Bilge kişi her şeye şaşan kişidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Lale mevsimi çoktan geride kaldı. Hala bahsettiğime bakılırsa, lalelere aşığım evet, hem de çok. Belki de bir kez açıp solduktan sonra, tam bir sene kendilerini özlettikleri için, belki renk renk biçim biçim oldukları, belki de ne bileyim sadece lale oldukları için onlara aşığım. Sebebi çok mu önemli? Ümitsiz bir aşk mı, bilmem. Ümitsiz aşk nedir ki? Kaybedilen mi, elindeyken kıymetini bilmediğin mi, yoksa sadece hayalinde canlandırdığın mı…Hangisi? Belki hepsi, biraz ondan biraz bundan, ya da hiçbiri. Herkesin farklı DNA’sında farklı sıfatlar alan aşk, ümitsiz, umutsuz aşk. En ümitlisi de ne biliyor musunuz, aşkınızın karşılığını alamayacağınızdan emin olduğunuz aşk. Risksiz, renkli, hayat dolu, kaygısız. Bir fotoroman yıldızına, bir gol kralına, bir şehre ya da bir çiçeğe duyulan aşk. En güvenlisi, inanın. Öbür türlüsü, ümit edip, olabilirliği olup da olmayan, bu en yıkıcısı. Ben ne ümitsiz, ne de ümitli aşkı yaşadım. Hiç bir zaman izin vermedim buna, ama kendime de karşımdakine de yakınımdakilere de aşık olduğumu düşündürdüm. Bu hep böyle oldu. Bunun gerçeğini o zamanlar yatağa girip, karanlık ve geceyle yalnız kaldığımda itiraf ediyor, kendimi iyi hissediyordum. Ama aşık olma fikrine aşık olmak diye bir sey varsa, işte benim yaşadığım oydu. Enteresan, tarifsiz bir his. Şimdi ise bütün aşka dair olguları elekten eleyip, eleği de duvara astım ve böyle ahkam kesiyorum, “aşığım galiba“ diyenlere de kallavi laflar edip, acıyorum. Nasıl olsa kurtulurlar deyip, onların adına teselli buluyorum. Bütün bunların yanında, işte o gece yatağa girip karanlık ve kendimle kaldığımda itiraf etmekten bile korktuğum bir şey var. Ya bir gün ben de pençesine düşersem, ya aşk diye birsey varsa, gerçek aşk. Bana da kallavi laflar edip, arkamdan acıyanlar olursa. İşte bu, çatlak duvardan ince ince sızan su gibi içime yayılıyor, korkutuyor, bunu benden başka da bilen yok. Bütün bunları uzun uçak yolculuğu boyunca düşünmedim inanın. Bunlar benliğimin bir parçası. Ama şu da doğru ki, uçak İstanbul’da uçmaya hazırlanırken, cama vuran sonbahar damlaları gerçekten laleleri özletti, itiraf etmeliyim. Bu beş günlük New York gezisi ters bir zamana gelse de, çok yakın bir arkadaşımın üç ayda aşık olup, iki senede kendine aşık ettiği nişanlısı ile evliliğe adımlarını görmek çok güzel olacaktı. Düğünleri hep sevdim ben, çünkü çiçekler daha muhteşemdir düğünlerde. Bence insanlar, daha doğrusu kadınlar sırf düğün yapmak için evlenmeliler. Telaşı, hazırlığı, masadaki, girişteki, vazodaki, elindeki çiçekleri seçmek bence çok zevkli.. Sırf bunun için evlenilir. Hiç bir zaman uçaklardan, yolculuktan şikayet etmedim, tam tersine zevk aldım. Biniş kartını almak, havaalanında lüks mağazaları dolaşmak -bu kendini ayrıcalıklı hissettiriyor nedense- sonra cam kenarındaki yerini almak -cam kenarı olmazsa uçmam diyen sorunlu yolculardanım-, cam kenarından havaalaanındaki telaşı seyretmek, bagajlar, yakıt aracı, sağdan soldan ülkelerini temsil eden uçakların pistte hava atmaları, sonra koca bir araçla piste itilmek ve uçuşa hazırlık. Bu anların hiç birini kaçırmam, saniyesi saniyesine zevkini çıkarırım. Uçağın kalktığı an insan beynine hayranlığım bir kez daha artar ve babamın “insanoğlu kuş misali’ dediğini hatırlarım. Cumhuriyet kuşağından, her yeniliğe, her zeka pırıltısına, her güzel şeye şapka çıkaran babamı hatırlarım. New York’a öğleden sonra indiğimde gümrük ve pasaport her zamanki gibi kalabalıktı. Gereğinden biraz daha fazla bekledikten sonra bagajları beklemeye koyulduk. Aynı uçaktan inen insanlar, uçaktayken boyunu posunu, kıyafetini pek inceleyemedikleri yoldaşlarını bol bol incelediler. Benim yanımda belli ki üniversite öğrencisi olan bir kız, hemen son model cep telefonunu açtı, güzel bir İngilizce ile vardığını, bagajları beklediğini söyledi. Beni en çok inceleyen de oydu, üzerimdeki kottan, üzerimdeki kapişonlu hırkaya kadar. “Sınavı geçtik“ dedim kendi kendime, onda da aynı marka hırkadan vardı. Bu arada farkındaysanız ben de onu inceliyorum, bunları yazıyorum diye kimseden farklı değilim. Havaalanı gümrüğünden nasıl geçtiklerini anlatan, geçtikleri için yanakları rahatlamaktan al al olmuş insanlardan, bir el cepte buraların kralı benim rahatlığındaki insanlardan, uçaktaki ahbaplığı ilerletip telefon değiş tokuşu yapan insanlara kadar çeşit çeşit manzara önümde uzanıyordu. İşte benim manzaram - lenslerimi taktığım için şanslıydım- o sırada değişti. Bagajım gelmişti ve ben onu çeke çeke çıkışa doğru ilerlerken, iki yandaki bagaj bandında bagajını bekliyordu. Önce yanıldığımı sandım, o olamazdı. Dünya küçüktü de bu kadar değil. On binlerce kilometre uzakta yaşıyordu, evlenmişti, bunu biliyordum ve belki de çocukları vardı. Ne işi vardı, acaba burada mı yaşıyordu? Evet oydu; duruşu, gözleri, güzel yakışıklı tatlı bakan gözleri, saçları -biraz dökülmüş-, bir şey beklerkenki sakinliği, dik postürü, her iki eli pantolonunun cebinde düşünmesi, her şeyi ile oydu. Hep böyle sakindi, panik olmaz, bunalmaz, etrafta olan bitene sürekli söylenmezdi. Ülkesi barış içinde değilken, kendi hayatla çok barışıktı. Belki de her şey ülkesinde zor olduğu için, bizi rahatsız eden şeyler ona dokunmuyordu. Kim bilir? Nasıl sorardım ki, nasıl anlatsın havasını suyunu, korkusunu, savaşı, çalışmayı, mücadeleyi bilmediğiniz bir yerde büyümenin nasıl olduğunu. Ben de hayrete düşsem de sormazdım zaten. Evet oydu, 16 sene evvelinden benim ilk aşkım, yabancı aşkım. Yakışmıyor ağzıma bu aşk kelimesi biliyorum ama bunu kimseye anlatmanın da yolu yok, çünkü aşkı yaşayan insanlara onu anlatmanın tek yolu buydu, “ilk aşkım”. Onu son gördüğüm yer yine uzaklardaki bir havaalanı idi, sanki o an donmuş gibi, hiç ayrılmamış gibi, koşup boynuna atılmak geldi içimden. Kimseden havaalanına gelmesini istememiştim. Zaten otelde kalacaktım, bu düğün telaşında insanların bir de benimle uğraşması gereksizdi. Uzun yıllar yaşadığım ve bildiğim yerdi New York nasılsa. İşte bu bana oyalanma ve onu takibe alma fırsatı verdi. Ülkesinden geliyordu, bagaj bandındaki uçuş numarasından anladım. Yalnız mıydı diye düşünürken, yanına 60 yaşlarında bir kadın, iki elinde birer çocukla yanaştı. Yüreğim sıkıştı o anda. Çocuklar onun muydu, kadın kimdi? Belli ki uzun pasaport kontrolünden sonra tuvalete yetişmişlerdi. Büyük olan 8 yaşlarında bir kız çocuğu, küçükse 4 yaşlarında bir oğlan çocuğu. Hep “oğlumla futbol oynayacağım ilerde” derdi. Sanki çocuk ısmarlama olurmuş gibi, çok emindi. İşte bu çocuk onun oğluydu belki de, acaba futbol oynuyorlar mıydı? Yanındaki annesi olabilir miydi? Beni görmeyecekleri ama benim de onları rahat göreceğim bir yere geçtim. Sanki diğer valizimi bekler gibi banda geri gelmiştim. Kime ne açıklama yapacaksam. Evet, annesi mi diye düşünüyordum, bir resmini hatırlıyorum, sarışın zarif bir kadındı. Bu kadın da sarışın, zarif. Bakındım yanlarında genç bir kadın var mı diye, 10 dakika gelen yok, rahatlamıştım. Sanki olsa olmasa ne değişecekti. Sistemimden, beynimden atmamış mıydım, ona mutlulukların en iyisini dilememiş miydim, evlendiğini duyduğumda en iyisini hak ediyor dememiş miydim? Hepsini yapmıştım ve içtenlikle. Çünkü onun, bizi, beni ve “aşkımızı” bırakırken geçerli nedenleri vardı. Yaşımız, din, milliyet, hayat, sınırlar, adetler vs vs vs. Hepsinde de o zaman haklıydı, kesinlikle. Her zaman o yaşta bile yere basardı ayağı, benimki ise hala havada, görmüyor musunuz? Gizlenmiş, karısı etrafında mı diye merak edecek kadar havada. O zaman cesaretsizliğine çok kızmıştım, içten içe aşka inanmayan ben, aşkın herşeyi yeneceği nutukları atmıştım; ona, kendime, arkadaşlarıma ve bu nutukları atarken tam tamına sekiz kilo vermiştim. Belki de demek istediğim aşk değil sevgi idi. İkisi arasındaki farkı bilmiyorum, çünkü aşk nedir gerçekten bildiğimden emin değilim. Ama sevgi üzerine satırlarca yazabilirim. Çok kızmış, yıkılmıştım..Nedeni neydi? Bırakılmak mı, yalnız kalmak mı, bir nevi ihanete uğramak mı ya da büyük bir kayıp mı? Ne olursa olsun benden gidenleri düşündüğüm için bencilceydi. Ama o da bencil davranmamış mıydı? Herkes gibi, evet herkes gibi. Valizleri geldi ve çıkışa doğru ilerlemeye başladılar. Araya bir kalabalık katıp takibe devam ettim. Sonra sordum kendi kendime, niye gidip merhaba demedim diye. Ne olurdu ki sanki, utanır mıydı, ya da tanımazlıktan mı gelirdi? Koca yıllar ilk aşkını nasıl değiştirir; bilemedim ki o an. Belki büyük acısı vardı, belki hayatta beni bir daha görmek istemiyordu, belki belki belki. Sonuç olarak gidip o gün havaalanında karşısına çıkmak yerine, takip etmeyi tercih ettim. Acaba Manhattan’a değil de, mesela Philadelphia’ya gitseler de takip eder miydim? Bilmiyorum. Sarı taksi sırasına girdik, hava bulutlu, benim gözümde güneş gözlüğü, onlar önde, arada bir çift var, sonra ben. Mutlaka öğrenmeliyim, nereye gittiklerini. Taksi sırasını idare eden memura, Times Square’de bir otelin adını verdi. Arkam dönük duruyordum, taksileri hareket etti, 5 dakika sonra da benimki. Telefonumu açtığımda bir sürü mesajin beklediğini gördüm; annem, ablam, evlenecek olan arkadaşım, bir daha ablam. Hepsini aradım tek tek, rahat rahat varmıştım New York’a, sadece pasaport çok çok uzun sürmüştü, zararsız bir yalan. Ne diyecektim, “ilk aşkımı havaalanında annesi ve iki çocuğuyla gördüm, ayaklarım zaten havadaydı, biraz daha havalandım ve takibe koyuldum” mu? Bilmesinler bunu daha iyi. Herkes beni ayağı yere basan, aşk gibi safsatalara pabuç bırakmayan bir kadın olarak biliyordu çünkü. Yol boyunca bunu neden yaptığımı düşündüm. Neden göğsümü gere gere gidip merhaba demedim, neden cesaret edemedim. Çünkü yarım kalmış bir hikayenin orada, JFK Teminal 1’de, acele elden, bagaj beklerken, yorgun ve şaşkınken tamamlanmasını istemedim. Korkudan değil aslında. Herkes gibi ben de kendime yalan söylediğim için, yıllar yılı kendimi hani o “sistemden atma” olayına inandırdığım için. Asıl yalan buydu işte, en cilalısı, en büyüğü, kendime söylediğim yalan. Ondan ayrıldıktan sonra bir sene çok sancılı geçti, sonra iş güç, yeni flörtler, bir çok şey biraz kar yağdırdı gönlüme. Hep kar orada kalacak sandım, ama bahar bugüne denk gelmiş belli ki. Evet…JFK‘den Manhattan’daki otelime gidene kadar uzun uzun düşündüm. Düşünürken biraz böyle adam akıllı gibi oluyorum. Kesinlikle cam kenarında, bir elim çenemde Long Island otobanındaki trafiği seyrederken ve büyük ihtimal Nijerya’lı ya da Gana’lı şoforün kendi lisanında kimle konuştuğunu merak ederken, düşünüyorum. Belki trafikte yakın bir yerdeyiz onunla. Belki arkamda, belki sağımda, belki solumda belki de sobe. Bilmiyorum. Bildiğim ve düşündüğüm tek şey kendim ve yaptıklarım. Hayatta her zaman saçma sapan zor şeyleri seçmiş olmam. Hani kırağı çalar her yere, toprak taş gibidir ya kışın, o toprağı eşeleyip belki de yeşil bir sey vardır’ı kanıtlamak, ya da o toprağa kışın ortasında çiçek dikip herkese bunu başardığını kanıtlamak, mesela lale dikmek, imkansızlara ipleri koparıp dalmak. Hep böyleydim, neydi derdim, şimdi de ne? Bilsem. Bu ip koparmalarda iki kez şansım iyi gitti, ya da ipi kopardıktan sonra toparlamayı becerdim, girdiğim liseyi takıntısız bitirmekti ilki ve sıfır matematiğe rağmen mimarliğa girmek de ikincisi. Mimarlık yaptım mı? Hayır. Ta okul bittikten sonra anladım ki, ben yazar olmak istiyorum, uzun çabalardan sonra da başardım. Frank LLoyd Wright’tan daha çok 17. yy’dan John Donne ve onun Carpe Diem felsefesini daha iyi biliyordum çünkü. Anınızı yaşayın, şu anınızı… Otele vardım, karnım aç. Hiç doymaz ki zaten, kendime güzel bir İtalyan ısmarlayım. İş yemeğe gelince “ilk aşk” da biraz rafa kaldırıldı bakın. Öyle beni toparlak bir insan sanmayın, biraz fazlam var ama, bu kadar yemek düşkünü olmaya, iyi sayılırım. Ya “metabolizmam hızlı çalışır” hikayesi ya da çok “carb” yemiyorum hikayesi. Bence aklım sürekli fuzuli işlere çalıştığı için yakıyorum kalorileri. Bir de yazdığım senaryolar ve kavgalar var tabi ki. Kısacası güzel bir İtalyan akşam yemeğinde sakınca yok. Odama yerleştim, benim odamdan ne yazikki onunkaldığı otel görünüyor. Hani dizilerde olur ya, zamanlama muthiştir, tam kız camdan bakarken çocuk o anda gelmiştir göz hizasına, ya da odaları karşılıklıdır, ikisi de efkarlı aynı anda camdan bakıp birbirlerini görürler. Bize de öyle olmasın. Mesela ilk aşkım, karısından yediği ihaneti, New York semalarına göndermek için eller cepte sakin sakin camdan bakarken, ben de bütün bunları merak ederken ve camdan bakar haldeyken birbirimizi görmeyelim. Ben yine de hızlı bir duş alıp, adam akıllı düzgün birşeyler giydikten sonra cama gidiyorum. Unutmayın, donmuş toprağa çicek ekileceğini düşünmüşlüğüm var. Buraya kadar tamam, şimdi ne yapacağım? Görmek istiyor muyum, ya da karşılaşmak, ne ne ne? Bütün bunları kafamdan atıp, çantamı aldığım gibi aşağıya indim, otelinin yolunu tuttum. O çekingenlik, duraksama yok. Hep şöyle düşünürüm, ne olur ki, dünyanın sonu mu? Evet, resepsiyona yaklaştım. Onun adını vererek mesaj bırakmak istediğimi söyledim. Belki de burada kalmıyor, belki sadece çocuklar ve anne burada, o sevgilisinin yanına gitti. Bu senaryo hiç aklıma gelmemişti. Kalbim çarpmaya başladı ve başladım kendimi azarlamaya. Gidip konuşmalı ve nerede kaldığını öğrenmeliydim, zaten fırsatlar önüme çıkar ve ben onları elimin tersi ile iterdim. Bir de gördüğünüz gibi kendimi dövmeyi severim. Resepsiyondaki kibar görevli oda numarasını söyledi ve aramak isteyip istemediğimi sordu. Bu kez kalp çarpıntısı daha da hızladı. Acele acele, sadece mesaj bırakmak istediğimi söyledim. Bir yandan adama açıklama yapıyorum. Arkadaşıyım, ben de geldim, telefonumu bırakıyım, rahatsız olmasın çocuklarla, bunu da söylüyorum ki yakından tanıdığıma inansın. O, bunların zerresi umurunda değil, klişe gülümseme dudağında verdiğim mesajı not etti. “merhaba, ben ismim, burada olduğunu biliyorum, ben de NY’dayım, şu otelde , oda numaram şu…” Ve mesaji değiştirmeden kaçar gibi çıktım oradan. Restoran cenneti New York’da bir güzel İtalyan lokantasında, beyaz şarap eşliğinde, deniz ürünlü spagettimi yerken, acaba mesajımı aldı mı diye merak içindeyim. Bu merakımı düğünün prensesi Nil’le yaptığım telefon konuşması sekteye vurduruyor. Düğünün bütün detaylarını, dedikoduları, hazırlıklar safhasında arkadaşlarından yediği kazıkları, her seyi anlatıyor. Ama çok mutlu, çok heyecanlı, onun adına gerçekten seviniyorum. Ben de anlatsam mı acaba, “Biliyor musun, ilk aşkımı gördüm, takip edip mesaj bıraktım” diye. Sonraya bırakıyorum bunu. Çünkü bir an evvel otele gidip mesaj var mı diye kontrol etmem gerekli. Acaba arasam söylemezler mi? Vaz geçiyorum, tramisumu ısmarladım, bu anı mesaj yoksa mahvetmeyim diye. Otele dönmek ne kadar sokaklarda gezersem gezeyim kaçınılmaz. Hala New York’da yaşayan arkadaşlarımı arıyorum; kimi yok, mesaj bırakıyorum, kimi stem ediyor daha önce gelmedim, bak Nil’in davetlisi olunca geliyorum diye, kimisi de ille görüşelim derdinde, program yapıyor. Bugun Salı, Nil’i Perşembe göreceğim, düğün Cumartesi… sadece yarına program yapıp Cuma ‘yı boş bırakıyorum…Neden dersiniz? Cevabı açık değil mi? Diyorum size ayaklarım hep havada, kırk yıla rağmen havada. Odama çıktım,telefona baktım mesaj yok. Üzerimi değiştirdim, açtım televizyonu, kanaldan kanala atlarken, yorgun olduğumu hissettim. Biraz hayal kırıklığı da var tabii. İşte bu duyguya sinir oluyorum. O bekleyiş, o aranma bekleyişi beni çıldırtıyor. O anki keyfin, telefonun ya da bilgisayarın diğer ucundaki şahsın, iki dudağı arasında ya da parmakların ucunda. Beklenir o telefon, ya da mesaj, kim olursa, “aşk”ın sandığın adamdan, gaf yaptığın arkadaşından, özrünü kabul ediyor mudur mesela, ya da işle ilgili bir şey, vs vs vs. O telefon ya da mesaj gelmezse zehrolur herşey. Ne saçma degil mi? Saçma da oluyor işte. Türkiye saatine göre makul bir saatte uyandım, ama New York’da saat sabahın 4’ü. Bir an her şeyden pişmanlık duydum, mesela lensleri taktığıma, bagajı beklerken o yöne baktığıma, otelini öğrenip koşa koşa mesaj bıraktığıma, her şeye lanet ettim; gerzeğin tekiydim. Pireyi deve yapmak mı, alın işte size güzel bir örnek. Nerede John Donne’in Carpe Diem’i, uçtu gitti. Bilgisayarımı açıp mesajlara bakıyorum; işle, senaryolarla ilgili bir çok e-mail. Cin gibiyim ve Türkiye’de gibi çoğunu yanıtlıyorum. Gözüm inanın telefona kayıyor, akıl mantık dışı, sanki sabah 4’de ararmış gibi. E, o da saat farkından uyuyamamış olabilir, değil mi? Bu kez kendime gerçekten kızıp, iyi bir azarla gözlerimi telefondan ayırıyorum. Sabah 8 gibi sızıp, 10.30 yine uyandım ve eski iş yerinden Pelin’le brunchda buluşmak üzere çıktım otelden. Merak etmeyin, baktım telefona, tık yok. New York brunchları keyiflidir. Village’da buluştuk, olağanüstü minik masalarda, abartılı devasa Amerikan boyutu omletler yedik. Burada cep telefonu gösterisi olmaması iyi, çünkü masada yer kalmıyor. Pelin’le oradan buradan, işten, olanlardan olmayanlardan söz edip nihayet dün olanları anlatmaya cesaret buldum. Tabii ki kızdı niye direk gidip konuşmadım diye. Şimdi bekle ki adam arasın. Tabii bu sırada binlerce senaryo yarattık, suratı asık mıydı, hüzünlü, dertli miydi, karısından ayıracağız ya, çocuklar kesin onun muydu, niye New York; aklınıza ne gelirse. Sonuç olarak, ben kesinlikle aramayacağına -savunma mekanızması- Pelin de kesin arayacağına iddiaya girdik. Kazanan yemek ısmarlayacaktı ilk buluşamızda. Pelin’le ayrıldıktan sonra, Village’in, SOHO’nun her sokağını hasret giderircesine gezdim, saatlerce. Harika bir gündü, güneş biraz çekingen ama ılık, hafif serin…Kafeler, restoranlar cıvıl cıvıl. Çocuklar, anneler babalar… Union Square’den geçtim, oranın rockcı tipleri, Barnes’n’Noble, oradan Broadway’den yürüyerek taaa otele akşamın 9’unda vardım. New York’la gerçekten hasret gidermiştik. Odama çıktım, mesaj yok. Kendi kendime bunun daha iyi olduğunu söyledim. Görsem ne olacaktı ki, gereksizdi bütün bunlar, hatta inşallah aramazdı. Attım kendimi duşa, severim otelde yemek ısmarlamayı, mesela domatesli makarna, en ucuz yemek en pahalı nasıl yenir diye kanıtlamak için. Bayılırım böyle saçmalıklara. Ama ruhumu şenlendirir bu tip şeyler. Ismarladım tabii, mini bardan da dünyanın en pahalı gazozunu açtım. Tabii yorgunluk, yemekten sonra dalmışım, telefonun sesiyle uyandım. Evet kalbim göğsümün altından çıkmaya çalışıyor, panik halinde, boğazımı temizleyip cevap verdim. Heyecanlandınız değil mi? Evet …arayan oydu. Hep telefonda konuşurken , özellikle heyecanlıysam ayağa kalkıp bir şeyler yapmaya çalışırım. Evdeyken mutfağı ya da yatağı toparlarım mesela. Burada imdadıma yetişen şey laptopum oldu. Onu masanın üzerinden aldım, çantasına yerleştirdim, bir daha çıkardım, yine fişe taktım, bütün bunlar onunla konuşurken oluyor. Sesi, evet sesi şaşırttı beni. Olgunlaşmıştı, bir an yabancı birisi gibi geldi. Değil miydi sanki? 