak odasını yerleştirmiş, salonu arka odaya kurmuştu. Sesler artıkça arttı, hem inlemeler, hem çığlıklar hem de küfürler sanki teyzenin salonunun ortasına yerleşmişlerdi. Kimseden çıt çıkmamakta, sadece ergenlikteki torunlar kıs kıs gülmekteyiler. Komşunun yarı sarhoş sesi duyuldu birden, " ne lan, o at şeyini bana mı sokacaksın?" diye haykırması ve kadınlardan birinin verdiği cevap, mutaasıp odanın duvarlarına kazındı adeta. Sonra yine çığlıklar, yine küfürler, gelmeler, gitmeler, boşalmalar, doldurmalar derken, teyzenin yükselen tansiyonu ve koltuğa yığılıvermesiyle salondaki sessizlik nihayet bozuldu ve yerini insanların telaşı aldı. Gerçi teyzede de kabahat yok değildi, almamıştı tansiyon hapını bu akşam. Ama tabi başına gelmeseydi tüm bunlar, ihityaç olur muydu hapa, hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Yığıldı kaldı koltuğa, ilk önce damadı koştu yanına, su getirin diye bağırdı. Tuttu, sarstı kayın validesini, Anne! Anne! dedi. Kadın açtı gözlerini bir an için. Aslında son bir an için. Baktı boş gözlerle ve "Allah belanı versin Murtaza!" dedi ve öldü oracıkta. Kim miydi Murtaza? Hayır, komşusu değil, damadının adıydı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |