..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez. -Joe Louis
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Soyut > Banu Tekcan




12 Ocak 2011
Üçlü Hayat  
Zaman, Korku, Sevgi

Banu Tekcan


Zaman, Korku ve Sevgi her an her yerde. Hangisi ile yaşamaya karar vermek ise kişisel bir tercih.


:AIBI:

“Hani yardım edecektin?... Hani hızlı hızlı uçacaktın, rüzgar gibiydin, hadi geç git” diye saldırdım üzerine. Bir an sarsılıp, panikler gibi oldu, sonra yine aynı küstahlığıyla baktı yüzüme.

“Hiçbir yere gitmiyorum,” dedi, “Sen beni bırakmıyorsun ki gideyim, ben de keyfime bakıyorum, bıraksan ne işim olur senin gibi, sinameki, içine kapanık, tutsak ruhlu bir yaratıkla?”

Hakareti de yutuyorum böylece, ağzımı açıp diyecek tek bir sözüm yok. Haklı, anlaşmamız öyle, bırakayım ki gitsin zavallı. ‘Zavallı’… Zaman zavallı mı gerçekten, yalnızlar kadar mı zavallı, yoksa tutsaklar kadar mı?

Acı, taş gibi oturur yüreğinin ortasına… Ağır bir kor gibi, kötü bir koku gibi… Kurtulamazsın silkelesen de; sen çırpındıkça daha ağır batar dişleri sanki, bir sineğin örümcek ağından kurtulamadığı, bir kuşun kanatsız uçamadığı gibi… Çaresizsindir…Ne yapsan nafile. Ağlamaya korkarsın, ağlasan da taş gibi durur orada, tam yüreğinin üzerinde, ciğerlerinde, beyninde. Hükmedemezsin bedenine.

“Zaman her acının ilacıdır” derler. Zaman geçsin diye yalvarırsın; geçse de, dedikleri gibi bu ağır yük azalsa, kum gibi ufalanıp yüreğimi terketse. Ne yazık ki, ona üstün gelmeyi beceremezsin, o senden güçlü çıkar, dilediği gibi hovardalık eder, istediği gibi ağırdan alır, aheste aheste. Sen gözünün içine bakarsın; geçsin, bir an evvel geçsin, olanı, gideni, acıyı, hatıraları alsın götürsün diye…Umurunda değildir. Zaman oturur karşındaki koltuğa, bacak bacak üstüne atıp, gerinir kedi gibi sinsi sinsi, gözlerini diker küstahça. Sen yalvar dur geçsin diye, uykuya dalar miskin miskin.

Ben Zaman’la yaptığım hiçbir anlaşmaya uyamadım, ne küçükken, ne kendimi büyük sandığım yaşlarımda. Onun hiçbir suçu yoktu, hiçbirinde. Milyarlarca insanla, düşünebilen her yaratıkla uyagarca anlaştı ve anlaşmalara uydu. Ben onun yalancısıyım. Ya da uyanlar insanlardı. Kanıtları da yok değil, bir sürü; bak etrafına, çiğnemeden kuralları, salıvermişler zavallıyı, o da uçup gitmiş, ne yara bırakmıs, ne iz, ne anı, ne bir göz yaşı. Yine bak etrafına, zavallıyı salıvermeyenler, her akşam yemeğinde, her dedikodu kahvesinde, her terkedilişte, her gözyaşında, alişverişte, seyahatte bir bavul gibi sürükleyip götürüyorlar onu. Asılı öylece, tutsak kaldıkları andaki gibi, her zaman nöbetçi bir asker gibi, emre hazır, nerede ne yaparsan çıkıveriyor karşına. “Bırakmadın ki gideyim “ diyor.