16 sene insanları yabancılaştırmaz mıydı? Daha sakindi, ağır ağır aksanlı İngilizcesi ile, hata yapmadan konuşuyordu. Bende de aksan var tabii, hem de iyi bir Türk aksanı, ama onunki daha genizden, daha başka. Buraya bir haftalığına gelmişti. Dayanamadı sordu onu nasıl bulduğumu. Pazar günü geri döneceğimi, sadece Cuma günümün boş olduğunu, eğer benimle buluşursa bunu söyleyeceğimi belirttim. Güldü, o gülüşü, benim yaptığım delilikleri kabul eden gülüşü. Hiç değişmemişim, öyle dedi. Hep yapardım evet, bir şeyi yapmayı kabul ederse, ben de ona yemek yapardım mesela. Ama muzipliktendi, ben ona zaten yemek yapmayı severdim. Sessizleştik bir an…ben de ciddileştim, iyi mi diye sordum, yani genel olarak, herşey nasıl gidiyor diye. Fena degil, yani hemen hemen herşey fena değilmiş, ne demekse…Anladığımı söyledim, aslında anlamamıştım. Genelde siyah beyaz olmasa da hayatında netlikler olan bir insandı. Beni de net olan nedenlerle bırakmamış mıydı? Sesi yorgundu sanki, ama yol yorgunu değil, hayat yorgunu gibi. Bu anda yazarlık genlerim baskın çıktı ve abarttım belki biraz. Sonunda biraz havadan sudan konuştuk, ben ona hiç birşey soramadım özel hayatıyla ilgili, o da bana. Sadece New York’a ailevi nedenlerle geldiğini söyledi ki bu garip, çünkü burayla ilgisi olduğunu bilmiyordum, yani 16 sene öncesindeki gerçeklere dayanarak. Ben de düğün için New York’da olduğumu belirttim. Evet, Cuma akşamı yemekte buluşmak üzere vedalaştık, cep telefonlarımızı verdik, yeri ben seçecektim… Bunu takip eden iki gün nasıl geçti anlamadım. New York, Nil, düğün hazırlıkları, nasıl evlenme teklifi aldığı -bininci kez- benim neler yaptığım, klasik soru, hayatımda biri var mıydı, sonra yine NewYork ve sokakları, Central Park, Yukarı Batı Yakası, sokaklar, New York, sarı mavi New York, sonbaharın incisi New York. Ve Cuma öğleden sonra otele döndüğümde, kafamda binlerce kez ne giyeceğimi düşünmeme rağmen hala kararsızdım. O ne yapıyordu acaba. Muhtemelen bir gömlek, kot pantolon ve makosenlerle gelecekti. Hayatımda bu kadar hızlı bir trafik varken, ailem, yarınki düğün, İstanbul’da bekleyen işler, kavgalar, kaçırdığım doğum günleri, daha bir çok şey, şu anda sadece akşam ne giyeceğimi düşünüyordum. Diğer şeyler bloklanmıştı. Neyse siyah sade elbisemde karar kıldım, saçlarımı topladım, orta halli abartısız bir makyaj yaptım -benim klasik makyajım zaten, iş için, yemek için, düğün için hep aynı- neyse, sırtıma da kalınca bir şal aldım ve restoranın yolunu tuttum. Kapıda bekliyordu, biraz huzursuzdu sanki, ben onu görmüştüm nasılsa, o beni görmemişti yıllardır. Yanına gittim, durdu durdu, sarıldı kocaman, çok güzel göründügümü, hiç degişmedigimi söyledi. Genelde boş gevezelik etmez, kuru iltifatları tercih etmezdi. Bu yıllar önceydi tabii. Teşekkür ettim. Saçlarının dökülmesine rağmen hala yakışıklı olduğunu söyledim. Masamıza geçtik. Sakin bir restorandı. Yemekleri ısmarlamadan önce şarap söyledik. “Söylemeyecek misin beni nasıl buldugunu?” Güldüm yarı çekimser. “Aynı gün JFK’e indi uçaklarımız“ dedim. Alt dudagını büktü, “bak sen” dercesine. “Tam valizimi alıp çıkacakken seni gördüm, önce emin olamadım, sonra emin oldum, bekledim ne yapacaksın diye” “Ne yaptım peki” dedi muzip gülerek. “Off” dedim, hemen bunalırım sözlü gibi sorulardan. Keyiflenmişti, beni böyle köşeye sıkıştırmayı severdi. Güldü. Hızlı hızlı anlattım, hiç bir detayı atlamadan. Sakin sakin dinledi, bu arada yemeğimizi ısmarladık, ayrıca bu arada ellerini kontrol ettim, yüzük yoktu. “Evet çocuklarım” dedi. On sene önce evlenmiş, karısı Amerika’ya taşınmış, daha doğrusu eski karısı, iki sene evvel boşanmışlar, çocuklar burada, o ülkesinde, çocukları tatilden eve geri getirmiş. Annesi de ona eşlik etmiş. Karısından ayrı işte, duymak istediğim bu değil miydi? Ama sevinemedim, yorgundu çünkü, üzüntüden yorgundu. Belli ki sancılı olmuştu her şey, onun üzgün olmasına üzüldüm, hala seviyordum belli ki, ama ne olarak. İlk aşkım olarak mı, eski bir arkadaş ya da dost olarak mı, yoksa karısı tarafından fena halde ihanete uğratılan bir insan olarak mı? Sonradan düşündügümde bunlardan da önemlisi, o kadının yerinde ben olsaydım, bu gün bu halde üzgün olmayacağı idi. Derinlerde bir yerde inanın bir “oh olsun” dediğimi itiraf ediyorum. Ama asıl merakım, kadını hala sevip sevmediği idi. Bunu sormaya cesaret edemedim. “Peki neden o anda yanıma gelmedin” dedi. Yerinde bir soruydu. Gözlerim şarap kadehimde takıldı bir müddet, sonra ela gözlerimi onun ela gözlerine diktim. “Cesaret edemedim” dedim. “O an çok kuru olurdu herşey, havaalanı, çocukların ve çok yorgun görünüyordun.” Bir yere kadar doğruydu, tabii etrafında genç bir kadın arandığımı eklemedim. “Sen neler yaptın?” dedi. Şarabın da etkisiyle sanki daha rahatlamıştı. Anlattım. Okuldan sonra kısa mimarlık deneyimimi, yazarlığa aklımı takıp NewYork’daki yıllarımı. İstanbul’a dönüşümü, şu anki işimi. Ve sonunda ben eklemeden sordu. Genelde doğrudan sorardı. “Evlendin mi peki?” ”Hayır, evlilik de çocuk da yok, şansım yaver gitmedi galiba, başka şeyler ağır bastı” “Yazık, senin kadar aşka sevgiye önem veren biri, bunlardan mahrum kalmış, hem de senin kadar sevilmeyi hak eden biri” Demek onu da kandırabilmişim aşka inandığıma dair. Sevgiye gelince , evet doğru sevilmeyi hak ettiğim doğru. Bu çok hoşuma gitmişti. Bana o son havaalanında ayrıldıgımız zamanki gibi baktı sanki. Onu son gördüğüm dakikalardaki gibi. “Bu kör sevgin beni korkutuyor” demişti. Anlamalıydım bir şeylerin ters gittiğini. O anda anladım ki yaş ne olursa olsun, insanın bakışı degişmiyor. O zaman da böyle bakmıştı, anlatması zor, hem sevgi, hem pişmanlık, hem veda, ama en cok hüzün. Ayrılığın, hep ayrılığın verdiği hüzündü o gün. Ya bu gün, bu gün niye hüzün vardı gözlerinde. Bunu anlamak cok zordu. Belki de sevgiyi bulamadığım için üzülmüştü. “Bakma öyle” dedim. “Nasıl?” “Böyle ne bileyim, hüzün var gözünde” dedim. “Yok hüzün falan, şaraptandır” dedi. O sırada garson imdadıma yetişti, tatlımızı söyledik. Eski arkadaşlardan dedikodu verdik, çoğunu görmüyor, ben anlattım o anlattı, meşhur düğünden bahsettim, İstanbul’daki işten, senaryo yazarı olmama şaşırdı, ama hoşuna da gitti. Politikadan, ülkelerden bahsettik. Dinlere, milliyetçiliğe, sınırlara inanmadığımı söyledim tekrardan. “İnsanlara mutsuzluktan başka bir şey getirmiyorlar” dedim. Uzun uzun düşündü ve “haklısın” dedi. Benimle ilgili bunu söylemiş olmasını diledim, ama belki de eski karısı ve çocukları için üzülüyordu. Biraz gevezelikten sonra yemeğin sonuna geldik ve benimle otelime kadar yürüdü. “Yarın çok erkenden kalkmak zor geliyor, dügünleri severim ama bu bayağı yorucu oldu” dedim. “Bu kadar yol gelmişsin doğru, bak ama iyi ki geldin, tekrar birbirimizi gördük” “Ya evet güzel oldu” “Pazar günü uçağın kacta?” bu soru biraz kalbimin atışını hızladırdı, niye soruyor diye merak ettim. “Akşam 6’da.” “Belki bir şeyler yeriz, sonra ben seni bırakırım istersen, ben Salı günü dönüyorum, çocukları bir kez daha görmek iyi olur, annem biraz daha kalacak” “Tamam” dedim, vedalaştık. Binlerce kez her lafının, her bakışının, her anın üzerinden gittim. Binlerce kez, döndüm durdum yatakta. Baktım olmayacak, iyi bir uyku ilacı alıp kendimi uykuya bıraktım ki, telefonum caldı. Pelin’di kesin. Yo hayır. Oydu arayan. “Alo?” “Umarım uyandırmadım” dedi boğazını temizleyerek. “Yo, henüz yatmamıştım, bir şeyler okudum” yalan, iyicesinden yalan. “İyi ki aradın beni, çok güzeldi yemek, bu akşam, seninle olmak….” Duraksadı. “inan iyi geldi, bunu söylemek için aradım” diye tamamladı. “Bana da iyi geldi, iyi ki aramışım seni” dedim tekrar eder gibi. “Tamam, Pazar günü ararım ben seni, iyi geceler” dedi kendi dilinde, ben de aynı dilde karşılık verdim, hatırladığım ufak bir iki cümleden biri. Güldü, telefonu kapattık. Allahım şu ilaç kendini göstersin, uyumam lazım. Ertesi sabah Pelin’in nişanlısı ile paylaştığı Doğu yakasındaki eve gayet hoş bir kıyafet ve klasik makyajımla 11 gibi gittim. Sarıldık, öpüştük, annesi babası, çapkın kardeşi herkes ordaydı. Kilisede evlenmeyi kesinlikle reddetmişti, arkadaşım benim; seramoni New York’un güzel teras mekanlarından birinde oldu. Bol bol dans ettik, eski arkadaşlarımla hasret giderdim, dügün bitti ve ben otelime geri döndüm. Gerçekten yorgundum. Telefonumu kapattım, saati 10’a kurup, onu bile düşünmeden uykuya daldım. 11’de telefonum çaldı. Arayan oydu. Ne yazik ki benimle öglen yemeğine çıkamayacak, hatta havaalanına gidemeyecekti. Ailevi bir sorun çıkmıştı, çocuklarla ilgili, onların yanına gitmesi gerekecekti. “İnan çok üzgünüm, aile işleri işte, ummadık anlarda sorun olur” Gayet sakin: “Tabii anlıyorum, umarım sorun neyse çözülür, dert etme” dedim. Büyük hayal kırıklıgına uğramıştım. O anda havaalanına, ona, yemeğe, sınırlara, herşeye içimden derin derin küfrettim. Allah hepsini kahretsindi. Ve en başta kendime, bu kadar salak oldugum için. Ama bir şey umacak zaman olmamıştı ki. Demek ki düğünde dans edip keyif yaparken, aklımın binlerce km derinliğinde, bu günkü buluşmadaymışım, ne ise bir takım ümitlere kapılmışım. Yoksa niye olsun ki bu hayal kırıklığı, kızgınlık. “Tekrar özür dilerim” dedi. “Sorun degil, gerçekten, ben de biraz dinlenip öyle giderim, yarın iş güç beni bekliyor…” duraksadım. “İstanbul’a gelirsen ara mutlaka” dedim. “Olur…mutlaka gelmeye çalışacağım…..iyi yolculuklar“ “Teşekkür ederim, kendine iyi bak” dedim ve yatağa yığıldım. Sabah kalktığımda onu görecek olmanın verdiği heyecan yerini hayal