“Herkes her şeyin ilacı sende diyor, senmişsin tek çare, al götür bu kabusu nereye götürürsen. Yazık bize, yazık sevenlere!”
Yatağa kapanıp deli gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorum, belki kusarım da, gider içimden, böğürmek istiyorum. Durmadan ağlayayım ki, yorgun düşüp uyuyayım, uyanınca yıllar geçmiş olsun. Hep peşimde, taziyeye gelenlerin yanında, mutfakta, dualarda, hep gözü üzerimde. Bütün gün, bütün hafta.
En nihayet evdeki cenaze kalabalığı azalınca geliyor yanıma, ellerimi tutuyor sıkı sıkı, gözlerimin içine bakıyor. Odamda yalnızız, resimler, eşyalar darmadağın.
Elleri ellerimde:
“Seninle de diğerleri gibi anlaşmamız var, benim tutsaklığımı boz, kes şu zincirleri, prangaları, ben de olması gerektiği gibi akıp gideyim. Bak çoğu bıraktı. Seninse gözün üstümde, olmadık yerlerde buluyorsun beni, orada burada, yıllar öncesinde, hastanede, okulda… O her neredeyse orada. Nasıl gideyim?”
“Ne adisin “ diyorum üstüne yürüyüp.
“Duvar gibisin“ diyor Zaman, tavrı hemen değişiyor. “…yo hayır duvarda bile taşın altında can bulur bir şeyler, güneş gördükçe, sevgi gördükçe, bırakırlar herşeyi zamana ki yeşersin, büyüsün, solsun yenileri açsın. Hayat devam etsin sen karışmadan, çok düşünmeden, bırakasın her şey olacağına varsın. Sen, ama sen imkansızsın, benim inan sana yapabileceğim bir şey yok.”
Cevapsız duruyorum karşısında.
“Herkes gibi sen de bu dünyaya anlaşmalarla geldin, uymak zorundasın ki, dengeler bozulmasın. Ama senin takıntılı kafan, ne küçükken aldı bunu, ne şimdi, korkarım hiç alamayacak”
“Allah seni kahretsin” diyorum.
“Sen küfrededur, ben biraz uzanayım bari” diyor, hiç o az önceki nazik, “Bırak gideyim” diye yalvaran zavallı değil.
Çok yorgunum, tartışmayacağım, belli ki anlaşamıyoruz. Belki haklı, belki silkinip dünden yarından, olmuş bitmiş ve olup olmayacağı belli olmayandan bugüne dönsem, yapabilir miyim dediklerini acaba? Belki bildiği bir şeyler var. Zaman haklı. Nedir insanı hep acılarda, kederde, olmayacakta, ümitsizlikte tutan? Ne elini kolunu bağlar, bir şey ama ne? Sakinleşince anlıyorum, zavallı benim beynime tutsak, benden medet umuyor da beni tutan ne onu salıvermekten?…
Odamın kapısı çalınıyor. Ablam:
“Bir şeyler ye, sakinledi ortalık biraz. Nalan Ablalar da burada, laflarız biraz”
“Tamam” diyorum. Baktım kalkmış yataktan geliyor, hazır benimle içeri girmeye..
“Sen nereye?“ diyorum.
“E takıldın seni okuldaki son ziyaretine. Nalan Abla var içerde, onunla şimdi dönersiniz anılara siz, ben de mecburum yanında gelmeye, anl…”
“Bir daha anlaşma dersen” diyorum gözlerimi kısıp, bakmadan arkama onu bıraktığım gibi odada, salona giriyorum. O an gitmiş aklımdan, okula gelişi, yaz planları. Aklımda tek yemek var, açlıktan ölüyorum.
İçerdekilerin sıradan muhabbetlerini dinliyorum. Kuzenler, bir iki apartman komşusu, ablam, ağabeyimin karısı…Bir dalmışlar ki, sanki dün olanlar olmamış, hayat durmamış gibi. Kuzenler tatil planlarında, çocukların okulları vs vır vır vır çene çalıyorlar. Hadi onların canı yanmıyor bizimki gibi, sadece ölümün soğukluğunu daha önce oradan buradan tattıkları için teselli peşindeler; “E bizim de canımız yandı yıllar evvel, sıra sizde” der gibi. Bana ne ki, bana ne senin canının nasıl yandığından. Nalan abla:
“Zaman her şeyi düzene sokar canım” diyor. Bunca sözcük fırtınası içinde kulağıma sadece “zaman” bölümü takılıyor. Korkuyla odamın kapısına çeviriyorum başımı. Aralık kapıdan benimki bana bakıyor. Gözüme dolan yaş nasıl da yakıyor gözümü, boğazım kilitleniyor, tek kelime edecek halim yok, başımı eğip,
“Sağol Nalan Abla,” diyorum, “Haklısın.” Odamın aralık kapısı kapanıyor,
derin bir oh çekiyorum sataşmadı diye. Bu ne korku değil mi? Ben onu salıverecekken o beni tutsak ediyor. Kim kimin patronu belli değil.