kırıklığına, sanki 16 sene önceki telefon konuşmasına bırakmıştı kendini. O zaman da kararı veren oydu, şimdi de o. O zaman da özür dileyen oydu, şimdi de o. O zaman da böyle yığılan bendim, simdi de ben. Ve bilmiyordum 16 sene önce telefonu kapattığında ne yapmıştı, rahatlamış mıydı, ağlamaya devam mı etmisti, ya da silkinip yemek mi yemişti; ya şimdi, şimdi ne yapıyordu. Yo hayır, bilmek istemiyordum. Ayağa kalktım, valizimi topladım, bilgisayarı açtım ve hiçbirşey olmamış gibi beynimi o tarafa kapatıp e-maillerime baktım. Evet beynimi istemediğim şeylere kapatmak; bunu yapabiliyordum artık. Vakit geldi, taksiye atlayıp JFK’e doğru yola koyuldum. Şanslı günümdü galiba, şoför sessiz sakin meraksız bir adamdı. Erken çıktım, New York’un trafiğine güven olmaz, geç gitmektense erken gitmek daha iyi. Bunu abartıp, 4-5 saat önce havaalanına giden insanlardanım, gerçekten öyle. Ve gerçekten trafik var, yine cam kenarındayım, elim çenemde, günlerdir olanları düşünüyorum. Nasıl geçti, niye, ne, düğün, Pelin. Ama o, o, o hep o. Benim taksinin şoföru ile başka bir taksinin şoförü şeriti paylaşamayınca sanırım atıştılar, bu da beni kendime getirdi. Bir kaç arkadaşımı aradım veda etmek için. Düğün dedikodularını aldım. Damadın büyük kuzen beni çok beğenmiş. Feci tipsiz bir adamdı. Bu arada JFK Terminal 1’e vardım. Valizlerimi teslim edip, uçuş biniş kartımı aldım, ama uçağın kalkmasına daha 3 saat olduğu için yukarıdaki kafeteryaya çıktım. Havaalanlarında uçakları seyretmekten hep zevk aldıgım için, aprona karşı hiç sevmediğim bir cafenin iğrenç acı kahvesini yudumlamaya başladım. Ne yapalım, beğene beğene çirkin kuzen beğenir, havaalanında da acı kahveden başka seçenek yoktur. Kör talih. Bir elimde iğreti bir dergi, diğer elimde aşırı kavrulmuş kahve ve apron arasında vakit öldürmeye başladım. Hollywood’dan bir hikaye enteresan geldi, dergiye dalmışım bu yüzden. Öyle dalmışım ki karşımda dikilen adamı sonradan fark ettim. Yine kim bu densiz, kesin İstanbul’a giden eski bir tanıdık ama kim diye başımı kaldırdığımda, onu gördüm. Ağzım gerçekten açık kaldı. Karşımdaki sandalyeyi çekip, ”İnsan giderken bir veda eder” dedi. Bu çocuk, yani bu adam bunu yapacak birisi değildi, etrafa bakındım, sanki birisiyle mi gelmiş diye, saçma bir şeydi, vakit kazandım sadece. “Senin ne işin var burada?“ dedim. “Gideyim o zaman” diyerek şakadan sandalyesinden kalktı, yo gerçekten kalktı, kahve alma sırasına girdi, bir dakika gibi işaret yaptı. Böyle yapardı bazan, bense ağzım belki biraz daha kapalı bekledim, aklım karışık, hala çözememiş vaziyette olan biteni. Kahvesini alıp yine geçti karşıma. “Sorun çözüldü galiba” diye geveledim. Sanki şu anda, hatta sabah çok umurumdaydı aile sorunu. Kahvesinden iki yudum alıp, gözleri masaya kaydı, sonra gözlerimi buldu: “Sana iki kez yalan söyledim, hem de şu iki gün içinde.” Bakışlarımdan bunun açıklamasını beklediğim belliydi. “İlki, aslında yalan sayılmaz, ben de havaalanında seni görmüştüm, hem de pasaport kuyruğunda.“ ”Ne! şaka yapıyorsun” dedim. “E peki, peki sen neden gelmedin yanıma?” Durdu, bu kez gözlerinde yine o hüzünlü bakışla beraber korku vardı sanki. Sarılmak istedim o an ona, çok çok sarılmak. Ama kıpırdayamadım. Gözleriyle kendini bu kadar ele veren başka bir insan daha var mıydı yer yüzünde? Gözlerinde daha fazlasını görmek beni ürkütmeye başlamıştı. “Çünkü kalabalıktı, tam olarak göremiyordum ve işin açıkcası, yanında biri olup olmadığını anlayamamıştım, yani özel birinin” İşte böyle cesaretli idi, benim söyleyemediğimi o bana söylemişti. Ben de merak etmemiş miydim o genç kadını. Ama kadınlara özgü karışık saklama duygusu ile yine de söylemedim bunu. “Korktum, çok korktum. Seni bunca zaman sonra, kocanla, ya da sevgilinle görmekten çok korktum. Benim bir rezilliğe dönen evliliğimin yanında seni biriyle görmeye cesaret edemedim, artı çocuklar ve annem yanımdaydı” “Çok şaşırttın beni” dedim. “Evet, biraz bencillik ama cesaret edemedim, sonuç olarak bizi yok eden de ben değil miydim, her şeye noktayı koyan, hayatı rezil olan, karşına nasıl çıkacaktım ki?” “Peki benim seni gördüğümü anladın mı?” Gülümsedi muzipçe, elbette anlamıştı. “Senin ne yapacağını merak ettim, gelecek miydin, konuşacak mıydın, ama yapmadın. Taksi sırasında biraz arkamızdaydın, o an bile konuşmadın. Demek ki o da konuşmak istemiyor dedim, biraz rahatlamıştı içim” “Ben aradığımda neden geri aradın? Madem rahatlamıştı için, bıraksaydın, aramasaydın.” “İçim içimi yedi, ne yapıyorsun, nerede yaşıyorsun, evli misin, o kadar çok merak ediyordum ki, önce aramayacaktım, sonra…” “Sonra….” “Sonra senin sevginin büyüklüğü aklıma geldi, ne olursa olsun bağışlamayı tercih edişin, bütün her şeyle sevgin için mücadele