Şimdi merak ediyorum kendi kendime. Bundan sonra neler değisecek hayatımızda? Onun kurduğu bütün düzenler, yaşamlar, anılar, hayaller, ilişkiler, kavgalar… Bütün kavgaların akışı değişecek. Bunlardan korkuyorum, o olmadan dengeler nasıl sağlanır diye. Ablama bakıyorum arada… Sakin, derin sular kadar mı sakin, sığ sular kadar mı, hiç belli etmiyor. Zaten kıyamet kopsa sukunetini bozmaz. Her şeyi olgunlukla kabullenmiş hali var, taziyeleri kabul ediyor olgunlukla. Onun yüreği yanmıyor mu, özleyip üzülmüyor mu, göz yaşları yanaklarını yakmıyor mu? Tek ben miyim her şeyi çığlık çığlığa yaşayan? Acıları, aşkları, korkuları, hayalleri her şeyi? Sukunet bana uğramamış mı?

Sukunet bana değil de eve geldi nihayet, bir iki yatılı kalan kuzen ve yengeden başka artık kimse yok. İyi geceler deyip odama çekiliyorum. Benimki yatağın ucuna ilişmiş kestiriyor. Yanına uzanıp ellerimi başımın altına alıp kapıyorum gözlerimi. Ya ablama ve ağabeyime de bir şey olursa…Kalbim daha da sıkışıyor. Pencere aralıkmış farkında değilim, hafif sonbahar serinliğiyle ürperiyorum. Zaman gözünu açıp,
“Geldi seninki” diyor. “O benden de inatçı, onun zaman kavramı da yok”
Başının işaret ettiği tarafa bakıyorum. “Korku” camın pervazında ayaklarını sallayarak kayıtsız, küstah, terbiyesiz oturuyor. Yetmez ona bulacağım sıfatlar, yorgunum aklım yetmiyor daha başka tarif etmeye. Hah, sinsidir, o aralarındaki en sinsi olanıdır. En rahat ettiğin anda, kalbini yeşilliklere, maviliklere açtığın anda, derin güzel bir yaz akşamını içine çektiğin anda, en sevdiğin şarkı seni sarmaladığında, sevdiğine sarıldığında yalpalayarak, ayağını sürükleyerek, gelir oturur yanı başına.
Uzun bir günün ardından almışsın şarabını eline, koymuşsun en sevdiğin filmi, yanında sevdiğin, gelir oturur yanıbaşına başlar konuşmaya: “Şimdi o şarap iyi de, kilo yapar, dikkat et istersen. Bir de aklından çıkarma, her sene bu seneki gibi geçmez, iki sene önce bir öğrenci yüzünden canına okudular, garantisi yok. Yanindaki de bıktı senin vesveselerinden, çıkar gider valla, bak eskisi gibi sarılmıyor da, başka biri de olabilir hayatında.” Kadehi tutan ellerin terler, başın zonklar, yanındakini kaybetmek korkusuyla dolarsın. Ya yine gerçekten kilo alırsam, ya o iki sene önce olan, düzeltmesi aylarımı alan olay gibileri olursa. Ya bu da “Ben yapamayacağım, senin suçun yok, ben hazır değilim galiba” diye basıp giderse…Keyfin uçar gider, şarap sirkeleşir, film seyrettiğin en kötü filme döner, yanındaki Frankestein’a.

Yine yamuk yumuk yürüyüp geldi yanıma, Zaman’ı itti yattığı yerden, zavallı ne olduğunu anlamadan buldu kendini yerde. Yerleşti bir güzel yanıma, döndü uzun uzun baktı suratıma.
“En kötüsü bu sanıyorsun değil mi?” Nereden bulduysa elinde de bir elma, takır tukur yiyor.
“Ne diyorsun Allah aşkına” diyorum. “Yorgunum, senin saçma karabasanlarını düşünüp uykumdan olamam. Zaten hayatımın en kötü günüydü, defol git başımdan” diyorum.
“Valla ben değilim sana zorla musallat olan. Koca kadın oldun, okudun hoca bile oldun da, bir bunu kalın kafana sokamadın, sen bana musallatsın, bıraksan da gitsem” diye çekik ifadesiz gözlerini döndürüp duruyor. Nefret ediyorum bu edalarından. Uzaklaşıp biraz yatağın ucuna doğru kaçıyorum:
“ Hah, bir sen eksiktin” diyorum. Bıktım bunların ikisinden de. Zaman’ı da Korku’yu da ben bırakacakmışım. Anlaşmayı yaparken nasıl bırakacağımı anlatmadılar ki. Beynine sen doğarken yerleştirilmiş, aklın erdiği andan itibaren biri bir yanında, diğeri öbür yanında. Nasıl atılır ki, bilmiyorum. Ben nasıl bırakayım, beynimi mi boşalttırayım, hafızamı mı sildireyim, ne yapayım? Zaman’la ileriye geriye yolculuk ederken de, Korku takılmasa peşime. Tuzak gibi, tuzak. Yere bakmadan koşarken, çukura düşmek, sonra ayağını burkmak gibi. Düşünürsün, ah geriye dönsem de yavaş yavaş yürüsem de yere baksam, yere baksam da doğru düzgün, çukura düşmesem.

“Zor bir gün biliyorum ama, daha dur” diyor. Sanırsın ki çok umurundasın, senin için içi parçalanıyor. Elmayı bitirmiş Allah’tan, takır tukur ses yok artık. Devam ediyor:
“Ablan, ağabeyin yeğenlerin, ne kadar çok sevdiğin var, bu ne ilkti ne de son, hep birileri gelip gidecek hayatında, sevgililerin için de yüreğinde taş, üzülmedin mi?”
Artık sabahtan beri durmuş olan gözyaşlarımın yeniden akmasına engel olamıyorum. Hıçkırık içinde, dizlerimi çekmişim karnıma, gözlerim kan çanağı, saldırıya geçiyorum.
“Sen manyak mısın, bıktım senden, bu sevgilinin gitmesi gibi mi Allah’ın cezası, bu canın kanın pis duygusuz, git başımdan, gerçekten git, çok yorgunum.”
“Canım demiyorum aynı şey, şimdi bunu yaşayınca öncekilere ağladım diye kendini döversin, diyeceğim şu, ya daha da beteri olursa, bak bu bana olmaz diyordun, kaldıramam diyordun daha önce, oldu. Ne üçüncü şahısları, ne onların hayatlarını ne de olacakları kontrol edebilirsin. Kendini hazırla diyorum sadece”
Bu gerçekten sapık, aklı yerınde değil, böyle bir zamanda girmiş beynimin içine, daha kötüsü olabilir diyor.
“Ne yani, daha kötüsü olur diye, yas mı tutmayayım, ya da kendimi, bütün yaslara, üzüntüye sebebiyet verecek şeylere, hislere, sevgilere aşklara, tüm güzelliklere kapatayım mı bir gün elimden giderler diye!”
“Olabilir” diyor bilmiş bilmiş. İstediği cevabı almış gibi memnun, iyice yanaşıyor yanıma. Sırnaşık, arsız, biraz daha kayıyorum öteye. Zaman fırlatıldığı yerden usul usul geceliğimin paçasını çekiyor. Fısıltıyla:
“Yaşamda iyi şeyler de olmaz mı diye sor” diyor ve Korku görür diye korkudan büzüşüp yatağın altına saklanıveriyor. Parmaklarının yere vuran tıkırtısını duyuyorum. İyi bir öğretmenin gururuyla öğrencisinin diyeceklerini bekliyor sabırla. Aldığım tiyo biraz güç vermiş, dönüyorum o çirkin suratına Korku’nun. Yanaklarımdan akan yaşları silip salya sümük:
“Ya peki güzel olan şeyler, onlar da var kötüler kadar, onlar da olur, tekrar eder, aşk olur sevgi olur, başarılar olur, hem zamanla acılar da azalır, yerini sevgiler alır. “
Korku’nun suratı allak bullak, beklemediği bir cevap bu. Tiyonun kimden geldiğini bulmaya çalışıyor. Yatağın altındaki tıkırtılar hafifliyor biraz.
“Evet” diyorum. “Güzel şeyler de tekrar eder”.
“Sen biraz şanssızsın unutma,” diyor. “Hep olmadık şeyler geldi başına, koca okulda başına sürekli ufak tefek kazalar gelen tek hoca sensin, yanlış mı biliyorum?” diyor. Elinde bu sefer bir törpü nereden bulduysa, pis tırnaklarını törpülüyor. Nasıl bilmiş, nasıl küstah.
“Senin efendin benim, bir kapatırım ki suratına kapıyı, bu dediklerini yutar, geldiğin gibi gidersin”
Hemen ifadesi değişiveriyor.
“Hah, bırakır mısın sahi, geldiğim gibi gider miyim, olur mu dersin, daha önce başaramadın da.” Pis rezil.
Ne ağır bir bilseniz, kendi kendinin efendisi olamamak. İyi şeyleri bir türlü kötülerin yerine koyamamak, hep mahkum gibi olmak, her işe elin titreyerek girmek. Biri yardım etse, ah biri yardım etse de kurtulsam. Kendi kendime yol bulamayacak gibiyim. Bıktım artık.
Dalgınlığımdan yararlanıp:
“Ben sana sadece sevme diyorum, hayatında ne kadar çok sevdiğin insan, eşya, yer olursa, acı çekme ihtimalin o kadar yüksek olur. Bırak bağlanma, hepsi birden bir günde yok oluverir, nasıl dayanırsın ağırlığına? Baksana şu üç gündür ne haldesin, daha ağırlarını kaldıramazsın sen” diyor.
Deli bu gerçekten, ne yani şimdi, içimdeki sevgiyi söküp atayım mı, ailemden kalanları sevmeyeyim mi, işimi, evimi, eşyalarımı?
Bir ara mantığımı yitirip ‘Ya haklıysa‘ diyorum. Şu ana kadarki sevdiklerin dursun, geri gönderemezsin artık da, bundan sonra hiç bir sevgiye yer yok. Yeni aşk, yeni yayınlar, yeni ders hayalleri, yeni ev hayali, araba, seyahatler, hepsine bağlanmadan en iyisi mi, hiç sokmamak hayatıma.
Düşüncemi okumuş gibi:
“Bak senden evvelki efendim tek başına yaşayan bir adamdı.Hiçbir şeye bağlanmamış, anne babası küçükken ölmüş, küçük bir evde yaşayan, hiç bir kadına bağlanmamış birisiydi. Yani yaşamda kaybetmekten korkacağı hiçbir şey yoktu. Yaşadı mutlu mutlu, ben sadece anlaşmanın bir parçası olarak, hiçbir şey yapmadan yaşamında yer aldım, ama işi olmadı benimle. Allah’tan daha sonra seninle yaşamaya başladım da, biraz hareket geldi hayatıma, hiç boş kalmıyorum.”
Bu lafları ederken, birilerinden çekinir gibi, bana çaktırmamaya da çalışarak etrafı kolluyor. Sanki biri gelecek de yalanı ortaya çıkacak çocuk gibi.
Bunu hissedip:
“Mutlaka vardır seni takmamasının bir nedeni adamın. Zamanı umursamıyordu demek ki, senin benden sakladığın bir şey var, yastayım, kafam kazan gibi diye bana oyun yapma Korku!” diyorum.
Bu heyecanla yataktan fırlamışım, ellerim göğsümde kilitli. Tam bu esnada, yatağın altında fısıldaşmalar duyuyorum. Zaman birisiyle konuşuyor. Yere diz çöküp yatağın altına bakıyorum. Aaaa, Sevgi orda, Zaman’la Sevgi bir şeyler konuşuryorlar. Sevgi ne tatlıdır, kaç zamandır konuşmadım onunla, bu iki deli peşimi bırakmıyor ki. Bir de Sevgi, ne bileyim çok pısırık, çok ezik, cesaretsiz, bak gelmiş de buraya kadar, göğsünü gere gere Korku’nun karşısına geçemiyor. Benim hatam mı acaba. Ben mi yeterince sevmedim onu, Korku mu baskın çıktı, Zaman mı? Zavallı arada gelir kalır, sonra bu ikisi gelir bir olay olunca, sessizce ortadan yok olur. Arsız değil çünkü, yerini bilir, istendiği yerde bulunur. İlk günler hep sarıp sarmaladı beni. Ne zaman acımızı paylaşmaya gelenlerle öyleydi, şu muydu, ah yapılsaydı, rahmetli böyleydi muhabbeti derinleşti, hiç sesini çıkarmadan baktı camın dışından bana. Acıyla işi yok onun belli ki. Ağabeyim geldiğinde, hıçkırarak ona sarıldığımda, o yasın, üzüntünün içinde öyle güçlü hissettim ki kendimi, iyi ki ağabeyim, ablam var, Sevgi var aramızda diye düşündüğümde, camdan içeri süzüldü, ikimizi birden sarmaladı.

En nihayet, yanıma gelip:
“Şu pisliğe söyle, o adam hayatı o şekliyle, basitliğiyle, elindekilerle sevdi. Hayatında seveni sevileni yoktu ama, hayatı sevdi, balık tutmayı, gülleri, müziği, fakirhane evini, boğazı, denizi sevdi. Olduğu gibi, bir şey beklemeden. Ne gidene acıdı, ne geleceklerden ya da gelmeyeceklerden korktu. Ölürken bile hayata minnettardı, ona iyi davrandiği için”
Sevginin yumuşak tatlı sesiyle dediklerini tekrarlamama gerek kalmadı, korkunun kulağı her yerde, duymuştu bile.
Sevgi’nin elinden tuttum sevgiyle, o zaman kaçmadı.
“Belli ki, o senin hayatında yer bulamadığın adam, herkesten daha fazla mutlu yaşadı, sevdiği şeyler vardı. Bunun ille insan, ille iş, para olması gerekmez. İlle de çocuğunun olması gerekmez.”
“Hah, iyi ki çocuktan bahsettin, bir de evlenip çocuk yapma, hasta masta olur ölür, sen de aklını yitirirsin. Gelmedi mi Özlem’in başına, sanin başına da gelir.”
Bu kadar inatçı mı olur bir yaratık? Bu kadar fütursuz…Ne kadar besleyip palazlandırmışım ben bunu. Sevgi baktım elimi daha sıkı tutmuş., “Olursa da olur ne yapalım, hiç bir şeyi planlayıp gelmiyoruz ki hayata, olan güzel şeyler yeter, sen yeter ki defolup git, şu saçma kuruntularını, fikirlerini al ve git. Bak, hala gözyaşı döküyoruz ardından, ne kadar çok seviyor muşuz değil mi?
Zaman benim güçlü sesimden güç almış olacak. hafifçe yatağın altından çıkıveriyor. Korku görüyor, Zaman’ın üstüne yürüyor birden.
“Bu da mı burda? Bunun hükmü ne ki, yarın dün, yarın dün, baska bir şey bilmez; şuna bile takıldın, bunun gibi zavallının bile efendisiyken kölesi oldun ya, sana diyecek bir şey yok”
“O hiç olmazsa insanların hayatından giderken acıları hafifletiyor, yüreğinin yarasını sarıyor, bir işe yarıyor. En azından şerefli, olduğu gibi anlatıyor bizlerden ne istediğini“ diye yürüyorum Korku’nun üzerine. Sevgi’nin sıcak eli hala elimde.
Dışarıda rüzgar artıyor, cam daha da açılıyor. Perde havalanıyor. Küçüklüğümden beri vazgeçemediğim, çalışma masamın kenarında asılı duran kuklanın mavi boncuktan saçları şıngırdıyor. Kuklaya doğru adım atıyorum. Annemler oyuncak bebeğim çalındığında öyle üzülmüşüm ki, bu kuklayı bana almışlar. Bebek yerine niye bebek değil de kukla diye düşündüm yıllarca. Ablam “Bebek alsalardı, hatırlayıp iyice ağlardın, en azından bununla bizi biraz da eğlendiriyordun” diye yorum yapmıştı. Ben on bir, o yirmi bir yaşındaydı o zaman. Bu mavi boncuk saçlı kukla, çok uzun süre yorganımın altında ben uyuyana kadar bana arkdaşlık etti.

Elimi uzatıp, usulca asılı olduğu yerden alıyorum. İstanbul’a geldiğimden beri dokunmamışım, bak şimdi hatırlattı şu gelen rüzgarla kendini. Sarılıp ona, iliştim yatağımın kenarına. Sevgi görevi devretmenin rahatlığıyla, duvarın kenarına ilişen Zaman’ın yanında bana bakarken, Korku cama doğru seyirtiyor.

“Neler gördü bu göz, neler yedi bu diş, ne altın oldu, ne gümüş” derdi anneannem. Onun için önemli olan sadece “AN” lardı. “Tek anlamı olan şu an kızım. Az önce yediğin yemeği geri getiremezsin, bir saat sonra neye güleceksin bilemezsin. Biri gitmis bitmis, biri daha olmamış. Anı yaşamak gerek. Hava güneşliyse, seveceksin güneşi ki, için biraz daha ısınsın. Yağmur yağsın berekettir, hem güneşi daha çok seversin yağmurdan sonra. Şu anı bil, en büyük sermayen şu anı sevmek, şu anı seversen her şeyi seversin, hayat da seni sever ve hep minnettar olursun bulunduğun ana. Unutma olur mu” derdi. Onun bana anlattığı hikayelerden daha çoğunu ben ona uydururdum. “Bu kız yazar olacak ileride” derdi. Ben bu anılara dalmışken, aşağıdan bir ses geliyor. Üçümüz birden bakıyoruz: Korku yere çakılmış, hareketsiz yatıyor. Sessiz kalıyoruz, aman canlanır gelir falan diye. Artık Zaman’ı da uçurmanın vakti geldi diye düşünüyorum. Sadece Sevgi’yle kalmalıyım. O zaten hep bizimle de, kıymetini bilmiyoruz galiba.

************************

Geçirdiğim günler, elimdeki sabunun köpükleri gibi birer birer sönüyor, geçiyor. Sofraya çağrılıyorum. Salona geçmek üzereyken birisi dışarıdan“hişşt” diye sesleniyor. Cama gidiyorum, Zaman oradan, koca bir öpücük gönderip, göz kırpıyor ve yok oluyor. Yine acele bir işi var belli ki.
Korku epeydir ortalarda yok. Sevgi ise her yerde; mutfakta, salonda, çocukların bilgisayar oyunlarında, yağmurda, güneşte, denizde.

Odamın kapsını usulca kapatıp, salona geçiyorum.









Banu Tekcan, Aralık 2008, New York




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
İlk Aşkım

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Anılar [Şiir]


Banu Tekcan kimdir?

Yaşananları ve hissedilenleri yaşamak en güzel paylaşmakla olur. Bunun en iyi yolu da yazmaktır.

Etkilendiği Yazarlar:
Murathan Mungan, T.S. Eliot


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Banu Tekcan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.