edişin, senden ayrıldıktan sonraki o koca boşluk, uçurum gibi…seni görmem lazımdı” Aklım karmakarışıktı, 16 sene sonra karşıma geçip, o zaman beni terkettiğindeki koca boşluktan bahsediyordu. O an çok sinirlendim, bu kadar zaman almıştı demek sevgimi özlemesi, bağışlayıcı olmamı anlaması, uçurum gibi boşluk… Bütün bunlar havaalanında beni görünce mi aklına gelmişti? “Gördün işte….” Gözlerim alev saçıyordu eminim. “Şimdi de bağışlayacak mıyım seni bakalım. Demek o zaman bile büyük acı çektin bensizlikten, yine aramadın, yine hiç bir şey yapmadın. Senin cesaretsizliğinden nefret ettim hep; hala öyle. Şimdi ne yapmamı bekliyorsun? Bu kadar zaman geçip, tesadüfen aynı gün New York’a gelmek, benim sana mesaj bırakmam mı gerekiyordu bunu anlaman için?” Uzandı elimi tuttu, elimi çekmeye cesaret edemedim, ya bir daha tutmazsa korkusu ile. Yaşlar gözümü yakıyordu. Saate baktım bir yandan. Daha iki saatten fazla vardı. Bir an evvel zaman geçseydi ve ben defolup gitseydim. Sandalyesini yanıma çekti. Beni kendine doğru çevirip yüzümü ellerinin arasına aldı. Gözleri şimdi sadece sevgi doluydu ya da bana öyle geldi. Saçlarımı düzeltti, gözümden akan bir damla yaşı sildi, uzanıp öptü, usulca yıllar yıllar sonra. Elim ayağım çalışmıyordu sanki. Ellerim ellerinde usul usul konuşmaya başladı. “Sadece dinle, lütfen…” gözlerimi gözlerine diktim, bu kez kırgın ve korkak. “39 yaşındayım, okul bitti, koca bir evlilik, her şeye olan inancım bitti. İyi olan tek şey, işim ve hayret ama hala bana sadık kalan sağlıgım. Onun haricinde koca bir hiç” Bir yandan ellerimi okşuyor, arada öpüyor, bense inanmaz gözlerde şu anı düşünüyorum, John Donne’ı, Carpe Diem’i. O, yıllar sonra karşımda, el eleyiz, 20 santim ötemde. Allah’ım yardım et. Çünkü o inanmadığım şey, o su sızıntısı hani, bütün benliğimi kaplıyor, izin vermemem lazım, ama bir şey yapamıyorum. Ta yıllar öncesindeki o tatlı mutluluğa, güven duygusuna geri dönüyorum. Ellerinde mi buldum bunu, Allah’ım aşk olmasın bu n’olur diye yalvarıyorum. Hala suskunum. Devam ediyor: “Bir kaç gün önce seni havaalanında gördüğümde, bütün benliğimi bir huzur kapladı, seni kaçamak seyrederken yıllar öncesine döndüm. Sevgi, huzur, güven, aşk, iyi olan her şey geri gelmişti. Dua ettim yanıma gelesin diye. Sonra mesajını aldım, inanamadım, hayatımdaki en güzel anlardan biriydi. Demek ki unutmamış dedim. O kadar çok düşündüm ki, seni geri aramamak bir tercihti, bu kez olmaz dedim. Bu kez bu huzuru kaçırmamalıyım. Ne duyacağımı bilmeden seninle buluştum ve o akşam anladım ki bıraktığın koca boşluk hiç dolmamış.” Tam bir şey diyecekken izin vermedi. “Anlaşmıştık değil mi? Kesmek yok. İkinci yalanım da bu günkü yemeği iptal etme nedenim. Asıl nedeni korkuydu, aynı şeyleri yaşama korkusu. Sen yine uzaktaydın, gidiyordun, sonra bütün bunları duymaya hakkın olduğunu ve seni hala çok sevdiğimi bilmen gerektiğini düşündüm, bu yüzden de geldim işte ve karşındayım ve ve kayıp günler için çok çok çok özür dilerim.” Çok fazla konuşmayan insandan, insandan mı? ilk aşkımdan, ondan, yıllardır ara ara nasıl acaba diye düşündügüm insandan 16 yılın özetini duymak beni çok sarsmıştı. Ne yapacağımı bilemedim, kayıp yıllara acımak mı, mutsuz olmasına üzülmek mi, beni hala sevdigine ve bende sevgiyi bulduğunu bunca yıl sonra itiraf etmesine sevinmek mi, kızmak mı, ne düşüneceğimi de bilemiyordum. Tek dediğim, sanki bu konuşulanlar olmamış gibi “Ben geç kalmayım, gitsem iyi olur” oldu. Ayağa kalkıp çantamı aldım. O da şaşkındı, belki biraz rahatlamıştı ama tedirgindi. Anlayamamıştım ki ne demek istiyor. “Biliyorum, ne halde olduğunu anlıyorum ve diyecek bir şeyin yok ama şu an istersen seninle gelebilirim, bir bilet almama bakar yılların boşluğunu doldurmak, ya da düşün istersen, ama beni cevapsız bırakma. Evet ya da hayır bir şey, ama sessiz kalma. Bunu kaldıramam.” Güvenlik sırasına girmeden sarıldık, çok çok uzun, yıllar önce havaalanında sarıldığımız gibi. O zaman bilmiyordum onu tekrar 16 sene sonra göreceğimi. Tekrar “Seni seviyorum, hep sevdim” dedi. “Şimdi gelme istersen, aklım çok karıştı, çok hızlı, her şey çok hızlı ve beklenmedik….” Beklediği hiç bir şeyi söyleyemiyordum. Hayal kırıklığı içinde: ”Tamam anlıyorum, ama lütfen ara….” Dedi. “Arayacağım“ dedim ve güvenlikten geçip uçağın bulunduğu kapıya doğru ilerledim. Arkama baktığımda hala bana bakıyordu. El salladım. Burnumu silerek ilerledim, uçak makyajım akmış mıydı acaba. O anda aslında kararımı vermiştim bile….ha bu arada içime bir huzur doldu, meğer aşk varmış ve ben de yaşamışım bunu, bir kez de olsa yaşamışım. Kimseye yalan borcum da yokmuş….
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Banu Tekcan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |