..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Yaşamak için topu toplam altı haftam kalsaydı ne mi yapardım? Tuşlara daha hızlı basmaya bakardım. -Isaac Asimov
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Başkaldırı > Hüsrev Özel




30 Eylül 2002
Savaşçının İntikamı  
Hayat Üniversitesi

Hüsrev Özel


- Etrafına baksana, iyi bak, çevrendeki altın çerçeveli evlerde camlar açık ve karanlıkta bir kenara çekilmiş olan, yarınlardan ümitsiz, hedeflerini, hayatlarının anlamlarını kaybetmiş insanları görmüyor musun?


:CJEFJ:
ALMANYA
17 Ocak 1979. Cebimde uçuş tarihi açık, saati belirsiz, yedek biletle hava alanına gelmiş, ilk kez bindiğim orta büyüklükte bir THY uçağıyla Almanya’ya yüksek tahsil için gidiyordum. Hayli heyecanlıydım. Bu ilk uçak yolculuğum olacaktı. Uçak havalanırken jet motorlarının kesif uğultusu kulak zarlarımı delecek gibi zorluyordu. Tırmanış yeterli irtifaya ulaşınca o ses duyulmaz olmuş, rahatlamıştım. Orta büyüklükte ki yolcu uçağı doluydu. Ne zaman uçacağım belli olmadığı için, Stuttgart hava alanında beni bekleyen olmayacaktı. Adresi kendi çabamla bulmalıydım. Bu arada işime yarar düşüncesiyle, cebimde taşıdığım küçük Almanca-Türkçe sözlüğü çıkarmış, gerek duyabileceğimi düşündüğüm kelimeleri ezberlemeğe başlamıştım. Bu sırada yanımda oturan, otuz yaşlarında ki yolcu bana hitaben;
     -Almanya’ya ilk gidişiniz galiba? Derken, gülümsüyordu.
     - Elimde sözlükten bu belli oluyor, değil mi?
     - Evet, biraz.
     -Peki, ya siz?
     -Ben orada yaşıyorum.
     -Ya? Hangi şehirde?
     -Hanover’de. Siz nereye gidiyorsunuz?
     -Stuttgart yakınlarında bir yermiş. İşte, adres şurada. Derken, elimde, bir kağıda yazılı adresi ona uzatmıştım.
     -Evet, tanırım. Metzingen, Reutlingen’e yakın bir kasabadır. Hava limanından oraya, arabayla yarım saat falan çeker. Eyalet başkenti Stuttgart’a 35 kilometre mesafededir.
Meslekten makine mühendisi olduğunu söyleyen bu genç adamın ismi Mahmut idi. Onunla başlayan diyalogumuz uçak ininceye kadar sürdü. İyi anlaşıyor, sohbet konularımız giderek çoğalıyordu. Hayat anlayışı ve fikirleri bana çok egzotik geliyordu. Böylesine ilk raslıyordum. Esasen kendimi hür düşünür, din-iman adına her duyduğumu Tanrı emri saymaz, akıl, mantık ve kişisel vicdanıma uymayan şeyleri benimsemezdim. Fakat o, çizdiği düşünü düsturuyla bütün limitlerimden öte bir serbestiden dem vuruyor, beni baya şaşırtıyordu. Neden bilmem, ilk anda onun bir misyoner olabileceğini düşünüyordum. Fakat, hangi dinsel kurum veya cemiyet adına konuştuğunu o an anlayamamış, yıllar sonra ama, onun bir Yahova Şahidi veya benzeri bir Hıristiyan mezhebi pastörü olabileceğini düşünecektim…
Mühendis Mahmut, Tanrıdan bizzat vahi alıyorcasına rahat konuşuyordu. Bol kese güvenceleri, kişiye sorumluluk yüklemeyen mutluluk reçeteleri gibiydiler. Ona göre ben, bir insan olarak günahsızdım. Zira Tanrı, insanı tanıyabilmek için önce kendini bakir Meryemin Oğlu Isa olarak doğurtmuş, sonra çarmıha çektirerek, bu pahalı bedelin bütün insanların günahlarına karşılık olmasını sağlamıştı. Nitekim, ölümün kaçınılmaz olduğunu göstermek için de bizzat ölüp, ama sonra, insanlara kendinin Rab olduğunu göstermek için, yeniden dirilmişti(?)…
Şahsen, o zamana kadar, insanın o denli özgür olamayacağı kanısındaydım. Bu fikirler karşısında, hayret etsem de, ona karşı koymaktan, görüşlerini kuşkuyla karşılamaktan geri durmuyordum. Kendi kendime: ” Yoksa hiç farkında olmadan, kimi yersiz tabularla fazla mı korkutulmuşum? Diye diye düşünüyordum. İşlenmesi suç ve günah sayılarak, cehennem cezası gerektirir, diye anlatılan şeyleri, o yok sayıyordu. Bu gibi sübjektif konular karşısında ki pervasızlığı, beni hayrete sevk ediyordu.
Derken uçağın Almanya hava sahasına girdiği anons edilmişti. Bunu duyunca, adeta, realiteye yeniden dönüp, elimde bulunan adrese en kısa yoldan nasıl ulaşacağımı düşünmeğe başlamıştım. Mahmut buna dair makul bir açıklama yapmakla kalmamış, gerekirse birlikte gidebileceğimiz sözünü de vermişti. Yakınlarda bir yerde olan özel arabasının ufak bir tamirlik işi varmış. Onu onartıncaya kadar beklersem, beni adrese kadar bizzat götürebileceğini söylemişti. Derken hoş bir yolculuktan sonra uçak inişe geçmiş, az sonra kalkan-inen uçaklarla dolu Stuttgart hava limanına inmiştik. Önce bir otobüsle içeri yolcu taşıyan hortuma, oradan pasaport kontrolü yapılan koridora geçmiştik. Biraz sonra valizleri taşıyan bandı beklemeğe başlamıştık. Kiremit renkli meşin bavulum az sonra çıkagelmişti. Onu almış, gümrük görevlilerinin kontrolüne sunmak için kilidini açmış, bekliyordum. Nitekim iki memur yanıma gelmişlerdi. Kapağını açtığım bavulun üstünde şahsi giysilerim vs. vardı. Onların altına elini daldıran memur, çamaşırların arasında eline değen bir sapı çekince, şakırdayarak çıkan şeyi hayretle inceliyordu. Bu bir Nunçaku idi. İşler bir anda karışmış gibiydi. Zira memur, ortasından zincirle birbirine bağlı iki başlı sopayı kendi boğazına götürerek, bununla adam boğulabileceğini işaret etmekteydi. Ben hemen itiraz etmek için atılmış, az buçuk ingilizcemle sporcu olduğumu ve bunun sadece kol idmanı ve savunma için kullanılan bir spor aleti olduğunu savunmağa çalışıyordum. Ama bütün çabam nafileydi. Alman memur bir kez “Nein” demişti. Onu bu tutumundan vaz geçirmenin olanağı yoktu. Sonunda, Zonguldak dağları arasındaki vadilerde yirmi kilometre yol yürüyerek, kesip, getirdiğim şimşir ağacından, özenle yaptığım nunçakuyu orada bırakmak zorunda kalmıştım. Meşin bavulum elimde, terminal binasından dışarı çıkmış, bir taraftan etrafıma göz gezdirirken, diğer yandan dostum Mahmut’un gümrükten çıkmasını bekliyordum. Bu sırada seslenen bir adam:
-Götürelim abi, nereye gidiyorsun? Demez mi?
Her ne kadar Mahmut bu olasılıktan bahsetmiş olsa da, duyduğum bu Türkçe sözlere yine de şaşırmıştım. Böylece dil sorunu şimdilik ortadan kalkmışa benziyordu. Bu kolaylığın bana tesadüf etmesinden memnun, adama yaklaşarak;
-Metzingen’e kaça gidersin?
- Altmış markını alırım abi, buyur hemen gidelim.
     Ondan en azından sekiz-on yaş genç olmama rağmen, bana abi demesine aldırmıyordum. Yanıma yaklaşmış, bavulumu alıp, hemen bagaja koymak istiyordu. Lakin ben pazarlık etmek için;
-Yok yok, çok fazla istiyorsun birader. Baksana, ben ta Türkiyeden buraya 120 Marka geldim. Sen şuradan eve otuzbeş kilometre var-yok, bunun iç yarı fiyat istiyorsun, olur mu bu?
Orta boylu, post bıyıklı esmer adam yumuşayarak;
-Hadi elli olsun?
-Yok, çok fazla!
-Peki kırka ne dersin?
-Otuzdan fazla veremem. Olmazsa şuradan otobüsle bahnhofa, oradan trene atladım mı doğru eve. Hepsi bana on marka bile patlamaz.
-Tamam tamam, haydi atla da gidelim.
- İyi, az bekle, arkadaşımla vedalaşayım.
Az sonra Mahmut dışarı çıkmış ve onunla tekrar görüşmek dileği ile vedalaşmış, ama bir daha hiç görüşememiştik. Nitekim büyükçe bir kasaba olan Metzingen’e doğru yola çıkmıştık. Asfaltın kenarları karla kaplı şehirden çıkarken, etrafa bir müddet göz gezdirmiş, sonra, soföre dönerek:
-Almanya, Almanya diyip dururlar, ben de çok farklı bir yer sanmıştım. Meğer bizim şehirlerden farkı yokmuş. Diyince şoför hayretle:
- Bu ilk gelişin miydi yoksa?
- Evet, neden şaştın?
- Ne bileyim gardaşım, sanki buraları avucuyun içi gibi bilirmişin gibiydin…bilirsin gibi yaptın da.
- Hah, hah haaaa! Eh, olacak o kadar. Ben yeni isem, koca uçakta herkes aynı değildi ya. Buralar hakkında biraz malumat edindik elbet…
- Vallahi helal olsun sana be hemşerim!…
Durmadan yağan karla cadde ve sokakları beyaza kesmiş olan Metzingen'e nihayet varmıştık.Adresi iki kişiden sormuş ve nitekim, şehir kıyısında, geniş bir alana kurulu, beş katlı bir apartmanın önünde durmuştuk. Burası modern bir işçi Hayım'ı idi. Babam ve diğer iş arkadaşları ikinci katta kalıyorlardı. Tesadüfen camdan dışarı bakan akrabadan Yılmaz, binanın önünde duran arabadan inerken beni görüp, hemen aşağı inmişlerdi. Yılmaz, babamın teyzesinin torunuydu ve ona dayı diyordu. Ben onu çok önceden beri tanıyor ve birlikte gittiğimiz bir geziden dolayı hiç unutmuyordum. Oysa henüz O zaman üç yaşında var, yoktum. Köye gelmiş ve beni elimden tutarak, ta değirmenin yanına götürmüştü. Bu aklım keserek, köy dışana yaptığım ilk gezintiydi. İlkbahar manzarası karşısında büyülenmiş gibiydim. Bu hatıra yıllardan beri silinmemişti hafızamdan. Değirmenin hemen Önünden kar sularının coşturduğu derenin aktığı su değirmeni, yeşilin her tonunda ağaç kümelerinin arasında çok şirindi. Hemen önünde bir ark ve bunun üstünden bir küçük tahta köprü karşıya geçiriyordu. Toprak damlı değirmenin arkasında yükselen kocaman su oluğu çok dikkat çekiciydi. İki kanatlı büyük değirmen kapısının önünden geçmiş, kenarlarını böğürtlen ve otların sarmış olduğu, değirmenin içinden ve alttan gelen su ile dolu arkın üstünden karşıya geçerken hayli heyecanlanmış, suya düşmekten korkarken, Yılmaz ağabey el uzatıp, beni öteye geçirmişti. Biraz da ötelerde, söğüt ve kavak ağaçlarıyla dolu dere kenarlarında dolaşmış, sonra köye dönmüştük…
Hayimda her yer tertemiz, düzen muntazamdı. Babam, komşumuzun oğlu Ahmet ve arkabamız Yılmaz abim birlikte kalıyorlardı. Kaldıkları oda hayli geniş, kaloriferli ve yatmak için çift yataklı, iki katlı ranzalar vardı. Buradaki düzeni bir okul veya askeri pansiyona benzetmiştim. Yataklardan boş olan benim içindi. Onlar sabah erken kalkıp, kahvaltıdan sonra yol inşaatı işlerine giderken, ben birazdan istasyona yürür, oradan trenle okula giderdim. Akşam olunca babamlar işten gelip, banyo ve yemekten sonra biraz sohbetten sonra yatarlardı. Ben geç vakitlere kadar Almanca öğrenmeğe çalışır, kısık sesli televizyon izlerdim.
Bulunduğumuz büyük dairede üç oda daha vardı. Bunlarda hemşehrilerimiz barınırlardı. Onlar beni bir gazetenin Almanya baskısında çıkan bir haberden ötürü gıyaben tanırken, ben onlarla yeni tanışıyordum. Gazeteyi Göppingen şehrinde bir arkadaşından alan amcam, onu buraya getirmiş, sonra bana göndermişlerdi. Oraya geliş sebebim malumdu. Yüksek tahsil. Bana kalırsa Spor Akademisini bitirip, hemen yurda dönmek istiyordum. Lakin o an hiç hesapta olmayan, bin bir türlü engeller bekliyormuş beni. Zira, bu okullar sadece düz Lise mezunlarına açık, oysa ben bir ticaret lisesi mezunu olarak, sadece iktisat-işletme eğitimi veren okullara girebilirdim. Bu dahi çetrefil bir denklik sınavını geçme şartına bağlıydı. Sınav dili Almanca olacağından, öncelikle bu dili yeterli düzeyde öğrenmek şarttı. Bunun için bu ülkeye gelmeden bir ay önce, kaydımın yapıldığı Tübingen şehrinde bulunan, palalı (aylık 560 Mark) bir Dil Enstitüsüne devam ediyordum.
Tübingen, Almanya'nın belli başlı Üniversite şehirlerinden biriydi. Tarihi kent, Tıp ve Hukuk fakülteleriyle ünlüydü. Bu şehirde gençler çoğunlukta, akşamları son derece canlı olur, diskolar, barlar, kumarhaneler dolup, taşardı. Orta çağdan beri ayakta olan eski kalesi, ırmak, köprü ve kiliseleri vardı. Pazar yerinin etrafını çevrelemiş, cephe yüzeyleri renkli alegorik resimler, freskler ve taraçalarında heykeller olan tarihi konak ve kültür evleri yabancıların ilgi odağıydı. Bu evler barok ve rokoko mimari tarzının oradaki örnekleriydi. Meyilli zemin parke taşıyla döşeliydi. Buluşma yerlerinden biri olan kilise merdivenlerinde daima oturanlar bulunurdu. Kimisi oturup, dilimli, kızartılmış patetesten mamul,oturmuş pomes yer, kimi sigara, kimi bira içerek, laflarken, kimi çiftler, etrafa hiç aldırmadan, leb lebe dalmış, aşkın has bahçelerinde gezinirlerdi…

Metzingenden buraya gelmek için yirmi beş km'lik bir tren yolculuğu gerekiyordu. Aylık biletle gidip, geliyordum, çünkü bu daha avantajlıydı. Ders çıkışı Fransız, Macar, Rus, Yunan, Polonyalı, Amerikalı ve İsviçreli okul arkadaşlarımızla birlikte uğradığımız bir yer vardı; Zinzer Caffe. Burası büyük marketlerden birinin teras katında bulunuyordu. Yemek ve içki içmek mümkündü.
Yine Gene bir gün okul sonrası, arkadaşım İsmail ile uğradığımızda, orada yaşayan Türk gençleriyle karşılaşmış, hemen ahbap olmuştuk. İkisi erkek, dördü kız olan gençler, candan ve neşeliydiler. Onlarla konuşarak Almancayı ilerletmek istiyorduk. Ama onlar da bizimle Türkçeyi ilerletmek için konuşmak istiyordu. Tamam, konuşulacaktı, fakat ne ve hangi konularda? Siyaset, hamaset, mantalite ve Darvin’in evrim teorisi revaçtaki sohbet konularıydı. Kimileri spiritüel konuları yeğliyor, ruh çağırma, medyumluk, cin, peri ve nuska meseleleri açılıyordu. En son olarak da herkesin ne yaptığı, meslek ve meşrep bakımından formasyonu ele alınıyordu. Ben evli olduğum için, güzel de olsalar, Türk kızlarıyla aşırı yarenliklere girmiyor, ama dil Okulunda ki yabancı hatunlardan tanımadığım kalmamıştı. Macar, Fransız, Yunanlı, Rus. Evet bir Rus kızı vardı. Burada mülteci sıfatında bulunuyordu Emilia. Komünist bir topluluktan gelmesine karşın (onları çok serbest sanırdım) son derece muhafazakar bir giyim tarzı vardı. Okula erkek kardeşiyle geliyordu.Rusya ve bilhassa da komünist sistemi hakkında malumat edinmek istiyordum. Bu konuda orada büyümüş biri olarak bana ilk elden bilgi verecek en iyi kişi, olduğunu düşünüyordum. Birlikte çıkmak için hayli dil dökmek gerekmişti. Macar asıllı Anuşka, uzunca boylu, kumral açık mavi gözlü ve eti budu yerinde bir hatundu. Eşinden ayrılmış olmasıyla bana en cazip geleniydi…
Her zaman olduğu gibi, yine halim selim arkadaşım İsmail ile Zinzer Cafe'ye uğramıştık. O önden girmiş, ben az sonra geliyordum. Siyah pardesüm omuzlarımda içeri rüzgarla girdiğimde, ilk etapta etrafı tarayıp, İsmailin hangi masada olduğuna bakıyordum. İçerisi kalabalık, henüz tanıdık kimse görünmüyordu. Ama karşı masada toplanmış Roker gurubunun keskin bakışları üzerime dikilmişti. Bunu kayda almayı bırak, bana takılmalarını umuyor, kasten dikkat çekici davranıyordum. Nitekim ilerlemiş ve orta direğin solunda bir masada sırtı dönük oturan İsmail’i görmüştüm. Az sonra gelen garsona ısmarladığımız neskafelerden birer yudum almıştık ki, her nereden çıktıysa, Bursalı Orhan gelmişti yanımıza. Tanışalı birkaç gün olmuştu. Çok nüktedan, fırlama bir tipti. Akla hayale gelmeyen fetbazlıklar yapar, ar perdesi yumurta zarından ince olduğu halde, meramından renk vermezdi. Kadınlara karşı bu denli pişkin başka birine rastlamamıştım. Hiç lisan bilmediği halde, Alman kızlarıyla konuşmağa can atıyordu. Turist statüsünde bulunduğundan, tek amacı bir bir karı bularak nikah yapıp, buraya kapak atmaktı. Tanışmak için yapamıyacağı şaklabanlık yoktu. Ama dil bilmeyince, bütün tanışmaları kısa süreli oluyordu. Nitekim birkaç ay sonra bir Türk kızıyla resmen evlenip, kişilik değiştirecekti. Önceleri solcuymu, ama arkadaşlarının çoğu ülkücüydü. Sivaslı Zeki tanıştırmıştı bizi. Daha selamlaşma faslı bitmeden, yanına sokulan telaşlı biri:
-Şunlara bak ya abi. Bana, ”ya armayı, ya kafayı vereceksin”, diyorlar. Diye yakınıyordu.
Ama Orhan onu tersleyerek;
- Lan oğlum git başımdan ya. Şurada durmuş iki laf edecez, limon sıkıyorsun her şeye. Rokoluk yapma sende öyleyse. Bak başının çaresine koçum, haydi yürrü!.. Diyordu.
Kulağında küpeleri, üstündeki Roker montunun göğsünde arma, rozet ve madalyon koleksiyonu bulunan kumral, çelimsiz genç onun hemşerisiymiş meğer. Orhandan yüz bulamayınca, yanımızdan umutsuzca ayrılı yordu. Meseleyi merak edip, sorduğumda, o mühimsemeyerek:
- Hiç ya, şu arka taraftaki Yugo Rokolarıyla işi varmış. Sırtında ki onların gurubu temsil eden Kartal armasını elinden almak ve istiyorlarmış. Alayı snob, süprüntü bunların. Boş ver, bize ne bunlardan, diyordu.
- Hımm. Kim bu çocuk nereli peki?
-Aslen Bursalıymış, burada doğup, büyüme ve adı Ercan.
- Onu çağırsana hele, bakalım vaziyet neymiş, bir de ondan dinleyelim.
Az sonra Orhan kalkıp, Ercanla geri gelmişti.
- Demek başın dertte, o tiplerin seninle zorları neymiş, bir hatan mı olmuştu?
-Hiç ya abi, bi hatam olmadı. Ama onlar varken başka bir gruba dahil olmayı hata olarak sayıyorlar. Bu durumda ya dayak yemek, ya da teslim olarak, sırtımdaki bu armayı verme seçeneğim varmış. Çıkışta da adamaları var ve beni izliyorlar. Tek başıma onlarla kapışam mümkün değil. Neden sordun ki?
- Hiç, belki yardım ederiz demiştim, ama biz Roko değiliz ne çare ki.
- Abi bunun için Roker olmanız gerekmez. Onlar da bize karşı sivil arkadaşlarını getiriyorlar. Bunların çoğu Yugo. Bana da bilhassa Türk olduğum halde, Almanlarla takıldığım için gıcıklar.
- Sizin gruptan kimse yok mu peki burada. Bir Alman arkadaş daha var, işte orada. Ama bunlara baksana en azından on kişiler. Hiç şansımız yok karşılarında.
- İçerde bu işe karışamayız, kusura bakma. Ama dışarda, uygun bir yerde olsa hadi neyse.
- Yani dışarda olsa yardım eder miydiydiniz bize?
- Olabilir, hatta kendi adıma, evet.
Ben tamam deyince herkes dünden hazırdı. Durum derhal karşı tarafa iletildi. Toplu döğüş teklif ediliyordu kendilerine. Derken, dışarı çıkmak için merdivene yönelindi. Hemen her türlü ticari mal ve metanın arz edildiği büyük marketin içinden geçen merdivende karşılaştığımız Ordulu Ersin, kuyruk acısı olmalıydı ki, Boris adlı o Sırp Roko Reisine iyi bir ders vermemi rica ediyordu. Ona bu konuda söz vermeden " Bunu onun davranışları bilir " demekle yetinmiştim. Dış kapının önüne inilmiş, az sonra Boris ve sekiz kişilik ekibi de gelmişlerdi. Ben Roko Borise hitaben:
-Wo? Wird hier gekampft? "Nerede? Döğüş burada mı olacak?" Diye doğrudan sorunca afallamış:
- Nein, hier ist viel Polizei. "Hayır burada polis çok" diyordu.
- Wo dann? " O halde nerede?"
- Im Park. "Parkta"
- Na, dann kommt! " Haydi, gelin öyleyse"…
Derken karışık bir halde parka doğru yürümeğe başlamaştık. Taraflar yolda ağız yokluyor, Borisin tüy siklet kardeşi Ercanın iri kıyım, lakin biraz hantal yapılı Alman arkadaşıyla teke tek döğüşmek istiyordu. Alman da buna hazır olduğunu söylüyordu. Tren garının karşısında, bir yanından Neckar ırmağı geçen, şehrin göbeğindeki büyük parka girilmişt. Etrafı fundalıkla çevrili, içi çimenlik bir yer dövüş için uygundu. Çevre gezinenlerle doluydu. Döğüşçüler, etrafları sarılmış bir ringdeymişçesine karşı karşıya henüz geçmişlerdi ki, Alman dalar dalmaz Yugoyu altına alıyordu. Bizim taraf “Tamam, bravo, vur artık!” diye bağırıyordu. Lakin Alman tek yumruk bile vurmaktan aciz, gücü rakibi yerde tutmağa ancak yetiyordu. Oysa bu bir güreş değildi. Rakibe yumruk, tekme ne gelirse vurmalıydı. Bu fırsat rakibine geçerse ona acımayacağı belliydi. Çelimsiz yapısıyla Yugo gencin bu döğüşe kalkışması bir cesaretti. Bir de galip gelirse zafer olacaktı. Yugo bunun hırs ve bilinciyle davranıyordu. Almanın onu yerde tutmaktan başka bir halt edeceği yoktu. Nitekim Yugoya ben, Almana Boris müdahele ederek, döğüşün ayakta devamını sağlıyorduk. Bu hal iki kez böyle olmuştu. Üçüncüsünde Yugonun yumruğu rastgeliyordu. Burnundan kan aktığını farkeden Alman, can havliyle rakibe sarılıp, onu tekrar yere yıkmıştı. Çünkü ondan ancak böyle korunabiliyordu. Aksi halde Yugo, kelebek gibi oynayıp, arı gibi sokuyordu. Kavga gene güreşe dönüşüyordu ama bu yasaktı. İlk müdahele eden Boris olmuş, Almanı belinden tutar tutmaz kenara fırlatırken, ben de onun kardeşini yüzünden yakalamış, parmaklarımla sıkarak, hem tavır koymuş, hem de Alman'ı bırakmasını sağlamıştım. Bu sarıda sinirler gerilmiş, iki grup birbirine saldırmak üzereydi ki, birden aklıma yeni bir fikir geliyordu. Ayakkablarımı kenarda çıkarıp, çimenliğin ortasına geçerek okolara hitaben;
- Ich will gegen euch alle kaempfen, seid ihr bereit? “Hepinize karşı yalnız döğüşeceğim, haydin, var mısınız? “
Karşı tarafın bunu hiç beklemedeğini biliyordum. Nitekim apışıp, ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Biri hayret ve endişeyle bana;
- Yoksa silah mı var sende? Diye soruyordu.
- Hayır, yok!
Görmeleri için de belimi açık bırakacak şekilde gömleğimi kaldırıyordum. Sonra da, silahsız olduğu halde, bu kadar rahat davranan birinin muhakkak olması gerektiği şeyi soruyorlardı:

- Yoksa sen Karateka mısın?”
- Hayır, sadece buna güveniyorum.
Öyleyse bu durumda biz de Katalido’yu (Onların karate hocası bir İtalyan) çağırmalıyız
-O her kim ve nerede ise, hemen çağırın, çünkü Treni kaçırmak istemem. Diyordum.
Bu durumda sessiz kalan karşı taraf, yenilgiyi kabul ettiklerini gösteriyordu. Onlar cevapsız dağılırlarken, ben de ayakkablarımı giymiş, kitaplarımı tutan İsmail’i bakıyordum. O esnada Ercan yanıma yaklaşıp, az ilerde duran Borisi göstererek:
- Abi, şu Boro seninle teke tek döğüşmek istediğini söylüyor. Demez mi?
Bunu duyunca gayet agresif bir şekilde derhal yanına varıp;
-Du willst mit mir kämpfen? Also komm Lan! " Benimle dövüşmek istiyorsun öyle mi? Hadi lan, davran öyle ise!“ Der demez ellerim deri montunun yakasını kavrayıp, sağ ayağım anında başı hizasına kalkmış ve tam gözünün üstünde duruvermişti.
Boris panik içinde ve can havliyle:
-Nein, neiiiin! “Hayır, hayııır!”
Diyor, kesinlikle dövüş istemediğini belirtiyordu. Kim dediyse yanlış anlatmış veya onun dayak yemisini sağlamak için kasıtlı demişti. Böylece bu işi kapanıyordu artık. Bu sonuç esasen düşündüğüm gibi bitmişti.Gayem onları dövmek değil korkutmak ve birazda reklam yapmaktı. Yavaş yavaş herkes dağılırken bu durum onurlarını yaralamış olmalıydı ki, son anda rakip gördükleri bizim gruptan bazılarına seslenirken, önce beni kast ederek :
- Sen hariç, çünkü seninle bir sorunumuz yok. Sizleri gelecek hafta sonu rövanş için Mössingen Zoo Bara bekliyoruz!
Diye sesleniyorlardı. Lakin bizim taraf buna kesinlikle onay vermiyordu.
Nitekim Ersin:
- Yo, yooo! O gelmezse biz de yokuz! Diyordu.
Bu olaydan sonra çok geçmemiş, bu havalide tanınır olmuştuk.. Her haftasonu bir yerlerden davetler geliyor, en azından üç dört araba bir araya gelinip, çevre kasabalar veya uzak şehirlere kadar gezmeğe gidiyorduk. Metzingende bir tekstil firmasında çalışan Maçkalı Süleyman ile Tübingende oturan, Zinzer Cafede tanıştığımız Sivaslı Zeki vasıtasıyla tanışmış, ara sıra buluşuyor ve diskolara falan gidiyorduk. Bazen Zekinin minibüse doluşup, çevredeki ormanlarda spor yapıyorduk. Benden kendilerine dövüş öğretmemi istiyorlardı.
Bisikletle idman için sıkça gittiğim, orman içinde güzel bir yer vardı. Oraya gider, tek başıma saatlerce idman yapardım. Bir gün gene oradaydım. Temiz orman havasında, engebeler arasından hızla koşarak kontrol refleksleri çalışıyordum.Bu arada kimi kümelerden atlıyor, kimi ağaçlara çarpmadan kıvrılarak yanından geçiyor, kimisine de uçar tekme atıyordum. O gün yaşadığım bir şeyi kamera olsa da keşke filme çekebilseydim. İnanılır gibi değildi. Çünkü iki elimle kavrayamadığım genişlikte bir ağacı hedef almış, hızla koşup, zıplayarak üzerine doğru uçan tekme yapmıştım. Beklediğim normal oluşum, ağaca çarpınca bir an onu sarsarak, esnetip, sonra geri, mümkünse yine ayak üstü düşmekti. Fakat bu defa böyle olmamış, koca ağacı birbuçuk merde yurakdan biçerek, öte tarafa düşmüştüm. Bu olacak iş değil, ama olmuştu. Ağaç gövdesini incelemeğe başlamışıtım.Ağaç hiç çürüğe benzemiyor veya çürümenin böylesini ben ilk görüyordum. Gövde beyaz ve gayet sağlam görünüyordu. Kırılan yerdeki çıkmalar elle bile zor kırılıyordu. Elbette bacaklarım gayet güçlü ve tekmelerim çok etkiliydi, ama bu kadarı da fazlaydı yani.. Neticede bunun değişik bir çürüme türü olduğunu anlamıştım. Tamamen kurumamış gövde ve dallarında yapraklar olabilen bir çürük ağaca sadece burada rastlamıştım. Hem bu tek ağaca özgü bir şey değildi. Koşarken yaptığım denemelerle daha bir çok ağacın böyle olduğunu görmüş, sadece Çin filmlerinde, gürdükçe gıpta ettiğim zevkler yaşamıştım. Ormanın içinden geçen küçük padikata koşan bazı Almanlar bir an duraklayıp, az ötelerinde kol-bacak kalınlığında dalları eliyle havada kıran birini hayretler içinde izliyor, gözlerine inanamıyorlardı. Bazısı gelip, denemek istedikleri halde buna ya cesaret edemiyor veya vursa da kıramıyor, sızlayan ellerini ovuşturuyorlardı. Onların hallerini görünce şaşırıyor,”Acaba çok güçlendim de ben mi fark etmiyorum?”. Diyordum…
Okul arkadaşlarımızdan İsviçreli Frank adlı onbeşinde, gayet sevecen, saçlarını geriye tarayan, mavi gözlü bir çocuk vardı. Babası çok zenginmiş. Sanırım saat fabrikası vardı. Sporcu tarafımdan ötürü olacak, bana tutkundu. okulda Ursula Andres tipli, bir öğretmenimiz vardı. Müslümanların neden domuz eti yemediklerini soruyordu. Biz her ne kadar, gerekçe için: “Dinen yasak” diyorsak da, öğretmen bundan tatmin olmuyor, dinsel yasağı saçma bir neden olarak telakki edip, aklına estikçe yineliyordu. Birden Frank ayağa kalkarak;
-Domuz etini ben de yemiyorum. Biliyor musunuz neden? Diyince, öğretmen hayret ve merakla;
-Ya? Nedenmiş peki?
-Çünkü domuz iğrenç bir hayvan. Devamlı pislikte yaşamayı sever ve hatta bazan kendi pisliğini dahi yediği olur. Bunu gözümle gördüm ve ondan beri hiç domuz eti yemem.
Hoca bu açıklamaya çdk bozularak:
- Fakat bütün domuzların aynı şeyi yaptığını iddia edemezsin yine de.
- Olabilir, ama bu gene de onların temiz olduğunu göstermez.
Frankın bu açıklaması söze gerek bırakmamış, biz de bu soruya muhatap olmaktan kurtulmuştuk. Pratik Almancayı üç ay içinde öğrenmiş, iki ay sonra diploma alarak Enstitüden mezun olmuştum. Bu belge ile yabancı bir üniversitede sınav muafiyeti kazanmak mümkün olsa da, gerçek Almancayı çok daha sonraları ancak öğrenecektim…




ZAİNİNGEN
Dil enstitüsünden başarı belgesi alarak çıktıktan sonra arkadaşım İsmail ile Konstans’a gitmiş, orada üniversite bünyesindeki hazırlık kursu sınavı için kayıt yaptırmıştık. Sınava bir ay vardı. Kursa girebilirsek, bir buçuk yıl süren öğrenim sonra “Lise denklik” sınavına hazır hale gelecektik.
Bu arada, Türkiye’den annem ve henüz dört yaşında olan kardeşim Şirin de geleceklerdi. Onun için Dettingen nahiyesinde bir ev tutmuş, onlara uçuş bileti gördermiştik. Lakin burası babamın iş yerine biraz uzaktı. Babam bir İnşaat Firmasında çalışıyordu. Zainingen adlı bir köye asfalt yapıyorlardı. Buradaki işin uzun sürmesi söz konusuydu. Babam, firmanın orada kiraladığı bir evi kullanmaktı. Bunu patrona söyleyince hemen kabul etmişti. Daha önce fransız işçilerin barındığı bu ev epeydir zaten boştu. İki ay sonra oraya taşınmıştık. Burası aile için çok iyi, ama benim için merkezi yerlere sapa düşmesi nedeniyle pek uygun değildi. Buradan, demir yolu geçmeyip, kitlesel ulaşım taksi ve posta otobüsleri ile sınırlıydı.
Almanya Alpleri’nin batı platoları üzerinde kurulmuş olan Zainingen, statüde iki bin nüfuslu bir köydü. Ama tarihsel bakımdan Roma devrine uzanan kadim geçmişi vardı. Sosyo-kültürel bakımdan Alplerin bu bölümünde bulunan çok köyden ilerideydi. Hafta sonları kapalı spor salonunda disko akşamları düzenlenir, bütün çevre köy ve kasabalardan gelen gençler tanışır, birlikte eğlenilirdi. Bu gecelere, tek yabancı menşeli kişi olarak katılmam dikkat çeker, takılmak isteyenler çıkınca eğlenceli olurdu. Halkın devam ettiği diğer faaliyetler arasında atıcılık, müzik dernekleri ve spor kulüpleri vardı. Müzik derneği kilise çatısı altında ki gençlik faaliyetleri arasındaydı.
Zainingenin tam orta yerinde türlü süs ağaçlarıyla, tarihi yapılarla çevrili bir park ve içinde haşarı kuğular oynaşan, küçük bir krater gölü vardı. İki katlı, dört odalı, kileri, mutfağı ve banyosu bulanan yeni evimiz buraya elli metre uzakta, ana caddenin hemen kenarındaydı. Krater gölünün benim için dikkate şayan diğer sakinleri turuncu ile kırmızı arası renkli, küçük balıklarıydı. Buraya taşındığımızda mevsim kara kıştı. İlk zamanlar evden pek çıkmaz, çıkınca Urach, Metzingen, Reutlingen ve Tübingen’e giderdim. Çoğunluk evde çalışır, her gün Mary’nin Gasthauzuna uğrardım. Burada genellikle tek oturur, sigara, kahve veya bir bardak bira içip, çıkardım. Zainingenliler bana yaklaşmak istemiyor, bilakis, bu tavırla dışlıyorlardı. Bu gidişle, değil Almancayı geliştirmem, öğrendiklerimi bile unutacak gibiydim. Buradan birileri ile diyaloga geçmem gerekiyordu. Yabancıya alışık olmadıklarından mı nedir, diyaloga yol açar diye, selam dahi vermiyorlardı bana.. Doğrusu, ben de sırnaşık biri değil, bilakis, ilk atağı karşıdan bekleyenlerdendim. Bu gelmeyince kızıyor, hepsine güceniyordum. Bana, “Guten Tag” diyerek, daima selam veren bir genç vardı. Onu “ Tomy”, diye çağrıyorlardı. Bu sıkıcı gidişi mutlaka değiştirmem gerekiyordu. Ama nasıl? Gerçi, her halükarda geçerli olabilecek başka bir yöntem daha biliyordum, ama mevsimin kış olması uygulama fırsatı vermiyordu.
Çaresizlik içinde bocalıyor, bazen bunalıp, pasif, mülayim davranışla bu iş olmuyor, o halde kavga metodunu denemeli, diyordum. Çünkü kanımca, ölçü iyi ayarlanmak kaydıyla, kavga da başarılı olmak, yeni dostluklara zemin olabilirdi. Suçlu duruma düşmeden, bu işi kotarmalıydım. Derken bir gün karar verip, evden çıkmıştım. Başımda, tereği gözlerime inen bir kasket, Marynin gasthausuna girerken, önceleri yaptığım gibi sakince değil, gürültüyle içeri dalmış, ellerim belimde, külhani adımlarla salonda ilerliyordum. Bundan rahatsız bakışları ki, (bunu yapan tek kişi, rus göçmeni bir babanın oğlu, sarışın genç sonra en iyi arkadaşım olacaktı) hiç umursamadan bir masaya oturup, yüksek sesle bira ısmarlamış, ayak ayak üstünde sigaramı tüttürüp, dudağımda alaysı bir tebessüm, yavaş adımlarla tekrar dışarı yönelmiştim. On erkek, beş bayandan oluşan Zainingenlilerin tolerans ölçüsü pes dedirtmişti bana…
Bu durumda iki ay sonra erişecek baharı bekleyecektim. Genellikle hafta sonları köyden çıkar, Reutlingen çevresine giderdim. Arabam henüz yok, belediye otobüsleriyle gider, dönüşte arkadaşlar arabayla getirirlerdi. Bir gün, Metzingen Türk İşçileri Lokalinde Maçkalı Süleyman’laydık. O birkaç seans jokey oynamış, ben seyretmiştim. Sonra birlikte çıkmış, yeşil Mantasıyla Reutlingen’e gidecektik. Arabanın cam sileceğinin altına bir kağıt iliştirilmişti. Bunu okuduktan sonra bana uzatmıştı. Kağıtta; “Cumartesi günü Tübingen’de Fransızlarla büyük dövüş var, mutlaka gelin. Sivaslı Zeki” yazıyordu.
O sıralar, Türk – Fransız ilişkileri, ASALA sabotaj ve suikastlarından ötürü gergindi. Ama bizimkilerin Fransızlarla işi neydi? Bunu sonra öğrenecektik. Tübingen’de,Almanya’yı Ruslara karşı koruyan ve hem de kontrolde tutan İttifak güçlerinden Fransa’nın bir tugayı bulunuyordu. Onlara ait bir silah deneme ve talim sahası da Zainingen yakınlarındaydı. Hafta sonları serbest kalan Fransız askerleri, çevre diskoları doldurur, kalabalık oldukları için kafalarına göre takılırlardı. İşte böyle bir sırada, Karslı Özcan’la takışmışlar. Dediğine göre; bir Fansız manitasına asılmış, niza çıkıp, üstüne kalabalık yürüyünce bıçak çekerek zor kurtulmuş. İzleyen hafta sonu akşam, Kamarat dediğim, Süleyman beni almış ve Tübingen’de buluşmuştuk ötekilerle.

Tarihi Katolik kilisesinin önünde toplanmıştık. Hemen aşağıda bulunan “Disko London”dan taramaya başlayıp, bütün diskoları dolaşacak, nerede Fransız askerine rastlarsak yıkacaktık. İki grup halinde ve toplam on iki kişiydik. Gruptan dört kişi lokale girip, ya hemen orada kavgaya başlıyor veya duruma göre, onları dışarı çıkmaya davet ediyorlardı. Ben daha çok dışarıda karşılıyordum Fransızları.. İçerde eşkal belirlenme rizikosu vardı. Neticede polis işe karışabileceğine göre, zaten aylık oturum alıyordum, aksi bir durumda bu tehlikeye girebilirdi. Hava kapalı, ama sıcaktı. Süleyman benimleydi. Ötekiler diskoya dalmış, az sonra kapılardan Fransızlar boşanıyordu. Yağmurdan kaçarken doluya tutulacaklarını bilemezlerdi. Diskodan çıkanların saç tıraşına bakıp, asker tıraşlıları kısa bir yoklamadan sonra yıkıyorduk. Saldırıya maruz kalanlar önce yeri boyluyor, sonra dört el üzerinde kaçıyorlardı. Bir ara, bittiler galiba diyerek, polis gelmeden diskonun önünden ayrılıp, kilisenin oraya çıkmış, her an arazi olmak üzere hazır, ötekilerin gelmesini bekliyorduk. Almanlar olayın mahiyetini anlamış olacaklardı ki, karışan yoktu. Ama az sonra polis sireni duyulmuş, sonra polisler görülmüştü. Bize doğru gelen yoktu. İkinci katta bulunan diskonun önlerinde sağa sola bakınıyorlardı. Dikkat ettiğimizde, sokak lambalarının loş ışığında dayak yemiş bir Fransız askerinin polise rehberlik ettiğini görüyorduk. Biraz sonra polis oradan ayrılmış, biz de yakına gelmiştik. Derken bizimkiler dışarı çıkmış hep birlikte arabalara koşmuştuk. Hedef bu kez başka diskolardı. Böylece o akşam bütün diskoları dolaşıp, Fransızlara kabuslar yaşatıyorduk. Bazı yerlerde çok kalabalık olan Fransızlara “Dışarıda arkadaşlarınızı İtalyanlar dövüyor”, diyerek, dışarı çıkarıyordu bizim öncüler. O akşamki olayların bilançosu: 25 Fransız askeri hastanelik…
Devresi gün bir otobüs dolusu Fransız askerinin etrafta dolaşarak, bizi aramak istemesi bir gövde gösterisinden ibaretti. Birkaç gün sonra gittiğim Reutlingen’de bir diskoda tanık olduğum hadise midemi bulandırmıştı. Olay bir Fransızla diskonun sahibi Alman arasındaydı. Fransız askerin Alman mekan sahibinin ağır hakaretler içeren tavırları karşısındaki pısırıklığı sabrımı taşırmış, lakin yine de karışmamıştım. Kalabalığın ortasında Fransız’a ağzına geleni söylüyor, ama karşısındaki boyun büküp, puslu gözlerle etrafa bakınıyordu. Sarışın, orta boylu, geniş omuzlu mekan sahibi, göbeğine kadar açık düğmeli, göğsündeki altın madalyonu, parmağındaki kalın yüzükleri, gösterişli saati ve pala bıyıklarıyla tipik bir Alman pezevengiydi. Vaziyete bakıp, karşısındakinin milletini seçmek için yaklaşmıştım. Kullandığı kimi sözler ve kısa saçlarından onun bir Fransız olduğunu anlamıştım. Böyle pısırık olmamış olsa, ona yardım etmek niyetindeydim. O gün ayrılmış, ama mekancının tutumunu kayda almıştım. Başka bir gün oraya dört arkadaşla gelmiştik. Mekancıyı merak ediyordum. Disko gene kalabalıktı. Bütün masalar lebalep doluydu. Yer açılır ümidiyle, kalaba dans pistine geçmiştik. Fakat ansızın müzik kesilmişti. Önce bir arıza oldu sanmış, fakat etrafa göz gezdirince, onun dik bakışlarını görüp, kasti olduğunu anlamıştım. Diskjokeyin yanında durmuş, bize bakıyordu. Dans edenler pisti terk etmeğe başlamışlardı. Orada istenmeyen olduğumuzu anlayıp, çıkmağa meyletmiştik. Arkadaşlar dışarı çıkmış, ben henüz içerde idim. Tam Fransız’ın durduğu noktaya gelmiştim ki, adamın bu kez bana doğru geldiğini görmüştüm. O henüz ağzını açmadan;
-Ne oldu, neden biz piste geçince müzik kesildi? Diye sormuştum.
Öfkemi gizliyor, olağan şekilde konuşarak, yılanı delikten çıkarmak istiyordum. Bütün gözler üzerimizde, var sesiyle konuşuyor ve bana, yanlış yaptığımızı, önce bir masaya oturup içeceklerimizi söyledikten sonra piste geçmek gerektiğini ihtar ediyordu. Henüz noktayı koymadan ve hiç beklemediği şekilde, önce ejder tıslamasıyla;
-Böyle bağırılmasından hiç hoşlanmam! Derken, hemen sağ elim burnunu yakalayıp, sıkarak büküyor ve bırakıyordum.
Alman kabadayısının hali görülmeğe değerdi. Gözlerinden ateş fışkırıyor, ama ağzından kelime çıkamıyordu.
Olayı noktalamak için;
- Tekrar geldiğimizde, sakın böyle bir şey olmasın!
Diye tembihleyip, emin adımlarla dışarı yöneliyordum. O da yavaşça arkamdan geliyordu. Ben ilerde, harekete hazır arabaya bininceye kadar verandada durmuş, kindar bakışları beni izlemişti…
İLK SINAV
Konstanz’da hazırlık kursunun sınav günü gelmiş, İsmail ile buluşup, trenle oraya gitmiştik. Öğleden önce yapılan iki sınava girmiş, öğlen yemeği için Menza’ya geçmiştik. Burası öğrencilere nispeten ucuz yemek veren okul kantini idi. Yemekten sonra lavaboya gitmiştim. Döndüğümde, bir de ne göreyim; bizim Kürtler burada da çıkıyordu karşıma. Ellerinde bir takım dergiler, bağıra çağıra masaları dolaşıyor, propaganda yaparak bunları satıyorlardı. Masaya geldiğimde İsmail’in önünde o dergilerden bir tane olduğunu görmüştüm. Sureti haktan görünmeği yeğleyerek, almış olmalıydı. O sırada beni izliyor olmalıydılar ki, iki kişi yaklaşıp, aynı basma kalıp propaganda sözlerini tekrarlarken; “ Türk faşizmi altında ezilen Kürt halkına özgürlük, Kürdistanın kurtuluşu ve sosyalist cumhuriyet için yardım edin.” Dedikten sonra, beni kast ederek;
-Siz almıyor musunuz?
- Hayır, gerekmez.
Dedikten sonra onlara itirazla, Türkiye’den yeni gelen biri olarak, dediklerine kesinlikle katılmadığımı, bir çok Kürt asıllı tanıdık ve arkadaşlarım olduğunu öne sürüyor, ayrımcılık yapıldığına dair iddiaları ret ediyordum. Bu tavrımın hiç hoşlarına gitmeyip, bilakis, beni kindar nazarlarla süzerek çıktıklarını görmüş, ama hiç kayda almamıştım. Fakat sınav sonucu geldiğinde bunu ilk öğrenen İsmail beni telefonla arayarak, geçtiğini söylemiş, çoğu yanıtları benden baktığı için de; “Ben kazandığıma göre sen yüzde yüz kazanmışsındır” diyordu. Aksi söz konusu olsa, her halde kendisi de kazanmış olamaz, kanısındaydı. Fakat bana gelen sonuç belgesi olumsuz ve sınavda başarılı olamadığım bildiriliyordu. Her şeye rağmen ümidimi kırmayıp, gelecek sınava, altı ay sonrasına hazırlanmağa başlıyordum.
Bu arada bahar erişip, kalkan kar yerini yeşil örtüye terk etmişti. Zainingenliler ile tanışmak için artık yeni planımı uygulayabilirdim. Bunun için evde yaptığım bir takım hareketlerle iyice ısındıktan sonra gölün kıyısına gitmiştim. Bulunduğum yer Rathaus’un önündeki gençlerce görülüyordu. Burada bir gösteri yaparak onların dikkatlerini üzerime çekecektim. Bunun için önüne bitişik vaziyette durduğum akasya ağacını aşağıdan yukarı, soldan sağa ayaklarımla pergelliyor, oturma bankına spagat kuruyordum. Yanılmamıştım. Herkes bana doğru bakarken, kiminin aynı şeyleri denemeye kalkışıp, ama başaramadıklarını görüyordum. Nitekim çok sürmeden, yüzlerinde hayretli tebessümler, bir biri ardından bana doğru yöneliyorlardı. O gün beni ilk defa görüyor gibiydiler. Yanıma her gelen önce bir:
-Guten Tag!
Diyor ve başka sorulara geçiliyordu.
İlk gelen Thomas olmuş, onu diğerleri Robert, Dieter, Thomas, Dicker, Roland vs. izlemişlerdi. Bu yaptıklarımın ne olduğuna ek olarak, kendilerine de öğretir miyim, diye soruyorlardı. Onları olumlu yanıtlıyor ve çok sürmeden hocaları olarak, Alplerin yeşil çayırlarında pratik derslere başlıyorduk.
O gün Gasthausda ki tahrik girişimimden rahatsızlık belirtisi gösteren genç de bunların arasında ve adı Robert olandı. Bu havalideki herkes, yerel lehçe, Schwabisch’çe konuştuğu halde, onlar benimle yüksek Almanca konuşmaya gayret ederek, bu dili daha çabuk kavramama yardımcı olmak istiyorlardı. Bu arada hem beni bir Amerikalıya benzetişlerinden, hem de asıl ismimi söylerken zorluk çektikleri bahanesiyle, bana “David” demek konusunda izin istemişler, kabul etmiştim. Bundan sonra her zaman beraber oluyor, köydeki her türlü sosyo-kültürel etkinliklere onlardan biriymişçesine katılabiliyordum.
Diyaloglarımdan biri de hiç kuşkusuz Tomy’nin güzel teyzesi posta memuresi bayan Bächle ile olandı. Küçük köy Posta hanesinde tek başına çalışıyordu. Mektup atmak için uğramam bir iki saati buluyordu. Benimle yüksek Almanca konuştuğu için, birlikte sohbet etmekten hoşlanıyor çok istifade ediyordum. Yakut gözleri, kalın kıvrımlı dudakları minyon tipiyle hoş bir bayandı. İçeri bir başkası geldiğinde ben hemen telefon kulübesine geçiyor, gidince, dışarı çıkıyordum. Posta bu bayan iki çocuk annesiydi ve bana,“Sen bana yıllar önce rastlamalıydın” diyordu. Haklıydı. Fakat Fransız ailenin cıvıl cıvıl ela gözlü tombul yüzlü kızı Müriel aynı düşüncede değildi. David son derece ilgisini çekmiş, yaşına başına bakmadan onunla aşıktaşlığa kalkışıyordu. Lakin onbeş yaşı henüz küçük sayılırdı. O nedenle, çok geçmeden on yedinci yaş gününde gençleri yutkunduran Hengenli Elke ile tanışıyorduk. Tay gibi kıvrak bedeni, açık mavi gözleri, uzun altın sarısı saçlarıyla tipik bir Alman güzeliydi Elke. Bu sırada Türkiye’de artan çatışmalar esnasında arkadan vurulup, ölümden dönen kardeşim İhsan da yanımıza gelmişti. İşçi ailesi olma yaşını geçtiği için, ilticacı statüsü için müracaat etmiştik. O gelmeden Metzingen araba pazarından bir ikinci el 1802 BMW satın almıştık. Bununla yazın tatile gitmeyi kuruyorduk. Ama henüz ehliyetim yoktu. Kursa başlayalı 15 gün olmuş, arabayı çok kez ehliyetsiz kullanıyordum. Benim gibi, arabası olan, ama henüz sürücü kursuna kayıtlı gençlerle, bilhassa akşamları geziye çıkar, otobanda yarış ederdik. İlk heves, hani müthiş araba kullanıyorduk ya. İşte böyle bir akşam Hengen’e hafta sonu diskosuna uğramıştım. Bundan bir kaç gün önce otostopta aldığım Hanelore adlı minyon tipli kız, başka bir arkadaşıyla otururlarken, henüz içeri girmiş, masaların arasından geçerken, beni tanıyıp, gürültülü disko atmosferinde bana seslenerek masalarına buyur etmişti. Sonra da yaş gününü kutlayan Elke ile tanıştırmıştı. Hane’ bira, Elke wiski-cola içiyordu. Tanışma ve yaş gününün anısına olarak kadeh tokuştururken, devasa disko hoparlörlerden yankılanan yoğun müziğin etkisi sözlerden daha ziyade gözlerle sohbeti dayatıyordu. Derken sıkılıp hep birlikte dans için piste geçmiştik. Ardı ardına konan hit dans plakları gençliğin kanını ateşliyordu. Derken birden slow müzik başlamış, dans edenler birer eş bulmuş, sadece boş ve tek biz kalmıştık. Durur muyduk? En azından çevreye uyum sağlamak adına burun buruna değecek kadar yaklaşmıştık Elke ile. Sonra bunu fırsat bilip, deminki göz sohbetinden kalan açıkları da kapatıyorduk. Saat tam on ikide kızı evine bırakmıştım. Tabii ki devresi akşam gene görüşmek üzere. Yarın ki buluşmamız onüçay sürecak olan bir arkadaşlığın başlangıcı olacaktı…
Sınav için Konstanz’a ikinci defa gitmiş, ne çare ki sonucu değiştirememiştim. Yaşadığım bu iki akametten sonra Bayburtlu bir hemşerim, Makine Mühendisi Orhan ile önce onun diplomasını almak için kuzeydeki Bremen şehrine gitmiş, dönüşte nehirleriyle ünlü Mainz’a, benim kayıt işi için uğramıştık. Orhanla Metzingen de oturduğum sırada tanışmıştım. İşçi hayımlarına vergi iadesi kartı doldurmak ve sair işler için gidiyor, çevrede bir çok tanıdığı vardı. Okuduğu okul ile hiç ilgisi olmayan bir iş yapması, esasen o zamana kadar asıl mesleği ile alakalı bir işi olmadığındandı. Orhanla Münsingen kasabasına bir Türk Kültür Ocağı açmıştık. O başkanlığı ben sekreterliği üstlenmiştik. Tanıştığımız günlerden beri hemen her hafta sonu beni alır ve akşamları birlikte çıkardık. Ondan başka iki küçük kardeşi daha vardı. Osman ve Halil. Urach kasabasında kendi evlerinde oturuyorlardı. Babası altmışlı yıllardan beri burada bira fabrikasında çalışıyordu. Türkiye’den geldiğim ilk günlerde bizim Hayıma uğradığında kardeşlerinin Urach’daki başka vatandaşlarla yaptıkları kavgadan bahsetmişti. Kürt yaşar ve avanesi ile türlü nedenlerden ötürü aralarında sıkça niza çıkıyormuş. Kendisine, Almanya’da yüksek tahsil yapmış girişken bir ülkücü ve çevre sahibi olduğu için çekemediklerini, mümkünse sindirmeğe çalıştıklarını, bu yüzden aralarında sıkça sürtüşmeler çıktığını, ama kardeşleri ve diğer amca oğulları ile onlara karşı üstün geldiklerini anlatıyordu…
Orhan yine bir hafta sonu bize gelmişti. Henüz kapıdan girişte sağ avurdunda bir şişkinlik gözden kaçmıyordu. Dişim ağrıyor, demişti açıklamak için. Fakat az sonra eski Ford’uyla yola koyulduğumuzda bunun gerçek nedenini açıklıyordu. Meğer bu bir kavganın eseriymiş. Münsinge’ne gidiyorduk. Orada önce bir kaç Hayım ve derneğe uğrayıp, vergi iadesi kartları için sipariş veya ödemeleri alıp, sonra kafamıza göre dolaşacaktık. Dediğine göre olay Urach’da Yunanlı Yani’nin lokalinde vuku bulmuşu. Kürt yaşar ve adamları Futbol takımlarının başarısını kutlarken, onlara yakın duran Bandırmalı Murat ve Adapazarılı Kemal hiç yoktan kendisine sataşıp, biri ayırma bahanesi ile tutarken, diğeri ona yumruk atmıştı. Bu duruma fena halde içerliyor, onurunun rencide edilişini ödettirmek için onları kurşunlayacağını söylüyordu. Ben şahsen bir yumruktan ötürü adam öldürmenin aşırılık olacağını düşünüyordum. Eşit koşullarda, yumruğa yumruk, silaha silahla karşı koymak gerektiği kanısındaydım. Bunun aksini yapmayı güçlülük değil, aksine acizlik sayıyordum. Bu durumda çıkacak bir vuruşmadan biri ölüp, genç yaşta kara toprağa, biri yıllar boyu dört duvar arkasına gideceklerdi. Bu mülahazamı ona da açtıktan sonra;
-Takma kafana Orhan Reis, bir çaresi bulunur elbet. Bir yumruk attı diye adam öldürülmez. Değil mi?
-Yo, vallahi temizleyeceğim o pezevenkleri. O kadar adamın içinde bana bunu yapmanın ne demek olduğunu göstereceğim.
-Yani cidden vuracak mısın?
-Kesinlikle. Gururum çiğnendi yav. Birilerine hoş görünmek için bunu yaptılar. Benim onlarla bir alıp veremediğim yoktu.
-Bak Reis, ben olsam öyle yapmaz, başka türlü davranırdım. Ama sen, öfkem ancak böyle tatmin olur diyorsan, o başka. Bu arada unutma ki, bu iş sadece sizlerin arasında olup bitmez, işe polis, kanun karışır ve dahası, aileleriniz arasına kan girer.
-Olsun, nereden ince ise oradan kırılsın.
Orhan kızgın ve her şeyi göze alacak gibiydi. Bu işte kullanmak için silahı da vardı. Fakat daha sonra bu işi halletmenin en iyi yönteminin izah edince kafasına daha iyi yatmış ve ilk fırsatta uygulama kararı almıştık. Olayda adı geçen Mustafa’nın haşarı ve kavgacı biri olduğunu, hatta bıçakla adam yaraladığı biliniyordu. Bu şekilde, hiç ikaz edilmeden devam edecek olursa sonu kötüye varacaktı. Nitekim onu evinden çıkarken karşılamış, ancak önceden beni tanıdığı için ilerde arabada bekleyen Orhan’ın yanına getirmiştim. Sonra onu da alıp, şehir dışında bir ormana gitmiştik. Burada teke tek dövüşeceklerdi. Fakat Ali ister istemez dövüşten çekiniyor, bir hatası olduysa bundan özür diliyordu. Bu özre dileyişe orada fit olmayan Orhan, önerimle olayın geçtiği lokalde olur, diyordu. Bun için onu şehir girişinde indirmiş, biz adı geçen lokale gitmiştik. Biraz sonra o gelmiş ve oradakilerin huzurunda, hatasından ötürü af dileyince bu mesele bitmişti. Aynı şeyi ötekinin yapması kendine bildirilmiş ama o bundan kesinlikle yüz çevirmişti. Anlaşılan, onun anladığı dil farklıydı. Derken bir akşam evinin önündeki araba parkını göz altında tutacağımız bir noktada arabada, o gelinceye kadar beklemiş, gelince ben inerek bu işi gereğince halletmiştim. Ben yağan yağmurla ıslanan asfaltta yavaş adımlarla ilerlerken, o arabasından iniyordu. Yanlış adam olmasın diye, geçerken arabanın plakasına dikkat etmiştim. Evet o olmalıydı. Arkamdan, elinde bond çantası, grand tuvalet kurumla geliyordu. Aramızda bir adım kala, birden önünde durmuş, sonra ansızın geri dönmüştüm. Bundan sora ortalık karışmış, elindeki çanta ve cebindeki gözlük havaya uçmuş, elleri yüzünde bas bas “Polis, imdat!” diye bağırıyordu. Son darbe sırta inen bir dirsek ve kıça inen tekme olup, bu arada asfaltı boylamıştı. Hemen sonra ben hızla az ötede hazır bekleyen arabaya, o ise biraz daha ötede bulunan karakola koşmuştuk. O günden sonra birbirimizi aylar sonra görmüş ve tabii ki hiç tanımamıştık. Tanınan, yerli yersiz kavgaları bırakan Mustafa’nın efendi bir insan oluşuydu. Bu olanlardan ötürü kimi çevreler beni Orhan’ın fedaisi sanmaya başlamıştı. Bu durumu bir akşam gene aynı lokale Adanalı, dil okulundan arkadaşım Turgayla gittiğimizde açıkça görmüştük. İçeri girdiğimizde lokal hayli kalabalıktı. Geniş bir gönye gibi kıvrılıyordu. Uzun taraf içeriye doğru devam ediyordu. İlerdeki kapılı bölümde genelde kumar oynanıyordu. Orhan ve amca oğlu girişte, sağ tarafta yer alan büyük, yuvarlak masada oturuyorlardı. Onlardan başka tanış kimse yoktu. Selam verip oturmuştuk. Lakin yüzleri pek gülmüyordu. Tutumlarında biraz tuhaflık vardı. Ne olduğunu sorduğumda Orhan geçiştirmek isterken, amcasının oğlu Adnan, Kürt yaşarın oğlunun masalarında bardak kırdığını söylüyordu. Konuşması, içtiği biraların tesiriyle esriyen kafasını ifşa ediyordu. Konuştukça kızıp, kendi kendine isim vermeden küfrediyordu. Orhan buna kızarak, biraz önce o yaparken susmuşken, şimdi neden böyle yaptığını soruyordu. Derken bir anda yan taraftan tepkiler gelmeğe, gürültüler yükselmeğe başlıyordu. Bütün masalar dolu ve ortada gezinenler vardı. Orhan bize, hadi çıkalım, derken ayağa kalmıştık ki, ilerden biri, “Haayyt!” diye bir nara atarak,” Kimmiş o lan fedai?” diyor ve oturduğu sandalyeyi havaya kaldırıp hızla yere vurduktan sonra kopan yuvarlak, gürgen bir bacağını eline alıyordu. Bu, ortadan daha uzun boylu, genç ve yapılı bir adamdı. O sırada kast edilen fedainin benden başkası olmadığı belliydi. Elinde sopa bana doğru tehlikeli bir şekilde yaklaşıyordu. Aramızda kimse yoktu. Onunla birlikte ayağa kalkmış olanlar arkada durmuş bakıyorlardı. Gelenin sopayı bana kafadan indireceğini sanıyorlardı. Onun ilk düşündüğü bu olmalıydı. Fakat karşısında hiç tınmadan, soğukkanlı bir şekilde durduğumu görünce ilk hızı birden kesilmiş, saldırması benim sinirlerime bağlıydı. Şayet son ana kadar bu durumu korur, elimi ayağımı oynatmaz, gözümü kırpmazsam vurmaya kalkışamayacağını biliyordum. Hem kalkışsa bile nasılsa vuramayacaktı. Çünkü nasılsa beni vurmak istediği yerde bulamayacak, az beride bir noktada olacaktım. Anında karşılık vereceğim de tabiiydi. Tahminimde yanılmamıştım. Adam önüme kadar gelmiş ve sopayı aşağı indirdikten sonra arkasını dönerek haddini bildirmek istediği fedaiyi başka yerde arıyor gibi yapıyordu. Sonra kapının ağzında küfreden Adnan’ı dışarı çıkaracak birini arıyor ve bunun için:
-Onu dışarı çıkaracak biri var.
Derken, elini kolumdan tutarak beni buluyordu. Ben ise bu hale biraz kızıyor ve onun kolunu kendime has bir şekilde bileğinden kavrayarak, ilk niyetinden caymakta ne kadar isabetli davranmış olduğunu tasdik etmiş oluyordum. Nitekim o anda daha samimi oluyor, ve kadife gibi bir sesle bana hitaben;
-Yav gardaş, lütfen şunu dışarı götür, bunu ancak sen yaparsın, diyordu.
-Tamam, zaten biz de çıkıyorduk.
     Derken, Adnan da artık velvele yapmayı kesip, bizimle dışarı çıkıyordu. Denklik sınavına hazırlanmak için Mainz şehrinde bulunan Studien kolejine kaydolmak istiyordum. İşçi ailesinden adaylara burada bir imtiyaz da vardı. Burada bir buçuk yıl süren hazırlık kursundan sonra asıl sınava girecektim. Fakat nedense bana “Senin Almancan çok iyi, ferdi çalışıp Externer (Dışardan) olarak sınava hazırlanabilirsin. Hiç Almanca bilmeyenler daha çok.” Diyorlardı bir sebep gibi. Oysa kursa alınmayan birinin bu sınavı kazanabilmesi imkansızdı. Bu peşinen yapılan bir haksızlıktı. Fakat ne yapabilirdim ki, elin okuluydu burası nihayet ve kim istenirse o alınırdı. Nasıl etmeli diye seslice düşünürken, bu kursun hocalarınca Halk yüksek okulunda (Volkshochschule) verilen akşam kurslarına ücretli olarak kaydolabileceğim söylenmişti. Gidip adresi bulmuş ve kayıt yaptırarak ayrılmıştık Mainz’dan. Birkaç gün sonra gelmiş ve şehrin yakın varoşlarından Weingarten’de Rusya göçmeni bir ailenin evinde bölümleri farklı üç arkadaş kiracı olarak yerleşmiştik. Biri Torullu boksör Köksal, diğeri ise Bayburtlu, spora ilgisiz bir arkadaştı. Bende araba vardı ya, akşamları kursa birlikte gidiyorduk. Boş zamanlarımızda şehre gider, Türk derneklerine uğrardık. Aradan üç ay geçmiş, nihayet sınavlar başlamıştı. Alemin bir buçuk yılda bile zor yapabileceğini, biz üç ayda başarmalıydık. Bu ne mümkündü. Fark aşırı ve başarmak çok güçtü. Buna rağmen kazanmama ramak kalmıştı. Bilhassa güçlük çektiğim Matematik ve Almanca dersleriydi. Kazanamayacağımı bildiğim halde sınava iştirak sebebim, regüler kursa geç de olsa kabulümü zaruri göstermek içindi. Fakat adamlar beni bu kursa almamayı bir kere kafaya takmış olmalıydı. Ya gene paralı kursa gidecektim, veya bu sınav deneyimi ve artık elimde olan kitaplarla daha sıkı çalışıp, bu sınavı mutlaka geçmeliydim. Ben ikinci seçenekte, kendi kendime hazırlanmaya karar vermiştim.
Fakat daha önce yirmi günlük bir tatil için Türkiye’ye gidecektim. Son anda annem gil de benimle gelmek istemiş, 1 Eylül 1980 günü yola çıkmıştık. Küçük kardeşim Şirin ile annem arka koltukta, babam benim yanımda oturuyordu. Sabah erken Zainingen’den hareket etmiş ve devresi gün saat iki sularında uzun Yugoslavya güzergahının son şehri Niş’e yirmi km kala bir benzin istasyonunda durmuştuk. Burada hem motorun yağını değiştirecek, hem de benzin alacaktık. Önce benzin pompasının önünde durmuştum. Doldurma hizmetine bakan Yugo benim izlediğimi fark etmemiş olacaktı ki, sayacı hemen sıfırlamıştı. Babamı bu nedenle uyarıp, kaç dinar vermesi gerektiğini söylemiştim. Fakat pompacı normal miktardan yüz dinar fazla para istiyor, babam itiraz edince, ona yumruk gösteriyordu. Bunu görünce hemen arabadan dışarı fırlayıp, Yugo’ya Almanca:
-Yaşlı adama değil, erkeksen bana yumruk at "Du arschloch!"
Diyerek üstüne yürüyordum. Bu arada olaya müdahale eden başka birine durumu izah edince bana hak veriyordu. Ama o sinirle yağ değiştirmeyi unutup yola devam ediyorduk. Lakin otobanda biraz ilerledikten sonra motor yatak sarıyordu. Arkadan gelen bir taksi şoförü bizi Nişte bir tamirhaneye kadar çekiyor ve bu olay bize hem üç bin mark, hem de bir güne mal oluyordu. Bundan sonra memlekete salimen gelmiş ve Eylülün on ikisinde askeri ihtilali yaşamış, yirmisinde ortanca kardeşim Kurtuluşu da birlikte alarak, geri dönmüştük.
Nitekim beş ay süren ciddi bir hazırlıktan sonra sınav için tekrar gelmiştim. Derken ilk sınav, Almanca’ya girmiş ve on üç üzerinden 13 almıştım. Ama bunun sebebi çok iyi gramer ve çok geniş kelime hazinem olmasından ziyade, yakamda ki savaş sporlarına dair rozetin, sınavı yapan bay öğretmenlerin dikkatlerini çekip, bununla ilgili konuşmamı istemeleri idi. Sadece konuşmamış, aynı zamanda fiilen göstermiştim de. İkinci ve üçüncü derkler Matematik ve Sosyal bilgiler olup, bunlardan sekiz almıştım. Geriye Ticaret dersleri kalıyordu. Sosyal bilgileri geçen sınavda bile geçmiş, Ticaretten bir not eksik 4 almış, 5 alsam onu da geçecektim. Şimdi, altı ay süren çalışmam karşısında en mühim soruları baştan sona ezbere bildiğim için bu artık hiç sorun olmayacaktı. Bu sınavın bütün hayatımda oynadığı önemli rolü nedeniyle, bundan sonrasını daha detaylı olarak anlatmak istiyorum. Sınavın yapılacağı gün kalkıp, okulun parkına vardığımda öğlen mesaisi başlamak üzereydi. Binaya giriş çıkışlar giderek yoğunlaşıyordu. Arabayı park edip, giriş kapısına doğru yürürken, üç taraftan yükselen merdiven sonunda durmuş, geleni geçeni izleyen bir adam çekmişti dikkatimi. Uzun ince boyu, pörsük cildi, kumral saçı ve çalık yüzü ile bu adam, az sonra gireceğim sınavın, kurstan tanıdığım hocasından başkası değildi. O da beni hemen tanımış ve hatta ismimle hitaben:
- O, oo Herr Özgür, Sie sehen Heute gut aus. Hoffentlich İhr Kopf auch so? ( Bakıyorum da bu gün yakışıklı görünüyorsunuz. Umarım kafanız da öyledir?) Diyordu.
Halen sırıtan adamın bu kinayeli, imalı sözleri beni şaşırtıyordu. Bir an duraksamış, sonra ona cevaben:
- Herr Lehrer, wenn Sie damit die Prüfung meinen, Sie können sicher sein, dass ich diesmal die bestehen werde! (Öğretmen Bey, bu sözlerinizle sınavı kast ediyorsanız, bu defa kazanacağıma emin ola bilirsiniz.)
- So, wir werden das sehen! Öyle mi, göreceğiz bakalım.
- !
Adamın tavrı beni sarmıyor, bu tutumuna bir anlam veremiyordum. Sanki bana bir husumeti vardı. Oysa, onun ders verdiği paralı kursa katılmamaktan başka, ona karşı en ufak bir hatam olmadığına emindim. Bu durumda onu ciddi bir şekilde uyarmalıydım. Ancak bunun ters tepki doğurup, işi daha da zora sokacağı düşüncesiyle yapmıyor, içimden “İnşallah yanlış yapmaz” diye geçiriyordum. Sonra başımı öne eğip, ana kapıdan içeri giriyordum. Ancak yıllar sonra, Alman dili ve milletini daha iyi tanıdıktan sonra buna pişman olacaktım. Çünkü “Ona, ayağını denk al ve sakın ola aklından bir yanlışlık geçmeye” demiş olsam, bunun, gururuna dokunacağını sanırken, olası en kötü sonuçtan yola çıkıyordum. Meğer onların gurur anlayışları çok daha farklı ve hatta dejenereymiş. Zira gerçek gurur sahibi bir adam, benzeri bir yaralanmayı göze almadan bir başkasının onurunu incitmeğe kalkışamazdı. Biraz sonra ben koridorda beklerken, aynı adam, elinde küçük bir tabakla yaklaşıyordu. Tabağın içinde ters dönmüş kağıtlardan birini alıp, hazırlık sınıfına geçebileceğimi söylüyordu. Bu kağıtlarda sınav soruları bulunuyordu. Gelişi güzel çektiğim kağıtlardan birini almış, hazırlık sınıfına girmiştim. Burada bir bayan öğretmen ve sıralarda hazırlık için çalışan öğrenciler vardı. Boş bir masaya oturduktan sonra soru kağıdına bakmıştım. Üç soru var ve bunların ikisi tam biliyordum. Üçüncü soruyu tam anlayamamıştım. Geld wertschöpfung’un anlamı üzerinde kararsızdım. Para değerinin düşmesi mi, yoksa yükselmesi mi, arasında karar veremiyordum. Ama zaten bütün soruları tam bilmek zorunda değildim. Bildiklerinden alacağım puan kazanmama ziyadesiyle yetecekti. Fakat adamın tutumundan kuşkulandığım için, bunları kağıda yazmamın daha iyi olacağını düşünüyordum. Kağıt ihtiyacı öğretmen tarafından karşılanıyordu. Aldığım iki dosya kağıdına yarım saat içinde bunları yazmış ve sıram gelince sınav salonuna geçmiştim. Burada ondan başka iki öğretmen daha vardı. İkisi bir masada yan yana oturmuş arada bir alçak sesle konuşurlarken, o ön taraftaki tek kişilik masada ve beni izliyordu. İkiye katlanmış kağıtlar elimde olduğu halde kara tahtanın önünde durmuş, önce dış ticarete ilişkin bir tablo çizmem gerekmişti. Sonra bunda işaret ederek soruları yanıtlamış ve işim bitince, yazılı sayfaları öğretmenin masasına bırakıp, sonucu beklemek üzere koridora çıkmıştım. Biraz sonra dışarı gelen hocaya yaklaşarak:
- Was habe ich für noten bekommen Herr Lehrer? “Kaç aldım sayın hoca?” Demiştim

- Ach, was, das ist lächerlich, denn Sie haben alles auswändig gelernt! Aman bu gülünç, çünkü hepsini ezberlemişsiniz! Diyordu.
Adamın söylediğine bir anlam verememiş:
- Herr Lehrer, lassen Sie das, und sagen Sie bitte meine Noten? Bırakın şimdi bunları da, lütfen notumu söyleyin!Demiştim.
Verdiği cevap inanılmazdı;
-İki.
Adamın cevabı bir anda adeta başımı döndürüp, gözlerimi karartmıştı. Dediğinin ne anlama geldiğini kavramakta zorlanıyordum. Kendi kitaplarında geçen ticaret kuram ve kaidelerini değiştirmeyip, yerine kendi uydurduklarımı koymam mı gerekiyordu, anlamıyordum. Böyle saçmalık olamazdı. Bu kez hiç beklemediği bir tepkiyle iki yakasını kavradığım gibi yukarı kaldırıp, sarsarak hızla arkadaki duvara dayadıktan sonra, ben çıldırmış gibi bir öfkeyle:
-Kaç aldım, kaç aldım? Diyince, o panikleyerek:
-Bırakın yakamı, çıldırdınız mı, sınav yönetmeni olarak yalnız ben miydim? Diyordu.
Daha fazla dikkat çekmemek için onu şimdilik bırakıp, hemen içeri dalmıştım. İçerdekiler şaşkın bakışlarıyla ne olduğunu sorarlarken, ben sınav sonucunu soruyordum. Onlarsa ötekinin bunu söylemiş olacağından bahsederek, hemen dışarı çıkmamı istiyorlardı.
-Bu adam bir yandan hepsini ezberlemiş olduğumdan bahsederken, diğer yandansa sadece iki aldığımı söylüyor. Bu, sınavı kaybettin, demekse, kabul etmeme imkan yok. Çünkü bunun için bana; sorulan soruları bilemediniz, denilmeli! Diyor, sonra da sorulara ilişkin yazdığım iki sayfa dolusu kağıdı göstererek;
- Bunlara hiç bakmadınız galiba, lütfen bir kez okuyun, yanlış şeyler yazılıysa, ancak o zaman bu sonucu kabul ederim.
- Bu yazılı değil, sözlü sınavdır, lütfen dışarı çıkın şimdi.
Bu adamlar sözden anlamıyordu., belki müdür gerçeği görüp, hiç değilse yeni bir sınav hakkı verilir, umuduyla bir de onunla görüşmek istemiştim. Ama bütün çabam nafileydi. Nuh diyor, peygamber demiyorlardı. Ağzımla kuş tutsam önemi yoktu. Muhatap benim gibi biri olunca, ne mantık kuralı, ne hukuk dinliyor, keyfleri nasıl isterse öyle yapıyorlardı. Tanrı bilirdi, oysa ki, bu haksızlığı sineye çekemez, amacıma ulaşmadan geriye dönemezdim. Bana bu şekilde haksızlık etmek, doğrudan hayatımla oynamak olacağı için, adama bunu tekrar sormak istiyordum. Daha önce arabamla götürdüğüm için evini biliyordum. Akşam saatlerinden başlayarak, üç saat oralarda yolunu bekledim lakin evine gelmiyordu. Koca şehirde onu bulmam mümkün değildi. Nihayet, “Şansın varmış adi herif” diyor, Mainz’dan ayrılmak üzere gaza basıyordum. Tali yollardan geçip, nihayet otobana girmiştim. Az sonra takometre 180’e dayanmış, teyp bir Emel Sayın kaseti çalarken, sesi sonuna kadar açmıştım. Sırada çok severek dinlediğim şarkı vardı:
”Rüzgar”
Bir deli rüzgar esti
Beni senden ayırdı
Kollarının yerini
Şimdi ayrılık aldı...



TEHLİKELİ ZAMANLAR
Namert rakipler karşısında sınav değil, sanki savaş kaybetmiş, isyan içindeydi bütün duygularım. Bundan sonrasını düşünemiyor, daldığım düşünce girdaplarından geleceğe götürecek bir yol arıyor ama bulamıyordum. Son hızla girdiğim otobanda ne kadar gittim bilmiyorum, fakat her nasılsa karşıdan gelmeğe başlayan araçlar yanımdan geçerken korna çalıp, selektör yapıyorlar, ama ben bunların ne demek olduğunu bile fark etmiyordum. Nitekim ayağımı gazdan çektiğimde ön cam görüşü engelleyecek kadar kirlenmiş, kaza yapmam an meselesiydi. Meğer bu kesimde otoban tamir edilmekte olup, trafik biraz ilerden, gittiğim güzergaha kaydırılmıştı. Birkaç km sonra yol normal halini alıyordu. Nihayet bir dinlenme yeri görünce durup, biraz moladan sonra kendimi toparlayarak, tekrar yola koyulmuştum. Eve vardığımda gece yarısını çoktan geçmişti. Sabah durumu açıkladığımda babamın yüzündeki ifade tahmin ettiğim gibiydi. Çünkü bu sınavlara girmeye başlayalı zeka ve kabiliyetlerime olan inancı o denli azalmıştı ki, artık basit bir sürücü ehliyet sınavını dahi kazana bileceğimden kuşkusu vardı. Buna rağmen, yazılı ve pratik sınavı yanlışsız geçip, ehliyeti aldığımı öğrendiği an, yüzünde beliren o hayret ifadesi beni ölümcül yaralamıştı. Almanlarda kusur ve kasıt olabileceğine hiç ihtimal vermiyor, bütün noksanlıkları bende arıyordu. Sanki buraya gelmiş ve ansızın zekaca gerilemiştim...
Bir bakıma onu anlıyordum, ama bilmediği çok şeyler vardı. Onun Almanlarla olan başlıca ilişkisi, bir bedel karşılığında sattığı emeğinden ibaretti. İşçi ailelerinin çocuklarına o kursa katılma konusunda tanınan imtiyaza riayet edecek olsalar, resmen öğrenci statüsüne geçeceğim için, o andan itibaren ve bütün öğrenciliğim boyunca “BAFÖG” (Devlet Bursu) alacaktım. Burada kanunsuzluk yaptıkları yetmezmiş gibi, paralı kursa rağmen, kazandığım sınavı dahi inkar ederek, ailem ve sair çevrem karşısında onurumun kırılmasına sebep olmuşlardı. Bu durumda rüzgar ekmiş, fırtına biçeceklerdi. Çünkü sandıkları gibi, her şeye razı olup, çaresizlik içinde geldiğim yere geri dönmeyecektim. Ta ki kendimi onlara ispat edinceye kadar. Madem saygıdan anlamıyorlardı, o halde anladıkları dili konuşacaktım. Biliyordum, bu tavrımı ne ailem ne de başka kimse anlayışla karşılamayacaktı… Ama bu benim şahsi onur savaşımdı. Bu savaşı kazanmak için hazırdım. Bütün beceri ve yetilerimi kullanacak, her şeye rağmen beni sevip, güvenenler için, bir yolunu bulup, mutlaka ispat edecektim yetilerimi…
Oturma izin sürem az kalmış, bitince sınır dışı edilecektim. Oysa, kendimi ispat edebilmemin birincil koşulu, burada kalabilmemdi. Meşru yoldan bu imkanım yoktu. Bir yol vardı; Elke ile resmen evlenmek, ama bunun için Türkiye’de yolumu bekleyen, çocukluk aşkımdan, eşimden ayrılmam gerekecekti. Oysa bunu ona sormam bile imkansızdı. Düşününce, bu ülkede oturma izini gerektirmeyen tek yerin hapishane olduğunu görüyordum. Ama oraya gönüllü girmek de mümkün değildi. Dahası, her şekilde hak edilmeliydi oraya girmek. Aksi halde, girilse bile çıkılamazdı.
Hapishanelere nelerden ötürü girmenin revaçta olduğunu sineme filmlerinden biliyordum. Bana uygun olanı yapacak, bu devleti terörize edecek şekilde davranıp, kumarhanelerden başlayarak, banka dahil, her türlü baskın işini yapacaktım. Bankalar sadece gündüzleri açık olacağı için çatışma rizikosu var ve ilgisiz, bu bakımdan masum insan kanı dökme ihtimalim vardı. Tek korktuğum, masum çocuk ve kadınlara zarar vermekti. Kumarhaneler nispeten uygundu. Çünkü buralara takılan kişilerin dışarı atılacak parası vardı. Kumarbazlar, bu kez para değil, hayatlarını kurtarmayı şans sayabilirlerdi. Bunun için silah, maske ve araba yeterliydi. On beş yaşımdan beri ateşli silah taşımıyordum. Şimdi ama, korkutmak için bir silah gerekiyordu. Bunu nereden temin etmeli, diye bakarken, aklıma İtalyalı Rafael geliyordu. Onu ararken Köksal’a rastlıyordum. Silah lazım dediğimde, ne yapacağımı sormuş, söylemiştim. Beraberim diyordu. Nitekim bu işler ve kumarla yaşayan İtalyanı bulmuştuk, ama silah onda değildi. Bir başka İtalyan’dan ödünç alacaktı. Ama adamı bulamıyordu. Bu arada aklıma Bursalı Yüksel gelmişti. Onda 7.65 kalibrelik bir Mavzer tabanca vardı. Yüksel, tamam, diyor ama kendisi de birlikte olmak kaydıyla. Tekstil fabrikasında çalışıyor, kumar oynuyor ve adrenalin yükselten heyecanlı işlere bayılıyordu. “Tamam, bu akşam bir yeri basıyoruz öyleyse, var mısın?” Dediğimde. Arabayı kullanma işini üstleniyordu. Hem biraz eğlenmek, hem de onu denemek için sözde hedef, Reutlingen’de Yunanlı Kosta’nın kumarhanesine yöneliyorduk. Burada o dahi bakara oynuyordu. O arabada beklerken, ben silahı alıp, bir yanı disko olan kumarhaneye girmiştim. İçerde müdavimler yine bakara yapıyorlardı. Taburede bir neskafe içip, hemen dışarı çıkmış ve ilerde beklemekte olan arabaya koşmuştum. Acele arabaya atlayarak; “ Tamam gazla” demiştim.
Bundan sonra olanlar karşısında gülmekten katılıyordum. Bizim maceraperest, müthiş gangster şoförü Yüksel, bütün yeşil-mavi ışıkları polis sanıp, aşırı heyecandan direksiyona zor hakim oluyordu. Durduk yerde kaza yapmaktan kaç kez kıl payı kurtulmuştuk.. Dur artık, şakaydı bu, diyorsam da işitmiyordu. Sonuçta şehir çıkışında ormanlık bir sapakta durabilmişti. Şaka yaptığıma hiç bozulmayan Yüksel; “Nasıl, iyi araba kullanıyorum, değil mi?” Diye övünerek, tasdik bekliyor, cevaben: “ Vallahi müthişsin be Bursalı” diyordum….
Bundan sonra kah dörtlü kah ikili olarak etrafı dolaşıyor, basacak kumarhane arıyorduk. Bir hafta sonra tek olarak bastığım yerin sahibi bir İtalyan’dı.Yabancı olduğumu anlayınca yalvarıp, para vermeden kurtulmayı bilmişti. Zaten maksat para değil, vukuat yaparak, polisi peşime takmaktı. Başka bir gün yalnız başlayıp, ama Kamarat’la bitirdiğimiz baskın çok komik olmuş, bunu eğlenmek için anlattığım için de yakalanmıştım…
Olay şöyle olmuştu.
Kumar ve türlü eğlencenin döndüğü bu lokale girdiğimde, daha içeri adım atmadan “Polis, polis!” diye bağırtılar gelmeğe başlamıştı. İhbar edildim sanıp, yandaki erkekler tuvaletine geçmiş, elde silah polisi beklemeğe başlamıştım. Yanımda bir Almandan aldığım 357 Süper Magnum Simit-Wesson ve 12 mermi vardı. Gerekirse Polisle çatışmaya girecektim. Fakat dakikalar geçiyor, polis bir türlü gelmiyordu. Bunun, içerdekilerin kendi aralarında ve tesadüfen yaptıkları bir şaka olduğunu anlamıştım. Aksi zaten mümkün değildi. Zira bu niyetimi bilen tek kişi Kamarat ve o bunu yapmış olamazdı. Başıma taktığım fantom maskesini aynada incelemiş, içeri girecektim. Polis bekleyenlere çok hoş bir sürpriz olacaktı. Karşılarına bandit (Haydut) çıkınca ne yapacaklardı, bunu çok merak ediyordum. Nitekim elde 38lik, kapıyı sert bir tekmeyle açtığımda, karşımda kadın, erkek karışık otuz-kırk kişi, hayret dolu gözlerini üstüme dikmişlerdi. Aralarından biri gülümsüyordu.
İlk emir:
-Eller yukarı! Kıpırdayanı yakarım!
Son emir:
- Paraları sökülün ve takibe kalkışmayın, çünkü acımam, vururum!
Az sonra, kasadaki genç bayanın uzattığı metal para kutusu koltuğumun altında, yavaşça dışarı yönelirken, aniden dönüyor ve hepsine hitaben:
-İyi geceler! Diyor, karşılık bekliyordum.
Cevap koro halinde geliyordu:
-İyi geceler!
Açık duran kapı ve bütün gözler arkadan izlemede, ikinci kattan zemine indiren merdivene yürüyor ve başım zeminde kayboluncaya kadar ağır ağır, sonra sabun gibi kayarak kapıya çıkıyordum. Fakat o da nesiydi? Soldan yaklaşan bir arabanın farları gözüme alıyordu. Şimdi bunu ne yapmalı, derken, ne görsem iyi? Yeşil Mantalı Kamarat önümde duruyordu. Oturup plan yapılsa böyle bir dakiklik sağlanamazdı. Hemen atlıyor ve sür diyordum. Benim BMW biraz ilerde fundalar arkasında bekliyordu. Yanına varınca inip, ona binerek peş peşe gazlıyorduk. Yarından itibaren polis bir fantom maskeli gaspçıyı her yerde arıyordu. Kendi teslim olmam en iyisi olmalıydı, ama içeri girdikten sonra pişmanlık duymaktan korkuyordum. Çünkü hayatta en berbat şey adamın yaptığı bir işten pişman olmasıdır, diye bilirdim. Pişman olunacak iş yapmaktan Tanrı korusundu. Mutlaka polis kendi bulup, çok dikkatli ve nazik bir şekilde yakalamayı bilmeliydi. Aksi halde bu işte büyük tehlike vardı, zira bir ikilem içindeydim.
Yine bu günlerde, Stuttgart yakınlarında ve kırmızı spor Kamaro ile Heilbronn istikametinde ilerliyorduk. Bir noktaya geldiğimizde, içerden yeni çıkmış olan direksiyondaki Musa ve arkadaşı İsmail, adeta benizleri solarak:
-İşte Stammheim... Aman yarabbi, Tanrı kimseyi düşürmesin oraya... Kurtuluncaya kadar ne çektik...

Derken, biraz aşağıda, sağda yükselen heybetli yapıyı işaret ediyorlardı. Burası, etrafı yüksek (altı metre) beton duvarlarla çevrili, sekiz katlı kocaman bir kompleksti. İsmail bir ay, Musa elli gün yatmış ve ceza tecili ile yeni çıkmışlardı. Gayri meşru kovaladıklarını düşünmemek mümkün değildi fakat ne yaptıklarını ve bu dikkat çeken Amerikan arabasını nasıl alabildiklerini bilmiyordum. Metzingen işçi cemiyetinde otururken: “Hadi Heilbronn’a gidelim” Demişti Musa.
Onlar Stammheim cezaevi için böyle derken, ben “ Siz ucuz atlatmışsınız. Ya, bir de ben girersem, kim bilir ne zaman çıkarım...” Diyordum. Ama
Bu sözüme pek takılmamışlardı. Çünkü buraya ne zaman ve ne maksatla geldiğimi biliyor, böyle bir durumu ihtimal dahilinde bile görmüyorlardı. Önceleri onlara takılır, polis olacağımı ve ilk iş olarak kendilerini yakalayıp, terfi edeceğimi söylediğimde, bir an ciddi sanıp, kaygılanır, gerçeği duymadan rahatlamazlardı. Heilbronn’a gidiş nedenimizi biraz sonra anlayacaktım. Meğer bizim hırtapozlar resmen Almanların en saygı değer işi, pezevenkliğe başlamışlardı. İçerde yatış nedenleri de bu yüzdenmiş. Şimdi oraya gidiş sebepleri de ayak üstü iş alan sermayeleri imiş. Bunu daha önce söylemedikleri için gafil avlanmış ve onlarla aynı arabaya binmiştim. Fakat bereket versin, tanıyan, gören olmamış, dönüp, gelmiştik. Bu işi neden yaptıklarını sormama lüzum yoktu. Çünkü bu ülkede görüntü önemli ve önde gelen meslekti pezevenklik. O gibilere gerçi iyi gözle bakılmazdı, lakin yüzlerine gülen ve saygı gösterisi yapan çoktu. Parmaklarında pahalı yüzükler, boyunlarında Cartier kolyeler, kollarında pırlantalı Roleks saatlerine bir de tantanalı araba ekler, böyle dolaşırlardı. Bizimkilerde henüz eski model bir Kamaro’dan başkası yok ve benzin parasını zor yetiştiriyorlardı. Ama onlara kalırsa gelecekleri parlaktı. Çünkü sermaye artırımına gidecek ve himayelerine daha çok kız alacaklardı. Bu gibiler pazarda satılmadığı için, bu işe daha önce başlamış ve, başkalarının himayesinden kapmak gerekecekti onları ki, bu da hiç tehlikesiz değildi. O nedenle, yanlarında göz doldurucu, caydırıcı tipler olsun istiyorlardı. Nitekim birlikte çalışmayı ima etmiş, ama ben anlamazlıktan gelmeği yeğlemiştim.
Hala kızgın olduğum bu devletin somut temsilcisi polisti. Son anda ne yapacağım hiç belli olmazdı. Artık yeterdi yaptıklarım. Alacağım muhtemel ceza, bu işleri bilen İtalyan göre 5-7 yıl arası hapisti. Ama yakalanma konusu tam bir sorundu. Böyle kararsızlık içinde beklerken, bir gün İtalyan ve Kamarat çıkagelmişlerdi. Bana birinden bahsediyor, adamın bir Neonazi kabadayısı ve birkaç kumarhanesi olduğunu söylüyorlardı. Fakat bilmedikleri şey, benim bu işleri artık bıraktığımdı. Adamın mekanı Stuttgart yolu üzerinde bir yerdeymiş. Bana göstermek için etrafında bir tur atıp, sonra İtalyan’ı Dettingene bırakmış, akşam Buluşmak üzere Reutlingen’e geçmiştik. Vakit geldiğinde İtalyanı da alıp, sözde baskını birlikte yapacaktık. Son anda vazgeçmenin mümkün olacağını biliyordum, çünkü bunu daha önce de yapmıştık. Rafael, ben ve Contra birkaç kez Stuttgart’a gitmiş, herkes silahlı, kumarhaneleri dolaşmış, ama hep son anda “Eller yukarı” demekten vazgeçmiştik. Kılık kıyafetimiz hak getire, sanki mafya filmi çekiminden aktörler, o gün “Casino de Paris” levhalı bir yere girmiştik. Herkeste yakası kalkık, uzun siyah pardösüler, aynı renk şapkalar. Dışarıda buz gibi bir hava vardı. Şöyle bir bakınıp, ısınarak dışarı çıkacaktık.Ancak içerdeki uzun boylu, muhtemelen Yugo asıllı şef garson herkesi dışarı çıkmağa çağırıyordu. Bize, henüz girişte ayrıca tekrarlamış, tamam, diyerek salonunun öteki ucuna kadar gidip, sonra geri dönmüştük. Garson resmen kaşınıyordu. Çünkü biz çıkarken bile hala “Dışarı, dışarı” diye bağırıyordu. Sonra birden durup, üstüne yürümüş ve boynundaki kravatı yakalayıp, son raddesine kadar sıkıştırırken; Du, ich mag es gar nicht gedrengt zu werden, okay? (Sıkıştırılmaktan hiç hoşlanmam, tamam mı?) Demiştim. Adam bir anda neye uğradığını şaşırıp, fazla ileri gitmiş olduğunu anlamıştı. Nitekim onu bırakıp, yavaşça merdivenlerden aşağı iniyordum. Bu arada benden kurtulan adam hemen telefona yöneliyordu. Nitekim parka bıraktığımız Manta ile oradan ayrılırken, polis sirenleri de o tarafa doğru geliyordu.
Nitekim kararlaştırılan saat gelince İtalyanı telefonda aramış ve ne yazık ki bulamamıştık. Yazık diyorum, çünkü, ben vazgeçiyorum, deyince, onun hiç ısrar etmeyeceğinden emindim. Zira ne de olsa içeri girip çıkmış ve tecrübeliydi bu hususlarda. Kamarat direksiyon başındaydı. Nitekim, “O yok ama biz gene şöyle bir kolaçan edelim” diyordu. Etrafta tur atarak bir noktada durmuştuk. Söz konusu lokalin parkı arabalarla dolu, önünden geçen cadde işlekti. Nihayet ben:
- Kamarat, boş ver, çek gidelim artık. Diyordum.
- Ne o, adamla karşılaşmaktan korkuyor musun yoksa? Korkuyorsan söyle de bilelim. Diye karşılık veriyordu.
Ben ses çıkarmayınca gaza basıyor, ama biraz ötede gene duruyor ve sitemli bir eda ile tekrar başlıyordu;
- Sen nasıl arkadaşsın anlamıyorum. Yalnızken istediğin yeri basıyor ama ben yanında olunca çek gidelim diyorsun?
Baktım kurtuluş yok, kırgın bir ses tonuyla silahı ver, diyordum. Yükselle yaptığımız gibi bir şey olabilirdi. Söz konusu adamı hiç tanımıyor, biraz da merak ediyordum. Ama, sanki içimde bir ses, "gitme" diyordu. Arabadan inmiş ve biraz ilerde ki binaya girerken, dış kapıyı kasten gürültüyle açıp, kapatarak, antrede bekliyordum. Gürültü dolayısıyla birinin merak edip, gelmesini bekliyordum. Dışarıda bir yığın araba olmasına rağmen, sanki içerde kimse yokmuş gibi sessiz ve gelen giden olmuyordu. Sonunda maskeyi takıp, içeri doğru yürüyordum. Lokal kapısı açık, bütün masalar boş, tezgahın ardındaki barda bir adam ve önünde üç kadın duruyordu. Arkaları dönük kadınlar beni birden fark edince irkilip, kenara çekilmişlerdi. Adam pervasız ve hatta kızarak;
-Was ist?, was willst du? (Ne var, ne istiyorsun? ) Diye kabaca çıkışıyordu.
Elinde büyük kalibre silah olan birine karşı yapılacak hareket değildi bu.
İçimden, bu adam kafadan üşütük olmalı diyordum.
Nitekim sert bir tonla:
-Hande hoch? Diyordum. (Eller yukarı)
- Na und? (E, eh?)
-Sost knalle ich dich gleich ab! (Yoksa patlatıyorum seni hemen)
- Ja, schiess doch dann! (Ha, ateş et öyleyse)

“Eceli gelen it Cami duvarına işer” diye işte böylesine denirdi. Esasen yapmak istemediğim bir şeye o anda karar vererek; elimde duran silahı ona yöneltip, horozu çekiyordum. Bu hareketime önce şaşırır gibi olmuş, sonra hakir gören bir suratla, yine:
-Schiess doch! (Ateş et hadi!)
Ona tahakküm ederek dediğimi yaptırmak ve şayet varsa, bu küstahlığından ötürü onurunu kırmak istiyordum. Ama bu adam tam bir kafadan çatlağa benziyordu. Sözde, silahtan, yaralanmaktan falan korkmuyordu. Bir Almanın bu denli cesaret sahibi olacağına inanmıyor, yaptığının bir blöf olduğunu düşünerek, son demine kadar denemek istiyordum. Şayet sonuna kadar dayanmayı başarırsa, her şeye rağmen çekip gidecektim. Çünkü buradan bir kaç yüz metre ötede, daha önce benzer tavırlı bir hurdacıyla karşılaşmıştım. Yanımda Adanalı bir arkadaşım, Hilmi vardı. Hafif kazadan ötürü, arabam için gerekli bazı parçalar almak istiyordum. Etrafı tel örgüyle çevrili hurdacı deposunda bir çok araba vardı. Kapıdan arabayla içeri girmiştik. Hemen yanda kapısı açık tamirhanede birileri olmalıydı ve az sonra gelip ne istediğimizi sorarlar sanıyorduk. Nitekim arabadan inip, hurdaların yanına doğru yürüyorduk. Elimizde her hangi bir alet olmadığı gibi, üstümüzde takım elbise olup, arabalara uzaktan bakıyorduk. Nihayet adamın birinin tamirhaneden çıkmış, hızla bize doğru yürüdüğünü ve henüz yolda iken:
-Sofort raus! Raus von hier, sonst rufe ich die Polizei an!” (Hemen defolun buradan, terk edin, yoksa polis çağıracağım) diye sesleniyor hemen geri dönüyordu.
Biz şaşırıp kalmıştık. Çünkü yaptığı tam bir anormallikti. Hemen arkasından koşup, durumu izah ederek, bizi ne sandığını soracaktım. Nitekim açık atölye kapısından girdiğimde onu ayakta, bir masanın başında ve telefon ahizesi elinde buluyordum.
-Moment mal Freund, was soll das, warum tust du so? Was haben wir denn dir gemacht? Wir möhten bloss mal zu sehen, ob da für mein Wagen etwas zu kaufen gibt, das ist alles.(Bir dakika arkadaş, bu ne iş, biz sana ne yaptık da böyle davranıyorsun, sadece benim araba için yarar bir şeyler varsa satın almak için bakmıştık, hepsi bu kadar) Diyordum.
Benim böyle makulane konuşmam karşısında bir an durmuş, ama sonra yine azarlayarak;
-Warum hast du die Tür nicht zu gemacht? (Kapıyı neden örtmedin? ) Diyordu.
Bunun üzerine hemen koşup, açık duran kapıyı kapatarak yanına geliyordum. Fakat bu kez de;
- Nein, ich will dir nichts verkaufen, raus hier? (Hayır, sana bir şey satmak istemiyorum, dışarı çık) Diyor, razı olacak, sanırken, birden fikir değiştiriyordu. Bunun üzerine sabrımın sonunu sarf ederek::
- Aber warum denn, was habe ich dir bloss getan? wieso beleidigst du mich? (Neden, sana ne yaptım ki beni böyle tahkir ediyorsun?) Diyordum.
-Raus, sage ich dir! (Sana dışarı çık diyorum!)
Böyle derken tekrar ahizeyi eline almış, eğilerek telefon numarasını çevirmeğe başlamıştı. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Sinirden deliye dönmüştüm. Derhal ahize bulunan bileğini yakalamış, havaya kaldırıp, hızla telefonun üstüne patlatmıştım. Sonra sol elimle yakasını kavrayıp, onu geri iterken, sağ yumruğum suratına patlamak üzere geri açılmıştı. Orta boylu, tıknaz, hafif sakallı sarışın, domuz suratlı adamın suratı çok komik bir şekilde çarpılıp, yumruğun suratına inmesini bekliyordu. Ama vurmaktan son anda vazgeçiyordum. Çünkü mekana tecavüz diye şikayet edecek olursa zararlı çıkacağımı düşünüyor ve onu bırakıyordum. Bunu fırsat bilip, birden yana doğru koşmuş ve oradaki bir kapıdan içeri girmişti. Hemen ardından koşup, kapıyı içerden bastırmasına rağmen, iterek açıyordum.
Önümde titreyerek duran adama;
     -Pass auf, jetzt gehe ich, aber wehe dass ich dir auf der Strasse irgendwann und irgendwo begegne, dann zeige ich es dir ganz bestimmt. (Şimdi gidiyorum, ama sana bir gün dışarda bir yerde rastlarsam bunun hesabını mutlaka soracağımı da bil) Diyor ve dışarı çıkmağa davranıyordum. Ama o;
- Nein, gehe nicht, nehme es dir, was du da willst! (Hayır gitme ve, ne lazımsa al) Diye adeta yalvarmağa başlıyordu.
- Nein, nein, ich bin nicht blöd. Dann wirst du mich wegen raub anzeigen nicht wahr? (Hayır, aptal değilim, çünkü sonra beni gasp etti diye şikayet edeceksin, değil mi?) Diyerek çıkmak istiyordum. Fakat o, elimi bırakmıyor:
- Nein, das werde ich nicht tun, ehrlich. (Hayır, bunu yapmayacağım, samimi söylüyorum)
-Nein, ich glaube dir nicht, ich gehe nun, aber wir sehen uns wieder. (Hayır sana inanmam, şimdi gidiyorum, ama tekrar görüşeceğiz)
- Bitte, nimm es dir was du für dein Auto braucsht. (Lütfen, araban için ne lazımsa al) Diyince , bu kez;
-Na gut, gib mir dann ein par Werkzeug, Schraubenzier usw. (Pekala, o halde bana alet ver, Tornavida, pense, anahtar falan)
- Habt ihr nicht mal werkzeug? (Bu aletleriniz de mi yoktu?)
- Nein, was hast du denn gedacaht, dass wir Dieb sind, oder? (Hayır, ama sen bizi hırsız sandın, değil mi?)
- Nein, bitte entschuldige. (Hayır, lütfen bağışla)

Derken geri dönmüş gereken parçaları alıp, yeni fiyatlarının üçte biri oranında para vererek, ilerde gene işim düşerse geleceğimi, tembih ile ayrılmıştım. Aramızda geçenlerden hiç haberi olmayan Hilmi, durumu izah ettiğimde gülmekten kırılmış, onu nasıl böyle pamuk gibi yapabildiğime çok hayret etmişti...

Nitekim tezgahın arkasında duran, geniş omuzlu, uzun boylu, yarım sakallı adama hitaben:
-Pekala, şimdi üçe kadar sayacağım, sonrasını görürüz.
Demiş ve ağır ağır saymağa başlamıştım. Bir, iki, derken üç olmuş ama adam hala inadını sürdürüyordu. Ölmeğe hazır olan biri, bence yaşamayı hak ederdi. Sadece takibe kalkışmaması konusunda ikaz edecektim ki, birden sırtını dönüp, oradaki kapıdan içeri giriyordu. Onu durdurmanın tek yolu, arkadan ateş etmekti, ama bunu yapamazdım. Ben ne yapacağımı düşünürken, kapı tekrar aralanmağa ve aralıktan uzunca bir namlu görülmeğe başlamıştı. Galiba işler hepten karışıyordu. Elinde 45lik bir tamburalı nagantla dönüyordu. Kafasına nişan almış, tetiğe basmak üzereydim ki, namlunun bana karşı değil, yukarı yönelik olduğuna dikkat edip, bu tavrını çatışma niyetinde olamayışına yormuştum. Ama hala tetikteydim. İki adımda, ilk durduğu yerde gelmişti. Ben, bunca toleransımın değerini bilip, daha ileri gitmeyeceğini düşünürken, o, tavana doğrulttuğu silahı ateşliyor, hemen sonra ikinci kurşunu suratıma doğru sıkıyordu. Çıkan sesten, onun hakiki mermi değil, gaz veya kuru sıkı olduğunu anlıyor, tetiğe basmıyordum. Ama adam çıldırmış gibi ikinci fişeği suratıma doğru ateşliyordu. Ben bir adım geri çekilirken, onun ne yapmağa çalıştığını anlamıyordum. Bu kez tezgahı dönerek, üzerime geliyordu. İki kadın benim solumda, biri sağ önümdeydi. O gelirken sağdaki kadın aramızda kalıyordu. Adamın bu cüretine sebep ne derken, hiç ateş etmediğim silahtan kuşkulu olduğunu düşünüp, onu ikna etmek için başının üzerinden tavana çevirdiğim namluyu ilk defa ateşliyordum. Bu, son ikaz için ziyadesiyle yetmeliydi. Adamın intihar niyetinde olacağını hiç düşünmediğim için, benim silahın sesinin onu ikna etmeye yeteceğini sanıyor ve maalesef yanılıyordum. Zira bütün bunlara rağmen, adam hiç umulmayan şeyi yaparak, aramızdaki kadını siperlenip, yaklaşarak sol eliyle yakamı kavrarken, ağır silahla havaya kalkan sağ eli olanca hızıyla başıma iniyordu. Başım acıyla yanmağa başlarken cin tepeme çıkıyor ve aynı şekilde karşılık vermeğe davranıyordum. Fakat bunda geç kaldığı anlayıp, adam ikinci darbeyi indirmek üzere iken namluyu ona yöneltip, tetiğe iki kez basarak, geri çekiliyordum. Karşımda duran adamın iki kurşunla göğsünden isabet aldığını düşündüğümden, bir anda beni bırakıp uzaklaşacağını veya yere yıkılacağını sanıyordum. Fakat o bunu yapmıyor, beni tutarak birlikte geliyordu. Ne bir yerinde kan, ne de yüzünde yara aldığına dair emare görmüyordum. Bu durumda ateşlediğim mermilerden kuşku , ona hiç tesir etmediğini sanarak, tetiğe iki el daha basıyor ve nihayet birlikte dış kapısının önünde duruyorduk. İlk defa o sırada beni aşağı doğru çekişinden ayakta zor durabildiğini ve dolayısıyla vurulmuş olduğunu anlıyordum. Sonra yakamı elinden çekip, onu itiyordum. O yan duvara yaslanarak çökerken, ben kapıdan çıkıyor ve arabanın bulunduğu yere doğru koşuyordum. Altından dere geçen bir yaya köprüsünün ütüne gelince durup, silahı suya atacakken, başım yaralı olup, başka silahım olmadığı için bundan vazgeçiyordum. Zira buna yine ihtiyacım olabilirdi. Kamarat çalışan arabanın içinde, kalktı kalkacak gibi zor bekliyordu. Kapıyı açıp, arabaya bindiğimde, başımdan akan kanı görmüş olacak ki, telaşla soruyordu;
-Başına ne oldu, silah sesleri duydum?
Yanlış anlayacağını hiç düşünmeden;
-Adam tabanca ile vurdu. Deyince, panikliyor ve az kalsın hareket eden arabayı karşı duvara tosluyordu.
- Dikkat et duvara çarpacaksın, kurşunla değil, herif tabancayı kafama indirdi. Diye bağırıyordum.
Bunu duyunca teskin oluyor ve gaza basarak hızla oradan uzaklaşıyorduk. Yolda giderken düşünüyordum. Gerçi o bunu hak etti, ama Kamarata da çok kızıyordum. Çünkü beni dinlemeyip, ısrar etmişti. Böyle yapmasa bu kesinlikle olmayacaktı. Anlaşılan o da bunu düşünüyordu ki: “Hep benim yüzümden oldu” diyordu. Madem bunu kabul ve idrak ediyor, o halde her durumda üzerine düşeni yapacak diye yorumluyor, bu açık teminat karşısında ben de ona “Madem ki bunu biliyorsun, o halde, şayet yakalanırsak, seni kurtarırım, ama sen de gereken her şeyi yaparsın, tamam mı” derken, o bunu başıyla tasdik ediyordu.
Sonra bana dönerek;
-Peki ne oldu içerde, ne yaptın, vurulan falan oldu mu?
-Her halde. Adam kafama vurunca tabii ki ateş etmek zorunda kaldım.
-Kaç el?
-Sanırım beş el, ama ilki havaya.
-Sence ölmüş müdür?
-Ne bileyim ben. Ama olabilir. Şansı varsa ölmez.
-Tuh be lanet olası kör şeytan...
-Neyse, kapatalım bunu. Ne dersin, hadiseyi polis duymuş olabilir mi?
-Bilmem ki.
-Ya ilerde yolu kesip, durdururlarsa ne yaparız, çünkü sadece altı mermim kaldı?
-Sanmam bu yolda durdurma yapılacağını. Ama senin şu kafandaki yara ve kanlar olmasa daha iyi olurdu.
-Bu olmasa, zaten adamı vurmamış olacağımdan, yakalanmaktan da korkmazdık her hal.
-Evet.
Bu sırada Stuttgart-Münih otobanına doğru hızla yol alıyorduk. Yolda, üstümde ki kanlı giysileri çıkarıp, sağa yaklaşarak pencereden yol kenarına fırlatıyordum. Başımda kanayan yaraya tuttuğum giysileri atınca, kuruyan kanlı saçım kalıp gibi duruyordu. Bir an önce bunu temizleyip, yarayı sarmam gerekiyordu. Yaklaşık bir buçuk saat sonra Zainingen’e varıyorduk. Arabanın plakası alınmadıktan sonra burada yakalanma tehlikesi bulunmuyordu. Ama yine de doğrudan evin önüne gelmeyip, önce ben yürüme o tarafa geliyor, sonra ıslıkla Kamaratı çağırıyordum. Eve girdiğimizde herkes uyuyordu. Ben doğruca banyoya girip, başımın icabına bakmıştım. Sonra bir merdivenle çıkılan çatıda silah ve mermileri saklayıp aşağıya, yattığım odaya inmiştim. Kamarat televizyon izliyordu. Başımda yaptığım işlemi görünce hayli şaşırmıştı. Çünkü dışardan bakınca artık her şey normal görünüyordu. Çünkü önce ılık suyla başımı yıkayıp, sonra biraz tütün ve toz şekeri karıştırarak yaranın üzerine kapatmış ve saç kurutma makinesiyle tümünü kurutup, tarayarak o hale getirmiştim. Yatağa yattığımda başım fena ağrıyordu. Gözlerimi yumduğumda bu olayın yaşanmış olamayacağını düşünüyordum. Sabaha kadar süren ağrı ancak kısa aralıklarla uykuya müsaade etmiş, kalktığımda hala bitkindim. Biraz sonra önce Urach’a inmiş, orada İtalyan Rafael’e rastlamıştık. Suratı allak bullaktı. Adamın öldüğünü duymuş, hemen İtalya’ya kaçacağını söylüyordu. Kamaratı Metzingende bırakıp, köye geri dönmüştüm. Evden henüz çıkmıştım ki, Robert ve İhsan Mari’nin Gasthaus’un yanındaydılar. Sonra beraber içeri gitmiş, bira içerek laflıyorduk. Robert daha önce Westernheim olayını duymuş, hayretle bundan bahsediyordu.Anlatırken her nasılsa benden kuşkulandığını sezinlemiş, ama bunu ona açıklama gereği duymamıştım. Bu son olayı da işitmiş bana sorma ihtiyacı duysa da yapmıyor, eğer fail ben isem bizzat açıklamamı bekliyordu. Fakat ben, ancak kendisi sorarsa tasdik etmeği düşünüyordum. Ola ki, failin ben olmadığımı ümit ediyor, aksi olacağından korktuğu için o da bunu soramıyordu. Sadece, bunu kim yaptıysa muhakkak yakalanacağını söylüyor, korkarak açıklayacağımı düşünüyordu. Bense sadece onu tasdik ediyordum. Gün geçtikçe mantığım yerine geliyor, bu olayın yaşandığına inanamıyordum. Evdeki pazarlık çarşıya hiç uymuyordu. Bu kesinlikle bir kabusi rüya olmalıydı. Vicdanen rahatsızlığım yoktu. Çünkü gerektiğinden fazla fedakar davrandığıma emindim. Karşısındakinin başını ezmek isteyen biri, buna karşılık kendi hayatını gözden çıkarmış olmalıydı. Maktule bazen “Behey adam, intiharına alet edecek beni mi buldun?...” Diye sitem ediyor, kızıyordum. İkinci kızdığım tabii ki Kamarat idi. Zira kendi yapamayacağı bir işi, hem de tahrik ederek bir başkasına öneren kişi alçağın tekidir. Neden sanki ona; “Bak arkadaş, ben yapmak istemiyorum. Ama eğer sen korkmuyorsan, git yap da, görelim” demedim. Evet, demedim, çünkü bu geri havalenin onu utandıracağı biliyordum. Demedim, çünkü arkadaşlığın kutsiyetine inanarak büyümüştüm. Demedim, çünkü bütün arkadaşlarımı kendim kadar onur sahibi ve o kadar korkusuz sayar, onları asla deşifre edip, küçük düşürmek istemezdim. Diyemezdim, çünkü bir Türk delikanlısının şeref kodeksinde yer alan yüce değerler arasındaydı bu tarz ve bundan habersiz olan kişinin asla gerçek anlamda bir arkadaşı olamazdı. Bu ilke ve bilgiler eğer yanlışsa ben de yanlış yapmıştım. Bu düşünme tarzı doğup, büyüdüğüm topluma ait değil de, benim doğama özgü ise, o zaman bunu uygulama ve yaşamanın bütün sonuçlarına katlanmak da boynumun borcu olsundu. Çünkü gurur ve şereften bahs edebilmenin asıl zemin ve sebebi, var olmanın mana ve mahiyeti de zaten bundan başkası değildi benim için… Bu anlayışa sahip olmayan bir milletin büyük imparatorluklar kurmuş olması düşünülemeyeceği gibi, bu gibi anlayışları terk eden nesiller fatih değil, başka milletlere uşak olurlardı sadece…
Olayı yazan gazetelerin dikkat çektiği husus, o akşam çalındığı ve muhtemelen olayda kullanıldığı söylenen, biri kırmızı Opel Kadet, diğeri portakal renkli BMW olan iki arabaydı. İkinci araba tanımı benimkiyle uyuşuyordu. Ama bu ülkede aynı renkte yüzlerce, hatta binlerce araba bulunacağından yola çıkarak, hemen bana gelebileceklerini beklemiyordum. Hem gelseler ne çıkardı, başka bir kanıt olmadıktan sonra ki. Nitekim olayın dördüncü günüydü polisle ilk karşılaşmamız. Baskın vari bir girişle akşam eve gelerek, beni ve kardeşimi komşu köyün karakoluna kadar götürmüş, altı saatlik bir sorgulamadan sonra eve bırakmışlardı. Fakat bu şekilde de olsa, polisin benimle karşılaşmış olması başka kuşku sebepleri oluşturmuştu. Öncelikle polis dahil, kimseden korkmadığımın anlaşılmış olması, faili meçhul tek kişilik olayların faili olabileceğim kuşkusunu yaratmış olmalıydı. Fakat korkacak olsam, bu kez de başka şekilde olumsuzluklar gelişebilecekti. “Konuş, yoksa biz de Türk polisi gibi davranırız”, dediklerinde “Beni ancak vurabilir, bunun dışında küçük parmağınızla bile dokunamazsınız” diye meydan okumamış olsam, belki dövmeğe kalkışacak ve buna müsaade etmeyeceğim için daha kötü sonuçlara yol açılmış olacaktı. O nedenle polisle hiç karşılaşmamam gerektiğini, aksi halde bu işin çözülebileceğini baştan tahmin ediyordum. Resimlerimi çekmiş, bunu uğradığım yerlerde belli kişilere göstermişlerdi. Bu araştırmada onlara en iyi bilgileri verenler kimlerdi, diye sorsam, çoğunuz tahmin edersiniz. Her halde bir Yunanlı, bir İtalyan, bir Hıristiyan olacak değil, bilakis kendi vatandaşlarımız, hatta arkadaş ve akrabaya yakın kişilerdi. Çünkü Atalarımız boşuna dememiş; “Çivi çiviyi söker” diye. İlki akrabadan birinin dostu, otuz yaşlarında bir kadın. En önemli ip ucu, gürültüye yakın sesli müzik ortamında, anlaşılmaz sanarak, onun oturmakta olduğu masaya yakın bir noktada yaptığımız kısa konuşmayı dinlemiş olması ve anladığı kadarını polise haber vermesi idi. Diğeri ise bu bilgiyle kendisini sıkıştıran polise her şeyi açıklayan bir sözde arkadaşın itirafı. Gerekçesi de, olayı duyup, devresi akşam bana geldiğinde, ona ve yanında ki yosmalara doğruyu söylemeyişim imiş. Çünkü son olayı değil, onlara bir önce ki, o eğlenceli baskını anlatmıştım. Ama bu kusur ondan ziyade kendisini gerçek bir Türk Patriotu sayan, Tekir yaylasında büyümüş bir arkadaşa aitti. Zira o yanımıza gelince ben anlatıyı kesmiştim. O ise, bunu temin ederek bana; “Bu benim bacanak ve bizdendir, güvenebilirsin” demişti. Ancak her şeye rağmen ilahi adalet yanılgısız tecelli edip, herkes hak ettiği şekilde cezalara çarpılacak ve bu adeta gelecek kuşaklara bir ibret vesikası olacaktı. Vefasız ve sorumsuzluğun cezası, en azından başlayıp, ölüme kadar yükselerek, teker teker yerine gelecekti. Öyle ki, ilk önemli ip ucunu veren kadın birilerince, fazla sürmeden vahşice öldürülecek, ağzını tutmasını bilmeyen bacanak, bir cinayetten aldığı müebbet hapsi 15 sene çekmekle kalmayıp, karısını el alacak, kardeşi 10 yıl birlikte yatacaktı. Temin ettiği halde bunun gereğini yapmayan arkadaş ise, yapmadığı bir işten ötürü üç yıl hapiste kalıp, bana içerde rastlayacaktı.

Bu bilgilerle bana tekrar gelen polis, çok nazik bir şekilde merkeze davet etmişti. Biz Reutlingene giderken, en önemli delil olan silahı bulmak için arama ekipleri harekete geçerek, üç saat taramadan sonra saçakta saklı silahı bulup, arkadan gelmişlerdi. Bu arada başımdaki yara da bulunmuş olduğundan, bana;“Tamam, fail bendim, ama hemen hapishaneye götürmezseniz ifade vermeyeceğimi bilesiniz” demekten başka yapacak şey kalmıştı. Çünkü o geceyi polis nezarethanesinde geçirmek istemiyordum.Söz verdikleri halde, tercümansız ifade vermeme rağmen, “Tevkif hakimi maalesef yok” diyerek, bunu tutmayıp, beni gene de orada geceletmişlerdi. İşte o gece, nezarethanenin karanlığında ellerimi yukarı kaldırmış ve bütün içtenliğimle şöyle demiştim; Tanrım, biliyorum, ben bunu hak ettim, ama muhakkak güvendiğim kişiler, arkadaşlarım ihbar etmiştir beni. Şu an kim olduklarını bilmiyorum, ama o her kim ise, benden beter edesin...

ÇOCUKLUK YILLARI

Semalarında kartalların dolaştığı, zümrüt yeşili çamlarla örtülü kara tepeninin eteğinde, çatıları güneşle parıldayan kağir evleri, küçük bahçeleri ile bizim köy kuruluydu. İkiyüz adım aşağıdan vilayete götüren kara yolu geçiyordu. Onun beş yüz metre altında, her iki kenarını türlü ağaçların taçlandırdığı küçük deremiz akar, derin göllerinde sazanlar, alabalıklar, kirpiler, kurbağalar, su yılanları ile yengeçleri yaşardı...
Sonbahar yağmurları dereyi coşturunca yüzdüğümüz su bentleri yıkılır, bunlar her yaz yeniden kurulurdu. Ekili araziyi sulamak için yapılan bentler iki taneydi. Amansız yaz sıcaklarında yüzmek, serinlemek için onlara ekinler kadar ihtiyacı vardı biz çocukların. Havalide karasal iklimin tipik özellikleri hakimdi. Kış boyunca yağan beyaz karları, Ağustos sıcağında karşı dağda gördükçe yüreğimiz yanardı. Her mevsim dört ay sürerdi. Kışlar dinine kadar soğuk, yazlar messebine kadar sıcak geçerdi. Bahar, Eğrice’den (Hıdrellez) sonra başlardı. Yeşilin envai tonlarının sergilendiği araziyi, rüzgarlı, yüksek bir tepeden seyrederken, ovalığı kocaman, serin, yeşil bir göle benzetirdim. Larvalarından yeni çıkmış kelebeklerin uçuştuğu çiçekler arasında dolaşırken, kendimi düşte sanır, bir o yana bir bu yana koşardım. Bir an gelir, zümrüt yeşili suların rüzgarla dalgalandığı bu inanılmaz göle atlamak isterdim. Yamaçlardan aşağı, esen yele karşı hızla koşarken, ağırlığımı tümiyle rüzgara bırakırdım. O anlar, dünyanın ayaklarımın altında dönüş hızını artırdığını sanır, bir adımda metreler boyu yol kat ederdim...
Köy dışında gezinirken, elimde hep bir değnekle dolaşırdım. Sağlam pelit ağacından yapardım değneklerimi. Kurusu bir başka, yaşı bir başka güçlü olurdu bunlanların. Orman yakın ve meşesi bol olduğu için herkesin bir değneği olabilirdi. Ormanı uzak köy çocukları, örneğin karşı dağın eteğinde yaşayan Evrenliler, bize gıpta ederdi bundan.. Arazide mal otlatırken karşılaştığımızda değnek isterlerdi bizden.. Onlar kavak veya söğüt değnekleri taşır, bunlar hafif ve dayanıksız, sert bir darbede kırılırlardı. Evrenli çocukların değnek sahibi olmak istemeleri, biz dahil, diğer komşu köy çocuklarıyla yapılan yakın dövüşler içindi. Bu bakımdan, bizim sağlam pelit değneklerimiz stratejik bir malzeme sayılırdı. Küçükler hafif ve ince değnek taşırken, büyükler ucu goballı (Topuz) uzun ve kalın olanları tercih ederdi. Pelit veya ardıç değneklerimizi herkese vermez, sadece tanıdığımız, iyi niyetli çocukalara, bizde pek yapılmayan peynir karşılığında verirdik...

Her bahar gelişinde, karın kalkmasını mütakip, kırlara çiğdem ve nevruz sökmek için giderdik. Yaban orkidelerine benzeyen, turuncu nevruz yaprakları ve beyaz yapraklı zarif çiğdemlerden önce taçlar örer, sonra bunları kökleri ile yerdik. Çiğdemi yerden sökme işinde kullandığımız değneklere kazgıç derdik. Onları da pelit ağacından yapar, sivriltilmiş uçlarını sertleştirmek için korlu ateşe sokar, kavururduk. Bütün oyuncaklarımızı olduğu gibi, kışın kaymak için kullandığımız kaykıları, kızakları da kendimiz yapardık. Bizim kaykı dediklerimize, şehirliler kızak derken, bizde kızak çok daha büyük kaykılara derler. Onlar daha ziyade at veya öküzlerce çekilir, karda ağır malzeme taşınırken kullanılırdı. Kaykılarımız, iyi kaydığı gibi, görkemli de olurdu. En iyi kaykıları, kendine özgü tipiyle, Yusuf amca yapar, ben onunkilere benzeterdim.
Çok iyi bir avcıydı Yusuf amca, ama avcıların piri de büyük kardeşi Muhiddin öğretmen sayılırdı. Naci onların çırağıydı. Omuzlarında çifte kırmalar, kar yağınca hemen düşerdi bu üçlü yola. Diz boyu kar ve, soğuk dinlemez, dağları dolaşır, eli boş dönmezlerdi köye. Mutlaka birkaç tavşan sarkardı bel armalarından. Bir kez onlarla birlikte gitmiştim ava. Ama bir sürü izi nasıl tahlil edip, tavşanın bulunduğ kümeyi nasıl tesbit ettiklerini anlayamazdım. Ya gözleri dürbün misali veya burunları koku almada kurttan keskindi bunların.. Ava gittiğimde, bilhassa açık dallarda öten kayapaları vururdum. Asıl av kuşu olan etli hopal ve bıldırcınlar olup, benim vurduklarım sayılıdır...
Mart ayının sonlarında bir gün, berrak gök yüzünde çalan güneşle karatepe’nin eteklerini tutan kar kitleleri eriyince, yamaçlardan aşağı küçük derecikler yaratarak akıyor, köyün içinden geçerken neşeli şırıltılar yaratıyordu. Köyün tam ortasında ki, bizim mahallenin çocukları, ellerde kürekler, çamurdan bentler yapıp, bozarak, sularla oynaşmağa koşardık. Akan suların zamanla oluşturduğu bir derecik, köyün orta kısmını bölerken, bizim erik bahçesinin yanında geçerdi. Böyle günlerde hendek boyunca dizilen çocuklar, bent yapmağa girişirlerdi. En hoşumuza giden, dolup, taşan bentlerin, bir biri ardınca yıkılmaları ve akarken çıkardıkları minyatür sel sesini dinlemekti.
En güvenlikli bent, hendeğin üst tarafına yapılandı. Kürek ve bilek gücüne güvenen en aşağıya bent yapabilirdi. Fakat bazen aksi olur, içimizde en güçlü ve iri yapılı olan Naci, en yukarıya kocaman bir bent yapar, bizim bentlerimizi tam yapıp, bitirdiğimiz sırada, onu yıkarak, aşağıda yer alan bütün bentleri yıkmanın keyfini yaşardı.
Yine böyle bir oyuna dalmıştık ki, birden aklıma, kırlara çiğdem sökmeğe gitmek gelmişti. Benden iki yaş küçük kardeşim İhsan ve bir yaş küçük amca kızı Fehime’ye söyleyince, hemen katılmak istemişler, ellerimizde ucu sivriltilip, ateşte yakılarak sertleştirilmiş pelit kazgıçlar, yola düşmüştük.
Kırlara gidebilmek için önce bizim köyün deresini geçmek gerekiyordu. Nitekim dereye yüz adım kadar yaklaşınca suyun çağıltısı iyice duyulmağa başlamıştı. Bu sırada amcam ve henüz gurbete çıkmamış olan babam, dere kenarında ki tarlamızın üst tarafından geçen ark boyunca kavak fidanı dikiyorlardı. Biraz ötelerinden geçerken bizi görmüş, ama oralı olmamışlardı. Az sonra etrafı iri söğüt ağaçlarıyla çevrili bostanların arasından geçip, dere kenarına inmiştik. Karşıya geçiren bir köprü olmadığı için, bu maksatla kullanılan eğri söğüdü kullanacaktık. İki metre kadar yukarısından kesilmiş bu söğüdün, kesim noktasından yukarı, iki yana doğru çaprazlama yükselen çatalı vardı. Biraz yukarıda, yeniden yapılmayı bekleyen yıkık bent kalıntısından akan su, burada küçük bir şelale yapıp, sonra bu söğüdün altında gölleniyor, burgaçlar yaparak Karadeniz’e kadar uzanan yoluna devam ediyordu.
Çatal dalların arasına ulaşıncaya değin dikkatle yürüyüp, çatala ulaşınca, karşı kıyıya ilk atlayan ben olmuştum. Sonra amca kızı ve sıra İhsan’a gelmişti. Çatala kadar tırmanan İhsan, nedense birden vazgeçip, köye dönmek istediğini söylüyordu. Karşıya atlamaktan korması hiç hoşuma gitmemiş, onu kızıştırmak için;
-Bir kız olduğu halde Fehime atladı, ama sen korkuyorsun. Ayıp, ayıp, bir de erkek olacaksın. Utanmıyor musun? Diyordum. Sonra bir an atlayacak gibi olan İhsan, yine caymak üzereydi ki bu kez yeni bir cesaret formülü aklıma gelerek:
- Dur lan, dur hele ne diyeceğim, cesaretlenmek için şöyle de, görbak nasıl atlayacaksın; “Karganın yüreği hamur, benim yüreğim demir”. Haydi, seni göreyim!
-Karganın yüreği hamuuur benimki demiiir!
Diyen İhsan, gerçekten kendini öne fırlatıyor ve anında karşı kıyıya ayak basıyordu. Bunu yapacağından emindim. Fakat, o da ne idi? Atladığı noktada bir an öylece durmuş ve sonra kollarını yana açıp, hemen arkasında daireler çizen soğuk suya sırt üstü yıkılıvermişti. Onu şaşkınlıkla izlerken müdahale edememiştim. Doğrusu, böylesine beceriksizlik edeceği hiç aklıma gelmemişti. Hiç sessini çıkarmadan suya batan İhsan, kendini derenin akışına bırakmış, çıkmak için de hiç çaba göstermiyordu. Ayağımda ki kara lastikleri hemen çıkarmış, pantolon paçalarımı yukarı sıvazlarken, Fehime çığlık çığlığa yardım çağırıyordu.
-Dursun emmi, yetişin! İhsan suya düştü, boğuluyooor!
Atılıp onu yakalamak ve sudan dışarı çekmek istiyordum. Ancak o an bulunduğu nokta epey derindi. Oraya dalmam, en azından belime kadar ıslanmam demekti. Hem, nasıl olsa birkaç saniyede boğulacak değildi. Akar suyun onu iki adım daha aşağıya, nispeten sığlaştığı bir noktaya taşımasını bekliyordum. Nitekim hemen aşağı gelmiş ve hemen dalarak kolundan yakaladığım gibi çekip, ayağa kaldırmıştım. Fakat o ayakta durmak istemiyor, utandığından olacak, tekrar soğuk sulara batmak istiyordu. Suyun derinliği şimdi apış arasına kadar ulaşıyordu. Debisi hayli yüksek ve anında ayaklarımızın altını oyup, dengemizi bozuyor, ayakta durmamızı zorlaştırıyordu. İhsan bir türlü kurtulmak istemiyor, bana direnirken de seslice ağlıyordu. Sonunda onu zar zor kıyıya çekebilmiştim. Bu sırada babam karşı kıyıda belirirken, amcamı biraz aşağısından kıyıya inmiş, dere yatağını tararken farketmiştim. Bir de ne görelim, üzerinden sular sızan İhsan’ın ayağında ki lastiklerden biri eksikti. Bunu fark edince daha çok ağlıyordu. Çünkü bunlar sadece ona alınmış ve dizayn olarak tıpkı gerçek kunduraya benziyorlardı. Bana alınmadığı için onları bilhassa seviyordu. Bir daha öylesini zor bulacağı için üzülüyordu. Bu arada yanımıza atlayan babam, bize birer tokat atıp, hemen köye dönmemizi emrediyordu. Geri dönüş için tekrar karşıya geçmek gerekiyordu. Bu defa, az yukarıda bendin kurulmasına yarayan kalın söğütlerin üzerinden geçecektik. Ayaklarımızın ıslanması artık sorun olmadığı için kolayca karşıya geçmiştik. İhsan’ın ıslak giysilerini çıkarmış, kazgıçların ucuna takmıştık. Böylece giysileri kurutmak ve onun üşümesini önlemek istiyorduk. Güneş olmasına rağmen hava yeterince sıcak değildi. İhsan diş dişe çalarak titriyor, bir an ağlamaklı oluyordu. Onu güldürmek için, kazgıçlara asılı giysilerini bayrakmışçasına sallıyor, bizim düğünlerde olduğu gibi, ilahi söyleyerek ilerliyorduk. Nihayet eve vardığımızda annem hemen yatak serip, onu yatırmış, ama üşütüp, birkaç gün hasta yatmasına engel olamamıştık.

O gün bana çok öfkelendiğini tahmin ediyordum. Fakat ilk fırsatta öç alma niyetinde olduğunu birkaç gün sonra fark edecektim. İçinde erik, armut, kavak ve güllerin yetiştiği küçük bir bahçe bulunan, aşağı evin damındaydık. Ahırın ki ile bitişik olan bu toprak damda İhsanla “Dolan kuş” oynuyorduk. Kollarımızı yana açıp, kendi etrafımızda fır fır dönüyor ve başımız dönünce yere yıkılarak, yuvarlanmaktan hoşlanıyorduk. Toprak dam gerçi çok genişti, ama bu şekil yuvarlanmamın da bir sonu olmalıydı. İşte öyle bir esnada kendimi ansızın havada ve yere düşerken fark ederek, son anda elimle saçak direğinden yakalamış, havada asılı kalmıştım. Fakat kendimi yukarı çekip, kurtaracak kadar güçlü değildi kollarım. Parmaklarımı bir birine kenetlemiş, İhsandan, annemi yardıma çağırmasını istiyordum. Tamam, diyen İhsan gerçi hemen gidiyor, ama anneme haber vermek yerine, yukarı ki evin duvar dibinde bulunan küçük tavuk kümesinin üstünde oturup, biraz bekledikten sonra geri geliyordu. Onu görebildiğimin farkında değildi.
Yanıma gelince:
-Tamam, söyledim. Şimdi gelecek. Diyordu.
Gerçeği yüzüne vurup, bunun hesabını fena soracağımı haykırmak istediğim halde bunu yapamıyordum. Düşüp, bir yerimi kırmak veya yaralamaktan kurtulmam için tek umudum anneme hemen haber vermesiydi çünkü.. Bunun için ona tekrar yalvarıyordum. Aşağıya düşeceğim noktada bahçe çitinin kazık ve sırıkları vardı. Bunların üzerine düşmem an meselesiydi. Fakat İhsan gidiyor ve yine aynı sonuçla dönüyordu. Gücüm iyice tükenmiş, kendimi bırakmak üzeydim ki, oradan geçmekte olan amcamın karısı beni görüp, hemen koşmuş, ayaklarımdan yakalayarak, önce omzuna, sonra yere inmemi sağlamıştı. Tabii ki, ilk işim elime bir çubuk alıp, yavaş yavaş oradan sıvışmak üzere olan İhsanı yakalamak ve yaptığı bu vefasızlığı ona ödetmek olacaktı. Ben mi daha zorbaydım, o mu çok inatçı söylemek zor, ama iki de bir bozuşuyorduk kardeşimle. İki yaş küçüğüm olmasına rağmen, akranlarımın kardeşleri gibi, onların yanında iken bana “Abi” demek yerine, adımla hitap ediyor, onurumu incitiyor, gücenikliklerim birikiyordu. Bir gün birlikte derenin kıyısından dönerken ansızın aklıma bu gelip, elimde söğüt çubuğu, ona;
-     Bundan sonra bana Abi diyeceksin lan, tamam mı? Diye öneriyordum.
O bildik inadıyla;
- Hayır, demiyorum!
Fakat inadını kırmağa kararlıydım. Elimde ki çubukla kıçına doğru önce hafif, sonra giderek şiddetlenen darbeler indirmeğe başlayınca, şaka yapmadığımı anlamış ve nihayet :
-     Tamam, diyorum.”Abi”! Demişti.
- Bir kere ile olmaz, köye kadar diyeceksin, haydi başla!
- Tamam. Abi,….. abi................................, abi...
     Böylece tekrarlıyor ve nihayet “Abi” demeği öğreniyordu. Fakat buna rağmen asilikleri sürüyor, kolay kolay söz tutmuyordu...
Benden altı yaş büyük bir de ablamız vardı. İki yaz boyunca köyün körpesini (kuzu, dana ve oğlaklar) otlatmağa başladığımızda henüz beş-altı Sabah erkenden kalkar, armudun derede toplanan körpe sürüsü ile köyden çıkardık. Ormanın eteklerinde, bozlaklarda ve daha arkalardaki kırsal kesimlerde yayarak köye dönerdik. Akşam olup, dönüş vaktini önceki çoban geleneğinden öğrenmiştik. Bu, karşıda yükselen Canbol tepesinin yamacında görülen iri bir ağacın yandaki kayalığa düşen gölgesi idi. Gölge kayanın üst başına ulaşınca dönüş vakti geldi, demekti.

Amansız yaz sıcakları bastırınca, serin göl ve gölgeleri ile dere boyları beni daima cezp ederdi. Bunun bir başka nedeni, daha ziyade platonik bir aşkla sevdiğim kızların oralarda, mısır tarlaları ve bostanlarda bulunuyor olmaları idi. Körpe sürüsü ile ekili dere kıyılarına yaklaşmak mümkün değildi. Körpenin yaylım alanları dışarıdaydı. O yüzden, su içmek için dere kıyısına iner ve bir daha kim bilir ne zaman dönerdim. Dere boyunu yukardan gören tepelerde, körpenin yanında dolaşırken, gözümü yollardan ayıramaz, kızların gelmesini beklerdim. Sonra bir bahane ile gittiğimde geri çağırmak isteyen ablam olanca sesiyle arkamdan ünler, hemen gelmeyince küfür ve kargışlar yağdırırdı arkamdan...
Ablamın sesi de kendisi gibi güzeldi. Canı sıkılıp, kahırlandıkça bir yanık türkü tutturur, engebeli arazide yankılanan sedaları aşağı tarlalara kadar ulaşır, çapa yapan kadınlara müzik ziyafeti verirdi. Öğlen vakti olunca, körpeyi dağlardan iki saatliğine düze indirir, dere ve değirmen arkının geçtiği, içinde iki iri dallı söğüt bulunan çimenlikte dinlenmeğe getirirdik. Buraya Eğrek denirdi. Öğlen azığımızı, ki bu genellikle kuru ekmek, soğan ve bazen tereyağı olurdu, burada yerdik. Mal yayan diğer çocuklar da orada toplaşır, yüzülmeğe pek elverişli olmasa da, çünkü yüzebileceğimiz yerleri genellikle mandalar kapar, biz de serinlemek için bu çortları onlarla paylaşırdık. Sıcak havada suda yatmaktan pek hoşlanan mandaların sırtlarına binmek çok zevkli bir oyundu. Bu arada çimenlikte başlayan boğa dövüşleri eksik olmaz, hemen koşar, etraflarını çevrelerdik...
Körpe yaydığımız dağlar, düzlükler, yamaçlar bahar gelince türlü bitki örtüsüyle bezenir, manzaranın seyrine doyulmazdı. Bu arada hiç sevmediğim zamanlar, Mayıs ve Haziran ayları idi. Çünkü danalara tebelleş olan bir tür iri kara sinek (büvelek) onları tedirgin eder, kaçıp uzaklaşmalarına sebep olurdu. Kaçanları geri getirmek benim görevimdi. Bir gün, en çok kaçan iki danayı iple bir birine bağlamış, uzun ipin ortasından tutuyordum. Ansızın tekrar kaçışmaya başlamasınlar mı? İkisinin aynı anda ipe asılmaları karşısında direnemeyip, ipi salıvermek zorunda kalmıştım. Onları tekrar geri getirmem gerekiyordu. Nitekim ilerde ki bozlakta onları bulmuş ve ipin ortasından yine yakalamıştım. Bir an tepkisiz kalan danalar, ansızın tezmesinler mi? Önce etrafımda sağa sola kaçışıp, sonra beni saran ipi aynı yönde çekmeğe başlamışlardı. Ben ipten kurtulmağa çalışırken sırt üstü arkamdaki dikenli bir kızamık kümesinin üzerine düşüvermiştim. Dikenler kalın ve yoğun olduğu için yattığım yerden hiç kıpırdayamıyordum. Çünkü en küçük bir kıpırdanma dikenlerin batmasına yol açıyordu. Bir süre öylece kalmış ve ancak ablamın gelmesiyle kurtulmuştum.
Körpe yayarken çok kez canım sıkılır ve bir eğlence arardım. En hoşlandığım şeylerden biri, dağlardan inen sel oyuklarında, iri taşların altında yılan, kertenkele ve kuş aramaktı. Bunun heyecanına doyamazdım. Yağmur yağıp, sel gelmesinden sonra kurşun misketleri aramak için bilhassa buralarda dolaşırdım. Bazen her adımda bulur, bunları biriktirip, avcılara satardım. Avcalar bunları kendi doldurdukları fişeklerde kullanırlardı. Kurşunlar doksan üç harbi diye bilinen, Osmanlı Rus savaşı sırasında atılan top mermilerinden saçılmış olmalıydılar. Bu yöre Rus istilasına uğradığında alınamayan tek nokta bu kara tepe olmuş. Burayı ele geçirmek isteyen düşman, haftalar boyu mermi yağdırmış buralara. Canbol ile Çimen Dağı arasında kalan ovalık ve engebeli bölgenin en yüksek noktalarından biri olan kara tepenin üzeri küçük bir hava alanı olabilecek kadar düz ve genişti. Düşman saldırısı karşısında savunmak için çevresine siperler kazılmış, burada sonuna kadar dayanılmıştı. O zamanlar şehit düşen iki nefer hala burada, dallarına rengarenk, andak bezleri takılı yaşlı bir ardıç ağacının altında yatıyorlardı. Hemen yanı başlarında ve kim bilir kim tarafından ilk kez kurulmuş olan, küçücük kapısından ancak çocukların sığabileceği derme çatma, minyatür bir taş kulübe vardı. Uzak köylerden gelen ziyaretçiler hayır için onun yumuşak topraktan zeminine bozuk para gömerlerdi. Yolumuz bu tarafa her düştüğünde uğrar, toprağı karıştırarak para bulmağa çalışır, çoğunlukla bularak sevinirdik. Yaşımız büyüdükçe, burada av kuşları, keklik, hopal ve tavşan avlamanın haz ve heyecanlarını tadardık. Ormanda dolaşırken susayınca eteklerinde bulunan soğuk su kaynaklarından içer, acıkınca bitki yaprak-kökleri ile yabani meyvelerden çeküm, alıç ve palamut yerdik...
Karatepe’nin bende ki anlamı çok farklıydı. Çocukluktan yetişkinliğime kadar, bütün evrelerimde ona tırmanmış, kendimi gece, gündüz onun çetin sınavlarına sokmuştum. Kendimi orada tanırken, Karatepe adeta kişiliğimin görgü tanığı olmuş, ruhum sanki asli özelliklerini ondan almıştı. Sık bitki örtüsü içinde her zaman yabani hayvanlardan ayı, kurt ve domuz sürüleri barınak bulur, bunlar çoğu kez hayali rakiplerim olurdu. Sık meşe kümeleri ve çamlar arasında yürümek için her adım sonrasında çıkabilecek tehlikeyi göze almak gerekirdi. Bu bakımdan dağa gitmek gerçekten cesaret istiyordu...
Körpe yaymağa çıktığımız ilk günü hatırlıyorum. Henüz köyün başlarında, Kargaların Kıranı aşmış, ormanın eteğine varmıştık. Ablam birden dehşetle; “Kurt!” diye haykırıp, onun bulunduğu yeri işaret ediyordu. Fakat ben nedense göremiyordum. Sadece kurdu değil, beş adım ötemdeki hiçbir şeyi göremiyordum. Sanki gözlerim uzağı görme yeteneğini birden kaybetmişlerdi. Oysa o güne değin sadece adını duyduğum kurdu görebilmeği ne kadar istiyordum. Ablam bir taraftan tutturduğu yaygara ve havarla çalıların arasında dolaşan köpekleri çağırıp, kurdu kovalamaları için onları kıskılarken, bir taraftan ona dair, “Kırçıl, sıpıç, kırpık kulak, canavar...” gibi sıfatlar sayıyordu. Ama ben bir türlü göremiyordum onu. O gün duyduğum dehşet, merak ve heyecanı bir daha asla yaşayamadım...
İki de bir kendimi denemek, cesaretimden emin olmak isterdim. Bunun baş nedeni korkudan nefret edişim, ikincisi ise macera tutkumdu. Tabii ki ben de korkuyordum tüm çocuklar gibi. Ama bunu yenmek için üstüne gitmekten başka çarem yoktu. O nedenle önce Karatepe eteklerinde yer alan kıranlar ve sık ağaçlı düzlüklere yalnız çıkmakla başlamıştım. Bu birkaç günde olup, biten bir uğraş değildi elbet. Aylar ve yıllara yayılan bir çabaydı. Dağlara tırmanırken hem fizik, hem de görgü ve bilgiye dayanan güçlerim gelişiyordu. Çok zaman yaptığımız gibi, yine bir akşam Halil emmilerin evin damında, bacanın duvarına yaslanmış, yaşıtlarımla sohbet ediyorduk. Her nasılsa, dağa tek başına kimin gidebileceği iddia konusu olmuştu. Kimse buna cesaret edebileceğini açıklamıyordu. Yaşıtlarımdan ve bilhassa dolaştığımız Aydın, bunu yapsa yapsa Hürşad yapar diye önermiş, ama o dahi bundan tam emin görünmüyordu. Denemeğe o an niyetlendiğim bu ilk gece tırmanışım olacaktı. Henüz on üç yaşlarında idim. İddianın başarma koşulu; Büyük Düzün üst tarafında, iki yolun çatında bir çama tırmanmak ve orada kibrit yakmaktı. Nitekim harekete geçmiş ve köyün içinden bir koşuda Kargaların Kıranı aşmıştım. Büyük düzün alt tarafını çevreleyen çalılığa daldığımda dışarısı dolunayın ışığı ile gündüz gibi iken, orman zifiri karanlıktı. Gerçi daha meşeliğe adım attığımda bu işe giriştiğime pişman olmağa başlamıştım, lakin artık çok geçti. Dediğimi yapmalı, çam üstünde kibriti yakmayı başarmalıydım. Orman çok sessizdi. Yavaş yavaş tırmanırken bir yandan düşünüyor, vahşi bir hayvana rastlama ihtimalini en aza indirgemek için kedi kadar sessiz ve pür dikkat olmağa bakıyordum. Gittikçe hızlanarak yürümüş ve nihayet kurt, kuş, in cin duyamadan tepenin böğründeki yüksek bir çama tırmanmış, uzun bir ıslığın ardından kibriti yakmayı başarmıştım. O an çok mutluydum. Akranlarım inkar edecek bile olsa, Karatepe ve dolunay şahitti elbet buna. Çok sürmedi, duyduğum büyük mutluluk, gizli bir endişe ile gölgelenmeğe, zihnime üşüşen yeni gerçekler beni korkutmağa başlamıştı. Artık bu işi başarmanın en mühim şartının köye salimen dönebilmeğe bağlı olduğunu düşünüyordum. Aksi halde bunun anlamı yoktu zaten. Bunca gürültü yaparak, tekin olmayan orman sakinlerine kendini ifşa ettikten sonra aşağı inmeğe kalkışmak bir çılgınlık gibi gelmeğe başlamıştı. Bu durumda nasıl kurtulacaktım Tanrım... Keşke düşlerimde olduğu gibi yine uçabilseydim. Fakat ne yazık ki mümkün olmuyordu bu gerçek hayatta... Bence, düş ile gerçek arasındaki en mühim fark işte bu uçamayıştı. Yaptığım akılsızlığa ağlasam ne yazardı ki. Çaresiz olsalar dahi, melekler bile haşarı çocuklara acımıyordu işte. Ama burada sabaha değin bekleyemezdim. Nihayet çamdan inmeğe karar verdim. Lacivert gök yüzündeki harika mehtap altında cılız ışıkları seçilen asude köyüme son bir kez bakıp, aşağı inmeğe başlamıştım...
İnsanı iliklerine kadar korkutmak için tek başına yeterli bir karanlık denizine gömülü çam dibine inerken, onlarca kem göz ve kulak tarafından ablukaya alındığımı sanmamak elimde değildi. O nedenle, her dalın üzerinde bir an etrafı dinliyor, sora çıt çıkarmadan inmeğe devam ediyordum. Bu arada yeni hal çareleri, cesaret artırıcı formüller kuruyordum: “Karanlık her göz için eşit bir engeldir, o halde buradan kurtulmanın çaresi, gözlerden daha çok, kulak kesilebilmeğe ve bacaklarımın gücüne bağlıdır”... Aşağıya atılan her adımla birlikte hançereme inanılmaz büyük bir haykırış toplandığını hissediyor, bunu tutmakta zorlanıyordum. Kalp atışlarımın dışarıdan duyulmaması için olağan üstü bir çaba sarf ediyordum. Nihayet yere ayak bastığımda orman hala bir sessizlik ummanıydı. O an keşfettiğim silah bana müthiş bir özgüven vermişti. Bu silah hançeremde biriken büyük çığlıktı. Öyle sanıyordum ki, onu salıverecek olsam, infilakı şimşekten doğan bir yıldırım gibi, bu meşum karanlığı aydınlığa boğup, çevremdeki bütün tehlikeleri bir anda berhava edecekti. Artık hiç korkmuyor ağaç kümeleri arasında fütursuzca ilerliyordum. Derken az sonra köyü kısmen gördüğüm bir noktaya erişmiş ve artık o müthiş silahı tetiklemek ve ne olacağını görmek istiyordum. Salıverdiğim haykırışla kulaklarım bir anda çınlarken, yaydan fırlayan ok misali ileri atılıyor ve önüme çıkan meşe kümelerinin üzerinden uçarcasına geçip, saniyeler sonra orman dışına, aydınlık düzlüğe ulaşıyordum...
Ablam, Mürtezeler’den, babamın ahbabı Ahmet ustanın oğlu Yılmazı seviyormuş. Kırlarda körpe yayarken, bazen onu uzaktan geçerken görür, bir kümenin dibinde, kağıda sarılı birkaç salkım üzüm, elmayı afiyetle yerken, onları Yılmazın bıraktığı hiç aklıma gelmezdi. Hakikati ancak yıllar sonra ondan öğrenecektim. Uzaktan uzağa bakıştıkları için, meğer Yılmaz bizi izler ve yaklaşarak kasabadan getirdiği o meyveleri çaktırmadan bir noktaya bırakırmış. Bense ablamın nasıl olup da oralarda meyve bulacağımı bildiğine akıl erdiremezdim. Zaten fazla da sormazdım. Malum “Üzümünü ye, bağını sorma” derlerdi...
Ablamın muhtemel izdivacı söz konusu olunca, annemin aklından geçen, onu küçük ağabeyi Selahattin’in oğlu Muammere vermekti. Oysa babam, o kimi isterse ona vereceğini söylüyordu. Bu durumda onu Yılmaza verme yanlısıydı. Fakat annem beni; “Dikkat et, bacın Yılmaza kaçabilir” diye uyarıyordu. O sırada çoğunlukla ablamla aynı yatağı paylaşıyorduk. Ben uyurken kaçmağa kalkarsa bunu fark etmek ve gerekirse önlemek için bir çare düşünmüş ve bulmuştum; onu geceliğinden kendi pijamama firkete ile gizlice bağlayacaktım. Artık her gece öylece yapıyor ve sonra uyuyordum. Fakat bir bayram sabahı uykudan uyandığımda bir de ne göreyim; firkete açılmış ve ablam yatakta yoktu. Çeşmeye, ahıra, konu komşuya bakılmış, ama ondan eser bulunamamıştı. Tek ihtimal kalmıştı, o da Yılmazla kaçmış olmasıydı. Evde, başta babam, herkesin morali bozulmuştu. Neden bunu yapmıştı, kimse anlam veremiyordu. Babamı bilmiyorum, ama ben diğer bütün çocuklar gibi bayram namazı için camiye gitmiştim. Kafam fena halde bozuktu. Üzgün ve çocukların bakışından tedirgindim. Köyde bilmeyen kalmamıştı ablamın kaybolduğunu. Bana ablamı soracaklar diye endişeliydim. Derken bayram namazı bitmiş ve cemaat avluya çıkmış, bayramlaşmalar başlamıştı. O sırada, namaza gelmiş olan Yılmazın babası Ahmet ustayı fark etmiş ve hemen yanına yaklaşarak;
-Ahmet ici (amca), o oğlun Yılmaz nerede? Diye manidar sormuştum. Ahmet usta gayet mülayim bir ses tonuyla:
-Bilmiyorum, onu ne yapacaksın ki Hürşad?
-Onun anasını …. ceğim!
Bunu derken gayet ciddi ve asabi olduğum için, Ahmet ustadan öfkeli bir çıkış bekliyordum. Fakat o munisçe tebessüm ederek:
-Hürşad onu bul getir, sen de belle anasını, ben de! Demez mi, apışıp kalmıştım. Ahmet icinin verdiği karşılık beni hem şaşırtmış, hem de için için güldürmeğe yetmiş, sessizce oradan ayrılmıştım…
Dahaca büyümüş, artık yaşıtlarımla evin bir çift koşum öküzünü otlatıyordum. Bu, körpe yaymaktan daha zevkliydi. Çünkü böylece arazide hareket kabiliyetim artıyor, dere kenarlarına olabildiğince yaklaşabiliyordum. Ama bir keresinde bu özgürlük bana hayli pahalıya mal olmuş, korucunun birinden, koruk sayılan dere kıyısına girdiğim bahanesi ile (Bunun asıl nedeni ilgi duyduğu kızın beni seviyor olmasıydı) her elime dokuz pelit sopası vurmuş, ellerim ateşte yanmışçasına ısınıp, canım fena yanmış, ağlıyordum. Bu durumda bana önerisi, ellerime işemem olmuştu acıdan kurtulmak için...
Geleceğe aktardığım belki ilk öcüm bu olup. Bunu ona:
-Bir gün büyürsem ben de senin çocuklarını aynı şekilde döveceğim, görürsün. o buna aldırmayıp, sadece gülmüştü.
Bilhassa yağmur yağdıktan sonra, arazinin yeniden yeşermesine fırsat vermek için yazılar yasaklanıp, mal, davar dağa sürülürdü. Öyle zamanlarda beş on kişi akşamları köyde sözleşir, yarın ormana hep birlikte giderdik. Ormanda yağmur yağarsa çam dalları altına sığınır, çevrede bol olan kuru odunlardan ateş yakardık. Mevsimi ise, iki kişi seçilip, araziye inerek bostanlardan mısır, patates ve yeri belli evleklerden köz mantarları getirirlerdi. Ateşin etrafın sarar, pişen patatesleri, mısır ve mantarları yemeğe doyamazdık. Havalar düzelip, güneşlik olunca, bu kez taze otlar bitmiş araziye inerdik. Hayvanları otlağa salar, bize özgü oyunlar oynamağa başlardık. Kara kaydırma, tenme (sektirme), birdirbir sıkça oynadığımız oyunlardandı. Dikkat etmez, oyuna fazla dalarsak, hayvanlar ekili tarlalara zarar verir ve tabii karşı tepelerde dolaşan korucuların hışmına uğrardık. Hayvanlar tarlaya henüz yöneldikleri sırada genelde bunu gören korucu, olanca sesiyle bağırıp, düdük çalarak, hodakları uyarmağa çalışır, bu işe yaramazsa gelir ve hayvanı zarar verenleri şiddetle cezalandırırdı. Korucu ormanı dolaşırken yanına tüfek ve nacak alır, araziyi kontrole çıkarken pelit çubuk ve aynı ağaçtan bir değnek taşırdı koltuğunda. Gerektiğinde çubukla küçükleri, değnekle büyükler döverdi. Korucu daima köylüden seçilirdi. Babam daha önceleri bir yıl, Rasim amcam mükerrer defalar koruculuk yapmışlardı. Rasim amcamı anınca, bir anım hemen aklıma gelir. Bir gün Fındıklı deresinde aniden bastıran sağanağın ardından gelen korkunç sele kapılacaktık. Böyle şiddetli yağışa ilk defa rastlıyordum. Rüzgarla birlikte serpiştiren yağmurla karışık dolu yağıyordu. Dereden beriye henüz geçirmiştik ki, dağdan önce büyük bir uğultu, ardında inanılmaz bir sel gelmeğe başlıyor, dere yatağındaki meşe, kızamık kümeleri yerinden sökülüyordu. Yerler çamur ve kaygandı. Yüzüme karşı esen yel ve kamçı gibi acıtan yağıştan adım atamaz olmuştum. O sırada amcam gelip, beni bir kızamık kümesinin dibine çekmiş, ben titreyerek oracığa çömelirken, o iri gövdesini bana siper etmişti. Amcamın şansına, ilk defa ve sadece onun zamanında devlet tarafından verilmiş olan korucu üniforması, o yağmur ve çamurda berbat olmuştu. Titreyerek, sırılsıklam köye döndüğümüzde, annem endişeyle bekliyordu. Köyün içinden dahi seller aktığını gören annem soba yakıp, yatak sermiş olduğu için üşütmekten kurtulmuştum.
Bir sürü sevecen ad takarak bizi seven annem, bütün anneler gibi çocuklarının üzerine titrerdi. Uzun kış geceleri ve böyle yağışlı havalarda evde ocak başında oturur, etrafını çevirerek bize hikaye veya masallar anlatmasını isterdik. Annem, inanılmaz uzun ve fantezi yüklü hikayeler bilir, anlatırken ruhlarımız kanatlanıp, diyardan diyara uçar, masal kahramanlarıyla ağlayıp, onlarla gülerdik. Şah İsmail, Arab-ı Zengi, Çam atan, Tepegöz, Köroğlu, Kerem ile Aslı ve daha niceleri onun anlatı listesine eklenebiliyordu.
Körpe yayarken, Rasim amcamın yetiştirdiği çoban köpeği Bölük daima yanımızda olurdu. Kırpık kulakları, siyahtan griye kadar değişen don rengi ve güçlü yapısıyla safkan bir Kangaldı Bölük. Bu köpekler kurttan, ayıdan ve yaban domuzundan korkmaz, hemen saldırırlardı. Bölük olmasa körpe yayarken daha çok sıkılırdım. Bölükle çalıların arasında dolaşır, kertenkele ve yılan kovalardık. Bölük sözümü dinler; “Kıs!” diyerek gösterdiğim her hedefe tereddütsüz saldırırdı. Boyun ve göğsünde çengelli tasma takılıydı. Boynunu kapatan çengel savunmasına yararken, göğsünde sarkan saldırı silahıydı. Göğüsle çarptığı hayvanı ilk anda işaret parmağı uzunluğunda üç çiviyle yaralayabilirdi. Çomara çengel takılmadığı için, bir gün az kalsın kurtlara yem oluyormuş. Gerçi canını kurtarmıştı. Ama karnından, apış arasından ağır yaralar almıştı.oluyordu. Bir gün onu ağır yaralı ve kanlar içinde amcamla dağdan geldiğini görmüştüm. Meğer kasabanın dağında bir kurt sürüsünün ardından gitmiş ve kurtların tuzağına düşmüştü. Aldığı yaraları bizzat diken amcam onu ölümden kurtarmıştı…
Sabahları köyün ortasındaki yaşlı çatal armudun altına körpeleriyle gelen köylülerin yanında daima köpekleri de bulunur, bu anlarda bize it dalaşı seyretme şansı çıkardı. Köyde Bölük ve Çomardan iri ve güçlü bir köpek daha vardı. Bu, akrabadan olan kasabın celep köpeği Karabaştı. Gözünün biri dalaş esnasında yaralanmış, çevresi kısmen hasar gördüğü için ona “Kor it” derlerdi. Onun gibisini görmedim. Müthiş bir köpekti Karabaş. Bir gün amca oğlu İsmail’le caminin yanında, eniştem Yılmaz gilin evin önünde durmuş, çiseleyen yağmuru izliyorduk. Sokak ve harmanlar çamurluydu. Bu sırada Karabaş, kırk adım ilerde, harmanın öte başında ki kasapların evin önünde yatıyordu. İsmail yaramazlık etmeden duramazdı ya, iki de bir ona taş atıyor, hayvanı rahatsız ediyordu. Ben, “Yapma emmoğlu!” yapma diyorsam da dinlemiyordu. Önce sadece ikaz etmek istercesine bir kez havlayan Karabaş, artık gına getirmiş olacaktı ki, bir daha havlamış ve yattığı yerden kalktığı gibi üzerimize doğru kopmuştu. İsmail benden iki yaş büyük ve çok daha hızlı koşuyordu. Karabaş arkamızdan hızla gelirken, o arayı açmıştı, ben karabaşın insafına kalmış gibi, şapırtıyla kaçmağa bakıyor, geride kaldığım için de hapı yuttuğumu düşünüyordum. Çünkü köpek, nihayet bir hayvan olup, sormazdı suçlu kim, masum kim diye ve önüne ilk çıkana dalardı. Hem ne de olsa onunla beraber değil miydim. Fakat o da ne? Beni çok şaşırtan karabaş, yanımdan hızla geçmiş ve az sonra Yanımdan hızla geçen Karabaş, durup beni ısıracağına, hızla ilerliyordu. Derken koşmakta olan İsmail’e yetişip, bir göğüs darbesi ile onu yüzü koyun çamurlu yola sermişti. Sonra, ancak olgun insanlara yakışan vakur bir eda ile yanımdan geçip, geldiği yere dönüyordu. İsmail yaramazlığı sonucunda düştüğü yerden kalkmış, çamura belenmiş haline pişmanlıkla bakarken, ben sonsuz hayret ve şaşkınlıktan gülmeği dahi unutuyordum...

Arap ve Karagöz, severek otlatmağa götürdüğüm öküzlerimizin adlarıydı. Arap, adını renginden alıyordu. Çünkü sim siyah bir donu vardı. Dedemin arada bir tere yağı sürdüğü, geniş bir hilal gibi kıvrık, sivri uçlu, parlak boynuzları ve güçlü yapısıyla son derece uysal bir hayvandı. Ama Karagöz tam bir asi ve hatta deliceydi. Don rengi turuncuyla kahverengi tonlarda değişiyor, güçlü boynuzları öne doğru kıvrılıyordu. Yakınında şemsiye açılmasından hiç hoşlanmaz, ürkerek kulaklarını diker, kapatıncaya kadar teyakkuzda durur, yoksa kaçıp, uzaklaşırdı. İkinci sevmediği şey, ard arda söylenmiş iki sözcüktü. Evet, Karagöz bunu duyunca adeta çıldırır, zincirle bağlı olsa koparır, ahırları, çitleri yıkıp gitmek isterdi. Bu iki sözcük; “Guguk ile İbik “ten ibaretti. Evin olgun erkeklerinden başkasını saymaz, kadınlar onu boyunduruğa koşamazdı. Ben onları ekili tarla aralarında kalan tumplarda çok semiz otlarla otlattığımdan ötürü olsa gerek, bana itaat ederdi. Hatta bir gün samimiyetimiz ileri gitmiş, Karagöz inanılmaz bir uysallıkla, sırtına binmeme dahi izin verecekti. Nihayet karınları iyice doymuş, öğlen istirahatı için köye dönerken, önce okşadığım güçlü boynuna, sonra geniş sırtına geçip, oturmuştum. Bu inanılmaz bir gelişmeydi. Bir buçuk km mesafede bulunan Kotanlar mevkiinden hareketle, önce dereden geçmiş, sonra düz yolda ilerleyerek bizim Eğri tarlanın hemen yanı başından geçiyorduk. O sırada tarlada ablam, annem, ninem ve yengem çapa yapıyorlardı. Bir de ne görsünler, Karagözün sırtına binmiş, onlara el sallayarak yaklaş mı yor muyum?
Ötekiler pek umursamayıp, gülümserken, ablam bu kadarına sabredemeyip, bir denemeden duramayacaktı. Ne yapacağını tahmin ediyordum. Çünkü deli Karagözün bu kadar uysallaşıp, at gibi ehil davranacağını havsalasının almayacağını biliyordum. Nitekim tam önlerinden geçerken ablam Karagöze hitaben;
-Guguk! İbik! Diye sesleniyordu.
Son anda endişeyle dur, yapma diyordum ki, yine deliliği tutan Karagöz, kulaklarını dikmiş, sağa, sola zikzaklı zıplayışlarla koşmağa başlarken, bizimkiler durmuş, heyecanlı bir rodeo gösterisi seyrediyorlardı. Öküzün sırtında tutunabileceğim hiç bir şey yoktu. Önce birkaç kez öküzün sırtında kalkıp, inmiş, son havalanışı müteakip de tepe üstü yere çakılıyordum. Az sonra, düştüğüm yerden kalkmağa çalışırken, etrafımın karanlığa kestiğini fark ediyordum. O an duyduğum boyun ağrısını unutup, daha korkunç bir olayı yaşıyordum. Çünkü gözlerim görmüyordu artık.
Bir anda kör oldum sanıp, kahır ve öfkeyle ağlarken, ablama küfürler yağdırıyor, ne yapacağımı bilemiyordum. Yaşayabileceğim daha korkunç bir felaket olamazdı. Bu müthiş olay karşısında ne yapacağımı düşünürken, bir ara elimi sağ gözüme götürüp, parmaklarımla kapağını aralayınca çok sevinmiştim. Çünkü bereket versin, kör olmadığımı anlamıştım. Tek sorun, göz kapaklarımın o an için felç olmasıydı. Zira kapaklar kendiliğinden hareket etmiyor, elimle açınca görüyor, bırakınca görüşüm kapanıyordu. Bu hal hiç görememekten elbet çok daha iyiydi. Bundan sonra, köye kadar elimle kontrol ettiğim göz kapaklarıyla gitmiş, aradan üç saat kadar geçtikten sonra şükür yine eski halime dönebilmiştim. Ama Karagözün sırtına binmeye tövbe ettiğim gibi, bu yaptığını da ona ödetecektim. Öyle bir zaman gelecek ti ki, sağ elimin parmakları aşırı güçlenip, böğrüne bir dürtüş yaptığımda, tıpkı boynuz yemiş gibi böğürerek iki büklüm olacak, bundan sonra, bir adım mesafeden, sadece omuzlarımı oynatmam bile aynı dehşeti yaşamasına yetecekti... Bir gün bu gösteriyi, polis amcamın yanında yaptığımda, amcam hayretle: ulan haydut herif, senden öküzler bile korkuyor yav, diyecekti…

ÇATAL YÜREK

Annemin babası, Hayrı dedem ölmüş, köyü Zarabotda vefatının elli ikinci gecesi münasebetiyle mevlit okutulacaktı. Sabah erken yola çıkmış ve takriben üç saat yürüyerek oraya varmıştık. Görünüşe bakılırsa o gün dönmeyecek, geceyi orada geçirecektik. Oysa bu köyde gecelemek istemiyor, kendimi huzursuz hissediyordum. Bunun sebebi, başka bir gelişimizde görmüş olduğum acayip bir düş esnasında korkmuş olmamdı. Hani derler ya, “korkulu rüya görmektense hiç uyumamak daha iyidir”. Ben de en iyisinin bu köyden akşam olmadan kaçmak olduğunu düşünüyordum.
Mevlit, akşam namazını müteakiben camide okutulacak ve cemaate toplu yemek verilecekti. Burada iki dayım ve bir teyzem vardı. Evlerde mevlit için yemekler hazırlanırken, biz çocuklar dışarıda, bir kenarı meşeye kadar uzanan meyilli düzlükte oynuyorduk. Yanımda büyük dayımın oğlu, yaşıtım Şükrü vardı. Onunla çok iyi anlaşır, becerilerimizle övünür, aramızda türlü yarışlara girişirdik.
Herkesin köyü kendine güzel gelir, ama bana onların ki daha bir tekdüze ve sıkıcı geliyordu. Buna karşın bizim köyde olan başkalıkları anlatıyor, Şükrü'nün merakını ha bire kamçılıyordum. Gel şimdi seninle bizim köye gidelim desem, babasından korkup, istese bile gelmeyecekti. Tek çare onu bir yolunu bulup kızdırmak olabilirdi...
Çünkü kızarsa yapamayacağı şey yoktu Şükrünün. Ne de olsa cesurluk konusunda rakiptik. Meydanlıkta bulunan büyük, yaşlı ardıç ağacından başlamış, tırmanmadık ağaç bırakmamıştık. Sonra koşu, at binme ve hatta karşı mahallenin çocuklarına sataşmağa kadar bir çok konuda yarışmış, ama eşitliği bozamamıştık. Şimdi ortaya yeni ve farklı bir iddia atmanın zamanı gelmişti:
- Şükrü, ben var ya, buradan tek başıma bizim köye gidebilirim, ya sen?
Şükrü hiç aşağı kalır mı?;
-Ben de. Diyordu hemen.
Bunu sağlam zapta bağlamanın tam sırasıydı.
-Gitmeyenin anasını ... mi? Diye sorunca, Şükrü tereddütsüz olumlu cevabı veriyor ve gene;
-Ben de .... im! Diyordu.

Bizim edebiyatımızda geri dönülmez türde bir yemindi bu. Çünkü dediğini yapamayan her kim ise, kendi anasına bizzat sövdüğü gibi, başkasının sövmesine de razı oluyor demekti. Böylece bizim köye gitme kararı kesinleşmişti. Fakat elimizi çabuk tutmalı, karanlık kavuşmadan ve kimseye hissettirmeden yola koyulmalıydık.
İlk etapta, aradaki ormanlık alanı geçip, Cengeriş'in göründüğü Günyüzü sırtlarına varacaktık. Derken mevlit hazırlığı yapan evlerden birine girip, üçer tane “Bişi” (Yağda kızartılmış hamur işi) alarak dışarı çıkmıştık. Sözde, oynamak için birbirimizi kovalıyorduk. Bu her ikimizin de ilk büyük macerası olacağa benziyordu. Bu yüzden çok heyecanlıydık. Biraz yukarıda, ıslak yapraklarında birikmiş su damlacıklarının batmağa meyletmiş akşam güneşiyle parıldadığı pelitlerin, çam kümelerinin arasına dalmıştık. Yerler az önce yağmış olan yağmur nedeniyle ıslanmış, fakat zemin türlü otlarla kaplı olduğu için bunun bir zararını henüz hissetmiyorduk.
Nitekim ormanın alt tarafından geçen yola inip, bunu izleyerek dağın öte tarafından akan ceviz deresine (Göletin başladığı yer) varmıştık. Fakat burada hiç hesapta olmayan bir şey, korkunç bir sel gürültüyle çağlıyordu. Kapılacak olsak, daha boğulmağa bile fırsat kalmadan taşlara çarpılarak ölürdük. İşin en kötü yanı karşıya geçirecek doğru dürüst bir köprünün de olmayışıydı. Zaten bizim derelerin çoğunda köprü bulunmuyordu. Burada ki yegane köprü, kıyıdan yükseltilmiş basit bir duvar ve başları taşların arasına sıkıştırılarak karşıya uzatılmış olan bir çift pelit sırıktan ibaretti. Bulanık akan korkunç sel suları sözde köprünün beş parmak altına kadar yükseliyordu...
Köprünün başına gelip durmuştuk. Bu sırada muhtemelen ikimizin aklından geçen düşünce aynı ve bu geri dönmekti. Kararımızı aynı anda açıklarsak yemin zail olabilirdi. Ama bu mümkün değildi. Çünkü bu her şeyden önce bizim için bir gurur meselesiydi ve kimse korktuğunu ilk açıklayan olmak istemiyordu. Ben ona bakıyordum, o bana. Derken daha cesur olabileceğimi göstermek için bir adım ileri çıkıp, sırıklara eğiliyordum. Fakat selin baş döndürücü hızla akışı ve kulak zarlarını zorlayan uğultusu beni orada tutuyordu. Bu iki sırığın üstünden yürümeğe imkan yoktu. Zira ayak basılan zemin düzgün olmadığı gibi, yürürken yaylanıyordu. Bu durumda her an dengeyi kaybedebilirdim. En iyi yöntem, ikimizin de çok iyi yaptığı ağaca tırmanma ve bu durumda sürünme usulüydü....
Derken yüzükoyun sırıkların üzerine abanmış ve ileri doğru sürünmeğe başlamıştım. Şükrü arkamdan takip ediyordu. Hemen altımızda çağlayan sel suyu ile adeta burun buruna gelmiş, onun samani köpüklü dehşetengiz yüzeyine ürküntüyle bakıyor, santim hesabı ilerliyorduk. En küçük hata ve istem dışı bir sarsıntı bizi her an azgın sulara gark edebilirdi...
Biraz sonra karşı tarafa ulaşmış ve yerden sevinçle doğrulmuştuk. Az sonra küçük derelerden koşar adım geçiyorduk. Nihayet ulaştığımız sırttan baktığımızda karşımıza batmak üzere olan güneşin son ışığında üç köy görüyorduk.
İlk anda çok şaşırmış, karşıda dizi halinde imiş gibi görünen üç köyden hangisinin bizim köy olduğunu seçemiyordum. Bizim köy olması gerekeni önce sol başta ve uzakta ki sanmıştım. Zira, arkasında kara bir tepe ve ortasında iki ulu kavak bulunuyor ve genel büyüklüğü ortada görünen köyle aynıydı. Dikkat edince ötekinin iki misli daha uzakta olduğunu anlıyordum. Şu halde o köy Keradam köyü idi. Bizim köy bana inanılmaz yakın gelen, ortada görünen olmalıydı. Çünkü hemen yanında yer alan komşu Karaköy bunun somut bir kanıtıydı.
Bu tespite sevinerek Şükrü'ye;
-Tamam, işte şurası bizim köy!
Derken, normal yolu bırakıp, en kestirmeden köye çabucak ulaşmak üzere ileri atılıyorduk. Bu sırada sırtında erzak torbası ile önümüzden geçen bir köylü kadını, bize bu saatte nereye gittiğimizi soruyor, biz de Cengeriş’e, diye cevaplıyıp, sevinc ve heyecanla yürüyorduk....
Fakat hiç hesapta olmayan şeyi az sonra fark ediyorduk. Çünkü yağmurdan iyice ıslanıp, çamurlaşmış olan tarla toprağı yürürken ayaklarımızı sarıyor, giderek büyüyen koca topaklarla yürümek çok zorlaşıyordu. Böylece ilerlerken az sonra güneş tamamen batıyor ve hava kararıyordu. Biraz ileride önümüzü ikinci bir dere kesiyordu.
Neyse ki, şansımıza burada sel yoktu. Hemen ayaklarımızda ki kara lastik ve çorapları çıkarıp, pantolon paçalarımızı yukarı kıvırıyor ve yalın ayak dereyi geçiyorduk.
Karanlık iyice bastırmış, artık önümüzü görmekte bile zorlanıyorduk. Fakat çok sürmeden gözlerimiz karanlığa alışıyordu. Bu arada dolunay da önünü kesen kara bulutlardan sıyrılıp, bir an görünüp, sonra yine kayboluyordu. Artık önümüzde sadece bizim dere kalıyordu engeli geçilecek.
Artık Şükrü ile dilediğim gibi yarışabilir, onu türlü deneylerden geçire bilirdim. Nitekim ilk deneme fırsatı çıkmıştı bile. İçinde yürümekte olduğumuz tarlanın ortasında bir kırk adım ötete bir karartı duruyordu. Önce kaygısız yürürken birden durup:
-Şuna bak Şükrü, bu bir ayı değil mi?
Diye soruyor ve hemen ardından kendim cevaplıyor; ana! diye, yalancıktan korku nidası salıyor ve sözlerime davamla:
- Bence bu bir ayı, baksana. Diyordum.
Şükrü, her ne kadar çok cesur olsa da, benim korkar görünmem, ister istemez ona da tesir ediyordu. Böylece Şükrü'nün cesaretini zorluyor, benimle yarışa kalktığına pişman olsun istiyordum.
Ama Şükrü öyle kolay korkup, panikleyecek biri değildi. Ne de olsa, Kesimgillerden, orman kolcularının baş belası deli Rahmi’nin oğluydu...
Rahmi dayımı bu havalide tanımayan yoktu. Belalı biriydi ve kaç kez hapis yatıp, çıkmıştı. Köyleri bir orman köyü olduğu için atlarıyla dağdan kaçak ağaç getirir, bu yüzden ikide bi rkolcularla çatışırdı.
Dayım Hakkında çok anlatılan bir karşılaşması şöyle idi:
Kolcular baskın verince ormana dalmış ve çalılar arasında gizlenmişti. Kolculardan biri tam önünden geçerken aniden ve elde silah önüne atlıyor ve silahı suratına doğrulttuğu Kolcuya:
“ Dur Ulan, sakın kıpırdayım deme. Bana derler Rahmi Aksoy, aç ağzını getir salavatını, çağır Allah’ını, şimdi seni öte dünya postalıyorum...”

Ben durunca Şükrü de durup, ne yapılacağına birlikte karar vermemizi bekliyordu. Geri dönelim desem, dönecek, ileri yürüsem yürüyecekti. Tarlarının orta yerinde ve Karşımızda duran karaltının bir ayı olmak ihtimali bence yüzde on bile değildi. Öylece duruyor ve yerinden hiç kıpırdamıyordu. Yakın çevrede bir mısır tarlası falan da yoktu. O halde bu bir ayı olamazdı. Kanımca o bir kuşburnu, ardıç veya kızamık kümesi olmalıydı. Tabii ki bunu açıklamıyor, tam aksine onun bir ayı olacağını söylemekle kalmıyor, yalandan da;
-Ben geri dönüyorum, ya sen? Diye soruyordum.
Bu durumda o da:
-İyi, dönelim öyleyse. Diyordu.
Bu beklediğim cevap oluyor ve:
-Ne olursa olsun, ben ileri gidiyorum. Diye atılırken, Şükrü hemen;
-Ben de, diye, takibe koyuluyordu.
Sonunda yüzde yüz ölüm bile olsa benimle gelmekte tereddüt etmeyeceğine kanaat ettiğim kuzenim Şükrünün cesaret ve sadakatine için için hayran oluyordum.
Nihayet bizim köyün deresine ulaşıyorduk. Lakin aksilik bu ya, burada da dere yatağını tamamen doldurup, gürültüyle akan bir sel vardı. Ancak karşıya geçmek için gene de bir yol biliyordum. Tek çare, o an bulunduğumuz yerden biraz daha yukarıda ve derenin iki yanında yükselen büyük söğüt ağaçlarından ikisinin bir birine geçen dallarından yararlana bilmekti. Bunu Şükrü’ye açıkladığımda gösterdiği hayret bana gurur veriyordu. Çünkü bu yolu bilmemiş olsam, işimiz yaş ve belimize kadar kısmen ıslanmış halde, karanlıkta sabahı bekleyecektik.
Gerçi bulutlar dağılıp, az ötemizde ay ışığı vardı, fakat dere kenarı ağaçların gölgesinde kaldığı için etrafımız çok koyu karanlıktı.
Bu nedenle köprü olarak kullanacağımız ağaçları bulmak zorlaşacaktı. Nitekim ilk denememizde yanından geçerken göremeyip, değirmenin önünde bulunan cinli çortun yanı başında durmuştuk.
Biraz önce ona bu gölle ilgili en meşhur hikayeyi de şöyle anlatmıştım:
"Bizim köyde eskiden Ozanoğlu adında bir adam varmış ve günün birinde evinde dolaşan bir peri kızını ansızın batırdığı çatallı iğne ile yakalayarak, kendi itaatı altına almış ve ona ekmek pişirtmek istiyormuş. Çünkü perilerin pişirdiği ekmekler hiç tükenmezmiş. Nitekim ekmek pişiren Peri kızı, ona yalvarıp, kendisini değirmenin önünde bulunan belli bir çorta bırakmasını istemiş. Bu yakarışlara acıyan Ozanoğlu, bir akşam üstü onu bu çorta bırakmış. Fakat peri kızının koyduğu “Sakın geriye dönüp, bakma” şartına, merakına yenilerek uymayıp, geri bakınca, o sırada diz kapağına kadar suya girmiş olan peri kızının ecinnilerce anında parçalanıp, gölün kızıla boyandığını görmüş."
Burasının işte o çort olduğunu söyleyince, ayıdan, kurttan korkmayan Şükrü birden panikleyerek:
-Deme ya!? Aman hemen kaçalım buradan! Diyordu.
Nitekim geri dönüyor ve bizi karşıya geçirecek olan köprü söğüdü bu defa şaşmadan buluyorduk. Bu kalın ve yaşlı bir ağaçtı. Yüksek dalları neredeyse karşı kıyıya kadar ulaşıyordu. Ben önde Şükrü arkada, bunu tırmanıp, öteki kıyıya iniyor ve ay ışığı süt liman, sevinçle köyün yolunu tutuyorduk.
Az sonra şose boyunca uzanıp giden dikili telgraf direklerini ona gösteriyordum. Onların köyde böylesi olmadığından, bu hayli ilgisini çekiyordu. Ağaca tırmanma yarışlarımızda bunlardan bahsederek onu çok merak ettirmiş, benim yaptığımı yapamayacağını iddia etmiştim. Yarın sabah gelip bunlara tırmanmayı muhakkak o da deneyecekti.
Nitekim bizim eve ulaşmış ama onca gürültümüze rağmen ablamı uyandırıp, kapıyı açtıramıyorduk. Neyse ki, hemen karşı evde oturan halam ve dedem bizi duyup, içeri almış, karnımızı doyurup, yatak sermişlerdi. Çok yorulmuştuk. Yarın birlikte yapacaklarımızın hayalini kurarak yattığımız gibi uyumuşuz...
Nihayet sabah olup, uyandığımda Şükrü’yü yanımda göremeyişim ve gece olanları duyduğumda çok üzülmüş, inanılmaz büyük bir düş kırıklığı yaşamıştım. Meğer biz oradan ayrılıp, akşam olduğu halde eve gelmeyince köyde bir şivan, bir velvele kopmuş ki sormayın gitsin. Doğru dürüst mevlit bile okutulamadan at binen dayımlar, komşu köyleri dolaşıp, bizi aramağa başlamışlarmış. Ceviz deresini geçip, o sırtta yön tayini yaptığımız sırada gördüğümüz Günyüzü köyünden olan o kadından gittiğimiz yeri nihayet öğrene bilmiş ve gelip bizi bulmuşlardı.
Bu olaydan sonra sevgili kuzenim Şükrü ile ne yazık ki bir daha asla görüşemeyecek idik. Çünkü aradan bir iki ay geçmeyip, ceviz deresinin karşı yakasında bir gün mal yayarlarken, Selahattin dayımın oğlu, büyük kuzenimiz, Muammer'in bir kaza kurşunu ile vurularak, maalesef hayatını kaybedecekti.
Bu kez annemle onun cenazesine gidecek, yarıştığımız o yaşlı ardıç ağacının altına kurulan çardakta otopsi yapan hükümet tabibinden onun bir çatal yürek taşıdığını duyacaktım...

MEKTEP
Köyde her kış açılan cami bitişiğindeki Mektebe ücreti köylü tarafından ödenen sarıklı bir Hoca tutulur, genç ve çocuklara Dini bilgiler ile Kuran öğretilirdi. “Korku cennetten çıkmadır” özdeyişi Mektepte bilhassa geçerliydi. Evde babamın, orada hocanın korkusu ile elife mertek, be’ye tekne, diyerek eski harfleri çabucak öğrenmiştim. Lakin iş okumaya gelince bu o kadar kolay değildi. Babamın önünde hepten saşırır, yanlış yaptıkça dayak yer, dayak yedikçe yanlış yapardım. Çünkü babamın kafama indirdiği turalı gümüş yüzük darebesi canımı acıtır, akan göz yaşımdan, bırakın okumayı, harfleri dahi göremezdim. Fakat yine de çok sürmemiş, Elif-Amme cüzleri derken, eski yazıyı sökebilmiştim.
Okumaya ilaveten öğretilenler asıl işlevsel olanlarıydı bu bilgilerin. Çünkü bunlar ahiret hayatının giriş kapısına ait ve herkesin mutlaka bilmesi gereken soru ve cevapları kapsıyorlardı. Bunları gereğince bilemeyenlerin işi haraptı. Zira aksi halde ölene, kabire definden sonra, bir dudağı yerde, diğeri gökte, elinde kıllı topuzla gelecek Zebaniden kurtulmanın hiç başka yolu yoktu. Yanlış cevap verenler topuzu başına yer ve yedi kat yerin dibinde ki cehennemi baylardı. Ancak, bilenler kurtulup, ebedi hayatın sürdüğü, o güzel cennete giderlerdi.
O mühim soru ve cevaplar sırayla;
- Kimsin, nesin? Elhamdülüllah Müslümanım.
- Rabbin kim? Allah.
- Nebin kim? H.z. Muhammed.
- Kimin ümmetindensin? H.z. Muhammedin.
- Kimin milletindensin? H.z. Halil İbrahimin.
- Kimin zürriyetinden Adem aleyhisselamın.
Önce bu bilgilerle techiz edilip, sonra yeni yazı öğreten okullara gidebilirdik. Köylüler arasında bu konuda muhtelif görüşler vardı. Çoğu köylüye göre; yeni yazı denen tarz, eme yarar bir şey değildi, lakin nedense hükümet, okumak isteyenlere bu yazıyı dayatıyordu. Oysa bu yeni, gavur yazısını öğrenip de ne olacaktı? Çünkü mühim olan; eski yazıyı öğrenip, Kuran-ı okuyabilmektir, deniyordu...
OKUL
Bizim köyde henüz okul binası yoktu. O nedenle İlkokula komşu Karaköyde başlamıştık. Bizden önce kimi ağabeylerimiz de orada başlamışlardı okula. Okul yolu yürüme onbeş dakika çekmiyordu. İlk gün okula, kivre Kaya ve kardeşi Emrullah, amca oğlu İsmail ve yaşıtım Murat ile birlikte gitmiştik. Karaköylü çocuklar daha yarı yolda ve sevinçle karşılamışlardı bizi. Okul, kavak, erik ve söğüt ağaçları arasında, tahta çatılı, büyükçe bir evin iki odasından ibaretti. Uzun ve art arda dizilmiş sıralarda oturuyorduk. Elimde biri beyaz, diğeri sarı yapraklı iki defter ve ceviz kavalıma karşılık, Nurettin’den aldığım birkaç kalem ve silgiyle okula başlamıştım. Öğretmenimiz Sıtkı Bey’in gözetiminde, okuma yazmayı bir ayda ve ilk öğrenen iki öğrenciden biri olmuştum. Demek ki, bu yazı eski yazıdan daha kolaymış.
İkinci sınıfı, amca oğlu İsmail ile beraber kasabada okuyacaktık. Mesafe dört kilo metreyi buluyordu. Önce Mithat Paşa İlkokulana gitmiştik. Sınıflar çok kalabalıktı. Her teneffüste kavgalar çıkıyordu. Kasaba çocukları köylerden gelenlere tat vermiyor, nedense, onları sindirmek istiyorlardı. Bana pek takılan olmaz, daha çok İsmail’e arka çıkarken dövüşürdüm. Aradan iki ay geçmemişti ki, yolumuz üzerinde bulunan, köye daha yakın olan Atatürk İlkokuluna nakledilmiştik. Yeni okulun, yakın olması haricinde bir avantajı yoktu. Çünkü kavgalar yine sürüyordu. Kara Mıstik, Kökü, Laz Baki, Çarçilli adları köylerden gelen çocukların korkulu ruyalarıydı. Buna, dönüş yolunda İneköy ve Karaköyün haşarı çocuklarını da eklemeliydik. Çünkü çocukluk devrinde gücü gücü yetene, kuralı geçerli ve uygunu başka köyün çocuklarına sataşmaktı. Her şeye rağmen derslerde başarılı ve bütün derslerim pekiyi idi.
Takip eden yaz tatilinde bizim köye nihayet okul yapılmış ve üçüncü sınıftan sonrasını burada okuyabilecektim. Bu arada yeni yazının sanıldığı kadar kötü bir şey olmadığını anlamanın dışında, bir çok farklı şeyi de öğrenmiştim. Farklılık, mektepte öğretilenlerle ilgili ve onlarla göreceliydi. En dikkatimi çeken, hoca mektebinde Müslüman ve Halil İbrahim milletinden olduğumuzun öğrenmiş iken, burada Atatürk’ü duyup, kendimizin Türk ve Türk milletinden olduğumuz söylenerek, her sabah buna dair ant içiyor olmamızdı. Bu işte bir yanlışlık vardı, ama nerede olduğunu bilmiyordum. Halil İbrahim milletinden olduğumuza dair mektep öğretisi mi, Türk olduğumuz mu asıl gerçekti? Birinci öğretinin yanlış olduğuna inansam ve bunu dedem duysa herhalde cinnet geçirirdi. Molla Şirin’in damadı ve son derece dindar bir kişiydi dedem. Dağlarda beraber öküzleri otlatırken, o güzel sesiyle durup, ezan okur, namaz kılar ve din vaizlerinden dinlediği hikayeleri anlatmakla bitiremezdi. Benim okumamı ve hatta doktor olmamı istiyor, bu yüzden doktorunun adını bana veriyordu.
Beni bilhassa meşgul eden soru; Türkler ve Müslümanlar aynı mı, yoksa gayrı uluslar mıydı? Ya da, kendi milletini yok saymak Müslüman olmanın gereği miydi? Bunlara ilaveten; Tanrı ile Allah adları aynı zata mı, yoksa farklı zatlara mı ait idiler? Milletinden olduğumuz iddia edilen Halil İbrahim, acep tek başına bir millet miydi? Yok, değilse, onun da ait olduğu bir millet muhakkak olup, bu milletin adı neydi? Şu durumda o millet Türk milleti olmalıydı. Aksi halde daha neden böyle sayılsındı ki? Bu iki öğreti arasında çelişme olmamasının tek şartı, onun da Türk milletine ait olduğunun kanıtlanması olmalıydı. Yoksa işler karışıyor demekti. Bu soruların doğru cevaplarını arayacak ve bir gün mutlaka bulacaktım...
İlkokul ikiye geçtiğim yılın yaz tatili başlamış, komşu ve akraba çocukları Hüsamettin ve Naci ile Kurun deresine doğru gezmeğe gidiyorduk. İçinde tahıl yıkamak üzere, betondan yapılmış, diz boyu derinlikteki dar havuzlara “Kurun” deniyordu. Hemen yanı başlarından geçen arktan kurunlara su bağlar, dolduklarında içlerinde oynardık. Henüz oraya varmıştık ki, benden bir yaş büyük olan Hüsam, aklına fesatlık düşüp, Naci’ye hitaben;
-Naci, habu var ya, ne yaptı, biliyor musun?
-Ne yaptı? Diye soruyordu Naci
- Necati’nin ayağına bastı!
Bunu derken yüzünde beliren ifade, sanki Necati’nin ayağına ayakla değil, tank paletiyle falan, basılmış olduğunu anlatmak istiyordu. Kaldı ki, bu doğru bile değildi. Necati benden iki yaş küçük ve Naci’nin ortanca kardeşiydi. Akraba olduğumuz için sıkça beraber olurduk. Naci benden üç yaş büyüktü. Değil mi ki böyle ağır bir cürüm (!) işlemişim, o halde bunun cezasını çekmeliydim.
Bemen hemen itirazla:
-“Yok öyle bir şey, yalan söylüyor valla!
Dedimse de dinletememiş, ellerinde bulunan yaş çubuklar bacaklarımda, kıçımda patlamıştı. Onlara karşı koyacak durumda değildim. Çaresiz, ağlayarak oradan ayrılıyor ve öfkeyle söverken, tehditler savuruyor, “Tabanca getirip, bunun hesabını soracağım” diyordum.
Onlar bunu ciddiye almayıp, arkamdan gülüyorlardı. Onurum fena halde incinmişti. Beni böyle şaplak uşağı yerine koymalarını mutlaka ödetmeliydim, ama nasıl? Babamın bir tabancası vardı ve bunu bir kaç defa gizlice okula getirip, onlara göstermiştim. Bunun arkaik nedeni işte böylesi durumlar için idi. Oysa tabanca kullanmayı bilmediğim gibi, o gün evde bulacağımda kuşkuluydu. Çünkü günlerden Perşembe değildi. Babam sadece o günlerde kasabada kurulan Pazara gider ve tabancayı evde bırakırdı. Bu durumda eve gitmem boşuna olabilirdi. Derken anayolu geçmiş, köyün önünde yer alan mezarlığa varmıştım. Yukarı doğru gidildikçe meyil artıyordu. Mezarlığın hemen sağ yanından gidilen patikaya geçmiş, orada ki tarlanın kenarına çömelmiştim. Kabristanın yeri yüksek, bulunduğum yer inginde kalıyor, böylece onların görüş sahalarından çıkıyordum. Çömeldiğim yerden önümdeki tarlaya bakarak düşünüyordum. Bu sırada az ileride duran bir taş gözüme takılıyor ve hemen kalkıp onu inceliyordum. Bu bileği taşı, az bir düzenlemeyle tabanca şekline sokulabilirdi. Derken iki taşla hemen işe koyuluyor, gerekli şekillendirmeği yapıyordum.Az sonra sözde tabancamı kemerime sokup, gömleğimle üzerini örtüyor ve elimle üzerinden kavrayarak, altında gerçekten kabza ve namlu varmış imajı yaratıyordum. Şimdi tek eksiğim elime yaş ve sağlam bir ağaç dalı almaktı. Onu yolun altındaki tarlanın içinde yükselen bir ahlat ağacından kırıp, düzelterek, pür silah, kurunların oraya doğru seğirtiyordum. Az sonra oraya vardığımda, şansıma Hüsam yalnızdı. Fütursuzca üzerine koşarken, hırs ve kinimi belirtmek için sövüyor, onları vurup, geberteceğime dair tehdit ederken, bir elimle belimde ki sözde kabzayı kavrıyordum. Beni fark edince, çömeldiği yerden ayağa kalkan Hüsam, bir an gördüğüne inanmakta güçlük çekiyor, şaşkın vaziyette, öylece duruyordu. Böyle yapmayıp, hemen kaçacak olsa, iyi koştuğu için kurtulabilirdi benden. Fakat adeta yerine mıhlanmış gibi duruyordu. Üzerine doğru hiç duraksamadan koşarken, bütün tepkilerini ölçüyor, karşı koyma cesaretinin giderek azaldığını fark ediyordum. Artık kaçması gerekiyordu, ama henüz kaçmıyordu. Belki de, arkasından ateş edip, nasılsa vurabileceğimi düşünüyordu. Son anda kaçmağa davrandıysa da geç kalmış, yetişir yetişmez sırtına, kıçına kıyasıya vurmağa başlamıştım. Duyduğu acıdan dehşete kapılmış, önüm sıra çığlık çığlığa kaçarken elleriyle başını korumağa çalışıyor, bir yandan da “Naci, Naci!” Diye haykırıyordu.
Onun yakında olduğunu duyunca, korkup, bırakacağımı sanıyor olmalıydı. Baktığı yönden, Naci’nin dere kıyısında, söğütlerin altında bulunan kaynaktan su içmeğe gittiğini anlamıştım. Onun feryadını duyan Naci, az sonra kıyıdaki yüksek kuşburnu kümelerinin arasından fırlamış, mısır, fasulye ekili, amcamlara ait tarlanın ortasına gelmişti. Önünde, üzerinden arkın geçtiği iki metrelik bir yükselti vardı. Biz bunun az ötesinde, arkın üstündeki tarlanın içinde hareket halindeydik. Orayı tırmanmak için koşmağa yeltenmiş, fakat Hüsamettin’in, “Tabanca var” sözü, (bu, daha ziyade düştüğü durumu izah etmek içindi), onu anında durdurmuştu. Bunu değerlendirmenin tam vaktiydi. Hüsam’ı bırakıp, hemen ona karşı hücuma geçerek arktan atlıyordum. Bu arada Hüsam hızla köyün yolunu tutarken, tarlanın içinde tereddütle duran Naci, üzerine korkusuzca koştuğumu görünce, yanımda mutlaka silah olduğuna hükmedip, hemen geri dönerek dereden hızla geçip, öte yakada ki mısır Az sonra köye dönerken, Naci’nin yüzünde beliren o ifadeyi düşündükçe katılasıya gülüyor ve kendimi silahsız da savunacak duruma gelinceye kadar bu olayı hiç kimseye anlatmıyordum.
Hüsam ile birkaç gün sonra gene barışıyorduk. Evlerimiz yakın olduğu için sıkça görüşüyor, birlikte yapmak üzere, türlü planlar kuruyorduk. Bir gün yine bizim evin yanında buluşmuş, ne yapsak diye düşünüyorduk. O birden şeytanca gülerek:
- Haydi Nehar’ı çağırıp, dağa gidelim. Diyordu.
Bu kez kabak büyük teyzemizin torunlarından olan Neharın başında patlayacak demekti. Neharların ev yukarıda, armudun derenin üst yamacındaydı. Biraz ötesinde ormana ait ilk çalılıklar başlıyordu. Derken, derenin tabanına gelmiş, evlerinin önünde oynayan yaşıtımız Nehar’a sesleniyorduk;
-Nehar, emice gel hep beraber dağa gidek!
Nehar, bizimle oynama fırsatı çıktığı için sevinip, annesinin ikazına aldırış etmeden, bayır aşağı koşarak yanımıza inmişti. Onu ortamıza almış, omuz omuza henüz iki adım atmadan sille tokat girişmiştik. Nehar, duyduğu acıdan ziyade, uğradığı bu hayal kırıklığından ötürü seslice ağlarken, annesi bayır aşağı koşuyor, biz onu bırakıp, kaçıyorduk. Anne arkamızdan büyük oğlunu kast ederek; “Sizi Ali’ye sordurtmazsam görürsünüz,” diyordu. Çocuklukta işte böyle zalimlikler yaşanabiliyordu. Kim biraz mazlum ve güçsüz ise vay geldi haline demekti. Gerçi bir fırsatını bulup, Ali bizi yakalıyor ve ellerimizi tutarak, Nehar’a” Hadi, gel lan, vur şimdi” diyor, ama biz; ”Vursun, nasılsa onu gene yalnız yakalamayacak mıyız?” diyince, akıbeti bilen Nehar, belki hem böylece dost olur, birlikte oynarız, ümidiyle “Vuracağım ama kıyamıyorum” diyerek, bağışlıyordu. Ali o zaman kızıp; ”Ne halin varsa gör, ama sakın bir daha, beni dövdüler diye zırlanma, tamam mı”, diyip, bizi bırakıyordu…
Başka bir kış günü, kasabadan, okuldan dönüyorduk. Nehar, Emir ve Fırat üç amca oğlu idi. Müthiş ayaz vardı. Kitaplarım omuz çantamda, başımda annemin elde ördüğü tiftik papak (kalpak) ve ellerimde yine tiftik eldivenler, hiç üşümüyordum. Ötekiler, esasen yeterince varlıklı olmalarına rağmen, adeta yaz kıyafetinde yola çıkmış, soğuktan burunları sulanarak yürüyorlardı. Bir konu üzerinde Nehar’la tartışmış, yersiz iddiasına sinirlenerek, ona bir yumruk atarak, burnunu kanatmıştım. Amca oğulları beni haklı bulduklarından olacak, önce karışmamışlardı. Ama Nehar onları bana saldırtmak için ikna etmekte kararlıydı. Bunun için onlara diller döküyor, vaatler ediyordu;
-Siz ne biçim emmi oğlusunuz, utanmıyor musunuz beni yalnız bırakmağa? Gelin hep bir olup, şunu dövelim.
Diye ısrar ediyor, ama bir türlü olumlu karşılık gelmiyordu. Çünkü hemen araya girip, onları daha sonra nasılsa tek yakalayıp, bunu nasıl ödettireceğimi hatırlatıyordum.
Nitekim Neharın vaatleri sonuç verip, Fırat ikna oluyor, ama beni dövebilmek için ikisi kafi değildi. Emir’in katılması da lazımdı. Karla kaplı köy yolunda yürümeğe devam ediyorduk. Nitekim İne köy ve Karaköy arasında kalan, nispeten ıssız bir yere geldiğimizde, Nehar’ın yaptığı onca vaatten sonra Emir de ikna olup, bana karşı birleşerek hücuma geçmişlerdi. Etrafta diz boyu kar vardı. Elleri soğuktan dona yazdığı için, yere yıktıkları halde, bana hiç vuramıyor, vursalar da kendi canları daha çok yanıyordu.Her birine birkaç yumruk isabet ettirdimse de bana sarılmaları ve karların üstüne yıkılmaktan kurtulamamıştım. Bütün yaptıkları beni yerde tutmaktan ibaret kalıyordu. Bu sırada yine boş durmuyor, yerden aldığım kar topaklarını ellerine, yüzlerine sürerek, iyice üşümelerine yol açıyor, beni bırakmalarını sağlamak istiyordum. Tam bu sırada bizim köylü römorklu bir traktör kasaban dönüyordu. Bizi görünce frenlemiş ve hemen kavgayı bırakıp, duran römorka atlamıştık. Ama ben yakalarını bırakmıyor, bu yaptıklarını burunlarından getirmek için römorktan atmakla tehdit ediyordum. Hele köye inince işleri hepten yaştı. Çünkü orada eve gitmek için mecburen ayrılacaklardı. Ben köyün orta yerinde olan caminin yanın bekliyor ve iki kişi kalınca onlara ne yapacağımı söylüyordum. Fırat ve Nehar yukarı mahallede, Emir aşağıda oturuyordu. Beni yıkarak onurumu incittikleri bir yana, tekerrürü önlemek için buna pişman etmeliydim onları. Nitekim nedametlerini dile getirip, yalvarıyor, akraba değil miyiz, diyince, daha fazla direnmiyor ve barışarak ayrılıyorduk...
MİYADON
Tek oğlu askere gideceğinden, mallarını otaracak kimsesi olmayan teyzem, annemden beni göndermesini istemişti. Bu hizmetime karşılık, okul vakti gelince elbisem alınacak, bir miktar da harçlığın yanında, babamın onlardan aldığı tabancasından ötürü olan kalıntı (250lira) da silinecekti. Okullar tatil olunca, bir Perşembe günü, teyzemlerin kamyonla Miyadon köyüne gelmiştim. Gerçi asıl işim arazide mal otlatmak olacaktı, ama sağ olsun teyzem, neredeyse bir dakikamı bile boş bırakmıyor, beni bütün işlere koşturuyordu. Biri benden küçük, diğeri aynı oranda büyük iki de kızı vardı teyzemlerin. Annemlerin dayı oğlu, teyzemin eşi olan İmdat çavuş kamyon ile seferden sefere gider, ancak ara sıra köye uğrardı. İhtiyar anneannem ve şoförün karısı Ayten hanım ile kundakdaki çocuğu birlikte kalıyorduk. Ayten hanım şehirde yetişmiş olduğundan, köy hayatının tekdüzeliğine alışmakta zorluk çekiyor, küçük oğluyla beraber kocasının yolunu beklerken sıkılıyordu.
Yeşil ırmağın kollarından biri olan Şiran çayı, ilkbaharda bu köyün arazisinden coşkun akardı. Eski, ahşap köprüsünden sadece yayalar ve hayvanlar geçebilirdi. Bura çocuklarına, bu çay ve derin göllerinden ötürü gıbta ediyordum. Zira tatlı suyun derin çortlarında yıkanmaya bayılıyordum. Buraya geldiğimde, önceleri tanımadığım bir kavramla tanışmıştım. Aynı köyün içinde yaşayan insanların diğer mahalledekileri “Düşmanlar” diye , nitelemeleri bana çok yeni idi. Kemal ve Özcan, annemin dayısının torunlarıydılar. Çok zaman birlikte olur, göllerde yüzer, dağlarda mal otlatırdık. Her ikisi de bana yeni gelen bir çok farklı kabiliyetlere sahiptiler. Şeker pancarı kökleri veya kalın ağaç kabuklarını oyarak, kamyon, araba maketleri yapmayı büyük amcalarının oğlu Hasan abiden öğrenmişlerdi. Ayrıca bunlar, uzaktan gelen kamyon seslerinden, onların markalarını biliyor, kuş dili dedikleri tarzda, yek diğeriyle rahatça anlaşabiliyor, suyun akışına karşı yüzüyorlardı. Bunları öğrenmek için görmem yetiyordu. Aradan geçen üç-dört hafta bana aylar gibi uzun geliyor, her şeyini sevdiğim köyümden uzak kalışıma üzülüyordum. Ara sıra özlem gidermek için "Gavur Mezarlığı" denen tepeye çıkar, doğuya bakınca uzaklarda Karatepenin yer yer çıplak olan batı yamaçlarını görür, oralarda olma özlemiyle gözlerim yaşarır, iç geçirirdim. Bazen, uyumsuz hayvanları güderken çok bunalır her şeyi bırakıp kaçmak isterdim. Ama bunu yapmazdım. Çünkü kimseye "Bak, zora dayanamayıp, vaktinden önce geri döndü", dedirtmek istemiyor, bunu bir onur meselesi sayıyordum. Hem ne de olsa okullar açılınca köye döneceğime göre, burada öğrendiklerim bir teselli sayabilirdim. Çünkü bunları bizim köyde bilen tek kişi ben olacak ve öteki çocuklara ilk öğreten olmanın kıvancını yaşayacaktım….
Perşembe günleri kasabada pazar kurulur, o gün Ankara ve Istanbula giden yolcu otobüsleri buradan geçerdi. Bunu bilen köy çocukları bu otobüsleri yakından görme merakları ve bir gün bunlarla büyük şehirlere yolculuk yapma düşleriyle, güttükleri hayvanları saat dokuz-on sularında bu tarafa, değirmenin ardından geçen şosenin sol kıyısındaki çimenliğe sürerlerdi. Otobüsler çokluk orada durur, inen binen yolcular bulunurdu. İşte gene böyle bir gün ve ben de oradaydım. Beyaz renkli, önünde "Beytullah Turizm" yazısı bulunan bir otobüs gelip yanımızda durmuştu. Derken kapılar açılıp, kimi yolcular aşağı inmeğe başlamıştı. Ben hemen oracıkta durmuş, otobüse inip binenlere kenardan bakıyordum. Derken inenler arasından uzun boylu, babayiğit birinin gülümseyerek bana doğru geldiğini görmüş, ama gözlerime inanamaşıtım. Bu gelen babam Tursen çavuştu. Yanıma gelince eğilip, gözlerimden öptükten sonra, laf olsun diye, burada ne yaptığını sormuş, birkaç gün önce İstanbuldan geldiğini ve artık Almanya'ya gitmekte olduğunu söylüyordu. Ayrılırken, “ Kendine dikkat et” diyor ve tekrar hareket etmek üzere olan otobüse biniyordu. Babam o halimi hiç unutamamış, bunu yıllar sonra tekrar hatırlayınca: "Oğlum, şayet seni orada öyle sefil kılık, kıyafet içinde görmemiş olsam, bir Alman kadını dostum vardı, onunla yaşamaya devam eder, belki zamanla hepinizi unutur, giderdim" diyecekti…
Buraya geldiğim ilk gün ve araziye mallarla çıktığımız anı hiç unutmam. Güdümümde bir çift öküz, üç dana ve onaltı kuzu vardı. Kemal, Özcan ve diğerleri ile birlikte, ormanın öte yanında kalan "Ballık" denen sarp kayalık mevki'e gitmiştik. Dediklerine göre, kartalların yuva yaptığı bu kayanın zirvesine kimse tırmanamazmış. Madem öyle, o halde hemen ilk olma fırsatını değerlendirip, buraya tırmanmak istiyordum. Fakat kayalık gerçekten çok sarp ve tehlikeliydi. Derken ayaklarımdaki kara lastikleri çarmış, yalın ayak tırmanışa geçmiştim. Çünkü böylece tutunma yetimi artırıp, kayma tehlikesini en aza indirgiyordum. Biraz sonra kayaya tırmandığımda zirvede gerçekten bir kartal yuvası ve bunda yeni tüylenmiş yavrularla karşılaşmıştım. Onlara dokunmadan, bir an seyretmiş, sonra aşağı inecektim. Çünkü burada durmak tehlikeliydi. Tam bu sırada, her nasılsa durumu görmüş olan anakartal “Gyaak!” diye sesler çıkararak telaşla yaklaşıp, atağa geçmişti. Yavrulara zarar vermek istediğimi sanıyor olmalıydı. Kartal pençe vurmamıştı ama, bu tür olası bir atağa karşı korunma refleksiyle tutunduğum kayadan elimin tekini çözünce bir an dengem kaybolup, hızla düşmeğe başlamıştım. Şansım vardı gene ki, doğal yapı olarak bu kaya üç yüksek basamaktan oluşuyor ve her basamak düşme hızımı az da olsa kesiyordu. Aksi halde o yükseklikten bir anda yere düşmem hayatımın sonu olabilirdi. Kartalların yaşadığı bu yüksek kayaya o yaşta tırmanmak sıradan bir iş olmadığı için yanımdakiler cesaretime hayran kalmış, ama bu iş bana hayli acılı kol ve bacak sıyrıklarına mal olmuştu…

Bu köyün çocukları nezdinde “Canavar”la eş değer etkiye sahip olan Karakuşları (Kartal) bu olaydan sonra kinlemeğe başlıyordum. Tabiat ananın bir şaheseri, iri, kıvrak kanatları, alımlı başları, keskin, sivri pençeleri ve haşmetli duruşları ile kartallar, daha ziyade günün ikindi sularında semalarda daireler çizer, alıcı bakışlarıyla yeri tarayarak av ararlardı. Bir kartal, metrelerce yukarıdan baktığı yer yüzünde avlanacak bir yılan, tavşan veya köstebek fark edince, hemen süser ve çok sürmeden pençesinde sarkan avıyla tekar havalanırdı. O gün tam zirveye eriştiğim sırada, ansızın gelerek kayalıktan düşmeme yol açıp, yaralanmam hadi neyse, yanımdakilere mahcup olmama yol açan bu kuşlara karşı hayranlıktan başka, hıncım da vardı. İlk fırsatta bunun öcünü birinden almayı tasarlıyor, bir açıklarını kolluyordum. Nitekim yaz tatili bitip, köyüme dönmeme iki-üç hafta ancak kalmıştı. Hayvanları köyün önündeki yeni biçilmiş hozanlara vurmuştuk. Evler yüz adım yukarıda, yer yer köyün içi görülüyordu. Birazdan akşam olacaktı. Hayvanlar köye yukarı meyilli tarlalara dağılmış, ahırlara kapatılmadan önce, bahtlarına ne çıkarsa topluyarlardı. Teyzemlerin iki katlı, toprak damlı evin önünden geçen ana yoldan sapan bir patika, tarlaların arasından geçerek bostanlara aşağı iniyor, iki kıyısı boyunca kuşburnu, kızamık kümeleri, kavak ve söğüt ağaçları bulunan dere kıyısında son buluyordu. Bu küçük derenin her iki yakası sulamaya elverişli olduğundan, bostanlarda soğan, patates, salatalık, domates, kendir, fasulye, börülce ve lahana yetiştiriliyor, neredeyse burada herkesin küçük bir bostanı bulunuyordu. Mal hodakları bir araya toplanmış, kimi bir şeyler anlatıyor, kimi şakalaşarak, sağa sola koşuşuyorlardı...
Bu sırada ben, bir tumpun üstündeki alıç ağacına yaslanmış, pür dikkat bostanların üzerinde daireler çizen bir kartalın takibindeydim. Kartal yükseklerde turlayıp duruyordu. Oysa avlayacağı hayvan türleri öyle yüz metreden görüş vermeyecek denli sık bitki örtüsüyle siperlenmiş, fani hayatlarını olabildiğince güvende tutuyor, görünürde birine rastlanmıyordu. Böyle giderse bizim karakuş yuvaya boş pençeyle döneceğe benziyordu. Fakat o da neydi? Görkemli kanatları ansızınn pike durumuna gelip, o ünlü dalışıyla yere aşağı son hızla süsüyordu. Zemini tarayan keskin gözleri bir ava kilitlenmiş olmalıydı. Yerde gördüğü her ne ise, zamanında deliğine kaçamazsa, vay geldi demekti onun başına. Çünkü az sonra tepesine demir pençeli bir kara kuş, süngü gibi iniverecekti. Yerdeki hedefin ne olduğunu göremeyecek denli uzak olmam bir yana, bunu düşünmüyordum bile. Dikkat ettiğim tek şey kartalın kendisi ve halen kendir bostanının üzerine olduğuydu. Hızla buraya dalan kartal, kendirler arasında gözden kaybolmuştu. Bulunduğum yerden onun tekrar havalanacağı anı beklerken, acaba bu kez ne yakaladı diye merak da ediyordum. Bu bir yılansa, kartalın pençelerinde acıyla kıvranarak havalanırken, onu sokup kurtulmayı denemeğe kalkar, ama kartal onu bir an bırakıp, biraz düşüşle iyice sersemledikten sonra havada gene yakalardı. Fakat saniyeler geçiyor, her nedense havalanmıyordu kartal. Aniden aklıma gelen bir fikirle yerimden fırladığım gibi kartalın daldığı noktaya doğru koşuyordum. Mesafe elli adım var, yoktu. Kendir bostanının başına gelince durmuş, bunun içinden geçen daracık patikada koşar adım, öteki çıkışa yönelen kartalı görmüştüm. Karakuş, avı yakalayamadığını geç, eğer bir mucize olup, hemen uçmayı başaramazsa yakayı ele verdi demekti bu kez. Kanat açmayı mutlaka denemiş olmalıydı. Ama insan boyu yükselen bu kendir sokağında buna olanak yoktu. Ola ki, akabinde, avı mavı bırakıp, var gücüyle ilerdeki çıkışa doğru koşuyordu. En acilinden on adım koşup, açığa çıkabilirse kurtulmuş olacaktı. Al kanatları olmanın ne önemi olurdu sincap gibi koşmağa ihtiyaç varken. Boyumu aşan kendirler arasına dalmam ile anında yetiştiğim kartalın kuyruğuna ayak basıp, eğilerek iki uçlarından tuttuğum kanatlarından askıya almıştım. Bir anda neye uğradığını anlayamayan kartal, yakalanmış olduğunu farkedince buna öfkeyle isyan ediyor, kurtulmağa çabalıyordu. Ama nafileydi bütün uğraşı. Zira kendini ele veren alkanatları olmadık yerinden tutulup, tutsak düşmüştü insanoğluna. O bırakmadıktan sonra kurtulmasına imkan ve ihtimal yoktu karakuşun. Demek uzun kanatlara güvenir, göğü saltanatgahın, yeri avlağın sayar, kurda kuşa dar ederdin dünyayı. Şimdi boşlukta sarkan o güçlü pençelerin ve havayı ısıran keskin gaganla yekun hayvanatın kabusuydun ey kartal...
Az ötedeki çocuklarla bu olayı paylaşmadan olmazdı. Sağ elime aldığım karakuşla hemen kendirlerin arasından çıkıp, onlara doğru yürümüştüm. Kendimden uzak, yana tuttuğum şeyin bir karakuş olacağı hiç akıllarına gelmediği için, acep nedir, diyerek yanıma koşmuşlardı. Bir karakuş böyle yakalanmış olamazdı. Onu daha önce asla bu durumda görmemişlerdi çünkü.. O nedenle, düş görüyorlarmışçasına şaşkındılar. Kartal öfkeyle bağırıp, bakışları şimşekler çakarken, keskin pençeleri havayı biçiyor, ama kurtaramıyordu kendini. Onu bir an yakalamak ve önlerinde mahcup olduğum bu çocuklara böyle teşir etmek bana yetmişti.Nitekim göklerin feriştahını daha fazla mahzur ve mahkum tutmağa gönlüm razı olmayıp, varsın uçup, gitsin, diye ileri doğru fırlatıyordum. Fakat o da ne, hemen uçup gideceğine, indiği yerde duruyordu karakuş. İhtimal, askıda kalmaktan kanatları hareket ettiren kas kökleri aşırı gerilmiş, devinmeğe artık müsaade etmeyecek denli sızlıyorlardı. Çocuklar etrafına üşüşmüş, yerdeki kartalı gülerek izliyor, kimisi elindeki değnekle ona uzanmak, dürtüklemek istiyorlardı. Ancak, bunun burası kartaldı ne de olsa; vaziyeti hiç belli etmeden, mücadeleyi kıç üstü sürdürüyor, ateş saçan gözleri, ileri doğrultulmuş pençeleri, açık gagası ve olanca haşmetiyle etrafına tehditler savuruyordu. Vahşi sesler çıkararak, etrafını sarmış olan eli sopalı çocukları korkutup, başından bir an önce def etmek için her yana ataklar yapıyordu. Manzara çok ilginçti. Çocuklar gard almış kara kuşu bırakıp gidemiyor, aksine, etrafını dahada sarıyorlardı. Kartal bir an, sopasının ucuyla kendisine dokunmaya çalışan Kemal'e çok kızmış olmalı ki, hemen üzerine atılarak, açık pençesini bacaklarına doğru sallıyor ve dizine rast getiriyordu. Fakat o anda Kemalin bir değnek darbesi sırt ve baş hizasına değip, onu kendinden geçiriyordu. Fakat Kemal hala kurtaramıyordu pantolon paçasını pençesinden, ta ki yeni kadife pantolonu dizden yırtılıncaya kadar. Kartal şimdi ölü gibi yere uzanmış, kıpırtısız, öylece duruyordu. göklerin hakiminin bu hali gerçekten içimi sızlatmıştı...
Böylece kartalın direnişini bitiren çocuklar, artık oradan ayrılmağa başlıyorlardı. Ben onun ölmüş olabileceğine inanmıyor, hatta ölü rolü yaptığını düşünüyordum. Bu durumda kim olsa öyle yapardı çünkü. Gerçeği görmek için denemek gerekiyordu onu. Bunun için kucağıma alıp, iri dallı bir söğüt ağacına yukarı doğru fırlatmıştım. Gözü kapalı, ölmüş gibi kıpırtısız havaya fırlatılan kartal, yükselirken değdiği yapraklı dallara, düşme esnasında gene değeceğini biliyor muydu acep? Zira yukarı çıkarken umulmayan bir şey olmamış, düşme noktasına erişerek, hızla baş aşağı düşüyordu. Yere çakılmasına iki adam boyu kalıp, son dalın hizasına gelmişti. Ya burada tutunur veya işi tamamen biterdi ki, bu an yaptığı hareket bana şakrak bir kahkaha attırmıştı. Yanılmamıştım çünkü. O hızla yere çarpınca ne olacağını düşünmüş olan kartal, rol kesmekten son anda vazgeçip, açılan bir pençesiyle hızla yanından geçmekte olduğu dalı belinden kavrayıvermişti. Şimdi manzara daha ilginçti; sanki ölü bir kartalı birisi tek bacağından buraya asmıştı da, baş aşağı, iki yana sarkıp duruyordu. Bir an onu indirmek için ne yapabileceğimi düşündüm. Bu halde bırakıp gidemezdim. O da böyle sür git duramazdı. Kanatlarından bir zoru olmalıydı ve sonunda iki adam boyu yüksekten yere çakılacaktı. Bu onun ölümü demek olurdu. O halde yapılacak iş, onu sağ salim yere indirmekti. Lakin bunun için üç bacak bir merdiven olmalıydı. Pençesiyle tutunduğu o dalı bıraktırmanın başka bir yolu daha vardı. Nitekim zıplayarak attığım hafif bir değnek darbesi buna kafi gelmiş, pençesi daldan çözülen kartalı havada yakalamıştım. Kartalcık hala baygınlık rollerinde ve beni pençeliyip, gagalamıyordu. Hayvanlarını toplayan bütün hodaklar, batan güneşle birlikte evlerinin yolunu çoktan tutmuştu. Bitkin kartalın yanında benden başka kimse yoktu. Artık benim de gitme vaktim gelmişti. Ama baygın kartalı ne yapacaktım. Onu şöyle uygun, dulda bir yere koymalıydım. Düşündüğüm gibi bir yeri biraz sonra bulmuştum. Biraz ilerde, dere kıyısında yarı gövdesi uzun zaman önce kesilip, üstünde yetişkin üç filiz gelişmiş olan bir söğüt ağacı vardı. Kartalı bu filizlerin arasında kalan zemine bırakacak ve sabah erken, davarları çobana kattıktan sonra kontrole gelecektim.
Ertesi sabah gördüğüm gelişme karşısında çok sevinmiştim. Zira karakuş, artık kendine gelmiş, ayakları üstünde ve aynı yerde öylece duruyordu. Fakat en sakin halinde bile ürküten bakışlara sahip olan bir kartala patadak yaklaşmak tehlikeliydi. Yavaş adımlarla yanına yaklaşırken onu süzüyor, atağa geçip geçmeyeceğini kestirmeğe çalışyordum. Derken, elimi dikkatle göğsüne uzatıp, tersi ile ilk temastan sonra onu hafifçe okşamış, aksi tepki göstermeyince diğer elimi de uzatarak, onu kucağıma almıştım. Anlaşılan, başına gelen bunca inanılmaz olaydan sonra, kartalcığın bir kaç günlük nekahate çok ihtiyacı vardı. Eve kucağımda bir kartal ile geldiğimi görenler şaşkına dönmüş, onu nereden bulduğumu soruyorlardı.Olayı özetledikten sonra, artık bunu evde besleyeceğini söylüyordum. Dünden beri bir şey yememiş olduğu belliydi. Muhakkak acıkmış olmalıydı. Acep ne yer, ona ne verebilirim, derken. Önce, kuş değil mi, her halde mecbur kalınca çoğu kuşlar gibi bu da buğday, mısır taneleri gibi şeyler yer, sanıyordum. Gerçi ilk tercihinin et olacağı malumdu, ama istesem de hemen et bulamayacağımı biliyordum. Bunun için zemin katta pek kullanılmayan bir koridora biraz tahıl serpiştirip, kartalı oraya bırakarak kapıyı kapatmıştım. Sabah olunca gene mal otlatmaya gidecektim, durumuna baktığımda, tahıl tanelerinin arasında öylece duruyordu...
Akşam olur olmaz eve dönmüştüm. Kartalın öylece durduğunu görünce üzülmüştüm. Zavallı hayvan bütün gün ağzına bir lokma koymadan nasıl dururdu. Mutlaka bir şeyler yapıp, ona bir yerlerden biraz et tedarik etmeliydim, ama nasıl? O sırada evde hazır et yoktu. Köy yerinde öyle ha deyice et bulunmazdı zaten. Belli zamanlarda bir hayvan kesilir, evin et ihtiyacı bir süre için karşılanırdı, o kadar. Derken aklıma bir çözüm yolu gelmiş gibiydi. Bunun için mal gütmekte kullandığım ardıç değneğim ve evin kedisini yanıma alıp, ava çıkmıştım. Ahır ve samanlığın yanlarında ne kadar eskiden kalma iri taş ve tomruk yığıntısı varsa, bunları yerlerinden oynatmaya, delikleri değnekle karıştırmağa başlamıştım. Fare avlamak istiyordum çünkü. Buralarda her zaman fare bulunduğunu biliyordum. Yaptığım hareketler onları yerlerinden uğratıp, kah kendim bir sopa darbesiyle, kah atılarak hemen yakalayan kedi yardımıyla, çok sürmeden bir kaç sıçan avlamış ve bunları kedi ile kartal arasında pay etmiştim. Önüne attığım fareleri hemen yiyeceğini sanıyordum. Ama kartal bunlara da ilgisiz kalıyordu. Belki baktığım sırada yemeği onuruna yediremiyordu. Kartal, ne de olsa göklerin asil kralı, mağrur bir hayvandı. Onu yalnız bırakmak için kapıyı çekip, iyice acıkınca nasıl olsa yiyeceğini düşünerek, gidip yatmıştım. Sabah ona bakmaksızın malları alıp, köyden çıkmıştım. Çünkü bakınca, kendince utanıp, yine yemek istemeyeceğini düşünüyordum. Derken akşam olup, tekrar geldiğimde düşündüğüm gibi, hepsini yemiş olduğunu sevinerek görmüştüm. Böylece aradan üç gün geçmişti. Kartalı evcilleştirmek ümidiyle onu bulunduğu yerden alıp, yattığım odaya taşımıştım. Odanın bir kenarını tamamen kaplayan, ahşaptan özenle yapılmış tahıl ambarının üzerinde serili yatağımda yatıyordum. Nispeten geniş odada serbest bırakınca, hafif kanat çırpışlarıyla, sağa sola hareket eden kartal, kendini toparlamağa başlıyordu. Derken, o baştan diğer başa uçmayı başarmıştı. Bundan bir gün sonra sabah, onu azat edip, vatanı olan mavi göklere uçurmağa karar vermiştim. Evden kucağımda dışarı çıkarmış, uçması için salıverecektim. Bu arada ona hitaben;
- Haydi Karakuşum, uç git, ama avlanırken bundan sonra dikkatli ol! Diyerek, onu ileri doğru havaya atmıştım.
Kartal hemen kanat açmış, birkaç güçlü kanat çırpışı ile havalanmağa başlamıştı.. Hemen üstümde daire çizerek yükseliyordu. Ve bir an sonra yukardan bana bakarak;
- Gyaaaak!" diye bir sevinç çığlığı atıp, ben ardından el sallarken, o ormana doğru uçuyordu….

Benden üç dört yaş büyük Muharrem ve Mitat, bu köyde en çok takdir ettiğim akraba gençlerdi. Muharrem kendi yaşıtları içinde herkesten kültürlüydü. Bu bakımdan, benim bir sinema meftunu olmamda rolü olan bir numaralı suçluydu. Zira salt bu yüzden, ilerki yıllarda yatılı gideceğim İmamhatipte, bir öğretim yılı boyunca, her akşam sinemaya gidecek ve ta ki bir gün Gözlük Hoca “Ben dövmekten bıktım, sen sopa yemekten bıkmadın, dövmüyorum, hadi git” diyinceye kadar bundan vazgeçmeyecektim. Muharrem o sıralar ilçedeki ortaokulda okuyor ve sinemaya gitme imkanı oluyordu. Birlikte mal otlatırlarken, sinemada görmüş olduğu yerli filmleri çok güzel anlatır, hayal dünyamıza farklı bir renk katardı. Ayrıca bize, gerçek bir maç spikeri gibi mahirane, ülkenin ünlü takımları olan Fenerbahçe, Galatasaray veya Beşiktaşta birer oyuncu imişizcesine, hayali futbol oynatırdı. Hayvanları ormanın eteğinde ki otlağa salar, hemen etrafını çevreleyerek, açık ağız ve heyecanla onu izlerdik. Bize bu zevki tattırması tamamen karşılıksız değildi Muharremin.. Bilakis, bir görevimiz var ve bu uzaklaştıklarında onun güttüğü malları geri getirmekti. Maçta oynayanlardan biri, güya tam gol atacağı sırada, maç naklini kesen Muharrem, sırası gelene çevirme görevini hatırlatırdı. Kendisi gidince maçı bitirir diye “Aman abi, golü atıp sonra gideyim..” diye, direnen çıkarsa, şutu ıskalatır, asla ona gol attırmazdı. Tıpkı "Parayı veren düdüğü çalar" hesabı; görevini anında yapan golü atar ve cakasından da geçilmezdi. Bu anlatılar bazan kamerasız film çevirmeğe kadar gider, ormanın içinde guruplar halinde kapışırdık. Bu tür mücadeleleri yapmaktan o denli kaviyet kazanmıştım ki, neredeyse kendimden üç-dört yaş büyükleri dahi yıkacak duruma gelmiştim.
Yengemin ortanca kardeşi Mitat, kara yağız, sırım gibi bir gençti. Ara sıra onunla da mal yaymağa giderdik. Esasen, onların mal hodağı en küçükleri Nusret idi ve bazen de bu işi ortancaları Rıfat yapardı. En büyükleri olan Yaşar bu işlere bakmaz, kışları kasabada okurken, yazları şehirlerde çalışır, köye nadiren uğrardı. O gün Mitatla Ormanın batı tarafında küçük bir platoyu andıran yüksek arazide mal yayıyorduk. Bir ara, dibinde durduğumuz sarı alıcın olgun meyevelerini yemeğe fazla dalmış olacağız ki, hayvanlar uzaklaşıp, ekili bir tarlaya doluşmuşlardı.. Tam o sırada, müthiş bir bağırtı ile kendimize gelmiş, mallara bakmıştık. Tarla sahibi olduğu anlaşılan adam, bizi henüz görmediği halde, onların sahibine ana avrat düm düz gidiyor, galiz küfürler savuruyordu. Adamın bizden büyük, yetişkin oğulları vardı. Elinde uzun saplı bir nacak, hışımla gelişini görünce, ben endişelenmeğe başlamıştım ki, bunu gören Mitat, gayet sakin, hatta gülerek:
-Korkmana gerek yok oğul, bu bizim Ali Kemal. Öyle cayır etmesine kanma, ödleğin tekidir çünkü. Bak şimdi. Şu tornavidayı da sen al, ben hadi deyince ansızın ortaya çıkıp, üstüne hücum edeceğiz. Tamam mı? Diyor ve ben onaylıyordum.
Ellerimizde iki kara saplı, iri tornavida ve ardıç değneklerimiz olduğu halde alıcın dalları arkasına durmuş, Ali Kemalin iyice yaklaşmasını bekliyorduk. Biz onu gördüğümüz halde o bizi henüz gerememiş, fiğ tarlasındaki malların yanına doğru koşuyordu. Yeterince yaklaşınca, Mitat hücum komutunu veriyor ve aynı küfür nidalarıyla ileri fırlıyorduk. Doğrusu, her şeye rağmen ne olacağından emin değil, ve bu sırım gibi, kara suratlı, eli baltalı adamla nasıl başa çıkacağımızı merak ediyordum. Ya bir de Mitatın sandığı gibi korkup, kaçmaz ve üzerimize saldırırsa ne yapıp, baltalı bir atağı nasıl atlatacağımı da kuruyordum. Tornavidayı bırakıp, bir taş mı kapsaydım yerden acep? Çünkü bu tür bir saldırı karşısında taş daha güvenli geliyordu bana. Fakat durum hiç korktuğum gibi olmamış, daha baskın çıkmamız karşısında adam birden frene basmıştı. Biz atağa devam edince ise derhal yüz geri edip, hızla uzaklaşıyordu. Bu sırada hemen tarlaya koşup, yeterince fiğ yemiş olan malları çıkarıyorduk...
Aradan üç yıl geçmiş ve İlkokuldan mezun olan üç kişiden biri olmuştum. Okulu ve okumayı seviyor olduğum için, çok çalışkandım. Çünkü bu sayede hoca mektebine gitmekten kurtulmuştum.İki genç kız olan öğretmenlerimizden biri Müdürümüz, diğeri sınıf öğretmenimizdi. Bir defasında sınıfta, kümeler arası yarışma yapmış, her zaman olduğu gibi, yine bizim, Fatih Kümesi kazanmıştı. Bu konu üzerinde tartışırken, bir ara bana takılan Nebiye öğretmene;
     -Öğretmenim, şimdiye kadar öğrendiğimiz her konudan, istediğinizi sorun, beni dayandıramazsınız! Diyerek, adeta meydan okumuştum.
Buna çok kızan öğretmenim;
     -Tamam, ben şimdi sana gösteririm ukalâ!
     Derken ayak üstü, ardı ardına sormağa başlıyordu. Sorular genelde Tarih, Coğrafya ve Türkçe ağırlıklıydı. Sekiz on soruya hiç sekmeden verdiğim doğru yanıtlar öğretmeni çileden çıkarıp, nihayet yüzüme bir tokat atarak sınıfı terk etmesine yol açıyordu. Bir an şaşırmış, ama hemen gülmeğe başlamıştım. Az sonra üçüncü sınıftan öğretmenim, müdiremiz Nurcan hanım şaşkın, ve öfkeli bir şekilde içeri girip, sınıfa hitaben;
     -Ne oldu burada, öğretmeninize ne yaptınız? Diye sormuştu.
Ona cevap vermem için bütün gözler bendeydi. Nihayet olayı kısaca özetlediğimde Nurcan Öğretmen bu kez;
-Hemen git öğretmeninden özür dile. Demişti.
Sınıftan çıkıp, soldaki öğretmenler odasını tıklayarak, kapı aralığından başımı uzatmıştım. Öğretmen pencerenin önündeki masada oturmuş, başı kollarında, öylece duruyordu.
-Öğretmenim, özür dilerim!
Beni duyunca başını kaldıran öğretmenin gözlerleri yaşlıydı. Yanına çağırıyor ve şöyle diyordu bana;
-Asıl ben senden özür dilemeliyim. Çünkü senin gibi çalışkan ve zeki bir öğrencim olduğu için gurur duymam gerekirken, bir anlık öfkeme yenilip, sana tokat attım...
-Özür dilemeniz gerekmez öğretmenim. Ben çoktan göze almıştım bunu, ayrıca babamdan yediğim dayakların yanında sizin vurduğunuz tokat çok hafif geldi...
      Komşu köylerle aramızda kalan otlakları paylaşırken, diğer köy çocuklarıyla taşlı, sopalı kavgalara girişirdik. Öncesine göre kendime çok daha fazla güveniyordum. Yersiz kavgalardan uzak durduğumdan, çevremdeki herkesten büyümüş muamelesi görüyordum. Bir gün iki arkadaş atlarla köyden çıkmış, arazide bir baştan, diğer başa dörtnala dolaşmıştık. Bir ara Kotanlar mevkiinde, Canbol tepesinin hemen eteğinde yer alan komşu köyün mal otaran çocuklarını görmüştük. Burada çiğdem ve nevruzlarıyla ünlü kırlar başlıyor ve ayrıca etraftaki tarlalardan biri de bize ait bulunuyordu. Bu hodaklar çayırlığa saldıkları hayvanları gözetlerken, kendileri oturmuş, aralarında konuşmaktaydılar. Yanlarına varınca atlardan atlamıştık. Verdiğimiz selama yarım ağız bir karşılık vermelerinden bu tavrımızı hayli yadırgadıkları anlaşılıyordu. Güya onlarla tanışıp, belki arkadaşlıklar kuracak, önceleri yaptığımız kavgaların bir cahillik eseri olduğunu söyleyecektik. Bunları konuşmak üzere henüz yere oturmağa davranmıştık ki, içlerinden biri, gözüne kestirmiş olmalıydı, arkadaşıma meydan okuyup, güreşe davet etmişti. Fakat o güreşten anlamadığını ileri sürüp, bu işi bana havale etmişti. Hava gergin olduğu için, istemeyerek güreşi kabul etmiştim. Aslında güreşçi değildim, ama bu işlerin biraz güç biraz ataklık ve zekaya bağlı olduğunu biliyordum. Nitekim, orada biri hariç, zira o çok büyük ve emsalim değildi, geri kalan on-onbeş kişiyi tek tek yıkabileceğimi düşünüyordum. Derken güreş başlamış ve süratle onu ve izleyen iki kişiyi yıkıvermiştim. Başka denemek isteyen çıkmamıştı. Bu durum hiç hoşlarına gitmemiş, aksine suratları asılmıştı. Nihayet en büyükleri (17-18 yaşlarında) bize hitaben kabaca:
-Hadi, yaylanın artık! Diyordu.
Bu muameleye bozulmuştum, lakin yapacak bir şey yoktu. Nitekim oturduğumuz yerden yavaşça ayağa kalkıp, ağır adımlarla, ileride otlanmakta olan atlarımıza doğru yürüyorduk. Oysa bu durumda daha acele edip, hemen atlara binmek gerektiğini kestirmiştim. Ama kaçıyor gibi görünmeği gururumuza yediremiyorduk. Arkadaşım önde ben arkada, atların yular bağlarından tutmuş, çekerek uzaklaşıyorduk. On adım uzaklaşmıştık ki, içlerinden biri, her halde bizi kast ederek sövmeğe başlıyordu. Bu durumda çok da gerekli olmayan bir davranışla geri dönüyor ve;
-Söyleyin şuna terbiyeli olsun! Diye çıkışıyordum.
Cevap yaşlı olandan geliyordu:
-Siz ona bakmayın, biraz delidir çünkü..
Fakat o sövmeğe devam ediyordu. Artık dayanamıyor ve karşılık veriyordum;;
-Ben de senin ananı ..!
Bu her şeyin başlangıcı oluyor ve önce yerde oturan büyük ayağa kalkıp, üstümüze doğru gelirken, belinden bir kama çekiyordu. Bunu eli sopalı değerleri izliyor ve yanıma gelerek, önce hafiften, sonra giderek sertleşen darbelerle vurmağa başlıyorlardı. Arkadaşım sessizce önden gidiyordu. Aldığım darbeler giderek canımı acıtıyor, ama gene de yürümeğe devam ediyordum. Aslında, her ihtimale karşı bir silah gibi kullanabileceğim bir alet vardı yakınımda. Bu bir koyun kırkma makası ve eğersiz atın sırtındaki iki minderin arasında gizliydi. Onu bir anda çekip önüme gelene saplamamak için kendimi zor tutuyordum. Ama elinde uzun bir kama olandan çekiniyordum. Zira o benden her bakımdan daha büyük ve güçlü görünüyordu. Bu durumda dayağı sineye çekmek ve öcümü ertelemekten başka çarem kalmıyordu. Bu işkence sürerken ilerlemeğe devam ettiğimden, saldırganların çoğu geride kalmışlardı. Hadiseyi başlatan sözde deli hala, eceline susamış gibi, ardım sıra geliyordu. Ötekiler yirmi adım geride kalmışlardı. Yanımda, yılan sırtı zinciri kemerimden cebime uzanan bir de iki ağızlı, nikel kaplı çakı bıçağım vardı. Bu, delinin dikkatini çekmiş olacaktı ki, bu kez onu almak istiyor ve bunun için küfrederek; “.... koyduğum oğlu ver bıçağı!” Diyordu. Bu çocuğun tipi de çok gıcıktı. Tipi bozuk olanın demek ruhu da bozuk oluyordu. Bu iğrenç talep, aklıma güzel bir fikir getiriyordu. Hemen durup, bıçağı kemerden çözap, cebimden çıkarırken, ona hissettirmeden ağzını açmış ve, bunu avucumda saklayarak, ona cevaben;
-Tamam, gel al! Diyordum.
Aldığım onca darbeden canım iyice yanmış, gözlerimden gayri ihtiyari yaşlar sızıyordu. Fakat az sonra olacakları düşününce içimden gülmeğe başlıyordum. Bu avanak oğlan başına geleceği tahmin etmeksizin elini uzatıyordu çünkü. Derken, birden havaya kalkan elim, bıçağın açık ağzını çevirip, uzanan ele bunu hınçla indiriyordum.
-Ah elim! Yandım!
Bira an böyle ederken, elinden fışkıran kanla ne olduğunu anlamayan velet, panik içinde geri doğru kaçmağa başlıyordu. İlk anda yapmam gereken şeyi maalesef şimdi yapıyor ve hemen atın sırtına atlıyordum. O denli öfkeliydim ki, her birini at nalları altında ezmek istiyordum. Elimde bir makineli olsa, gözümü kırpmadan hepsini tarayabilirdim. Ben dört nal yaklaşırken, onlar uzaktan taş atıyorlardı, ama aldırmayıp, çok tehlikeli bir şekilde üstlerine at sürdüğümü görünce peren peren olup, her biri bir yana kaçışıyordu. Kimisine iyice yaklaşıyordum ama at, mübarek hayvan, insana basmıyor, yakaladıklarımı çiğnemiyordu. Elimde uygun uzunlukta bir sopa olmadığı için ucuz atlatıyorlardı. Bir müddet böyle kovaladıktan onları, sonra dönüp, köyün yolunu tutuyordum. Bu sırada tek kaygım, finali görmeden uzaklaşmış olan arkadaşımın başıma gelen bu nahoş olayı birilerine anlatmasıydı. O günden sonra çoğu akşamları yatağıma yatınca bu olay aklıma gelir, elinde kama, beni tehdit eden o çakır gözlü oğlandan nasıl öc alacağımı düşünürdüm...



ORTAOKUL

ORTAOKUL VE LİSE YILLARI
Artık şehirde okuyacaktım. Böylece, hem bu dünya, hem öteki dünya için hazır olacaktım ya, babam İmam-Hatipte okumamı istiyordu. Annem buna karşı değildi, ama Çorum İmam-Hatibinde okurken, kalp sektesinden ölen komşunun oğlu Hafız’ı henüz unutmamıştı. Bu nedenle korkuyor, bu okula gitmemi istemiyordu. Henüz ilkokul beşinci sınıfın şubat tatilinde Almanyadan izne gelen babam, bana bu konuyla ilgili düşüncesini açarken, şöyle demişti.
-     Oğlum, seni İmam-Hatibe vermek istiyorum, orada okuyabilir misin?
Oysa beş yıl boyunca daima sınıf, son sınıfta okul birincisi, olarak mezun olan hiç kimse bu soru karşısında; “Hayır” diyemezdi. Kendi tercihim olan, normal ortaokulda direnebilirdim, ama sineması bile olmayan bir kasabada okumak istemiyordum. Hiç değilse iki sinema varmış ilimizde. Fazla üstelemeden kabul ediyor ve zamanı geldiğinde önce polis amcamla kayıt yaptırdığım okula, bu kez dedemle gidiyor, aynı okula bağlı paralı pansiyona yerleşiyordum.
Aynı gün, şehir Ulu Camiinde akşam namazı kılan dedem, yatmak için oteline, ben güya pansiyona gidecektim. Oysa gitmeğe can attığım yer pansiyon yatakhanesi değil, sinema idi. Filmi hala hatırlarım. Başrolde Tanju Gürsu ve adı “Dev adam”dı. Devresi gün, okul araç-gerecimi satın alıp, kırtasiyeciden yeni çıkmıştık ki, başımda bu okula özgü şapkayı tanıyan gözlüklü, ablak yüzlü, takım elbise ve kravatlı orta boy bir adam yaklaşarak, bana;
-İmam-Hatip okulu ne tarafta? Diye sormuştu.
Meğer bu, ilerde baş belamız olacak Gözlük Hocanın ta kendisiymiş. Derken o gün okul müdür muavinine “Eti sizin kemiği bizim” müzmin mantığı ile, beni teslim eden dedem, sefer yapan minibüsle köye dönmüştü. Ama okulun resmen açılmasına birkaç gün daha vardı. Etrafı bir istinat durvarı ve akasyalarla çevrili, okul bahçesinde toplanıyor, yaşıtımız çocuklarla tanışıp, top oynuyorduk. Bu sırada bizi uzaktan izlemiş olan biri, meğer matematik öğretmenimiz “Turan Emeksiz” imiş, ilk dersinde, tanışma faslında sıra bana geldiğinde;
- Çocuklar, bu var ya bu, daha okul açılmadan önce tanıdım bunu. Ve bana bakarak ekliyordu; Hulan yaramaz, hulan dalgacı.... Diyordu...
Nihayet 1969-70 öğretim yılı başlamış, sınıf mevcudumuz otuz beşti. Normal ortaokula kıyasla altı ders fazlamız vardı. Sinema tutkuma bir ödül mü, yoksa kaderin bir cilvesi miydi, bilmem, ama Şehir Sineması ile bizim sınıfı bir iç duvar ayırıyordu. Gündüz matinesinde oynatılan film seslerini işitir, sinemaya gitmek için akşam olmasını iple çekerdim. Okul çıkışı iki saat boş vaktimiz olur, akabinde zorunlu etüt için tekrar dönerdik. Namaz vakti gelinceye kadar belli bir sınıfta ders çalışır, namazdan sonra, yatma vaktine kadar mütalaa sürerdi. Akşam namaz ile sinemanın başlama saatleri aynı idi. O nedenle, bir kaç kafadar, Zülküf, Adem, İlhami ile camiyi teğet geçer, doğruca sinemaya yönelirdik. Gözlük Hoca bazen oralarda bir yerlere saklanır, namaza gitmeyenleri tespit etmeğe çalışırdı. Onu, afiş asılan sinema panosunun ardına saklanmış olarak gördüğümüzde, zorunlu olarak camiye yönelirdik. Namazda çoğunlukla Zülküf ile yan yana durur, çevremizde göze çarpan her anormalliğe dikkatimizi çekip, gülmekten kendimizi alamazdık. Bu tekerrür edince camiden atılıp, hemen sinema yolunu tutardık. Şehir Sineması’nın yakınlığı avantaj gibi görünse de, öyle değildi. Çünkü gitmeğe kalksak, hocalar tarafından görülme ihtimali fazla olup, bu nedenle daha ziyade Renk sinemasını tercih ederdik. Orası nispeten gözden uzak ve ötekiyle kıyaslanamayacak bir konfora sahipti. Yumuşak meşin koltukları, kışın devamlı yanan kaloriferleri ve perfore döşeme arkasına gizli aspiratörleriyle havası daima temizdi. Akşamın serininde sinema önlerinde dolaşıp, göz alıcı figürlerle bezeli afişleri incelerken düşlere dalardık. Dışarıya monte edilmiş hoparlörden içerde filmin başlamasını işaret eden gongun çalışı duyulur, sonra gelecek filmlerin fragmanlarına ait sesleri işitirdik. Bazen, sinema sonrası bizi bekleyen akıbeti düşünür, içeri girmekte tereddüde düşer, son dakikaya kadar karar veremezdik. Ancak bu esasen gösterilen filme bağlıydı. Çünkü, bazı filmleri seyretmek için, değil el ve ayaklarımıza birkaç sopa darbesi yemek, başımız kesilecek olsa tereddüt etmez, caymazdık sinemaya girmekten.. Bu anlar bizi öylesine etkiler, içimiz öyle coşardı ki, bütün korkularımız silinir, cennete gidecekmişiz gibi mutlu, önce bilet gişesine, sonra sinema kapısından içeri doluşurduk. Bıraksalardı bizi, bir ömür boyu, sinemada yaşamak isterdik. Bazen bilet parası olmazdı kimimizin. Alınan bir veya iki bileti benzer kağıtla çoğaltır, kimseyi dışarıda bırakmazdık. Sinemada hiç sevmediğimiz şey, beş dakika ara verilen filmin tekrar başlamasını beklemekti, çünkü biz sigara içmezdik. O zamanlarda dakikalar adeta saat gibi uzar, yerlere kadar uzanan kocaman kadife perde açılıp, başlama gongu çalmak bilmezdi. Nihayet film başladığında çok sevinir, sihirli kapısından girdiğimiz macera yolculuğu hiç bitmesin isterdik. Ama her şeye rağmen acı gerçeği bilir, film bitecek diye ödümüz kopardı. Niyet beyaz perdeye yansıyan -son- yazısı ile bütün hayallerimiz yıkılır, az sonra olacakları düşünürken, soğuk duşlar yaşardık. Bu yüzden, yatılı okumayan öğrencilere daima gıpta ederdik. Onların böyle bir derdi yoktu çünkü. Yol boyunca pek konuşmaz, nöbetçi öğretmenin sorularına cevaplar hazırlardık içimizden.. Sinemaya gittiğimiz gün gibi ortada bile olsa, bunu alenen itiraf etmekten çekinir, başka bir bahane uydurmayı yeğlerdik. Esasen yasak olan sinema değil, etüt ve yatak yoklamalarında bulunmamaktı. Ters olan bu işlerin çakışan saatleriydi. Gece uykusunu tümden haram etmemek için, eski bir kagir yapı olan pansiyona varır varmaz üst kata çıkar, nöbetçi hocaya hesap verir, sonra gelir deliksiz bir uykuya dalardık.

Bazen İstanbul’dan turneye çıkan sanatçı grupları sinemalarda konser verir, salt o zamanlar sinema konusunda gerçeği söylerdik. Çünkü dansözlerin bulunduğu konsere gitmek resmen yasak ve cezası iki kat daha sert oluyordu. Fakat konser olan sinemada olmadığımızı ispat edinceye kadar akla karayı seçerdik.
Yine böyle bir günde, sinemaya gitmiş, nöbetçi hocayı o gün göremeyip, yarını beklemek zorunda kalmıştım. Bu hesabın verileceği yer okul müdür muavinin makam odası olmuştu. Hocanın öfkeli bakışları karşısında seyrettiğim filmin adını unutmuş, bir türlü hatırıma getiremiyordum. Soğuk terler döktükten nice sonra “Avare” diyebilmiştim. Yanıtımın geç gelmesi dolayısıyla kabul görmeyen masumiyetimi ispat için o filmin baş rol oyuncularının adı sorulmuş, bunu bildiğim için iki misli dayaktan kurtulmuştum...
Cumartesi akşamları yatak yoklaması daha erken yapılırdı. Haftada bir gün olsun, sopa yemeden sinemaya gitmeyi de denerdik, çünkü bunun tadı daha başkaydı. Hocanın geleceğine yakın, sadece ceket çıkararak yatağa sokulur, o çıkar çıkmaz pencereden dışarı sıvışırdık. Yoklama için gelen hoca, öncelikle yatakhanede beni arar, eğer oradaysam çıkıp, giderdi. Çünkü ona göre, eğer ben orada isem koğuş tam demekti. Pansiyonun iki kanatlı, büyük dış kapısı kapatılınca, onu içerden açmak mümkün değildi. Kapıyı dışardan açacak kimse bulunmadığı için, tek çare, işte böyle, pencereden çıkmak olurdu. Bina bir bayırın yüzünde kurulu olduğu için üç katına toprak zeminden girilebiliyordu. Pencereden çıkınca önce bitişik yapı olan mutfağın damına iner, oradan yere atlardık. Jandarma bölüğü en yakın komşumuzdu. Koğuşlarımız bir birini görebildiği için, bazen sinema için pencereden kaçtığımızı görür, imrenirlerdi. Çünkü onların bu şansları bile yoktu. Biz sinemadan dönerken yatakhanedekilerin çoğu uyanık bulunurdu. Çünkü onlar için asıl filim, bizi sinemadan geldikten sonra izlemek ve dayak sonrasını görmekti. Değil miydi ki, istedikleri halde çoğu, parasızlıktan ziyade, dayak korkusundan sinemaya gidemezlerdi, o halde bunu göze alışın neye mal olduğunu görüp, rahatlamak istiyor olmalıydılar. Onun için dönüşümüzü bilhassa bekler, nihayet geldiğimizde her biri bir yandan atılarak, Gözlük Hocanın bize nasıl kızgın olduğunu ve nasıl döveceğini keyifle anlatırlardı. Akşamın hesabını hemen kapatmak isteyişimizin asıl sebebi buydu...
İyi bir gözlemci olarak, yerli filmlerde oynayan bütün aktörleri tanır, hareket ve tavırlarını koyu gölge ve siluet halinde bile seçebilirdim. Bu filmlerde oynayan bütün figüran, yapımcı ve rejisör adlarını ezbere bilirdim. Ara sıra sinemalara yabancı filmler de getirilir, ancak Hint filmleri hariç, diğer ecnebileri pek sevmezdim. Çünkü yerli senaryolara alıştığımdan olacak, yabancılar bana, sanki tam olayların ortasında iken filmi bitiyormuş gibi geliyordu. Bu durumu birkaç kez yaşadığım için hoşlanmıyor, mecbur kalmadıkça yabancı film izlemeğe gitmiyordum. Fakat bir gün Renk sinemasında yerli film tekrar edilirken, Şehir Sinemasında bir yabancı film gösterilecekti. Adı “Kolsuz Kahramanın Dönüşü”. Ne aksilikti. Canım sıkılıyor, başka türlü bir eğlence ortamı bilmiyordum. İstemeyerek de olsa, bilet alıp, sinemaya gitmiştim. Zoraki gördüğüm bu filmde bütün ön yargılarım değişmekle kalmamış, Çin sinemasının gerçek bir tutkunu olmuştum.
Gerçi “Kolsuz Kahraman” adlı bir filmi daha önce bizim Cüneyt de çevirmiş, onu da büyük hayranlıkla izlemiştim. Lakin bu Çinli Wang Yu’nun çevirdiği film bambaşka bir olaydı. Onun kılıç kullanma konusundaki hünerlerine ek olarak, sahneler o denli üstün bir kamera tekniği ile görüntülenmişti ki, hakikat olması ihtimal harici sahneler bile, sanki gerçeğin tıpkısıydı. Bu filmden çok etkilenip, hatta biraz aşağılık kompleksi duymağa başlıyorduk. Oysa daha birkaç gün önce Yeşil Çamın, Malkoçoğlu, Battal Gazi, Karaoğlan, Tarkan serilerini inanılmaz etkileyici ve gurur verici buluyor, baş rol oyuncularına idol biliyorduk.
O zamandan başlayarak, içime bir kuşku düşüp, “acaba savaş sanatlarında biz gerçekten Çinlilerden bu denli geride miyiz?” diye sormağa başlıyordum. Bu kuşkudan beni kurtaran soru; “Madem Çinliler harp aletlerini kullanma ve savaş sürme hususunda o kadar ileriydiler de, daha neden yer yüzünün o en büyük taş yapısı, aydan bile görüldüğü söylenen Seti yapma ihtiyacı duymuşlar idi?” Nitekim, bu çelişki Çin&Amerikan ortak yapımı olarak çekilen bazı filmlerde iyice ortaya çıkmış, zira, nispeten ufak tefek fiziğe sahip olan Çinliler, kendi aralarında inanılmaz usta ve hızlı hareketlerle dövüşürken, aynı kişiler, zebella gibi Amerikalılar karşısında birden yavaşlıyor, adeta el-ayakları dolaşır oluyordu. Böylece sinema sanatı ile realitenin aynı şey olmadığını biraz daha anlamış oluyordum. Fakat buna rağmen, o filmler benim gözümde değer kaybetmiyor, sinema sanatı bakımından onları zevkle izliyordum.
Hayatta haz aldığımız her işe karışarak, dünyayı bize dar eden Gözlük hocaya bütün yatılı öğrenciler gibi, biz de fena halde gıcıktık. Arkadaşım Zülküf ile bir gün yine pansiyonun boş bir odasında, kullanılmayan eski bir kapıyı duvara dayamış, bunun üzerinde bıçak, jilet ve sapan ile atış talimleri yapıyorduk. Mevsim karakış ve dışarıda lapa lapa kar yağıyordu. Bir an pencereye yaklaşıp, aşağı baktığımda kimi görsem iyiydi? Gözlük hoca, başında bana yasakladığı Alman işi yün başlığım, çarşıya iniyordu. Zülküf’e haber verip, pencereyi açmış ve o sırada elimde bulunan sapanı ona yöneltmiştim. Bununla domuz avında kullanılan türden iri misketler atarken, hedefi daima vurmakla kalmıyor, her seferinde misketi tahtadan bıçak ucuyla söküyorduk. Hocaya nişan almış, arkadaşımın fikrini sorarken, aslında onu denemek de istiyordum. Gerçi, en az Zülküf kadar ona kin duyuyordum, (bunun birinci nedeni, o sıralara hiç içmediğim halde, beni sormağa geldiğinde, dedeme, sigara içtiğimi söylemesiydi), ama yine de ona kurşun atma niyetinde değildim. Çünkü bu atış onu ağır yaralar ve kim bilir, belki ölümüne bile yol açabilirdi. Hayat ve memat konusunda karar verme yetki ve sorumluluğu kendisine yüklenince, onun “Evet” demeyeceğini tahmin ediyordum. Nitekim; “Belki çoluk çocuğu vardır, boş ver” diyerek, bize fazladan çektirdiklerinden dolayı, onu Allah’a havale ediyorduk. Nitekim, beş yıl sonra, bir gün Gözlük hocanın denizde boğulmuş olduğunu öğrenecektik. Şahsen yüzmeği bizim bentlerde ve tek başıma deneyerek öğrendiğimde, henüz ilkokula dahi başlamamıştım. Arkadaşlarının ısrarıyla serinlemek için denize giden Hoca efendi, ne yazık ki, hayatta en mühim becerilerden biri olan yüzmeyi (Peygamberin sünneti olduğu halde) ihmal ettiği için, boğulmaktan kurtulamamıştı. Bütün vaktini Arap dili ve edebiyatını tahsile hasredip, disiplini her şeye tercih edeceğine, biraz da yüzme öğrenmeğe vakit ayırsa olmaz mıydı? Her şeye rağmen, Gözlük hoca için Allah’tan rahmet diliyorduk...
Yoğun ilgimi ders dışı uğraşlara hasrettiğimden, sınıftaki notlarım vasat olsa da, öteki alanlarda hep başı çekiyordum. Nihayet sömestriler bitmiş, sınıfı geçerek tatil için köye dönmüştüm...

Henüz okula başlamadan önce, siyah-beyaz bir resmini görerek, çok sevdiğim kız, ailesiyle Zonguldak’tan tatil için yine köye gelmişti. Bunu duyar duymaz çok meraklanmış, görmek için can atıyordum. Giyim kuşamı ve konuşma tarzıyla öteki kızlardan ayrılıyor, bütün akran çocukların ilgi odağı oluyordu. Biliyordum, açık söylemese de, benden hoşlanıyor, fırsat buldukça beni görmeğe geliyordu. Bir gün o ve diğer amca çocuklarıyla derenin kıyısında balık tutmuş, birlikte köye dönüyorduk. Nereden aklına estiyse, şehirde okuduğumu duyduğunu ve hangi okulda okuduğumu soruyordu. Yanıtladığımda verdiği karşılık, zaten pek ısınamadığım bu okuldan iyice soğumama yol açıyor, o günden sonra buradan ayrılma kararı alıyordum. Çünkü küçümseyerek; “Gidecek başka okul mu bulamadın?” Diyordu.

Silahlara karşı, bilhassa çocukluk yıllarımda büyük bir ilgim vardı. İlk önceleri babamın kamalarını gizlice alıp, yaşıtım Murat’ın yanına koşuyordum. O da babasının kamasını alınca hayali düşmanlara karşı, hücuma geçerek, yola düşerdik. Ama çoğunluk yorulur, dikkatimiz dağılıp, yola niçin çıktığımızı unutarak geri dönerdik. Aynı günlerde, babamın kaması yine belimde takılıydı. El yapması, çelik kamalarıyla ünlü Cafer ustanın eseri bu kama, orta boy, iki tarafı keskin, ortası kanallı ve ucu çok sivriydi. Kardeşim İhsan, babam yanımızda olduğu zamanlar bilhassa yaptığı gibi, gene yanıma yaklaşıp, bana vurup, kaçarak kızdırıyordu. “Yapma, yoksa karışmam” diye birkaç kez ikaz ettiysem de durmuyordu. Kalkıp dövecektim, ama babamdan korkuyordum, çünkü o da beni döverdi. Babama şikayet ettiğim halde ona engel olmamış, bu beni iyice öfkelendirmişti. İçimden; “Bir daha yapsın, ben ona sorarım”, demiş, kesin tavırla bekliyordum. Nitekim vurup kaçıyordu ki, kamayı çektiğim gibi sağ baldırına sallamıştım. İhsan bir çığlık atarak yere yıkılırken, ben yerimden fırlayıp, dışarıya kaçıyordum. Şansı vardı ki, kama kalın etine değil, bacağın yan kısmında uyluk kemiğine değmiş, orada küçük bir delik açıp, durmuştu. Aynı şeyi bir gün Murat da bana yapıyordu. Onunla köy içindeki bahçelere su bağlamak yüzünden itişiyorduk. Ansızın cebinde taşıdığı eski bıçağı çekip, bana kafadan atmasın mı? Hemen kaçmağa başlamıştı. Kafamı yaraladığını düşünerek çok kızmış, anında iri bir taşı iki elle yerden kapıp, var gücümle ardından fırlatmıştım. Ağır taş Muradı tam belinin üstünden yakalayıp, onu yüz üstü yere yıkmıştı. Hemen yanına varıp, baş ucunda dikilmiştim. Sonra elle vurmadan önce yün örmesi fesi başımdan çekip, elimle yokladığımda çok şaşırmıştım. Çünkü hiç acı duymadığım gibi, başımda hiçbir yara da yoktu. Artık ona vurmaktan vazgeçip, serbest bırakıyordum...
Köyde, en sevdiğim oyun, akşamları karanlık veya ay ışığında oynadığımız “Sinme” oyunu idi. Köyde başlar, giderek yazılara taşardı. Sinmeğe giden grup, genelde ağaçlara tırmanır, dallar arasında saklanırdı. Sonra saklanan gruptan biri, başka bir noktaya giderek ıslık çalar ve ebe grup aramağa başlardı. Gerek aranan ve gerekse arayan grup bu arada büyük heyecanlar yaşardı. Çünkü heyecan için gerekli bütün malzeme vardı. Yoğun ay ışığına hedef olmayan kuytu köşeler karanlıktı. Karanlığın içinde barındırdığı başka elemanlar da var ve bunlar kurt, ayı, domuz, yılan ve cinlerdi. Bütün bunlara rağmen karanlıklarda dolaşmak heyecanın şahikasını duyururdu. Kızlı oğlanlı bütün köy çocukları, hasat zamanları harmanlara yığılan buğday, arpa, yonca, fiğ öbeklerinin içinde oynamak, döven sürmenin tadına doyamazdık. Her türlü yığına bir yanından girip, köstebek becerisi ile öte yanından dışarı çıkardım. Bunu kışın kar yığınlarında dener, olur ya, bir gün çığ altında kalacak olursam, kendimi kurtarmak için neler yapmak gerektiğini öğrenirdim.

On beş yaşıma girdiğim yaz, amca oğlu İsmail’le ava gitmeğe başlamıştık. Onikilik kalibre, tekli av tüfeği ve fişek dolu armayı ben, sigara, kibrit ve tuzu o taşıyordu. Köy içinde alenen sigara içmediğimiz için, biraz uzaklaşınca;
-Emmoğlu, hele bir sigara ver! Dediğim halde, o buna kulak asmayıp;
- Biraz ilerde yakarız. Diye geçiştirmişti.
Derken, rakımı gittikçe yükselen Taşgan yolunu izleyerek, kara tepenin batı yamaçlarına tırmanmağa başlamıştık. Burası çok engebeliydi. Palamut kümeleri, çamlar ve gevenler arasında ilerliyorduk. İsmail bir türlü sigara vermiyor ve hep bir sonraki noktayı hedef gösteriyordu. Ama sözünde durmuyor, tükenmek üzere olan sabrımı zorluyordu. En son dediği yere bir an önce varmak için hızla yamacı tırmanıyordum. O iki adım arkamdan geliyordu. Sabrım bittiği için dönüp, onu ikaz etme gereği duyarak;
- Emmoğlu, bak bu defa da verme, vallahi zorla alırım, ona göre. Demiştim.
Arkamdan, hiç ses çıkarmadan geliyordu. Dediği yer yamacın düzleştiği tepede ki bir çamın altıydı. Ulaşmamıza iki-üç adım kala, birden geri dönüp, bayır aşağı koşmağa başlamasın mı!? Cin tepeme çıkıp, onu durdurmak için tetiğe basmaktan başka yol görmemiştim...

Fakat, Tanrı’nın mutlak lütfu, mermi patlamamıştı. Bu an itibaren zaten pişman olduğum için seviniyor, olana inanamıyor, düşündükçe ürperiyor; “Ya birde patlasaydı?!” diyordum. Hemen peşinden koşturacağımı sanıyor olmalıydı ki, bunu yapmadığımı fark edince, hemen durmuş, geri dönüyordu. Yanıma geldiğinde elimde kırma, hala şaşkın duruyordum. Sonra tetiği tekrar kurup, namluyu ayaklarından iki adım beride, yere doğrultup, tetiğe tekrar basıyordum. Demin patlamadığına göre, aynı mermi herhalde patlamaz sanıyordum. Fakat birden “Küüüt!” Diye bir ses duyulup, taş parçaları, toz, toprak üzerine doğru saçılırken, İsmail irkilerek geri sıçrıyor;
-Ne yapıyorsun lan emmoğlu, beni vuracaksın yav! Diye kızıyordu…
O böyle konuşurken, benim dilim tutulup, ağzım kurumuştu. Çünkü demin olanın gerçek bir mucize olduğunu düşünüyor, içimden Tanrıya dualar ediyordum.
Gerçek bir faciaya ramak kala kurtulmuştuk. Tanrı her şeye rağmen beni seviyor olmalıydı. Çünkü İsmail’i vurmuş olsam kendimi asla affetmez, bir kurşunda kendime sıkardım. Gerçi fişekler kuş avlamak için saçma doluydu. Ama ateş alacak olsa, tam sırtından yaralanacağı için kan kaybından ölmesi kaçınılmazdı. Bunu düşünmeden nasıl basmıştım tetiğe, inanamıyordum. Bundan sonra asla böyle bir hata yapmamağa söz vermiş, sigaraları yaktıktan sonra bütün dağı dolaştığımız halde bir güvercin dahi avlayamadan köye dönmüştük.
Bu olaydan iki yıl sonra, babamın Almanya’dan getirdiği çift kırma tüfek ve Fransız onlusu tabancayı alarak ormana, sözde yine avlanmağa gitmiştim. Bir müddet dolaştıktan sonra yorulmuş, dağın eteğinde çamların altına oturmuştum. Manzara çok güzeldi. Karşıda yükselen engebeli, mor nüanslı dağlarda yer yer kar vardı. Etrafta sadece kuş sesleri duyuluyordu. Alttaki kuru dallarından birine tüfeği asıp, gövdesine yaslandığım çamın altında etrafı seyrediyordum. Bir süre sonra sıkılıp, belimde ki kılıfından çıkardığım 7,65 lik, MAB tabancayı manevra yaptırmağa, şarjörü boşaltıp, yeniden doldurmağa başlamıştım. Nitekim bundan da sıkılıp, tabancayı kılıfına koymuştum. Fakat birden aklıma tabanca tetiğinin düşmediği gelmiş, onu tekrar çıkarmış,. tetiğine basmadan önce “Şeytanı beraberdir” dedikleri için, karşı dağlara doğru yönelterek, tetiğe basmıştım. Haznede mermi olmadığından emindim. Beklediğim bir “Çıt” sesi iken, çıkan sesle tekrar şok oluyordum. Çünkü duyduğum ses, elimde bomba patlamış gibi tesir etmiş, şaşırıp kalmıştım. “Silahın şeytanı daima beraberdir” diyenler meğer ne kadar haklılarmış. Bu durumun bir kaza ile sonuçlanma ihtimali çok büyük iken, tekrar kurtulmuştum. Aksi halde ve bu gidişle, bir gün, ya kaza ile kendimi veya ansızın öfkelenip, bir başkasını vuracağım kesindi. Bu durumda yapılacak en iyi iş silahlara veda olup, ben de öyle yapacaktım...

Bir gün bizim Hüsamla kasaban dönüyorduk. Bir noktaya gelince, durup bana;
-Hadi demriye paharına gidelim, diyordu.
     Buna sebep, yüzünde, halk dilinde “Demriye” denen beyaz lekeler oluşmuş olmasıydı. Adı geçen pınardan çıkan suyla yıkanınca bunların kaybolduğu söyleniyordu. Zaten pınar uzak değildi. Yolun sağında ve biraz ilerideydi. Nitekim suyun başına varmış ve yüzünü yıkarken, ona;
-     -Bence bir abdest alıp, dört rekat namaz kılarsan demriyelerin gitmesi kesinleşir, ne dersin? Diyordum.
İmam Hatipte okuyordum ya, bundan ötürü olsa gerek, Hüsam bunu hemen kabul edip, bana:
-Tabii, iyi olur ama namazda hangi surenin ne zaman okunacağını bilmiyorum, eğer beraber sen de kılar ve sureleri biraz sesli okursan, kılardım...
Başka zaman olsa, Hüsam bunu kesinlikle itiraf etmez ve bildiği gibi yapardı. Benden bir yaş büyüktü ama okula zamanında başlamadığı için, bir yıl sınıf atlatılanlar arasında olmasına rağmen, henüz ilkokul son sınıftaydı. Derken ab destten sonra çimenler üzerinde yan yana namaza duruyorduk. İlk rekatı kılmış, sonra kıyamda dururken hafif esen rüzgar aklıma bir şeytanlık getiriyordu. Önce surelere sesli başlarken, şimdi giderek sesimi kısıyordum. Bu durumda ne okunacağını işitemeyen Hüsam, önce yanımda dik dururken, kulağını bana yaklaştırmak gereği onu sağa doğru bükülmek zorunda bırakıyordu. Göz ucuyla izliyor ve gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Birden sesimi yükseltince hangi sureyi okuduğumu anlayıp, tekrar doğruluyordu. Bu böyle üçüncü rekata kadar sürmüş, lakin bir an dayanamayıp makaraları koyuvermiştim. Ben gülmekten katılarak yere yıkılırken, namazı bozulduğu için demriyelerin gideceğinden kuşku duyan Hüsam, bana fena kızıyordu...
Bir gün evde yalnız otururken, aklıma boş deftere çizgi roman yazmak geliyor ve bütün kahramanları bizimkilerden seçiyordum. Hüsam, Seyfi, Murat, Aydın, Kemal, Emrah, Hüseyin. Hepsine uygun roller veriyor ve resimlerle konuşturuyordum. Asıl maksadım Hüsam ve hiç tahammül edemediği Seyfiyi kapıştırmaktı. Gerçekte aksi iken, çizgi romanda Seyfi Hüsamı dövüp, hatta burnunu kırıyordu. On sayfalık bir bölüm çizdikten sonra hazır bekliyordum. Sıklıkla yaptıkları gibi, gene bizim evin yanında toplanmışlardı. Hemen çizgi romanı alıp, yanlarına geliyordum. Merakla başıma birikmişlerdi. Okumağa başlayınca, suratını ekşiten Hüsam, Seyfiyi küçümseyerek ona bakarken;
-     Bu mu benim burnumu kıracak? Diyordu.
Seyfi aynı tarz mimikle ona cevaben;
-Yok, sen mi benimkini kıracaktın?
Böylece tartışma sürüp, ötekiler gülerken, olay kavgaya varmadan araya tekrar girip, onları yatıştırıyordum. Yaz geceleri dışarıda uygun bir yere yün yatakları serip, saman yolunu, kayan yıldızları seyrederek uykuya dalmanın keyfi başka olurdu. Yaşıtlarımızın çoğu yatağını dışarıda, uygun bir yere serer, gece yarılarına kadar süren oyunlar oynardık. Sonra sıra, bize katılmayıp, erken yatmış olanlara oyun yapmaya gelirdi. Kimini, uyanmasına fırsat vermeden, çeşmenin yanına kadar taşır, sonra içi soğuk su dolu kuruna basardık. Kimini, yanı başında bağırarak uyarır, etrafına iri taşlar konmuş yataktan çıkma çabasını seyrederdik. Kimini yatak serip, üzerinde yattığı kağnıyla köyün ortasına bırakır, sabah uyandığında halini seyrederdik...
Sonbahar akşamları genellikle yazıya gider, mısır tarlalarını yaban domuzları ve ayılara karşı beklerken, heyecan dolu oyunlarımızı sürdürürdük. Korkak olanlara ayı oyunu yaparak kaçırır, sonra beklediği tarlanın mısırlarını koparıp, oracıkta yaktığımız ateşte kızartırdık. Güz sonunda tarlalarda sadece lahana topları ve gözden kaçmış havuç kökleri kalırdı. Çoğunluk yaptığımız gibi, dört kişi yine köyden çıkmış, yazıya inmiştik. Bir lahana tarlasının başına gelip durmuştuk. Tarla sahibi, aksi gibi köyden çıkarken bizi görmüş olan Hakkı emmi idi. Yetişkin lahana toplarını ağzımız sulanarak süzüyor, saldırmamak için kendimizi zor tutuyor, lakin bir türlü yapamıyorduk. Her şeye rağmen böyle seyredemezdik. Hemen bir plan geliştirmeli ve yarın soranlara cevap vermeliydik. Biraz düşündükten sonra bulmuştum çaresini. İki kişi tarlaya girerken, lahana toplarına asla el sürmemiş, diğer iki kişi onların omuzlarından eğilip, topları yerinden sökerek dışarı almış ve afiyetle mideye indirmiştik. Devresi gün hesap sormak isteyen Hakkı emi karşısında, herkes kendi durumuna uygun yemini tınmadan etmiş ve masumiyetimiz kanıtlanmıştı. Tarlaya ayak basanlar; senin tarlanda ki toplara el sürdüysem yemin olsun, diyor, ötekiler ise; onun tarlasına ayak basmadığına dair her türlü yemin içiyordu...

Yaz tatili bitmiş, yeni öğretim yılı için naklimi bu kez Ankara’ya aldırmıştım. Orada polis memuru amcam böyle istemişti. Önderde oturuyor, minibüs veya belediye otobüsleriyle okula gidiyordum. Gazi mahallesinde ki okul yeni ve konforluydu. Ankara’ya kıyasla bizim vilayet kasabadan farksızdı. Aradığım her şey vardı burada. En başta, iki film birden ve devamlı oynatan bir çok sinema vardı. En çok karate filmlerini seviyor ve bazı günler üç sinemaya birden gittiğim oluyordu. Sinema önlerinde satılan, okunmuş resimli romanları çok ucuza almak mümkündü. Gençlik Parkı başlı başına bir atraksiyon olup, Lunapark egzotik eğlence yerleriyle doluydu...
Bu okula başladığım günlerde kara yağız, tıknaz bir çocuğun tutumu beni çileden çıkarmağa başlamıştı. Laz olduğumu iddia ediyor ve bunu kanıtlamak için, ikide bir;
-Üç de bakalım? Diyordu.
Ben sabırla:
-     Üç! Desem de, o pişkinlikle sürdürüyordu iddiasını;
-     Uç, dedin! Diyor ve alayla gülüyordu.
Bir kez bunu sınıftaki kızların önünde yapmış, canımı iyice sıkmasına rağmen, bir şey yapmadan uzaklaşmıştım. Ama artık her şeyin bir sınırı olduğunu ona öğretmeğe kararlıydım. İnşallah tekrar etmekten kaçınırdı. Derken bir gün yine teneffüs zili çalmış, hoca sınıftan henüz çıkmıştı. Solda, en arkada, pencerenin önünde oturuyordum. Bahçeye çıkmak için yaramaz arkadaşım Ali Durmaz’ın yanından geçiyordum. O, beklediğim gibi yine dalgasını geçmek üzere, aynı noktada bekliyordu. Nitekim aynı şeyleri sormuş, her şeye rağmen yanıtlamış, ne yapacağını bekliyordum. Tam gülmeğe başlıyordu ki, çenesine ansızın yediği yumrukla kızların oturduğu sıranın altına girmiş, gülmesi bu kez kursağında kalmıştı. Baştan ayağa toza bulanmıştı. Kalkıp karşı saldırıya geçmesini bekliyordum, ama o böyle yapmayıp, şikayet etmek için idareye doğru koşmuştu. Vazgeçirmek için uğraştım ama durmuyordu. Derken zemin katta ki müdür muavininin odasının önüne gelmiştik. Eli kapı zembereğinde, girmek için tıklatmak üzere bekliyordu. Baktım geri gelmiyor, sırtına bir itme vurup, o açılan kapıdan gürültüyle içeriye dalarken, ben çoktan sıvışmıştım. Bundan ötürü bir sopa da müdür yardımcısından yiyen Ali, adımı vermeyi dahi beceremeden dışarı atılmıştı. Bu olay ders olmuş ve artık yakamı tamamen bırakmıştı. Bundan sonra kalaba sınıftaki itibarım iyice artmış, daha büyükler bile benimle bilek güreşi yapmak istiyordu. Büyük dediklerimin kimi on sekiz yaşını, kimi yirmisini aşkındı. Onlar hariç, yaşıtlarımın hemen hepsini bilek güreşinde yeniyor, o sıra hayli geçerli dal sayıldığı için, kendimi “Boksör” olarak lanse ediyordum. Ta ki, bir gün öğleden sonra sıra arkadaşlarımdan Ankaralı Zeki ile spor salonuna ininceye kadar. O gün Beden eğitimi dersimiz var, ama dersin hocası yine gelmemiş, eşofmanlar sırtımızda, spor salonuna inmiştik. Salonda gördüğüm manzara bana çok garip görünmüştü. Çünkü ilerde, salonun ortasında don, gömlek duran üç dört kişi, sırayla bir takım garip hareketler yapıyorlardı. Üstlerindeki giysiler tıpkı bizim oralardaki yaşlı adamların giydiği iç çamaşırlarına benziyordu. Bu duruma ben alayla gülerken, arkadaşımın tavrı tam aksineydi. Sonra ciddice:
-Bu yaptıklarına Karate denir ve iyi bir karateci birkaç boksöre eşittir.
Bu sözler karşısında önce:
-Haydi canım sende!
Dediğim halde, biraz sonra Zekinin iddiası bana da olası gelmeğe başlamıştı. Giydikleri beyaz giysilere “Kimono” deniyordu. Bellerinde kırmızı ve siyah renkli kuşaklar bağlıydı. Hareketleri bana önce çok yavaş, katı ve durağan gelmişti. Ama bacakları hayli açılımlı olup, ayaklarını el gibi kıvrak kullanmaları ilginçti. Yukarı kaldırdıkları ayaklar rakibin kafası hizasına rahatça ulaşıp, sonra denge bozmadan geri alınabiliyordu. Önce ata biner gibi diz kırarak, durup, sonra ileri adımla beraber attıkları yumrukları da çok garipsemiştim. Rakibi aldatma hızı olmayan bu yumruklar ne işe yarar, diyordum. Sorduğumda, bunun sadece idman hareketleri olduğunu, yoksa müsabaka esnasında çok daha hızlı ve pratik olduklarını öğrenmiştim. Takriben onbeş dakika onları izledikten sonra, yaklaşıp bu işi öğrenmenin şartını sormuştum. Cevap; aylık on lira aidat ödemekti. Bunu kabul edip, hemen idmana katılmıştım. Fakat artık neredeyse yıl sonu gelmiş ve okulun kapanmasına bir aydan az kalmıştı. Varsın olsundu. Bu bile bana yeterdi. Çünkü bende olan öğrenme istemi bir tutkuydu. Herkesten daha çok çalışıp, bu işte mutlaka ilerlemek istiyordum. Derken okulu asıp, haftanın dört günü idmana katılıyordum. Okulu bilerek asıyordum, zira sınıfta kalmağa çoktan karar vermiştim. O yıl hükümetin çıkardığı bir yasa İmam Hatiplerin orta kısımlarını kaldırıyordu. Sınıfı geçenler aynı okula devam edecek, kalanlar normal Ortaokula döneceklerdi. Yaz tatili başlamış, köye gitmiştim. Sınıfta kaldığımı kimseye söylemiyordum ama, , söylesem de zaten inanmazlardı. O yaz sevdiğim kız tatil için köye gelmemiş, bu durumdan haberi henüz yoktu. Haber versem belki bana inanmaz, kim bilir, belki küçümseyerek sevmekten vaz geçerdi. Bunları düşündükçe umutsuzlaşmış, bana yazdığı mektupları yakmıştım. Tatil boyunca köyde spor yapmış ve yeni öğretim yılı için vilayete gitmiştim. Akrabadan ve sanat okulunda okuyan Osmanla beraber kalacaktık. Bunun için karanlık bir bodrum kiralamıştık. Benim gibiler için ve aynı eski okulun çatısı altında açılan “I5 Şubat Ortaokulu”na yazılmıştım. Burayı bitirdikten sonra normal liseye gitmeği kuruyordum. İmam Hatibe özgü dersler çıktıktan sonra, ortaokul bana çok basit geliyordu. Artık hiç ders çalışmasam bile sınıf geçebilirdim. Böylece bütün zamanlarımı spora ayırabilecektim. Bu arada, iki haftalık harçlığımı vererek bir de Karate kitabı satın almış, bundan yararlanarak çalışıyor, öğrendiklerimi arkadaşlarımda deniyor, onlara da öğretiyordum.
Takip eden öğretim yılı için şehre bu kez annem ve iki kardeşimle dönmüştüm. İki tarafı yüksek dağlarla çevrili, Harşit Çayı vadisinde kurulu ilimizin ünlü bayır mahallelerinden birinde iki odalı bir ev kiralamıştık. Aynı okulda, ben ikinci sınıfa, kardeşim İhsan bire gidiyorduk. Hocalarımızın çoğunu önceki yıldan tanıyordum. Artık yatılı değildim ya, özgürlük bakımından keyfim yerindeydi. Bana çok komik gelen bir durum, önceleri Kuran ve Akait derslerimize gelen Gözlük hocanın şimdi resim dersimize geliyor olmasıydı. Branşı resim olan öğretmenimiz yoktu. Öteden beri resim kabiliyetim olduğu için, notum daima on oluyordu. Resimde başarılı olmamın bir başka sebebi severek okuduğum resimli romanlar olabilirdi. On aldığım ikinci ders beden eğitimi idi. Zira ne de olsa üç yıldır yoğun olarak spor yapıyordum.
Ankaralı sınıf arkadaşım Zeki, sonra adının başına “Timuçin” ekleyecekti, içi çimento harcıyla doldurulmuş olan iki helva kutusu ve ortalarından geçen bir demir borudan ibaret olan halteri, bilek güreşlerinde işime yarar diye bana vermişti. Onları Ankara’da bırakmış, köyde toprak damları taptamak için kullanılan loğ taşını ortadan ikiye bölerek yaptığım halterle çalışıyordum. Bu arada hem bir hayli boy atmış, hem de kaslarım güçlenmişti. Çin filmlerinin temel konusu Karate sanatıydı. Onları dikkatle izler ve gördüğüm her hareketi uygulamağa girişirdim. Çok aşırı, mecazi şeyleri dahi gerçek sandığım zamanlarda, komplekse kapılır, onların aynısını yapabilmek için kendimi paralardım. Çıplak elle tuğla, kiremit, odun ne bulduysam kırmağa başlamıştım. Artık kendime daha çok güveniyor, boksör değil “Karateci” olduğuma inanıyordum. Bacaklarım dövüş hareketlerinde henüz yeterince kullanışlı değildi. Bunları uygun vaziyete getirmek için bir hayli uğraşmam gerekmişti. Derken o yıl sınıfı ikmalsiz geçip, yaz tatili için köye dönmüştük. Harmanda, yanıma toplanan çocuklara spor yaptırırken, bir de ne göreyim, ortanca kardeşim Kurtuluş ağlayarak yazıdan köye dönüyordu. Yanında olması gereken medek de (Dişi manda) yoktu. Ne, oldu diye seslenerek sorduğumda, o ağlamaktan konuşamamış, yanındaki çocuklar mandanın huysuzlaşarak kaçmış olduğunu söylemişlerdi. Nitekim işaret ettikleri noktaya bakınca, onu köyün önündeki tarlaların içine doğru, Karaköy arazisi istikametinde koşarken görmüştüm. Kaybedecek vakit yoktu. Hemen seğirtmiş, yolun altındaki buğday tarlasında önünü kesecek kadar ona yaklaşmıştım. Fakat çok dikkatli ve düsturlu davranmalıydım. Sanki onunla hiç ilgilenmiyormuş gibi, o tarafa bakmadan ilerliyordum. Derken aramızdaki mesafe beş adım kadar kalmış ve iyice yavaşlamış olan hayvan, önümden geçerek yürüyordu. Ardı sıra sürünen ipi koşup yakalarsam belki durdurabilirdim. Yapacağım başka şey yoktu zaten. Ansızın depara kalkmış ve manda hızlanamadan ipi yakalamış, bundan tutunarak başı hizasına kadar gelmiştim. Ancak geri asılmakla onu durduramıyor, dörtnal koşan mandayla sürgit yarışamayacağımı anlıyordum. Onu bırakmaktan başka çare görünmüyordu. Lakin, bana bunca zahmetinden sonra ona bir ceza vermeden bırakamazdım. Bunun için Japon Karate profesörü Yoshuma Toju’nun kitabında çok övdüğü dirsek vuruşunu deneyecektim. Nitekim hızla koşarken, bir anda havaya zıplıyor ve olanca ağırlığımı verdiğim dirseği mandanın beline indiriyordum. Bu darbe övüldüğü kadar tesirli olduğunu anında gösteriyor ve dörtnala koşan manda zınk, diye duruyordu. Bir an, aman sakın ölüp, mölmesin diye korkup, sırtına masaj yapıyordum. Bereket versin bir şey olmamıştı. Fakat önüne düşüp çeksem gelmiyordu. İlla onu bir arkadan süren olmalıydı. Bunun çaresini az sonra keşfetmiştim. Arkasında bir süren varmış gibi sol ayağımı geri atarak ona topukla vuruyor ve böylece getirip, ahıra sokuyordum.
Bundan bir ay kadar sonra bir karate kursuna gitmek gayesiyle Ankara’ya gidiyordum. Devresi gün merkezde dolaşırken, reklamlarını gördüğüm, Ankara’da tek isim, diye tanımlanan İ.Iraz’ın Maltepe’de bulunan okulunu buluyordum. Tabelada Karate ve Taekwon-do yazılıydı. Kapıyı çalıp, kayıt aidatını yatırdıktan iki saat sonra ilk idmana katılarak eve dönüyordum. Gene amcalarımda kalıyordum. Bu kez iki amcamın aileleri, kat eklenerek genişletilmiş evde birlikte oturuyorlardı. Babam bir süre sonra Hasan amcamı da Almanya’ya götürmüş, ailesi Ankara’da oturuyordu. Spor yapmadığım zamanlar, Hasan amcamın henüz beş-altı yaşlarındaki oğlu Selahat’ı yanıma alıp, bütün gün bir sinemadan diğerine dolaşıyorduk. Karate diye başladığım kursta esasen Taekwon-do öğretiliyordu. Iraz Hoca her zaman ders vermiyordu. Orada yetişmiş Antrenörlerden birine tabelada yazıldığı gibi, neden burada Karate öğretilmediğini sorduğumda, aynı şey olduğunu söylüyor, ama ben buna itiraz ediyordum. Çünkü ayaklarım henüz o denli iyi olmasa da, ellerim çok iyi idi. Ayak hareketlerinin gerçek kavga ortamında el kadar kullanılışlı olmadığını izlediğim Çin filmlerinden de biliyordum. Üç, dört yıldır devam eden kursiyerleri müsabakada izliyor, ama tamamen spora yönelik hareketlerini tatminkar bulmuyordum. Seri ve açılıma dayanan ayak hareketleri yapıyor, hiç temas etmiyorlardı. Birkaç gün "Hyong" adı verilen kalıp hareketleri talim etmiştik ki, beni birine karşı, sözde müsabakaya çağırmışlardı. Karşımdaki mavi kuşaklı, ben beyazdaydım henüz. Selamlamadan sonra sıra gard almaya gelmişti. Aldığım dövüş gardı bile karşımdakini ürkütmeğe yetiyordu. Nitekim antrenör Nuri, imdadına yetişip, beni kast ederek; “Arkadaş galiba Çin filmlerine çok gidiyor” derken, beni müsabakadan çekiyordu. Toplu hyong çalışmalarından sonra, yarım saate yakın mola verilir ve sonra harekette serbest olurduk. Bu sırada herkesi denemeden geçirdiğimden, antrenörler bilmese de, kursiyerler aramızdaki farkı öğrenmişlerdi. Aramızdaki fiziki kaviyet farkı “pelit” ve “söğüt” ağaçları benzeriydi. Bu molalar esnasında, siyah kuşaklıların kırış denemelerinde, gösteri için kullandıkları iki santim kalınlığında kare şeklinde, ortadan ikiye yarılmış tahta parçalarını atıldıkları yerden alıp, bunların her birini tek vuruşta ikişer parçaya daha ayıra biliyordum. Bir gün hepimizden uzun boylu ve hatta uzun sakallı bir beyaz kuşaklı daha gelmişti. Sanırım oradaki üçüncü haftamdı. Gene moladaydık. Bir ara bizim arkadaşlar bana gelerek, yeni gelenin herkese meydan okuduğunu söylemişlerdi. Onun karşısına çıkmam isteniyordu. Fakat burada ciddi vurularak müsabaka yapmak yasaktı. Ama hocanın yokluğundan istifade edebilirdik belki. Nitekim karşısına geçtiğim yeni gelene, nasıl, ciddi vuracak mıyız, diye sormuştum. O, kendisi için hiç fark etmeyeceğini söylüyordu. O halde ciddi vurulacak demekti. Karşımdakinin uzun boyu, bana burada enikonu geliştirdiğimi düşündüğüm, ama hiç deneme fırsatı bulamadığım bir ayak hareketini yapma fırsatı verebilirdi. Döner tekmeyi deneyebilirdim. Nitekim, önce elimle vuruyormuş gibi bir hareket yapmış, sonra dönerek kalkan sağ ayağımın tabanıyla adamın suratını bulmuştum. O, gürültüyle tahta döşemeye serilirken, arkamızdan Iraz Hocanın gürleyen sesi duyuluyordu:
     -Durun lan, ne yapıyorsunuz? Size kim izin verdi müsabaka için? Diye sorguluyordu.
Meğer sessizce gelmiş ve ne yapacağımızı izliyormuş. Derken bulunduğu yerden yanımıza inerek, düşende önemli bir hasar olmadığını görünce rahatlıyordu. Ama gene de ikazlarını yineliyordu. Aslında bir bakıma haklıydı. Ama burası da nihayet bir dövüş okuluydu. Biraz rizikoyu göze almayanın burada ne işi vardı. Bunlar benim şahsi görüşlerimdi. Zaten bu yüzden buradaki idmanlardan tatmin olamıyordum. Çünkü şahsen, rakibe hiç temas etmeden gerçek dövüşün öğrenilemeyeceğine inanıyordum. Kaldı ki şahsi amacım sadece spor yapmak olmayıp, gerçek dövüşe dair sanatın tekmilini öğrenmekti. O nedenle burada daha fazla devam etme niyetim yoktu. Zaten okullar da açılmak üzereydi. Hocayla konuşarak buradan ayrılacağımı söylediğimde buna çok üzüldüğünü söylüyor, dediğine göre, bu gidişle çok iyi gelişecek ve ilerde Türkiye şampiyonu bile olacaktım. Bu bir yana, Iraz Hocanın hepimize söylediği bir söz: ”Bu sporu hakkıyla yapan bir adamın, hayatta başaramayacağı iş yoktur” Diyordu. Bunda haklı olmasını dilerdim, çünkü bana hitap eden bu sözü çok tutmuştum.
Orta üçte yalnızdım. Annemler bu kez birlikte gelmemiş, öğrencilerin kaldığı bir evde bir oda kiralamıştım. Babam ara sıra para gönderiyordu. Ama bu para ilk zamanlar doğrudan okula, babamın tanıdığı Harun isimli müdür muavinine geliyor, gerektikçe ondan alıyordum. Bu bir dönem böyle sürdüyse de, daha sonra param bir banka hesabına geliyordu. Çünkü Harun hocadan para istemeğe utanıyor, çoğu zaman parasız kalıyordum. Evde yemek yapmıyor, okula yakın, orta halli bir lokantada yiyor, hesabı aydan aya ödüyordum. Okul çıkışı arkadaşlarla pişpirik ve tavla oynamak için kahvehanelere gidiyorduk. Çoğu zaman olduğu gibi gene sınıf başkanıydım. Benim bulunduğum sınıflar nedense okulların en haşarı öğrencileri ile doluyordu. Hele bir de “Ha babam sınıfı”nı seyrettikten sonra onları biraz olsun disiplinde tutmak için hocaların tercihli başkanı ben olurdum. Bu biraz da hırsızı kasaya bekçi yapmak gibiydi, ama gene de idare ediyorduk. Çünkü bir başkasının bu işi yapması imkansız oluyordu. Çoğu yetişkin olan öğrenciler, değil başkanı iplemek, hocaları bile zor dinliyorlardı. Onlara kendimi kabul ettirmek için ara sıra bir gösteri yapar, sobada yakmak için kullandığımız kol kalınlığındaki odunları elle kırardım. Buna ek olarak, bir düzineyi bulan jileti bir atışta kontra plak tavana düzenli bir biçimde yan yana saplar, karşılarına geçince fırlatacak biçimde tuttuğum jileti elime alır, gürültü yapanın burnunu bununla nasıl uçuracağımı söylerdim. Bu gerçi olanaksız bir şeydi, ama onları caydırmak için hayli etkiliydi.
Bu arada artık müdür muavinliğine terfi etmiş olan Gözlük hoca, sınıfa ulaşan bir habere göre, bütün sınıfları dolaşmağa başlamış saç kesiyormuş. Nihayet gayet ciddi bir suratla elde makas sınıfa girmiş, hemen ilk sıralardan başlamıştı. Saçı biraz uzamış olanları kelleştirip, böylece kestirmeğe zorluyordu. Derken sıra bana gelip, hoca hınçla başıma el atıyordu. Sınıfa uyum sağlamak adına, esasen hiç müsaade etmeği düşünmediğim şeyi yaparak, ensemi dönüp, kesmesine rıza gösteriyordum. Fakat o tutmuş tam da Cüneyt tipi taradığım kaküllerimi kesmeğe kalkıyordu. Derhal elini tutmuş, enseme çekmek istiyordum, ama ısrarlıydı. Olacak gibi değil, adam tepemi attırmıştı. İki elini birden bileklerinden yakaladığım gibi başımdan aşağı çekerken makas elinden fırlamış, aynı anda midesine okkalı bir yumruk atmak üzere gerilmiştim. Bu sırada karnına geleceğini sandığı yumruğa fal taşı gibi açık gözlerle bakan hocanın nefesi kesilmiş gibiydi. Arkadaşların kaygıyla; “Dur, yapma, ne yapıyorsun” demeleri ile son anda vurmaktan vazgeçip, sınıfı terk ediyordum. Doğruca en yakın berbere gidip, biraz sonra saçım sıfır numara kesilmiş olarak okul bahçesindeydim. Bir ara başını müdür muavini odasının açık penceresinden uzatan Gözlük hocayı görmüştüm. Bana seslenerek, yukarı gelmemi istiyordu. Saçımı kestirdiğimi gösterdimse de ısrarlıydı. Yukarı çıkıp, kapıyı çalarak içeri girdiğimde, birinci muavin Veysel Beyde oradaydı. Gözlük hoca beni ona şikayet etmişti. Veysel Bey gülerek, durumu hayretle karşıladığını ve hocaya adımı tekrarlayarak, bunu yapmayacağımı, zira çok efendi bir öğrenci olduğumu söylüyor, sonra olayı benden dinlemek istiyordu. Durumu kısaca açıklamış ve salt onun hatırı için ve kendisi tarafından uygulanmak şartıyla makul bir cezayı kabul edeceğimi söylemiştim. Gözlük buna hiç razı olmuyordu, beni kendi eliyle cezalandırmak istiyordu, ama bunu kesinlikle ret ediyordum. Önceki yıllarda yaptığıyla yetinmeliydi. Sonuçta masadaki bir cetvelle elime vurması için uzatmış ve her birine ikişer tane vurulduktan sonra, Gözlük hocanın itirazlarına rağmen, odadan çıkıyordum. Veysel hoca Judocuydu, o nedenle çok iyi anlaşıyorduk. Aynı zamanda İngilizce dersimize geliyor ve İngilizcim sınıfın en iyisiydi. Daima iyi olan diğer derslerim Fizik,Tarih, Coğrafya ve Edebiyattı. Geri kalanlar ortalama dahilindeydi. Bütün okullarda futbol en yaygın spor, voleybol ve basket ikinci sıradaydı. Ben hepsinde ortalamaydım. En az futbol oynuyordum. Çünkü bu oyunda fizik kontak yüzünden genellikle fauller nedeniyle kavga çıkardı. Arkadaşlarımla bu yüzden bozuşmak istemiyordum. Paydostan bir süre sonra okul bahçesine tekrar geldiğimde arkadaşlar futbol oynuyorlardı. Adama ihtiyaç varmış, oynamam için ısrar etmişlerdi. Bir ara top bahçe duvarından aşıp, Pazar yerine uçmuş, nereye gitti, diye hepimiz o yöne koşmuştuk. Bahçe duvarının dibinden itibaren geniş Pazar yeri başlıyordu. İlerde bir minibüs ve yanında birkaç kişi duruyordu. İçlerinden biri, yanlarına gelmiş olan topu almış, güya bahçeye geri şutlayacaktı. Ama kötü vurmuş, top sağ tarafa doğru uçmuş, oradan ana yola aşağı yuvarlanmıştı, ki bu onun patlamasına yol açabilirdi. Onu bu beceriksiz vuruşundan ötürü kınarken, gülerek, ters ayağına küfretmiştim. Fakat orada bir minibüsün başında bulunan altı kişi koro halinde bana cevap veriyorlardı. İlk söven ben olduğum için bunu ciddiye almamıştım. Bizim arkadaşlardan futbol fanatiği ve krosçu olan Zarif bu duruma bozulmuş ve yüksek duvardan aşağı, Pazar yerine inmeğe davranmıştı. Bahçe tarafında bir metreyi bulan istinat duvarı, öte tarafta üç metreye yakındı. O nedenle buradan hemen atlamayıp, ilerdeki duvara yaslı telefon direğine tutunarak aşağı inmişti. O inerken, yaklaşmış ve sakın bir şey yapma, boş ver demiştim. Zarif gerçi dediğim gibi yaparak, onların yanına gitmemiş, topun tekrar salimen sahaya dönmesiyle bahçe kapısına gitmek için onların önünden yürüyordu. Onun biraz külhani yürüyüşüne dikkat eden bir velet, hemen laf atarak,
-Forsun kime lan o....çocuğu!?” Demesin mi.
Zarif hemen sola dönmüş ve üzerlerine doğru yürümüştü. Ben kavga beklemezken, karşıdakilerden biri hemen palto ve atkısını çıkarmış, yanındakine uzatırken:
-Tut hele bakayım şu ne diyor”. Derken kavgaya hazırlanıyordu.
Esasen buna cüret edeceklerini sanmıyordum. Çünkü biz bahçede daha kalabalıktık. Fakat aksi olmuş, iki kişi hemen Zarifin yana açık duran kollarını yakalarken, kavgaya hazırlanan ilk yumruğu sallıyor, sonra hep birlikte çullanıyorlardı. Artık durulacak zaman değildi. Derhal duvardan atlayıp, koşmuştum. İlk anda onlara vurmak istemiyordum, çünkü birini vurup öldürmekten korkuyordum. O nedenle, önce ayırmağa yeltenmiş ve birini omzundan geri çekmiştim. Fakat o döner dönmez kanıma bir yumruk atmış ve tepemi attırırken, yüzünün aldığı şekil görülmeğe değerdi. Çünkü daha sert darbelere alışkın olduğum için bundan hiç etkileyişim karşımdakini şoka uğratmıştı. Buna karşılık olarak suratına yediği bir yumrukla dengeyi kaybederek geri doğru uçarken, ağzından akan kanla beraber dişlerini de tükürüyordu. Böylece başlayan kavga çok sürmeden bitmiş, bütün iştirakçiler hak ettikleri payı almışlardı. Sayıca kalabalığa karşı bu ilk pratik deneyimimdi. Dayak yiyen gurup merkeze yakın köydendi. O yüzden az sonra pazar yeri gerçek Pazar gibi insanla doluvermişti. Duyan gelmişti. Kalabalığı yararak bulunduğum yere doğru gelen birine yol açıldığını fark etmiş, tetikte bekliyordum. Gelen orta boylu, bıyıklı genç bir adamdı. İnsanlar iki yana açılarak bir koridor oluşturmuş, bir ucunda ben, diğerinde o duruyorduk. Olanları duyunca tehlikeli biri olacağımı düşünmüş olmalıydı ki, üstüme yürümeden önce beline el atmıştı. Ben refleks olarak gard almış, belinden ne çıkaracağına göre davranacaktım. Bıçaktan korkmuyordum, ama tabanca ise onun da çaresi vardı. Durup kurşun yiyecek halim yoktu. Etrafımı çevirmiş olanlardan birini derhal siper edip, yaklaşmasını bekleyecektim. Bu halimi görünce beline davranmaktan vazgeçmiş, düşürdüğü ses tonuyla yanıma yaklaşırken: “Yazık değil mi o çocuğun dişleri kırılmış...” diyordu. Böylece iyice yaklaşmak ve muhtemelen kafa atmak niyetindeydi. Bu hali hoşuma gitmemiş ve iki adım ötede iken: “Yerinde dur, uzaktan konuş” diye ikaz ediyordum. Konuşmasına bir an daha sabretmiş sonra: ”Haklı olabilirsin ama işim vardı artık” Diyerek, önce okul bahçesine çıkıp, oradaki kitaplarımı aldıktan sonra da eve doğru yollanıyordum. Tam bahçe kapısından çıkarken bu kez ikinci katın camından dışarı seslenen okul müdürümüz İlhan Gümüş oluyor ve kavgaya katılanları içeri çağırıyordu. Bu olay nedeniyle hayatımın ilk polis karakolu ziyareti ve iki saat yirmi dakikalık nezarethanesini deniyor, mahkeme karşısına çıkmaktan kıl payı kurtuluyordum.
Ertesi günün akşam saatlerinde şehrin orta yerinde sinema afişlerine bakıyordum. Yanıma gelen Behsat isimli Bayburtlu bir okul arkadaşım, kavgadan ötürü bir gurubun beni aradığını, bir an önce ortadan kaybolmamın iyi olacağını söylüyordu. Beni kimlerin aradığını, onları tanıyıp tanımadığını sorduğumda. Görürse beni dövmek isteyenin kavgada dişleri kırılmış olan çocuğun güya Karateci olan amca oğlu Coşkun ve diğer akrabaları olduğunu söylüyordu. Bayburtluyu iyi tanımıyordum, o nedenle önce bu sözlerini kızgınlıkla karşılamış ve ona;
-Sen beni uyaracağına git onlara söyle, erkeklerse gelsinler, işte buradayım ve akşam da sinemaya gideceğim. Galiba Pazar yerinde yedikleri sopa az geldi. İçlerinden birinin karate biliyor olmasına da sevindim. Çünkü ötekiler zaten çok hafif gelmişlerdi. Diyordum.
Bu pervasız tavrım karşısında önce biraz bozulan Behsat, sonra kendisinin de benden yana olduğunu, ama tedbirli olmanın daha iyi olacağını söylüyordu. Biz onunla böyle konuşurken, karşı kaldırımda duran bir gurubun kaçamak bakışlarına o denli önem vermemiştim. Oradan sinema yönünde uzaklaştıktan sonra Behsat’a onların şu an nerede olabileceklerini sormuştum. Meğer o kaldırımdakiler onlarmış. Bunu duyunca Behsat’ın neden öyle kaygılı olduğunu anlamıştım. Neyse ki onun bu hali bana sirayet etmemiş ve aksi tutumum bizi uzaktan izlemeyi yeğleyenleri caydırmış olmalıydı. Zaten daha önce böyle bir kaygıları olmamış olsa, beni görür görmez saldırırlardı. Onu bana göndermelerinin sebebini anlıyordum; saldırma cesareti bulamadıkları için, belki bir yararı olur ve hiç olmazsa gözlerinin önünde dolaşmama katlanmak zorunda kalmazlardı.
Bu olaydan sonra çevredeki ünüm birden artmış, okulun elitleri arasına girmiştim. Daha önceleri bana hiç dikkat etmeyip, gıptayla izlediklerimin açık iltifatlarına mazhar oluyordum. Bu hadisenin neden bu kadar dikkat çekmiş olduğuna dair asıl sebebi daha sonra öğrenecektim. İlk olarak davet edildiğim Ülkü Ocağında, kavga ettiğim o kişilerin merkezin komünistleriyle tanınmış köyünden olduklarını söylüyorlardı. Meğer ben nelerden habersizmişim. Bizim okulda dahi Ülkücüler ve Akıncılar diye iki tür siyasal gruplaşmalar varmış. Ne bunları, ne de aradaki farkı biliyordum. Ama Ülkü Ocağında asılı tarihi portreler, Bozkurt ve Ergenekon tasvirlerine önceden aşinaydım. Çünkü tarihi macera romanları Tarkan, Karaoğlan, Bahadır, Tolga severek okuduğum eserlerdi. Burada o zamana kadar görüp, bilmediğim bir teşkilat hiyerarşisi, disiplin ve saygı fark etmiştim. Daha önceleri duyduğum “Dev Genç” kelimesinin komünist, ülkücü karşıtları olarak geçmesini hayretle karşılıyordum. Çünkü ben onları vücut geliştiren halterciler sanıyordum. O nedenle, Ankara’da okurken, bizim ufak tefek yapılı fizik hocası kast edilerek “Bu Dev gençmiş” dediklerinde, buna çok şaşırmış, ama kimseye sormamıştım. Bizim sınıfın en hızlı ülkücüsü, sıra arkadaşım, kitap kurdu Bilal idi. Derslerde gerçi orta halliydi, ama ders dışı, sosyo-politik konular açılınca, hocalarla en çok laf eden o idi. Konuşmalarında sıkça geçen bir kelime çok dikkatimi çekiyordu “Anti parantez”. Parantezi biliyordum, matematikte geçen bir terimdi, ama başka konularda bununla ne kast edildiğini anlamıyordum. Bilal, güncel dil harici bir çok kelime sarf ederek konuşurken, hayli dikkat çekiyordu. Beni Ocağa ilk davet eden o idi. Daima gözlük takar ve biraz da saralıydı. Bir gün sınıfta sakin sakin otururken, birden yüzükoyun sıranın üzerine kapaklanmasın mı. O an ne olduğunu anlayamamış, çok şaşırmıştık. Çenesi kilitlenmiş, ağzı köpürmeğe başlamıştı. Arkadaşlardan biri, nedense, cebinden çıkardığı ayakkabı çekeceği ile onun dişlerini aralamaya çalışıyordu. Bundan ötürü müydü bilmem, ama biraz sonra gene kendine geliyordu. Sırada üç kişi oturuyorduk. Öteki arkadaşımız Bayburtlu, ağır sıklet güreşçisi Cevat idi. Gerek yaş olarak, gerekse bünye olarak hepimizden büyüktü. Ona ağabey diyorduk. Geçen yıl da birlikte oturuyorduk. Ara sıra şakadan bilek güreşi yapar ve onda gücümüzü denerdik. Onu yenebilmek için daha bir fırın etmek yememiz gerekiyordu. Gerçekten bize göre çok güçlüydü. Öyle ki, kol veya baldırımızı iri pençesiyle kavrayıp, sıkınca içerdeki kemiğimiz kırılacak gibi ağrırdı. Fakat o, ara sıra güreş idmanı yaparken, ben gece gündüz demeden çalışıyordum. Bizim malum kavgadan sonra onun tavrında bile değişme görülüyordu bana karşı. Adeta inanamıyordu duyduklarına. Gerçi beni severdi, ama şimdi duydukları sevgiden ziyade, insanları saygı göstermeğe de zorluyor olmalıydı. O nedenle, ilk zamanlar geçiştirse de, bir gün beni deneme ihtiyacı duyuyordu. Önce el sıkışmaktan başlamış, sonra bilek güreşine geçmiştik. Önceleri elimi sıkınca kıracak gibi olup, beni bağırtan Cevat, bu kez az kalsın kendi bağıracaktı. Sonra bilek güreşine sıra gelmişti. Tutar tutmaz saniyede beni indiren Cevat, biraz daha bastırsam gidiyordu. Bunu hissedince hemen bırakıp; “Tamam, sen yenersin abi” diyordum. Ona göre, böyle kısa zamanda bu kadar güçlenebilmek inanılır gibi değildi. Ama bende onun inanamayacağı birkaç aşama daha vardı. Bir gün, çok duymuş ve gene inanamamış olacaktı ki, sınıfta karnıma vuruş yapmak istediğini söylüyordu. Kurnazlık edip, ona açık el ve parmaklarının ucuyla vurması şartını koymuştum. Olur, demiş ve karşıma vuruş için geçtiğinde, hemen yeni şart eklemiştim;
-Ama yavaş değil, çok hızlı vuracaksın, tamam mı?
Bu onu hepten şaşırtıyordu. Çünkü o aksini isteyeceğimi sanıyordu. Nitekim inanamayarak da olsa, tamam, demiş ve vuruşunu yapmıştı. Bir güreşçinin, karateye özel bir vuruş olan pikede ne kadar etkili olabileceğini, daha doğrusu, başarılı olamayacağını biliyordum. Vuruş esnasında çok basit ama seri iki karın hareketi yaptığım için az kalsın parmakları kırılıyordu. Parmaklarının ilk temasında nispeten yumuşak tuttuğum karın kaslarım, bir an sonra gerilip, sertleşince bu sonuç oluşuyordu. Bu olaydan sonra Cevat benden emin ve tavırları tam anlamıyla respekt içeriyordu. Bütün bunlar sınıfta olduğu için, varın öteki arkadaşların durum ve tutumunu siz düşünün. En kısa zamanda idman için bir yer bulunup, bu işi kendilerine de öğretmemi istiyorlardı. Nitekim Milli Türk Talebe Birliği bunu organize edebileceği teklifinde bulunuyordu. Başkan Yakup, bizim okuldan bir öğrenci ve Cevatın hemşerisiydi. Beni de ilk yatılı okuduğum yıl pansiyondan tanıyordu. Derken, önce valiye müracaat edilmiş, sonra Beden Terbiye Bölge Spor Salonunda idmanlara başlamıştık. Hemen her okuldan gelen öğrencilerle ilk bir hafta doksan kişiyle başlayan idman, daha sonra bu işin o kadar da kolay olmadığını gören bazı heveslilerin eksilmesiyle yetmişe düşüyordu. Bunlar arasında iki de hocamız vardı. Lakin on gün sonra öğrencileri ile aynı seviyede olmayı onurlarına yediremeyerek, artık idmana gelemeyeceklerini söylemişlerdi. Devamlı gelenlerle çok iyi çalışıyor, onlara öğretirken kendim daha çok tekamül ediyordum. İlk yarım saat ısınma ve kültür fizik hareketleri, sonra bir o kadar da kalıplarını bizzat düzenlediğim Kata hareketlerini ve bir buçuk saati ise hepsine karşı, tek tek ve çoğul olarak müsabakaya ayırıyor, duş alıp, salondan çıkıyorduk. Bu kurs bedava olmayıp, alınan elli lira aidatın %25’i M.T.T.B derneğine, gerisi bana veriliyordu. İzleyen 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramında Bölge karatecilerinin gösteri yapacağı anonsu akabinde ilk defa ve son ekip olarak sahaya biz çıkıyorduk. Yaptığımız kata gösterisine ek olarak, tam temas dövüşün karşılığında, en çok alkışın yanında, bir de Hürriyet Gazetesi vasıtasıyla Türkiye ve hatta Avrupa’ya kadar ulaşan bir habere konu olma şerefine erişiyorduk...
O yıl ortaokuldan mezun olmuş, ama diplomamı asla göremeyecektim. Çünkü babamın Almanya’dan verdiği talimat üzerine, bana hiç sorulmadan kaydım yine İmam Hatip Lisesi’ne yapılmıştı. Öğrenim giderlerini karşılayan, parayı gönderen babamın tercihi karşısında yapacak bir şey yoktu. Bu konuyu bir gün babamla tartıştığımızda, “Ya dediğim okulda okursun veya gider gurbette, benim yaptığım gibi inşaatlarda amelelik yaparsın...” diyordu. Nitekim izleyen yılı gene yalnız başıma tuttuğum bir evde aynı şekilde iştigallerle geçirmiş ve İmam Hatip Lisesi ikinci sınıfa geçmiştim. Mezuniyetime üç yıl vardı, çünkü burası dört yıllıktı. Mezun olunca üniversiteye girme çok zordu. Çünkü okulun daima iftiharla sınıf geçen mezunlarının dahi üniversite sınavında gerekli puanı tutturamamış olduklarını işitiyordum. Bunlar ya cami İmamlığı veya Kuran Kursu hocalığı yapıyorlardı. Bu meslekte çalışmayı hiç düşünmüyor, ne olursa olsun yüksek tahsil yapmak istiyordum. Bunun en zorlayıcı sebebi askerlik görevi süreci idi. Çünkü askere gidip gelmiş olanların anılarını dinlemiş ve bu tür muameleye maruz kalmamanın tek yolunun üniversite mezunu olmak, olduğu öğrenmiştim. Aksi halde askerlik süresi olan 18ayı bitirememe ihtimalim büyüktü. Bu rizikoya karşı vakit varken önlem almalıydım.
İkinci sınıfa başlayalı iki ay olmuştu. Bir gün sınıf arkadaşım Bahri, ile ilk defa Ticaret Lisesi açılacağını ve kendisinin oraya geçeceğini söylerken, birlikte gelmeyi öneriyordu. Böyle bir imkanı hiç düşünmemiş, tereddütlüydüm. Çünkü babamın arzusu hilafına davranmak istemiyordum. Fakat Bahri yakamı bırakmıyor, bu okulun Kız Sanat Okulu ile aynı bina içinde öğrenim sağlayacağını ve dolayısıyla her bakımdan çok avantajlı olacağını söylüyordu. Bizim sınıftan birkaç kişi, daha şimdiden nakil yaptıracaklarını söylüyorlardı. En sonunda nakil yaptırmağa karar vermiş ve bu yüzden okul müdürü ile bozuşmuştuk. Müdür kesinlikle, bize nakil vermek istemiyordu. Çünkü bütün okulun gözde öğrencilerinden sayılıyorduk. Müdür, bizim ayrılmamızla okulunun cazibe kaybedeceği kanısındaydı. Ricalarımızı dinlemiyordu. Milli Eğitim Müdürüne şikayet son çareydi. Nitekim Metin Bey bizim müdürü telefonla arayınca, tamam, gelsinler, diyordu.
Müdür muavini Ergun Bey, nakil için gereken tasdiknameyi çoktan hazırlamıştı. Çünkü o da bir ülkücüydü. Onu ikna etmek için yeni açılan okula gitmemizin çok iyi olacağını, aksi halde burayı solcuların ele geçirebilecekleri tezini öne sürmüş ve hemen ikna etmiştik. Derken ben ve Erdoğan Ticaret Liseli olmuş, ama Bahrinin hevesi kursağında kalmıştı. Çünkü büyük abisi duruma müdahale etmiş ve onu engellemişti. Gerçi bir sınıf aşağıdan başlamamız gerekmişti, ama bizden üstte kimse olmayacak ve Liseyi aynı zaman zarfında, yani üç yılda bitirecektik...
Yeni okulun ilk gününde, tamamı diğer okullardan taşınma öğrenci topluluğu bahçede toplanmış, hatıra resmi çektirdikten sonra, Kız Sanat okulu ile ortaklaşa kullanacağımız büyük salona geçmiştik. Burada açılış merasimi yapılacaktı. Okul müdürümüz Yusuf Bey, öğrenciler adına açılış konuşması bana yaptırmış, yeni sınıflarımıza heyecanla girmiştik. Artık bir spor salonumuz var ve faaliyetlerimize burada devam edebilirdik. Diğer okullarda sağ-sol ayrımı giderek keskinleşir, hatta kavgalar vuku bulurken, bizim okulda barışçıl hava hakimdi. Okul sonrası benimle idman yapmak isteyenler arasında sağcı-solcu ayırımı yapmıyor, herkese eşit davranarak, bu ortamın oluşmasına katkı sağlıyordum.
Yeni bir yıl başı daha gelmişti. Kimi öğrenciler gibi, aynı odayı paylaştığımız Kemal de köye gitmek istiyordu. Boş ver, gitmeyelim, diyorsam da bunda ısrarlıydı. Sende gel, diyordu. Yalnız kalınca canımın sıkılacağını düşünüp, hiç istemeyerek de olsa köye gitmek durumunda kalıyordum. İl merkezinde havalar sıcak, Sonbahar günleri yaşanırken, meğer bizim oralarda diz boyu kar ve bol soğuk varmış. Kasabaya indiğimizde akşam olmuş ve köy yolu karla kaplıydı. Ayağımızda spor ayakkabıları, omuzda çantalar yola düşmüştük. Hava çok soğuk değil, ama kar kaplı yolda ilerlemek güçtü. Tam İneköy’ün önlerinde, arkadan bir cipin gelmekte olduğunu görmüş ve içimden “Bizi de al, almazsan yolda kal” diye geçirmiştim. Ama Cip durmayıp, gitmişti. Bir süre sonra şimdi Karaköy’ün altındaydık ve az ilerde şarampole batmış Jip duruyordu. Biz durup yardım edecek olsak orada çıkabilirdi, ama bu kez de biz onun yaptığı yapıp, hızla ve hiç duraksamadan geçip, gitmiştik. Onbeş dakika sonra biz köye varmıştık, lakin Cip halen aynı yerinde ve battığı yerden çıkmak için uğraşıyordu.
Dört kilometrelik yürüyüşten sonra eve varmıştım. Annem beni görünce her zamanki gibi seviniyordu. Sıcak sobanın başında akşam yemeği yemiş, yatacaktım ki;
-     -Meliha ve babası gelmişler. Diyordu.
Onunla, Ankara’da okuduğum yıldan beri hiç haberleşememiştik onunla.. Aslında bir çok kez yazdığım halde, aranın uzamasına ilaveten sınıfta kaldığımı anlayıp, beni küçümseyeceği endişesinden, bunları postaya vermemiştim. Fakat, henüz birkaç gün önce, satır aralarında serzeniş bulunan bir yeni yıl kartı göndermiştim ona. Ola ki artık beni unutmuş ve onu hala unutamayışıma gülmesinden çekiniyordum. Ona yazmamın nedeni amcasının oğlu Kemaldi. “yazamazsın” diyerek, beni kışkırtmamış olsa, yazsam bile yine göndermeyecektim. Acaba şimdilerde nasıl görünüyor, gönderdiğim kart eline geçti mi, görüşürsek bana karşı nasıl davranır? Bu gibi sorular ve büyük merakım beynimi kurcalıyor, bir türlü uyku tutmuyordu gözümü. Sabah kalkıp, onların mahalleden geçerek kasabaya gitmiş, ama onu görememiştim oralarda.. Akşam, muhakkak bulunacağı halamlara gidip, adet olduğu üzere, kardeşimle nişanlanmış olan gelinimizi görecek ve annemin hazırladığı hediyeyi verecektim. Meğer onlar da henüz köye gelmeyip, ilk günü kasabada ki akrabalarının yanında geçirmişlerdi. Nitekim akşam olmuş, köye dönerek halamlara gitmiştim. İçimdeki duygular kaygı ve heyecan karışıktı. Eve girdiğimde odada sadece babası vardı. Beni görmeyeli hayli zaman geçmiş, hemen tanıyamamıştı. Kendimi ona, gene bir yolculukta mola restoranında birlikte yemek yemiş olduğumuzu söyleyerek, hatırlatabilmiştim. Biraz sonra ilk göz ağrım çıka gelmişti. İlk intibaım; görüşmeyeli beri fazla boy atmamış, ama hala eskisi kadar güzel ve sevecen olduğuydu. Ama onun bana karşı duygularını tam bilmediğim için, bu hislerimi belli etmemeğe, hatta kayıtsız davranmağa bakıyordum. Şöyle sıradan bir “Hoş geldiniz” demiş ve babasıyla olan sohbetimize dönmüştüm. Arada onu kesiyordum. Derken eski günlerden falan söz açılmış, çantasından resim albümünü çıkarmıştı. Oturmakta olduğu peykede yanına yaklaşmış, bunlara bakıyorduk. Ona daha önceleri gönderdiğim onca mektup, kart ve resimlerden sakladığı var mı, diye bakıyordum. İlk anda bana dair hiç bir hatıraya rastlamayınca, içimden onu vefasızlıkla suçluyordum. Derken, açık çantasında bir anı defteri gözüme ilişiyordu. Daha doğrusu bu defterin kalpli kapak penceresi arkasında duran tebrik kartı bana hayli tanıdık geliyordu. Onu alıp, bakabileceğimi sorduğumda, müsaade etmiş, elime alarak incelemeğe başlamıştım. Bu resimde çimenler içinde bir ağaç ve ağacın altında, baş başa oturan iki sevgili tasviri vardı. Derken onu yerinden çıkarıp, arkasına baktığımda yazların mürekkeple boyanmış ve okunamaz duruma getirildiğini görmüştüm. Kart, benim gönderdiklerimden biri olmalıydı. Bu, beni unutmamış olduğunun bir delili sayılabilirdi. Fakat çekince ve koşullarım henüz tam anlamıyla sağlanmış değildi. Çünkü, her ne kadar beni unutmamış olsa da, acaba bir başkasına ilgi duymamış mı idi? Bu soru benim için önemli idi. İlk fırsatta bunu soracaktım. Ama yapamıyordum. Halamlarda, sobanın başında otururken, evde bizden başka kimse kalmadığı halde konuşamıyordum onunla. O benden ben ondan bekliyorduk bu girişimi. Nitekim bu fırsat, son anda, köyden ayrılacağım günün akşamında çıkmıştı. Bu konuya dair ilk görüşmemizi amcasının oğlu ile evli, halasının kızı Sevgi başlatmıştı. Onlarda, akrabadan birkaç kişi ile oturuyorduk. Önce uygun sorularıyla zemin yoklayan Sevgi, sözü sonra bize bırakmış ve vasıtasız olarak konuşmaya başlamıştık...
Evet, bir birimizi hala seviyor ve unutmamıştık. Ama evlenmemiz söz konusu olacaksa, bu onun bir başkasına karşı asla gönül bağı kurmamış olması şartına bağlıydı. Zira bence buna hiç mahal olamazdı, çünkü onu küçük yaşında ve herkesten önce tanımıştım. Böyle bir şey olduysa bunu ihanet sayacak ve derhal ondan kopacaktım. Buna dair soruma yaptığı açıklama beklediğim gibi ve asla bir başkasına ilgi duymadığı şeklinde olmuştu. Zaman ve konumum evlilik kararı için müsait olmasa da, onunla ilerde evlenmeğe karar veriyordum. Çünkü bu bence önemli bir ilke ve böylesini bir daha asla bulamayacağımı düşünüyordum. Bu kararımızı izleyecek olan adımların seyrini kararlaştırıp, ayrılıyorduk. Sabah ben okula, onlarsa bir hafta sonra Zonguldak’a dönüyorlardı...
Aradan bir hafta geçmeden ilk mektubumla bir resmimi ona gönderiyor, ondan yanıt bekliyordum. Fakat inanılmaz bir hayal kırıklığı yaşıyor, yazdığım bir çok mektuba rağmen, ondan tek satırlık bir cevap gelmiyordu. Buna hiç anlam veremiyor, bunalımlara giriyordum. İnsan olumlu veya olumsuz, ama mutlaka bir yanıt yazardı seviyorsa. Bırak sevmesini, insaniyet namına bunu yapardı. Ama o yapmıyor, gururumu ezip geçiyordu. Bazen lokantaya girip, bir bardak duble votka kola içiyor ve birilerine çatarak, öfkemi bir şekilde çıkarmaya bahane arıyordum. Bu durum yaz tatiline kadar böylece sürdü ve ilk görüştüğümüzde artık resmen nişanlıydık. Çünkü daha önce annesi gelmiş ve ilişkimizi soruşturduktan sonra aile arasında bu karar alınmıştı. Bu arada amcasının vurularak ani ölümü üzerine babasıyla birlikte o da gelmiş ve iki hafta sonra dönmüşlerdi. Neden bana hiç yazmadığını sorduğumda, bahanesi annesinin engel olduğu yönündeydi. Bana Ankara’da iken yazarken annesi bir şey demiyordu ama, nedense şimdi buna karşı çıkıyordu. Diyelim ki o istemiyor, ama seni gece gündüz her saat göz altında tutmuyordu her halde, insan iki satırlık bir kart olsun yazmaz mı. Hatta hiç yazmadan , sadece resim bulunan bir kart bile yeterdi. Ama hayır, bunu yapmıyor, hayatımı adeta cehenneme çevirip, intikam yeminleri ettiriyordu. Onca öfke ve kırgınlığıma rağmen gerçi onu affetmiş, ama hafızamdan geleceğimizi etkileme ihtimali büyük olan bazı izleri silmem kolay olmayacaktı. Kim bilir, belki de çok önceleri yazdığı bir mektubunda yer alan şu dizelerinde dediği gibi;
“... Sağımda bir demet çiçek,
saçımda bir demet çiçek,
ömrüm seni sevmekle geçecek
bir gün gelecek;
Ay, güneş hepsi sönecek,
Benim sana olan aşkım asla sönmeyecek... ”
Muhtemel, onu yıllar boyu koca yolu bekletecektim.

Nitekim tatil bitmiş kayın validemle birlikte Zonguldağa gitmiştim. Artık orada okuyacaktım. Nişanlımın kendisinden küçük üç kardeşi daha vardı. Engin ve Mustafa oğlan kardeşleri küçük kız kardeşleri de Melahat idi. Engin ilkokula gidiyordu. Kayın peder uzun yıllardan beri E.K.İ işletmelerinde çalışmaktaydı. Kayın validem, yalnız başıma okuduğumu duyunca, türlü nedenlerden ötürü buna razı olmamış ve birlikte gitmemizi istemişti. Derken bu yağmurlu kentin en güzel semtlerinden biri olan Fener’de bulunan Ticaret Lisesine nakil yaptırmıştım. İlk düşüncemiz, aynı semtte bana bir oda kiralamaktı. Ama sonra aynı evde, evleninceye kadar birlikte kalmayı yeğleyecektik. Bu iki yıl süre içinde, iki acı olay hariç, kısa hayatımın belki en mutlu zamanları olacaktı. İlk acı olay, nişanlımın cahilliğinin sebep olduğu gereksiz bir itirafından kaynaklanmıştı. Bu, salt onunla evlenmek isteyen, ağabeyi saydığı amca oğlunu kendisinden uzaklaştırmağa yönelik izlediği bir tutumla alakalıydı. Aynı semtte oturan başka bir çocuğa ilgi duyuyormuş gibi yaptığını ve hatta bir keresinde ona mektup yazdığını söylemişti. Bu açıklaması, her şeye rağmen beni çok yaralamıştı. Keşke bunu o zaman, ilk ciddi konuştuğumuzda söylese veya hiç söylemeseydi. Bu yüzden onu terk edip, buradan gitmeği dahi düşünmüş, ancak babasının hatırı için bundan vazgeçmiştim. Çünkü henüz nişanlı olduğumuz halde, evine kabul edebilecek kadar bana güven göstermiş bir babaya bunu yapamazdım. O günden sonra, çocukluk aşkımın gerçekleşmiş olmasından doğan inanılmaz mutluluğum hırpalanmış, kötü bir nakizaya uğramıştı. “Her şeyin fazlası zararlıdır” veya “Hiçbir şey tam ve mükemmel değildir” sözleri bu şekilde bir kez daha kanıtlanmış oluyordu.
Okulun başladığı ilk günlerdi, normalde takım elbise giyer, kravat takarak okula giderken, o gün sabah kalktığımda hem havanın soğuk olması ve hem de esen rüzgarla beraber yağmur yağması, bu kez farklı giyinmemi gerektirmişti. Üzerime yakası kürklü ve gizli kukuletası olan kahverengi anorak ve altına pantolon paçalarımı içine koyduğum uzun konçlu turuncu çizmeler giymiştim. Birinci ders henüz bitmiş, teneffüs başlamıştı. Kara tahtaya bir şeyler yazıyordum. Sınıfta her kafadan çıkan seslerin oluşturduğu yoğun bir gürültü vardı. Bunlara daha yüksek bir ses eklenmiş ve arkamda bağırıp duruyordu.
     -Burası bingonun ahırımı ulan, bu kılık kıyafetle nasıl gelirsin okula?
Bu da kim ve kime bağırıp duruyor böyle, diyerek geri döndüğümde bir de ne göreyim. Takım elbiseli, kravatlı, ablak çehreli tıknaz bir adam, anlaşılan bu sözleriyle beni kast ediyordu.
     -Ne bağırıyorsun be adam, burada sağır mı var?
     -Tabii ki sana ulan, bu kılık kıyafet nedir, kot ve montla sınıfa girilir mi, hemen çık git üstünü değiş, yoksa ben atacağım seni dışarı.
     -Deme ya, bunu yapabileceğini sanıyorsan hiç durma, görelim ne kadar gücün varmış?
     -!
     -Bu kıyafet normal olmayabilir, ama yasak olduğunu da bana kimse söylemedi. Hava muhalefeti nedeniyle tolerans tanınacağını sanıyordum. Ne olursa olsun, bu size bana karşı böyle kaba hitap etme hakkını vermez …
Bu kuru gürültü ve blöfle disiplin sağlamağa kalkan adam, lakabına “Deli“ denen bir öğretmenmiş meğer. Bir an durup, düşünmüş ve sonra tek laf etmeden, kollar yanda, külhani yürüyüşüyle sınıfı terk etmişti. Halk dilinde “Deli deliyi görünce çomağını saklarmış” diye bir söz vardır ya, bu adeta onun bir teyidi olmuştu. Bu hadiseden sonra bir çok sınıf arkadaşım ona haddini bildirdiğim için beni tebrik etmişti. Nadir de olsa, milli eğitim camiasından birileri çıkıp, resmi statüsünden gelen bir saygınlığı, şahsi komplekslerini tatmin için bir araç gibi kullanmağa kalkışabiliyordu. Halbuki, aynı okulun öğretmenlerinden Ragıp Hoca, aynı zamanda müdür muaviniydi ve gerçek bir öğretmene yakışan tarzıyla, beni üç kez kravatsız gelmekten geri çevirmiş, kravat takmadan da içeri almamıştı. Mecburi olduğu için olsa gerek, kravat takmaktan hiç hoşlanmıyordum. Baktım olacak gibi değil, cebimde kancalı kravat taşımağa başlamıştım. Ragıp Hoca göründü mü, hemen bunu cebimden çıkarıp, takardım. Bir keresinde beni okul kapısından çevirmiş, eve gidip geleceğimi sanıyordu. Göz önünden bir an kaybolduktan sonra kravatlı olarak geçtiğimi görünce, hayretle gülümsemiş, ama bunu nereden aldığımı asla sormamıştı. Bir süre sonra okuldaki siyasal yapılanmadan haberdar olmuş, sağ ve sol olarak öğrenciler arasında bir denge olduğunu öğrenmiştim. Sıra arkadaşım Fahri aslen Giresunluydu. Daha ilk günlerde tanışıp, dost olmuştuk. Fahrinin sağa sola ilgisi yoktu. Onun derdi bir an önce bu okuldan mezun olmak ve sınavı kazanırsa yüksek tahsil yapmak, olmazsa hemen bir işe başlamaktı. Gerçi benim arzum ondan farklı değildi, ama gene de siyasetin nabzını tutmak isterdim. Bu nedenle hemen kimlerin ülkücü, kimlerin solcu olduklarını öğrenmiştim. Tabii yapım itibarıyla, kendimi zayıf ve baskıya maruz kalan taraflara yakın bulurdum. Burada ilk edindiğim intiba ülkücülerin daha sessiz ve azınlıkta olduğu idi. Fahrinin bir hemşerisi olan Mehmet Ali, ikinci sınıfta ve boksörmüş. Buna bir de ülkücü olduğu eklenince tanışmıştık. Bir süre sonra da, Ocakla irtibatı sağlayan Cevat’ı tanımıştım. Ancak onlar öğlenci oldukları için nadir görüşüyorduk. Sabahçıları organize edip, düzenli Ocak toplantıları yapmamız isteniyorsa da, bunda pek devamlılık oluşmuyordu. Çünkü ne kendim bu tip sıkı faaliyetleri sever, ne de başkasını iştirake zorlardım. Gönüllülük taraftarıydım oldum olalı. Bir yere canım ne zaman çekerse o zaman giderdim. Bir süre sonra okul müdürüyle konuşup, akşamları okulun spor salonunda antrenman yapma izni almıştık. Önce olur demiş ve kırk kişi idmana başlamıştık. Fakat bir ay sonra bu çalışmaları bir grup öğretmen izlemiş, onlar çıkınca Seyfullah koşarak kapıyı örtmeğe gitmişti. Meğer yoğun yağmur damlaları sızıp, tam kapı önüne birikmişti. Seyfullah oraya gelince, en son çıkan Deli hocanın haline çok gülmüştük. Çünkü Seyfullahın ayağı suda kaymış ve camlı kapıya hızla çarpıp, büyük gürültüyle kapatmıştı. Bu patırtı, çalışmamızı zaten ürküntüyle izlemiş olan Deli hocanın yüreğini ağzına getirmiş olmalıydı ki, birden külhani gidişi değişip, saldırıya uğramış gibi neredeyse kaçacak olmuştu. Bu olaydan birkaç gün sonra, antrenmanı bitirmiş, çıkarken yanımıza gelen müdür, çalışmaları kesmemizi rica ederken, gerekçesi şöyle idi;
     -Çocuklar, “Ticaret Lisesinde komando eğitimi yapılıyor” diye, şehirde bir şayia var, o nedenle sizden ricam, bu çalışmalarınızı hemen kesmenizdir.
Fakat ben buna derhal itiraz ederek, bir şayianın bizi hiç alakadar etmeyeceğini, bu okulun öğrencileri olarak, içimizde hem sağcı hem de solcu olan öğrenciler bulunduğunu ve bu salondan bizi kimsenin çıkarma hakkı olmadığını söylemiştim. Arkadaşlar da bunu tasdik edince önce bir şey söyleyemeden giden müdür, daha sonra, koltuğunu kaybetme korkusuyla olacak, beni tekrar çağırıp, bu çalışmayı durdurma konusunda adeta yalvarmış, bu yetmemiş, Beden Terbiyesi Bölge Spor Salonundan özel çalışma seansı alacağı sözünü vermişti. Ancak, bunu tutmamış veya tutamamıştı. İşte zamanın Türkiyesindeki bürokratların zihniyeti bu idi. Öğrenciler devletin tahsis ettiği okullarında spor yapmasınlar da, varsın kahvehanelere, meyhanelere, veya türlü siyasal örgütleri gitsinler di. Nitekim çok sürmüyor, okullar okunamayacak duruma gelip, anarşi bütün ülkeye yayılıyordu.
Bir gün idman imkanı var mı, diye bakmak için, Bölge Spor Salonuna gitmiştim. Yetkili memurla görüşmüş, birlikte dışarı çıkıyorduk. Bu sırada karşıdan gelen uzun boylu, geniş omuzlu sarışın bir adam yanımıza varınca memura hitaben, ama beni kast ederek;
-Ne diyor bu delikanlı, spor mu yapmak istiyor yoksa?
-Evet, ama o Taekwon-do veya Karate yapmak istiyor hocam!
Böyle derken o anda elini uzatınca, karşılık verdiğim elimi kavrayan bu babam yaşındaki adamın niyeti tokalaşmak değil, meğer başka imiş. Derken kalın, iri yarı eline kuvvet veriyor ve elimi sıkmağa başlıyordu. Bunu fark edince elime kuvvet verip, sadece mukavemetle yetiniyordum. Fakat o bırakmak istemiyor, sıkmağa devam ediyordu. Nitekim ben de sıkmağa başlamıştım. Az sonra karşımdakinin sağ gözü kırpılmağa, önce gülen ablak yanakları çarpılıp, şekillenmeğe başlıyordu. Bağırması an meselesi haline gelmişti ki, birden elini iyice gevşetince bırakmıştım. Bu sırada memur hayretini artık gizlemeyerek;
-İlk defa Şakir abinin bağırtamadığı bir adam çıktı. Vallahi bravo yani!
Derken, sonra Bölge Boks antrenörü olduğu anlaşılan Muzaffer Bey, bu kez elini yumruk yapmış, göğsüme hafifçe vururken de;
     -Bırak onları da boks yap oğlum boks! Çok sağlam bir bünyen var, gel seni Türkiye şampiyonu yapıyım.
     -Yok hocam, benden boksör olmaz, denedim, biliyorum. Çünkü unutup, ayakla vuruyorum rakibime.
-Olsun, sen gene de gel, sonra alışırsın nasılsa.
     -Hiç antrenman yapmamaktan iyidir, gelsem de kültür fizik yaparım bir kenarda. İdmanlarınız ne zaman?
-Haftanın üç günü, Pazartesi akşam altıdan sonra gel.
-Tamam, görüşmek üzere hocam.
Böylece ayrılmış, bilahare iki idmanlarına gitmiştim. Fakat düşündüğüm gibi, boks bana göre değildi. Bu arada Ankara’da Iraz Hocanın okulunda tanıdığım Erdoğan isimli arkadaşıma rastlamıştım. Meğer onlar ara sıra burada idman yapıyorlarmış. Erdoğan o sıralar çoğu Zonguldaklılar gibi Ecevitçi olduğunu söylüyordu. Burada tesadüfler bizi gene karşılaştırmış, bu karşılaşmadan memnun olmuştuk. Bundan birkaç gün sonra bana gene M.T.T.B’ inden hocalık teklifi gelmiş ve kabul etmiştim. Ara sıra Erdoğan’la görüşüyorduk. Bir gün bana,”Gel bir de bizim derneğe gidilim” deye önermiş, kabul ederek içeri girmiştik. Buranın tabelasında “Karadeniz Dev Genç” yazılıydı. Geçip bir masaya oturmuştuk. Zaten içerde dört masa var ve birinde altı kişi oturmasına mukabil, diğerleri boştu. Altı kişinin oturduğu masadaki görüntü ilk anda dikkat çekiciydi. Zira Kara Deniz Dev Genç’te toplanmış bu kişilerin tamamının Güneydoğu menşeli olmalarıydı. Konu, kronik Kürtlük davası ve Kürdistan meselesiydi. Yadırgadığım şey, konuştukları değil, bunların açıkça Türkiye ve dolayısıyla Türklerden söz ederken “Düşman” demelerine karşın, aralarında Türklerin de bulunmuş olmasıydı. Gerçi Ülkü Ocaklarında da Kürt asıllılar vardı. Anlaşılan, böylece bir denge sağlanmış oluyordu. Benim için bu tartışmaya iştirak zemini görünmüyordu. Oysa Ülkü Ocaklarında Kürtlerden düşman taraf, diye kesinlikle söz edilmediği gibi yabancı millet de sayılmazlardı. Kendini Kürt olarak bilen insanların menşeine saygı duyulurken, bunun inkarı durumunda “Aslını inkar eden haramzadedir”, deniyordu. Bunlar, belki bilmeyerek, bu tavırlarıyla memleketin tamamının sömürülmesine zemin hazırlarken, öyle bir yer varmış gibi de, “Kürdistan sömürülüyor” diyor ve bunu bir ayrılma bahanesi sayıyorlardı. Oysa vatanı bölmek bir çözüm olamayacağı gibi imkansızdı da. Daha fazla dayanamıyor ve arkadaşa:
-Bunları duyuyorsun, o halde bir Türk olarak, benim işim yok burada. Diyor ve ayağa kalkarak, diğerlerine hitaben; Hadi bana eyvallah, sizinle savaş alanında görüşürüz! Diyip, dışarı çıkıyordum.
Onlar arkamdan şaşırmış ve hayretle, “Bunu kim buraya getirdi, diye soruyorlardı.” Kayın pederimin devresi yıl geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetmiş olması yaşadığım ikinci acı olaydı. Asfaltta, karşıdan karşıya geçerken bir kamyon çarpmıştı merhuma.. Sürücüyü o an bulsam öldürebilirdim. Soruşturmanın selameti dolayısıyla tutuklandığı için kurtulmuştu. Yüce Yaratanın takdiri, insan oğlu fani ve her şeye rağmen hayat devam edecekti. Merhum kayın pederimin emekliliğine zaten az bir süre kalmıştı. Mesai saatlerinde ve aynı şirketin bir aracı tarafından kazaya kurban gittiği için bu olay “İş Kazası” sayılıp, emekli aylığı ailesine verilecekti. Nitekim okul bitmiş, babam gelerek, düğünümüzü orada yapıp, tatil için memlekete geri dönmüştük. Bu arada üniversite sınavına girmiş ve okumak istediğim okula “Ankara 19 Mayıs Gençlik ve Spor Akademisi” kayıt için yeterli puanı almıştım. Fakat, henüz kayıt koşullarını bakmak için gittiğim okulun önünde, burada okumaktan vazgeçecektim. Çünkü yüksek okullarda anarşi iyice keskinleşmiş, normal şartlarda okumak artık olanaksız hale gelmişti. Buna mukabil Almanya’da bulunan babamın yaptığı araştırma, orada okuyabileceğim yönündeydi. Kayıt için okula gittiğim esnada, buraya girecek olursam gelecekte beni nasıl bir perspektifin beklediğini görmüştüm; ”Ya hapishane yahut mezar”. Günün sıcağına rağmen, sırtında askeri parka bulunan iki kişi yanıma yaklaşırken, diğer ikisi uzaktan takip ediyorlardı. Biri yanıma gelerek doğrudan;
     -Kayıt için mi geldin?
     -Evet.
     -Nereli ve necisin?
     -Siz kimsiniz, size ne bundan?
     -Uzatma da söyle bakalım necisin?
     -Bak arkadaş, bu okul bir Spor, değil mi, o halde ben bir sporcuyum. Tamam mı?
      -Ya! Peki hangi sporu yapıyorsun?
     İşte beklediğim soru gelip, cevabım ilk raundu kapışmadan kazandıracak nitelikteydi:
     -Sporun her türünü. Ama bilhassa dövüş sporları; Karate, Judo, ve Taekwon-do.
     -Deme ya, peki nerede öğrendin bütün bunları?
Bunu da geçerli ismi vererek yanıtlayınca, tavırları o an için değişmiş, ama gene de;
     -İyi, hadi sen kayıt yaptır, nasıl olsa sonra gene görüşeceğiz.
      Diyerek yanımdan ayrılmışlardı. Bu olaydan sonra kayıt yaptırmaktan vazgeçmiş, Almanya’ya gitme niyetim kesinleşmişti. Burada kalırsam ister istemez rakip taraflardan birine katılacaktım. Tarafsız kalma şansım yoktu. Açıkça, dost ve düşman ayırımı yapmakla yüz yüze kalacak, şimdiye kadar olduğu gibi, başına buyruk, özgür biri olarak değil, grup kurallarıyla davranmam gerekecekti. Bu gibi durumda, önyargıların bulunmadığı bir yabancı ülke bana daya uygun okuma yeri gibi geliyordu.
Yurt dışına çıkış için gerekli pasaportum henüz yoktu. Bunu edinmek için, iki yıl aradan sonra, gene İl merkezine gidecektim. Fakat oradan son zamanlarda gelen haberler pek iç açıcı olmayıp, bilakis kaygı verici idi. Eski durumların değişip, vilayetimize başka yörelerden nakledilen yüksek okul öğrencileri yerleştirilmiş, bu militan gruplar, nüfusu zaten az olan merkezi adeta işgal etmişler, diye, duyuyorduk. Yıl 1978, bizim ilçede genel seçimler nedeniyle yapılan bir parti mitingi esnasında çıkan kimi olaylar, solcularca buradan giden herkesin “Faşist” diye nitelenip, saldırılmalarına yetiyordu. Gün geçmiyordu ki, türlü yerlerinden yaralananlar gelmesindi. Artık normal sayılacak türde kavga dönemleri de bitmiş, silahlar kullanıma geçmişti. Giderken yanıma silah almayı düşündümse de, bundan vazgeçmiştim. Kimseye yapmadığım bir şeyin bana yapılmasına razı olamayacağıma göre, yeni duruma uyacak bir silah türü bulmalıydım. Bu bir Tabanca olamazdı. Çünkü onun üzerimde bulunması bile her şeyin alt üst olmasına yetebilirdi. Bu durumda Zonguldak’tan getirdiğim vinç göbek bilyelerini yanıma alacaktım. Gerek parmak idmanı, gerekse zor durumda rahatça kullanabileceğim üç bilye cebimde olmak üzere minibüsten il merkezine inmiştim. Hemen yakında bulunan, eskiden solcu arkadaşların devam ettiği Çiçek Palas adlı kahveye gitmiştim. İçerde bildiğim manzara vardı. Giriş kapısının hemen sağında kurulu masada maça kızı oynayan grubun tamamı eski tanıdıklardı. Beni iki yıldır görmedikleri halde, kapıda görür görmez tanımış ve çaya buyur etmişlerdi. Ama gerek yüzlerinde gördüğüm laubali ifade, ve gerekse kullandıkları müstehzi ifade tarzı hemen içeri girmek yerine, şu yasak caddede bir volta attıktan sonra gelmemi icap ettiriyordu. Bunu yapacak cesareti tekrar göstermeden gerçek saygıyı hak etmeyecektim anlaşılan. Bunu uygun lisanla onlara açıklayıp, kapıdan geri dönmüştüm. Beni çaya davet edenler; “Eski devirler artık mazide kaldı” der gibiydiler çünkü. Oldukça kalaba, ana cadde boyunca, elimde çevirdikçe “Şakırt, şakırt, şakırt” diye ses çıkaran, gümüşi pırıltılı çelik bilyelerim, dikkat çekici değil sadece, resmen provokatif bir tarzla yürüyordum. Kafam bozulmuş, varsın nereden inceyse oradan kırılsın diyordum. Bu, kimilerince zapt edilmiş, çok tehlikeli sayılan bölge boyunca ilerlemiş, PTT binasının önünde duraksamıştım. Bir ara arkadan bir elin omzuma dokunduğunu hissetmiş ve yavaşça geri dönmüştüm. Bu bir polis memuruydu. Elimdeki bilyeleri işaret ederek;
-O elinizdekilere bakabilir miyim? Diyordu.
-Tabii, buyurun.
Dedikten sonra, onları açık, bana uzanan eline bırakıvermiştim. Bunları, çeviriş hızımdan yanılarak, baya hafif şeyler sanıyor olmalıydı ki, elini gevşek tutmuş ve bilyenin teki parmağını eğerek asfalta yuvarlanmıştı. Biraz bozularak ve hayretle eğilip, onu yerden alırken;
     -Bunlarla ne yapıyorsunuz? Diye, sormuştu.
     -Hiç, el ve kol idmanı için kullanıyorum. Yasak mı?
     -Hayır, ama sadece bu dediğiniz amaçlar için kullanılacağını pek sanmıyorum bunların.
     Diyen memurun kuşkusuna bir anlamda hak vererek, tebessümle şöyle demiştim.
     -E, tabii, bu durumlara göre (Ortamı kast ederek) gerekirse çok yönlü kullanmak da mümkün olmalı, değil mi?
Bu diyalogdan sonra teşekkür ederek bilyelerimi veren memur ayrılmış, ben de bir lokantaya, yemek için girmiştim. Baradan çıktıktan sonra, ortaokul döneminden samimi arkadaşım, Torullu Ercan’a rastlamıştım. O dönemden, Ercan adlı iki arkadaşım olup, bunların her ikisi de solcuydu. Ama aramızdaki konuşmalar asla fikri tartışma dozunu aşmaz, bir birimizi sever, sayardık. O gece ona misafir olmuş, eskilerde olduğu gibi, gene sinemaya gitmiş, geç vakitlere kadar eskisi gibi tartışmıştık. Hemen yanında ki daha büyük odada bulunan öğrenci grubu da Torullu ve aynı görüşte kişilerdi. Bunlar, istisnai olarak, sağcılara ait bölgede oturmaktaydılar. Çünkü asıl solcu militanlar geçişlerin kontrolde tutulduğu ana cadde üzerinde yer alan öğrenci yurtlarında kalıyorlardı. Oradaki işimin ilk kısmı ikinci gün bitmiş, artık geri dönecektim. Ercan da köyüne dönecekti. Fakat benim minibüs öğleden sonra, onunki sabah dokuzda kalkmıştı. Hareket saatimi beklerken biraz daha dolaşmış ve meşhur yurdun tam karşısında bulunan, camları kırılmış olduğundan, pencereleri saçla kapalı Ülkü Ocağına uğramış, eskilerden kimler var diye bakmıştım. Burada biraz oturmuş, gelenlerin çoğunda yaralanmalar nedeniyle sargılar taşıdıklarını görmüştüm. Bir çok yeni yüzler olsa da, eski tanıdıklar da vardı aralarında. O gün geri döneceğimi söylediğimde, içlerinden birisi gülerek; “Hemen gitme, bir dayak da sen ye de öyle git” diyordu. O nedenle değil ama, yakındaki sinema afişinde, yeni gelen bir filmi görmeden gitmek istemiyor, dönüşü yarına erteliyordum. Caddelerde dolaşırken dikkatimi bir şey de, öceleri sağcı geçinip, çengel bıyık bırakan esnafın, şimdilerde Stalin tipi, posbıyık bırakmış olduklarıydı. Derken vakit gelmiş ve sinemaya gitmiştim. Film bitince bizim çevre köylerden gelen öğrencilerden dört kişi ile beraber çıkmıştık. Sinemaya, gerek sahiplerinin sağcı olması ve gerekse sağcıların kesiminde kalması nedeniyle, çoğunluk sağcılar geliyordu. Çıkışta bir araya toplanıp, yasak ana caddeyi toplu halde geçiyorlardı. Çünkü böylesi daha güvenceli oluyordu. Elli kişilik bu gurup önden, biz dört kişi yirmi adım geriden yürüyorduk. Onlarla gitmemi bizimkiler rica etmiş, kendi otellerinde belki bana yer de bulunacağını söylemişlerdi. Yoksa, yalnız gitmem, onlarla yürümemden daha güvenceli olabilirdi.Büyük gurup önde biz arkada olmak üzere tehlikeli bölgeye girdiğimizde, bu anı kollayan militanlar üçer beşerli takımlar halinde kaldırımları doldurmuş, saldırı için elverişli ortamı kolluyorlardı. Bu sırada bizimkiler böyle durumlarda sıkışınca kullanmak üzere yanlarında taşıdıkları bıçak ve tornavidaları avuçlarına alarak, ceket yenlerinde gizliyorlardı. Ne olur ne olmaz, diyerek, ben de bilyelerimi çıkarmıştım. Etrafta dolaşanlar köpeklere ıslık çalarmış gibi, yaparak gurubu taciz etmeğe çalışıyor, ara sıra saldırıya geçiyorlarmış gibi ani hareketler yapıp, rakipleri korkutmayı deniyorlardı. Fakat büyük gurup bunlara alışık olduğundan, bir birine kenetlenmiş bir şekilde, istifini bozmadan ilerliyordu. Bir ara sağ tarafımızdaki kaldırımda, arkadan koşar adım gelirken “Vurun faşistlere!” diyerek yaklaşan eli sopalı üç kişi, bir metre arkamıza kadar sokulmuş, sağa dönerek onlara baktığımda ani frene basıp, sola çark etmişlerdi. En önde gelen eski arkadaşlarımdan solcu Hüseyin’in küçük kardeşiydi. Tabii o da tanımıştı beni hemen. Böylece ilk saldırı denemesi savuşturulmuş, bu arada Atalay otelin önüne ulaşmıştık. Bizimkiler orada kalıyorlardı. Birlikte yukarı çıkıp, benim için yatak sormuştuk. Maalesef boş yokmuş. Aynı yolu bu kez tek başıma geri dönmüş, yol üstündeki otellere sorarak, gene Garajın yanındaki ilk uğradığım kahveye girmiştim. Ola ki kılık kıyafetim, uzun saçlarım, omuz ve sırtımda dikkat çeken yumruk ile uçar tekme amblemlerim gerektiğinden ziyade dikkat çekip, otelciler bana yatak vermek istemiyordu. Bu durumda bana yardım edecek kişiyi olsa olsa gene o kahvedekiler arasında bulabilirdim. Gerçekten, içerde eski dostlarımdan Hakan’ı görmüştüm. Uzun sarışın saçları, minyon tipiyle, sola daha yakın duran, zarif bir gençti Hakan. Beni görünce hemen yanıma gelmiş ve birlikte dışarı çıkmıştık. Yol boyu eskilerden bahsederek gezerken, rastladığımız otellere boş yer soruyor, sonra gene devam ediyorduk. Hakan dahil, diğer solcu arkadaşlar beni gerçek kavgada hiç görmemiş, her zaman nasıl dövüştüğümü merak ediyorlardı. Ama salt onlara gösteriş olsun diye de kavga başlatamazdım. Mutlaka bir saldırıya uğramak gerekirdi. Bu kendim olabileceğim gibi, iyi bir dostum veya savunmasız bir başkası da olabilirdi. Solcuların önceleri bazen dayak yedikleri zamanlarda, benimle gezenlere bundan muaf olur, hiç kimse laf dahi söylemezdi onlara. O günleri şimdi unutanlar olduğu gibi, başka duygular içinde olanlar da olabilirdi. Biz dolaşa dururken vakit ilerlemiş, sokaklar iyice ıssızlaşmıştı. Derken sağ kaldırımdan gelerek, saldırgan militanların barındığı yurdun hizasından geçecektik. Dükkan eşiklerine üçerli, dörderli oturmuş, gelip geçenleri izleyen bu militanlar bizi otuz metrede fark ettiklerinde, aralarında geçen bir fısıltı telefonu dikkatimi çekmişti. O ana kadar Blucin montumun cebinde duran bilyeleri yeniden elime alıyor ve sanki hiçbir şey olmamış gibi, konuşarak yürümeğe devam ediyordum. Gerçi beladan olabildiğince kaçınıyor, ama gene de çoğu başka illerden gelmiş olan bu militanların kendi memleketimde estirmekte oldukları terör havasını kolay hazmedemiyordum. Hemen her yerde olduğu gibi, burada da nüfus iki guruba ayrılıyor, iç savaş için gerekli ortam hızla hazırlanıyordu. Rastladığım çoğu solcu arkadaşım, uygulanan baskıdan ötürü, benden başka hiçbir eski tanıdık ülkücüyle konuşmadıklarını söylüyorlardı. Derken tam hizalarına gelmiş, geçiyorduk ki, birden alışıldık ıslıklar başlamıştı. Bunu kulak ardı edip, kanıksayıp, üstümüze alınmadan devam etmek niyetindeydik. İki gündür bu caddelerde dolaştığım halde ilk defa bu gün, hem de bir solcu ile beraberken, bana da işittirme yapıyorlardı. Bunda henüz bilmediğim bir bit yeniği vardı, ama ne. Dikkat çeken bir şey, şayet saldırmayı göze alacak olsalardı tam karşılarında ve firar şansı en az iken bunu yapacak olmalarıydı. Ancak bunu yapmamışlardı. Bunun iki anlamı vardı, ya saldırmak istemiyor veya bundan çekiniyor olmalıydılar. Biraz daha ilerlediğimizde kaçma şansı yüzde yüz hale gelmişti. Bu durumda artık bir saldırı beklenemezken eşik timleri aksini yaparak, oturdukları yerden fırlıyor ve “hücum, ölüm faşistlere” naralarıyla atağa geçiyorlardı. Bu sırada gayelerini kesin olarak anlamış ve onlara bir oyun oynağa karar vermiştim. Sandıkları gibi kaçmayacak, epeydir alışa geldikleri şeyi yapmalarına izin vermeyecektim. Bunu yaparken mevcut nefesimin sadece yarısını kullanacak, kalan kısmını kendimi emniyete almak için sarf edecektim. Ben hareket planım hazır beklerken, militanlar, ellerindeki sopa ve hortuma sokulmuş demir çubuklar, taşlarla saldırıya geçerken, ben Hakandan birkaç adım ayrılarak geriye doğru yürümüş ve asfaltın ortasında durmuştum. Bütün hışmıyla üzerime gelen zorba sürüsünü soğuk kanlı bir hesapla beklerken, elimde fırlatmağa hazırladığım çelik bilye sağ elimde, diğer ikisi sol elide bulunuyordu. Hesabım, ellerinde sopalar en önde atılanları ilk etapta avlamak, sonra sırayı yumruklara geçirmekti. Derken aramızdaki mesafe en uygun zamana gelince ilk bilyeyi fırlatmış ve önde gelen iki kişiden önce birine, hemen sonra ötekine kafadan tam isabet kaydetmiştim. Bunu “Ah kafam ve ah anam!” nidaları izlemişti. Üçüncü bilyeyi son anda kullanmak üzere avucumda tutarken, sıra makineli gibi işleyen yumruklara gelmişti. Öndekilerin saf dışı edilmesiyle bir anda çok yakınlaştığım rakiplerin yumruklarımdan korunma şansı hiç yoktu. Düzenli olarak sağa ve sola dönüşlerle salladığım yumruklar her defasında bir hedefi buluyorlardı. Bu yumruklar, tür olarak çökertici olmaktan ziyade, hız ve sertliği ile şok edici tesir özelliğini haizdiler. Bu vuruşma bir kaç dakika ancak sürmüştü ki, kısık gözlerimi aralayarak duraksadığımda karşımdaki manzara görülmeğe değerdi. Etrafımı bir yarım ay gibi çevrelemiş olan saldırganlar, ellerindeki sopaları birer kalkan gibi yüzleri hizasına tutmuş, ben kıyasıya sağa sola yumruk üşürürken, onlar öylece kıpırtısız bekliyorlardı. Benim bir anlık duralamamla adeta bulundukları uyuşuk halden dirilerek, yeniden saldırıya geçiyorlardı. Onların arkasında duranlar ise bu duruma gülüşüme iştirak ediyorlardı. Karşımda en azından altı sopa yukarı kalkmış ve başımı hedef seçmişlerdi. Benim istediğim bundan başkası değildi. Hesabım, son salisede yer değiştirip, yapılan atakları bir an için boşa çıkarırken, en solumda, bir buçuk adım ötemde hiç saldırı beklemeyen bir başkasını daha avlamak ve böylece ikinci aşamaya geçmekti. Bu aşama, vuruşarak çekilme ve olay merkezinden uzaklaşmaktan ibaret olacaktı. Fakat hesapta olmayan bir şey zuhur edip, arkamdan sokulan birinin beni omuzlarım hizasından yakalamıştı. Bu tutuş beni bir an duraksatsa da, bu sadece soldaki hedeften vazgeçmeme yol açmaktan öte gidememiş, yer değiştirmemek için dönüş yapmama engel olamamıştı. Böylece az önce bulunduğum noktaya geldiği için de, inmek üzere olan darbelere hedef olmuş ve bu defa beni tamamen bırakmak zorunda kalmıştı. Bu durumda yaydan fırlamış ok misali içlerine dalmış, aralarından mahir futbolculara özgü çalımlarla yol alıyordum. Bir ara yanından geçmekte olduğum birinin topuz vari bir nesneyle belime indirdiği bir darbe, durup son bilyeyi bunun için kullanma fikrine gelmeme yol açsa da, durumun kritik olması devam etmeği ehven kılmıştı. Nitekim kalabalıktan başkaca darbe almadan sıyrılmış, önce sol kaldırıma yakın duran çadırlı kamyonu ardımdan atılan taşlara karşı siper etmiş, sonra tekrar asfaltın ortasına yönelerek, dört adım sonra duralamıştım. Geri dönüp baktığımda ne takibe yeltenen, ne de taş atan vardı. Az sonra karşıdan gelen dört polis yanımda duraksayarak, orada ne olduğunu sorduklarında, sanki olayla hiç alakam olmamış gibi davranarak;
-Bilmiyorum, galiba gene birine saldırdılar.
Diye geçiştirip, ıslık çalarak yürümeğe devam etmiştim. Ancak tam bu sırada Hakan gelmişti aklıma. Acaba ona ne olmuştu? Bunu araştıracak durumda değildim. Temennim, uygun zamanda oradan uzaklaşmayı akıl etmiş olmasıydı. Saat hayli ilerlemişti. Başımı sokacak bir barınak bulmalıydım. Aklıma biraz ilerdeki Gül Palas gelmişti. Sahipleri tanıdıktı. Hatta bir zamanlar ocak başkanlığı yapmış olan Cevatlara aitti. Ne var ki o sırada otelde babası bulunuyordu. Durumun aciliyetini açıkladığım halde boş yatak olmadığını söylüyordu. Aklıma biraz aşağıda bulunan Ercan’ın komşu ve arkadaşları gelmişti. Giderek kapılarını çalmıştım. Hemen kapı açılmış ve beni karşısında gören genç biraz şaşkın, samimiyetle gülümserken, sonra biraz sitemle şöyle diyordu;
-Ya abi, bu gün sizinkilerin saldırısına uğradık. Belki buralardasındır diye gözlerimiz seni aradı ama yoktu.
     -Deme ya, ama neyse ödeşmiş olduk öyleyse, çünkü az önce de sizinkiler bana saldırdı. Bu sözlerim birden havayı şenlendirmişti.
     -Yok ya, ciddi misin sahiden?
     -İnanın ki, ciddiyim. Belime bir taş yedim ki, valla hala müthiş ağrıyor.
Esasen sabah dokuz sularında Ercan’ı yolculadıktan sonra gelip Gül Palasta oturmuş ve bir arkadaşla tavla oynuyorduk. Tam bu sırada içerden birisi, dışarıda birilerine saldırılacağını söylemiş, bunun üzerine az sonra kalkarak dışa çıkarak etrafa göz gezdirmiş, ama kimseyi göremeyerek geri dönmüştüm. Çünkü ilk aklıma gelen bunlar olmuştu. Meğer ilerdeki ara sokağa geldiklerinde birkaç kişi saldıracak olmuş, içlerinden birinin bıçağa davranması sayesinde yara almadan kurtulmuşlarmış. O geceyi her şeye rağmen rahat geçirmemiş, sabah erken kalkarak dışarı çıkmıştım. İlk uğrağım olay mahalli olmuş, etrafı süpürmekte olana çöpçülere, elimde kalan son bilyeyi göstererek, bunun benzerlerini yerde görüp görmediklerini sormuştum. Gören, bulan olmamıştı. Sonra dönüp pastanede kahvaltı etmiş ve oradan berbere geçmiştim. Berberde saçlarımı kısalttırıp, biraz eşkal değiştirmeği düşünüyordum. Meğer berber kalfası akşamki “ Faşist Karateci Devrimcilere saldırdı” şeklinde yayılan şayiayı duymuş ve tariflere uyan kişinin ben olup olmadığımı soruyordu. İnkar ettiysem de inanmamıştı. Berberden çıkıp, hemen küçük terminaldeki bir ofisten dönüş bileti almıştım. Sonra Hakanı akşam aldığım kahveye girmiştim. Hakan henüz gelmemişti. Onu eni konu merak ettiğimden, burayı işleten arkadaşa onu sormuştum. Hakanı akşam nasıl gördüğünü şöyle anlatmıştı:
-Elimde çay tablası, ocaktan yeni çıkmış, kapının yakındaki masalara çay getiriyordum. Bir baktım pat diye kapı ardına kadar açılıp, saçları yukarı dikilmiş, suratı allak bullak birisi hızla içeri dalmıştı. Arkamı döndüğümde gözden kaybolmuştu. Ocağa geldiğimde Hakanı etrafı karıştırırken bulmuştum. Beni görünce hemen benim makineyi (silah) vermemi istemişti. Dur hele, ne oldu, ne yapacaksın onu, diye sorunca yurdun önünde saldırıya uğradığınızı, gidip hepsini vurmak istediğini söylüyordu. Neyse ki zor bela teskin edip ve yolladım.
Biraz sonra da Hakan çıkagelmiş ve kendi yaşadıklarını anlatmıştı:
- Sen geri dönünce ben kaldırımda hala durmuş, bekliyordum. Yakına geldiklerinde sizin kapışma başlamış, sen vuruşurken, ben öylece seyrediyordum. Sonra guruptan biri ayrılıp bana doğru geldi ve elindeki sopayı açılıp, bana kafadan atmağa kalktı. Fakat ben hala put gibi duruyordum. Bu halim adamı şaşırtıp, sopayı aşağı indirmişti. Sonra ne düşündüyse bilmiyorum, ikinci defa hamle yapınca, bu kez ben elimi kaldırırken sırtımı dönmüş ve sopa sırtıma inmişti. İşte o anda kahveye koşup, Fahrinin tabancayı istedim, ama vermedi. Verse ..mına koyacaktım ibnelerin. Derken biraz oturup, çay içtikten sonra işi çıkan Hakan gitmişti. Gerek geceyi birlikte geçirdiğimiz arkadaşların sondalamalarından ve gerekse diğer eski solcu tanıdıkların verdikleri bilgilerden hakkımdaki gelişme ve gidişata dair malumat ediniyor, ona göre tavır alıyordum. Denildiğine göre, beni vurması için birini görev verilmiş, ama onun kim olduğunu bilen yoktu. Kahveden çıkıp, garaj meydanında, yazıhanenin önünde gezeliyordum. Gün ilerledikçe ortalık kalabalaşıyordu. Tam karşıda TÖBDER. Binası vardı. Eskiden olsa bir çok tanıdık olurdu, ama şimdi kimseyi göremiyordum. Fakat oranın balkonundan beni görüp, tanıyanlar, yanındakilere çaktırmadan beni gösteriyorlardı. Gezinerek gelen guruplardan beni tanıyanlar çıkıp, arkam dönük iken parmakla bilmeyenlere beni işaret ediyor, birden döndüğümde bakışlar yön değiştiriyordu. Akşamki olayın kitleyi nasıl etkilemiş olduğunu görüyordum. Aslında beni bir güzel pataklamak istiyor, ama ilk darbeyi kimse göze almak istemediğinden olacak, buna bir türlü kalkışamıyorlar, aksine, tanımazlıktan gelmeği yeğliyorlardı. Yerli solcular beni tanıyor olduklarından, bu şayiaya gizlice seviniyor, konuştuklarıyla lehte propagandaya yol açıyorlardı. Benden bahsederken, demokratik, barış ve özgürlükçü bir kişi olduğumu ve kimsenin fikrine müdahale etmediğimi söylerken aslında doğruyu söylüyorlardı. Tabii aksi tutumda olanlara karşı da öyle çok tehlikeli olduğumu ekliyorlardı. Saldıranların dediklerine göre, bana başımdan tam altı darbe indirmişler, lakin hiçbir şey olmamıştı. Bu durumda her halde demir gibi, değil, tamamen demirden bir kafam olmalıydı. Öğlene doğru gelen bilgileri topladığımda durumun tamamen lehime dönüştüğünü öğreniyordum. Bir saat sonra minibüsüm kalkacaktı. Son bir volta daha atmak üzere yasak uzun caddeye yeniden yönelmiştim. Yurt binasının biraz aşağısında bir otelin önden geçiyordum. Bu sırada içerden çıkmış, çömelerek ayakkabısını bağlayan birini fark etmiştim. O da beni görmüş, nasılsa tanımış olmalı ki, dikkatle bakıyordu. Tam önünden geçerken gülümseyerek ona” Merhaba!” demiş ve devam etmiştim. O aynı şekilde “Merhaba” demiş olmasına rağmen doğrulup, arkama takılmıştı. Biraz sonra sağ elinde bir şey gizlediğini ve bunun muhtemelen bir bıçak olduğunu anlamıştım. Yürürken onu daima göz altında tutuyor, çapraz vitrin camlarından aramızdaki mesafeyi ölçüyordum. Çok yaklaşıp, tehlikeli olmağa başladığında ise karşı kaldırıma geçiyordum. Böyle bir iki zikzak yaptıktan sonra, hala takibimde olan bu kişiyle hesaplaşma zamanı için elverişle yer saydığım PTT’nin önünde durmuştum. O, bu sırada biraz geride, karşı kaldırımdan asfalta inmiş, güya çaktırmadan yaklaşmaktaydı. Tam karşımda ise eski solcu okul arkadaşlarımdan biri olan Bahaddin’lere ait lokanta bulunuyordu. Takipçime gerekli karşılamayı yapmak üzereydim ki, bir an Bahaddin ve yanında bir iki kişinin gülümseyerek el salladıklarını görmüş, karşıya geçerek yanlarına gitmiştim. İlk defa görüştüğümüz için samimiyetle kucaklaştıktan sonra;
-Geçmiş olsun ya, akşama saldırıya uğradığını duyduk. Kafana vurmuş olduklarını söylüyorlardı, ama görünen o ki sana bir şey olmamış. Zaten inanmamıştık.
-Sağ olun. Gördüğünüz gibi, şükür bir şey olmadı. Ucuz atlattık.
Ben böyle derken takipçim de oraya gelmişti. Gördüklerine adeta inanamayarak, bana hitaben;
     -Durun hele ya, sen faşist değil miydin?
     -Nerede faşist varsa...Diye küfrü bastıktan sonra. Sen şunun ne işe yaradığını biliyor musun? Diyerek iki parmağım arasında tuttuğum son çelik bilyeyi ona gösteriyordum. Sonra sözlerime devamla; Dua et ki bunlara rastladık. Yoksa az sonra senin işini bitirecektim.
     -Amma tehlikeli adammışsın be!
Diyerek oradan ayrılıyordu. Bu arada bizi gören başımıza toplanıyor, inanamayan bakışlar üzerimde odaklaşıyordu. Akşamki olaya katılan var mı aranızda diye sorduğumda, buna önce hiç kimse ses çıkarmazken, belime vurulan taştan bahsedince, hemen biri bunu üstleniyordu.
     -Peki nasıl yaptın bunu ya?
     -İkinci katın balkonundan attım.
     -Deme ya, bravo valla. İçlerinde en uyanığı demek senmişsin.
     -Peki başka kimse yok mu akşamkilerden, ötekiler nerede? Bir geçmiş olsun demek istiyorum. Çünkü biliyorsunuz bir yanlışlık oldu. Beni faşist sanıp, onun için saldırmışlardı.
     -Evet. Ben ötekilerin yerini biliyorum. Seni onların yanına götürebilirim.
     -Buna memnun olurum.
     -İyi, haydi gidelim öyle ise.
Derken Bahaddinlerden ayrılmış, yurt binasına doğru yönelmiştik. Biraz aşağıdaydı. Derken açık kapıdan içeri girmiştik. Yerler, merdivenler inanılmaz bir haldeydi. Ortalık, her an ele gelebilecek şekilde serpiştirilmiş olan taş, tuğla, kırık briket ve kiremit parçalarıyla doluydu. Merdivenin altına kurulmuş olan bir çay ocağı vardı. Nöbet tutarken burada oturup, sıkıldıkça çay içiyor olmalıydılar. Merdivene yönelince herkes sağına soluna sakladığı sopasını çıkarıyordu. Bunlardan birini elime almış ve bir sopanın nasıl daha iyi kullanılabileceğini anlatıyordum. Esasen, ne olur ne olmaz, elimde bir sopa bulunsun diye düşünüyordum. İkinci kata çıktığımızda kapının önünde durmuştuk. Kapıyı açan uzun boylu refakatçim içeri girmişti. Ben tam eşikte durmuş, içeri bakıyordum. Orta büyüklükte bu odada üç tane çift katlı ranza ve bunlarda kah yatan, kah oturan kişiler vardı. Çoğunun başında gözünde sargılar, burunlarda tamponlar vardı. Yüzleri tanınamayacak halde şişmiş olan iki kişi yatıyorlardı. Refakatçim;
     -Bakın size kimi getirdim? Dedikten sonra hususi bir ton yükleyerek; Akşamki! Diye, beni takdim ediyordu.
İçerdekilerin tavrı tam bir inanmazlıktı. Ne akşamkinin ben olabileceğime, ne de ben olsam bile buraya kadar gelebileceğime ihtimal veriyor olmalıydılar. Fakat benim;
     -Anlaşılan siz henüz inanmıyorsunuz , ama dün Akşam on buçuk sularında, bir arkadaşımla bu yurdun önünden geçiyorduk. Sonra bir gurup hücuma geçerek bize saldırdı. Kendimi korumak zorunda kaldım. Arkadaş onların burada olduklarını söyleyince, uğrayıp, bir geçmiş olsun demek istedim.
Yaptığım açıklama yeterli olup, akşamki olduğuma inanmışlardı. Fakat geçmiş olsun dileğime, sağ ol, diyemiyorlardı. Zira halleri gerçekten haraptı. Ama bunu hak etmişlerdi. Fırsat bulsalar, beni daha beter edecekleri kuşkusuzdu. Dışarıdan bizimle gelenlerden biri, Faşist olmadığıma inanmaları için ispat istiyor, aynı şeyi sağcılara da yapmamı öneriyordu. Fakat cevabımı çoğunluk makul bulup, kendilerine karate öğretmemi yeterli buluyorlardı. Böylece oradan ayrılıp, iki saat sonra da köye dönmek üzere hareket etmiştim. Bir ay sonra, bir günlüğüne oraya tekrar geldiğimde, aynı caddede bir arkadaşımla yürüyorduk. Bu sırada, karşıdan gelip, yanımızdan geçen dört kişiden biri diğerlerine şöyle diyordu:
     -Bu çocuk gene geldi yav!?...
*** ***

İÇERDE İLK GECE

Ancak devresi günün akşam sularında tevkif hakimi için Tübingen’e ve sonra saat gecenin onunda ünlü olduğu kadar da korkulan Stammheim cezaevine götürülmüştüm. Ününü, orada tutsakken başlarına kurşun sıkılarak, öldürülen Alman Kızıl Ordu teşkilatı (Bader Meinhof ) ekibini barındırmış olması ve yapı tarzından alıyordu. Kimileri orayı hiç tanımazken, kimi yüz metre ötesinden geçerken bile dehşete kapılıp, titriyordu. Bu gerçekten meşum binayı planlayan baş mimarın dahi buraya düşüp, hayatına kendi eliyle son verdiği söyleniyordu… .
İlk geceyi bir Yugoslav (Sırp) vatandaşıyla aynı hücrede geçirecektik. İçeri aynı saatte girmiş, banyo yapıp, battaniye, havlu ve nevresim alarak, bodrum katta çift yataklı bir odaya kapatılmıştık. İlk işimiz hazır bulunan sünger yataklara nevresim, çarşaf geçirmek olmuştu. Yugo Türk olduğumu öğrenince yüzünü buruşturmuştu. Meğer onu yakalayıp, polise teslim eden Türklermiş. Suçu ise onlara ait olan mekanda bulunan oyun otomatlarını soymağa kalkışmak. Gürültüyü duyup gelmişler, kaçmak istediyse de koşup yakalamış, sonra polis çağırmışlar. Bir biri üstüne yaktığımız sigaralarla biraz daha konuşarak yatmıştık. Ama uyumak o kadar kolay değildi. Uykunun en tatlı yerinde sabah olmuş, kapımız açılarak kahvaltı almamız istenmişti. Biraz sonra hazırlanıp yukarı çıkacaktık. Kucağımda battaniye, nevresim ve sair eşya olmak üzere, üçüncü katta demir kapılı bir odanın önünde durmuştuk. Gardiyan kapıyı açarak önce kendi girmiş ve içerden birine seslenerek “Vatandaşın geldi” demişti. Karşıda oturduğu masanın başından kalkıp, bana hoş geldin, diyen orta boylu esmer genç bir Zonguldaklı ve adım Nevzat diyordu. Öteki üç kişi ise Almandı. İlk gün Nevzat’a rastladığıma sevinmiştim. Cezası toplam 36 ay ve bu durumda tahliyesine bir buçuk yıl vardı. O akşamı kolay unutamayacaktım. Gece ilerlediği halde giysilerimi çıkarıp, yatağa yatmıyor, burada geceleyeceğime inanamıyordum. Dışarıyı kafamdan silmem gerekiyordu. Bunu başaramadıkça acı çekeceğimi biliyordum. En çok Türkiye’de yolumu bekleyen eşim için üzülüyordum. Bu durumu öğrendiğinde acaba ne yapacaktı. Kuşkusuz çok üzülecekti. Ama olan olmuştu artık. Ona bir mektup yazıp, durumu açıklayacak ve bundan sonra ki hayatında serbest karar verebileceği ve isterse kendisine yeni bir yol çizeceğini söyleyecektim. Nitekim düşündüğüm gibi bir mektup yazıp, önce savcılığa gitmek üzere, özel postaya vermiştim. Bu mektup da, bütün mektuplarım gibi ancak iki hafta sonra postaya verilecekti. Hapishanede yaşamak zorunda kalışımdan ziyade, şu prosedürlerden nefret ediyordum. Suçumu söylemiştim işte, daha saklayacak ne vardı ki mektuplarım denetlenmek isteniyordu. Bir an önce bu iş bitip, cezamın kesinleşmesini istiyordum. Çünkü ona göre davranacak, adaletsiz bir karar çıkarsa firar edecektim. Emniyetten hapishaneye gelinceye kadar buna fırsat çıkmamış olması, hep böyle olacağını göstermiyordu. Biraz soruşturduğumda, ilerde bunun mümkün olabileceğini öğrenmiştim. Ziyaretime ilk gelen babam ve annem olmuştu. Bana avukat tutacağını söylüyorlardı. Buna hiç lüzum olmadığını, çünkü sonucun değişmeyeceğini söylediysem de ısrarlıydılar. Babam, sonra pişman oluruz diyordu. Ben onun kadar korkulacak bir şey görmüyordum. Çünkü nasılsa idam cezası yok ve beni sonuna kadar tutabileceklerine ihtimal vermiyordum. Dışarıdan gelecek küçük bir yardımla firar başarabilirdim. İlk yapacağım iş, kendimi dışarıdan soyutlayıp, buradaki günleri verimli geçirebilmenin yolunu bulmaktı. Evdeki kitaplarımın gönderilmesini söylemiştim. Babamın, yeterli Almanca bilmediği öne sürülerek, ziyaretlerde paralı tercüman getirmesi isteniyordu. Her ziyaretçimden sonra mahkumluğum adeta yeni baştan başlıyor, ilk günün acısını yaşıyor, bu nedenle hiç ziyaret edilmek istemiyordum.
İdareden verilen yemekler kalite olarak iyi, ancak miktar olarak sınırlı kalıyor, ek olarak bir şeyler yeme ihtiyacı duyuluyordu. Sabah ve akşam birer maşrapa çay-kahve veriliyordu. Tütünü kendimiz edinmeliydik. Nevzat takriben bir buçuk ay sonra hükümlü ceza evi olan, Heilbronn’a gidecekti. Dediklerine göre, oralardaki koşullar çok daha iyi imiş. Ben gelinceye kadar canı sıkılan Nevzat, gelişime çok sevinmişti. Sabahları birlikte büyük avluya iniyor, hava müsaitse bir saat boyunca sekizyüz metrelik bir daire etrafınca tur atıyorduk. Buranın en kötü tarafı yirmi üç saate yakın içerde kalınırken, gece on iki olunca elektriğin kesilip, ışıkların söndürülmesi kuralıydı. Zira henüz uykumuz gelmiyor ve karanlıkta öylece kalıyorduk. Bu durum karşısında idare lambası yapma fikri yeni değildi. İçimizden biri, yemek için verilen margarini içi ağzına yakın su ile dolu eski bir neskafe şişesine uygun şekilde koyarak, buna havlu kenarından bir fitil yapıp, kibriti çakınca çözüm bulmuştu. Ben bu cılız ışıkta kitap okurken, Nevzat dinliyordu. Ancak bu çözüm şekli yasak ve biz avluda iken odaya gelen gardiyan onu bulup, götürüyordu. Tabii biz tekrar yapıyorduk. Gündüz akşama kadar kitap okuyor, hem Türkçe’mi, hem Almancamı geliştirmek istiyordum.
Hazır sigaraya alışkın olduğumdan, tütün sarmasını pek bilmiyordum. Zaten ilk girişte aldığım dört paket tütün bitmek üzereydi. Burada, hesabınızda para varsa, her iki haftada bir alışveriş edip, sigara vs. almanız mümkündü. Zamanla sarmayı da öğrenecektim. Sohbet ederken kahve ve çay içebilmek ancak elektrikle çalışan bir termoplonjör vasıtasıyla mümkündü. Kaçak yapılanlar yasaktı. Bu olmazsa çay içmemiz zorlaşıyordu. Kendi yaptıklarımızın çay suyu kalitesiz oluyordu. Bir hafta sonra işe gitmeğe başlayan Nevzat, artık akşam olunca geliyordu. İş için müracaat edeyim dedim, ama bana içerde bile çalışma izni yoktu, ne alakası varsa, savcılık izin vermiyordu. Bütün gün boyu okuyor veya içerde arkadaşlarla satranç, dama ve kağıt oyunlarıyla vakit geçiriyorduk. Derken Nevzat gitmiş, onun yerine sırasıyla, Mersinli Memed Ali, Çarşambalı Sabahattin ve Yozgatlı Ali Osman gelmişlerdi. Böylece aradan beş ay geçmiş, adli bir muayene için Tübingen’e gitmem gerekmişti. Giderken yanımda Memed Ali vardı. Odadan çıkınca dayanamayıp, kırk iki yaşına rağmen ağlamağa başlamıştı. Oysa siyaset tartışırken veya dama oynarken, bazen neredeyse yaka yakaya gelecek kadar birbirimize kızdığımız olurdu. Memed Ali, hiç denecek kadar az Almanca bildiğinden, her türlü dil sorununda yardımcı oluyordum. Hatta mahkemede vereceği, bıçakla adam yaralama konusundaki ifadesi eksik ve dolayısıyla çelişki yaratan hususları tespit edip, bunu akla mantığa uygun bir vaziyete getirerek, daha az ceza almasına yardım etmiştim. Mahkemeden döndüğümde birkaç gün daha birlikte kalmış ve toplam üç yıllık cezasının infazı için Mannheim’a gönderilmişti. Baktım gelen gidiyor ve canım daha çok sıkılıyor, bunun bir çaresini bulmağa, gerekirse tek kişilik odaya geçmeğe karar vermiştim. Ama işin doğrusu, bundan bayağı çekiniyor, yalnızlığa dayanamayıp, çıldırmaktan korkuyordum. Zira böyle uzun süreli bir deneyimim hiç olmamıştı. Derken bir gün koridorda açık duran bir kapıdan içeri bakınca, orada kara kalem resimler yapan Franko adlı bir İtalyan’a rastlamış ve tek kişi kalmanın nasıl olduğunu, buna nasıl tahammül edebildiğini sormuştum. Daha sonra, o bunu başarıyorsa, bende başarabilirim, diyerek, tek kişilik odaya geçmiştim. Aldığım yüksek cezaya rağmen umut, cesaret ve moralimde bir çöküntü olmaması çoğunu hayrete düşürürken, bu halim yüksek ceza bekleyenlere cesaret veriyordu. Tek kişi kalmanın esasen o denli zor olmayıp, hatta bir çok bakımdan daha iyi olduğunu anlıyordum. Zira böylece bütün zamanlarımı eğitsel işlere ve mektuplara hasrede biliyordum. Bu arada Elke ile de yazışıyorduk. Ziyaretime gelmesine savcılık ancak iki hafta sonra izin vermişti. Bundan sonra artık gelmemesini rica etmiştim. Ama yazışabilirdik. Bir mektubunda, Türkçe’ye çevirdiğim şu şiir yazılıydı.


     KARANLIK SAATLER
Ah! şimdi,
çalmalıydı birisi,
Çalmalıydı bir hafif,
Ta uzaklardan esen bir rüzgar gibi
Serin, şirin eski bir melodi.
Belki o zaman benim,
Tümü ile sende kaybolan ruhum
Bulurdu yeniden kapılarını
Yeni başlayan bir yaşamın...

Artık çalışma yasağım kalkmış, ayakkabı atölyesinde işe başlamıştım. İş yurtlarında çalışmakta olan bir çok Türk vardı. Önceleri, özel nedenler, örneğin, konsolosluktan gelenler ile görüşmek için veya ayda bir Türk filmi izlemek üzere sekizinci katta bulunan büyük salonda toplanırken, artık çoğu ile iş sonrası her gün büyük avluda görüşebiliyorduk. Atölyeye ilk gittiğim gün, akşam geç yatıp, sabah erken kalktığım için, ışığa duyarlı gözlerime uygun dinlendirici gözlüklerimi takmıştım. Yanımda atölye Ustabaşı, atölyeden içeri ilk adım attığımda beni gören orta boylu, kıvırcık, kaba sakallı, kara gözlü, inci dişli birisi, hemen tanıyarak, yanıma gelip, kendi tezgahına davet etmiş, onunla asansörde konuştuğumu hatırlayınca, memnuniyetle kabul etmiştim. Ama ötekiler bana karşı belli belirsiz tavır alıyor, adet olduğu üzere, içeri girdiğime dair sorularına, gerçeği söyleyerek cevap verdiğim halde, kimisi inanmadığını ima ederken, kimi ispiyonlara dikkat çekip, bunu kimseye açıklama, diye tembihe kalkışıyordu. Konuşmayanlar hakkında herkes istediği yorumu yapabilecekti ya, konuşmam istenmiyordu.
Beni yanına davet edenin adı Mustafa’ydı. Ama onun, adı çok geçen Mustafa olduğunu daha sonra öğrenecektim. Çünkü ondan bahsedenler çok olmuş ve nedense çoğu eleştireldi. Bir şekilde herkese takılıp, niza, bela arıyor olduğunu söylemişlerdi. Oysa ben aynı izlenimi edinmemiştim. Bana karşı, gerçek bir vatandaşa yakışır şekilde samimi davranıyor, çay, kahve yaparak ikram ediyordu. Mustafa, içeri girişine yol açan olayı sorduğumda, önce zarif, beyaz ve muntazam dizili dişlerini göstererek;
-Cinayet gardaş, üç kişiyi öldürdüm, şerefsizin biri kaçmasa dört olacaktı leşim... Diyordu.
-Hangi millettendiler peki?
-Türk.
-!
Bu yabancı diyarda Türkler olarak, kendi aramızda işin bu raddeye ulaşmasını tasvip etmiyor, hatta bunu yadırgıyordum. Acaba ona ne yaptılar da böyle kötü bir şey yaptı, diye sorarken. Yine içimden ”Vay anasını be, bu durumda kim bilir ne ceza alacak ve gene de keyfi yerinde, hayret” diyordum. Birkaç gün sonra, dördüncü kattan Hasan Mülazım oğlu adlı Karapınarlı bir arkadaş bana bir Hürriyet gazetesi getirmişti. Bunda benimle ilgili bir haber vardı. Haberin içeriği şaşırtıcıydı. Haber metninde açık bir çelişki vardı. İlgisiz olduğu görülmesine rağmen, sanki ik de Türk öldürmüşüm iması yapılıyordu. Hasan, peki bu neyin nesi, diye kuşkuyla bakınca, bir yanlışlık, matbaa hatası olmalı, demiştim, zaten başka türlü de olamazdı....
İş sonrası avluya çıktığımızda, yaz günleri daima kültür fizik yapar, öteki atölye takımlarının oynadıkları “Yumruk topu” oyununa katılmazdım. Ama Mustafa çok ısrar ediyor, birlikte yeni bir takım kuralım diyordu. Çünkü öteki takımda oynayanlar onu dışlıyor, o girerse oyundan çıkıyorlardı. Bu tutumları ayrıca dikkat çekiciydi. Çünkü hepsiyle aynı iş yerinde yan yana çalışıyor olduğumuzdan, aralarında geçen bütün polemikleri görüyordum. Mustafa bir şekilde hepsini ürkütmüştü. Ya karşı tarafın bir tutumunu bahane eder, veya kendisi bir tane icat ederek, elinde falçata, veya biz, ayağa fırlar, onları kast ederek;
-Ben adamı dost tutunurum ulan ibneler...!
Diye, sayar döker, ama karşı çıkan olmazdı. Onun bu sözlerine ses çıkarmayanlar, en basit lafıma alınganlık göstererek tepemi attırıyorlar, ama sabrediyordum. Bir kez, kazara, akranım olan bir tanesine “Lan Lütfü” diyecek oldum “Ayıp olmuyor mu ama?” Diyerek, onur kırılganlığına karşı özür bekliyordu. Bu çifte standart hiç hoşuma gitmese de, şahsi terbiyem icabı “Tamam, kusura bakma arkadaş” diyor, ama bunu da kayda geçiyordum.
Bütün atölyelerde tek takım, bizde çift. Bir gün yine, önce biz oynayacak, yenilirsek ötekiler sahaya girecekti. Mustafa önde, ağ sayılan ipin yanında atakta, ben arka savunmada oynuyorduk. Bizimkiler, arkamızdaki çimenliğe oturmuş, oyunun tümünden ziyade beni izliyor, kafalarına göre; ” Bunu kurtaramaz, düştü, düştü, düştü... ayağı tökezleyecek vs. sözlerle sesleniyor, ne mantıksa, bana takılıyorlardı. Gene böyle bir anda, kim bilir kaçıncı kritik topu, beklentilerinin aksine kurtarmış ve bu kez onlara dönüp, malum el işaretiyle; “Aldınız mı, naber?” diyerek gülüp, oyuna devam etmek üzere sahaya yürüyordum. Bu arada suratlarının aldığı şekil görülmeğe değerdi. Bense içimden gülüyordum.
Nitekim Antepli Lütfü arkamdan seslenerek;
-Ayıp oluyor ama, hadi özür dile, özür dile! Diyordu.
Özürlerime fena alışmış olmalıydı. Ama bu gün durum farklıydı. Özür dilemek istemiyordum, zira buna hiç gerek yoktu.. Nitekim bir an geri dönerek;
-Bundan sonra özür, mözür yok. Yerse de bu yemese de!
Diyordum. Hemen arkamda, ayaklarını çimenler üzerine uzatmış, öylece oturan yedi kişinin suratları limon sıkılmış gibi ekşimişti. Bana en uzakta oturan, yaşı bizden on yaş büyük olduğu için Abi dediğimiz biri lafa karışarak;
-Amma da böyük ..rağın varmış oğul, o ..rak herkeste var! Demez mi.
Onun lafa katılmasına canım sıkılmıştı. Çünkü ötekilerle akran sayılırdık. Şayet alınacaksa, durumu görüp, tepki göstereceğimi hesaba katmalıydı. Ama yok, insan gibi, nezaketle davranıyor, yeri gelince özür dahi dilemeği biliyoruz ya, o halde daha çok ezilmeliydik. İşte büyük saydıklarımızın ariflik ve kültür düzeyi, delikanlılık anlayışı bu kadardı. Ama yağma yoktu. Bilmedikleri ne varsa öğreneceklerdi. Hapishanede böyle, asker ocağında böyle, meyhanede böyle!... Türkçe davranış bu olamazdı!... O nedenle, başımı kısaca döndürüp, ona ters bir bakış atmıştım. Bu ona, sıcak havada çimenlere uzattığı yalın ayağına aniden köz ve iğne değmiş gibi tesir edip, kesinlikle yapmaması gerek hatayı yaparak, ayağa fırlamıştı. Bu benim anlayışıma göre açık bir meydan okumaydı ve derhal karşılık gerekirdi. Döner dönmez üzerlerine kopmuştum. Ayaklarımda terlik olmasa bir uçar tekmenin tam yeri ve sırasıydı. Bir anda yanı başlarına varmıştım. Yanında oturan İzmirli, hemen önüne atılmış, ama ilk sağım alın ortasında patlamıştı. Tıknaz, kıvırcık saçlı ve Taekvondocu olması, hemen bayılıp, yere düşmeyecek kadar sağlam olduğunu gösterse de, sersemleyip, yüzü allak bullak olmuştu. Anında izleyen sol yumruğum ötekinin sağ yanağında mor çilek iriliğinde tepecik yaratırken, ilk yumruğu yiyene hitaben:
-     Sana arkadaş diyoruz, sakın karışma. Diyordum.
Karışacak ne hali, ne mecali vardı zaten. Hiç değilse, geri çekilişine bir teselli sebebi olsun istemiştim. Fakat bu sözüm ötekinin çok zoruna giderek;
-O arkadaş da biz neyiz? Diyor ve o sinir esnasında beni adeta güldürüyordu. Tanrım, meğer kimlerle karşılaşmışım, diyordum.
Bunlar ne dövüşmeğe, ne sevişmeğe geliyorlardı. Bu arada ötekiler, oturdukları yerden bir an kalkma niyeti aklından geçenlere kızgın bir bakış atıp, yerlerine mıhlarken:
- Sizinle dövüş bile yapılmaz be!...
Diyerek oradan ayrılıyordum. Bir anda patlayan boran, fırtına ansızın durulmuş, ortalık sütliman olmuş gibiydi. Mustafa durumdan az sonra haberdar olarak, şaşırırken, onlar beni onun kışkırttığını söylüyor, dil sayıyorlardı kendisine. O yemin ediyor, asla böyle bir şey söz konusu olmadığını söylüyor, ama dinleyen yoktu. Çünkü bildikleri kurallara göre, Türklerde bu iş böyle olurdu. İlla bir kışkırtan veya icazet veren olmalıydı. Avluda en azından beş yüz kişi vardı, ama kavgayı gören çok olmamıştı. Bizimkiler yerlerinde duramıyor bir oyana, bir buyana gidip geliyorlardı. Her nedense, yanağında gül biten arkadaş fikir değiştirmiş, üzerime doğru gelirken:
-     “Seninle bu kez teke tek dövüşeceğim” Diyordu.
-     !?
Bir an şaşırıyor ve sonra bu hale başımı sallayarak gülüyordum. Ola ki, mahut bakışımdan celallenerek ayağa fırlarken, gurubun desteğini hesaba katmış olan arkadaş, bu desteğin gelememesi karşısında duruma düşmüştü. Kanımca düşüncesi şöyleydi: Böyle grup halinde tırsılacağına, keşke tek başına olup, vara dayak yiyeydim ondan. Zira bu her halde daha onurlu bir davranış olurdu.
Artık vakit dolmuş, içeri giriş zili çalınıyordu. Durup onunla uğraşacak ne vaktim, ne de keyfim vardı. Bu nedenle bir yandan giriş kapısına doğru yürürken, öte yandan gelmekte olana “Tamam, tamam sen döversin” diyordum. Fakat o halen bana doğru gelmeğe devam ediyor, daha fena dayak yemesini isterler gibi, kimse de tutmuyordu. Giriş kapısının önünde durmuş, yanıma gelmesini bekliyordum. Mustafa kalabalığın arasından sesleniyor, bana vurabileceğini düşünüp, dikkat etmemi söylüyordu. Bu beni iyice çileden çıkarıp, yanıma gelmiş olana vurması için yanağımı uzatarak:
- İşte yanağım, hadi vur, gebertmeyenin ... mına ...yum. Diyordum.
Bu tarza yabancı olduğu için olacak, gene şaşkın, dönüp, içeri giriyordu.
” ”Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söylerim” Diyenler, bu söze gerektiğinden çok mu itibar etmişlerdi acaba?. Sakın beni Mustafa’ya benzetmeğe kalkmış olmasınlardı!?
Lütfü ile ikide bir tartışan Mustafa, kendisine diklenen Lütfü’ye fena halde kızarak, önce elinden eksik etmediği çakmak ve tütün paketini verecek adam arar, (Bu bendim çoğunlukla ve bu arada onu tutar, bırakmazdım) sonra onun üstüne Ama bu öyle hırs ve hışımlı bir atılış olurdu ki, sanırsınız, şimdi tutup, paralayacak elin garibini. Mustafa karşısında Lütfü’nün sergilediği müthiş soğuk kanlılığa daha çok şaşar, hayret ederdim. Fakat işin aslını öğrenmem çok sürmedi. Bizim kavgadan bir kaç gün sonra atölye tuvaletinde sigara içerken Lütfü bana sır, diye bu durumu açıklamış, gülmekten kırılmıştım Meğer bunlar tamamen danışıklı dövüş olup, aralarında anlaşırken, Mustafa ona; “Hiç korkma Lütfü, ne kadar kızgın gelirsem geleyim, sana vurmam, bundan emin ol”. Demişmiş. Lütfü bu sırrı bana açtığında, işin başka veçhesi olabileceğin ona söylememiştim. Zira bu tam aksini yapmak isteyenin planı da olabilirdi. Tabii ki bundan böyle Mustafa’nın sigara ve çakmağını alıp, onu tutmağa yeltenmemiş ama, bu olayın aslını bildiğimi de saklamıştım. Mustafa ile Lütfünün hapishane avlusunda dikkat çekme yöntemleri buymuş meğer.
İş sonraları, her gün, avludan döndüğümde postayı bakar, mektup gelmişse çok sevinirdim. Gelen mektuplara karşılık yazmak benim için hem bir zevk, hem de alışkanlık olmuştu. O kişi yanı başımda olsa bu sohbeti yapamaz, kapım kapanır kapanmaz mektup yazmağa başlardım. Mektup yazarak başlamadığım akşamlar sıkıcı olur, başka uğraşlarıma bir türlü geçemezdim. Aynı günlerde eşime yazdığım bir mektuba şu iki şiiri eklemiştim.



BİLİR MİSİN
İki satır da olsa bir mektup
Nasıl sevindirir insanı hapishanede?
Bilir misin?
Şakırtıyla kapanan demir kapının sesi
Nasıl azap verir gerisinde kalan tutsağa?
Bilir misin tecrit hanede ki ölümcül yalnızlığı?
Sabahın olmayacağını,
Güneşin doğmayacağını,
Düşünmeği bilir misin?!

Yaşıyor mu, ölü mü?
Rüyada mı, uyanık mı?
Ne halde olduğunu bilemeden,
Yaşamayı bilir misin?

Çıldırıp çıldırmadığını bilememeyi,
En kahırlı anda bile ağlayamamayı,
Kağıtlarla, kalemlerle
Fırçalarla, tuvallerle
Dertleşmeyi bilir misin?

Bilemezsin sanırım
Çünkü ben de bilmezdim hürken
İnsan bambaşka bir insandır özgürken,
özgürken, özgürken!!!
Mannheim 3.4.84


ANILARDA
Sen ve ben vardık onlarda,
Sevdamız delicesine
Sevi çağlıyordu ruhlarımızda
Kaderi hiçlercesine

Sen ve ben yokuz artık
Saadet hicran oldu gönülde
Sabah bize olmayacak artık
Elemi tadacağız yalnız gecelerde

Büyüyor her gün, büyüyor kinim
Şu kahpe dünyanın bozuk çarkına
Düşündükçe maziyi sızlıyor içim
Sitem ediyorum kara bahtıma
Stammheim 1.1.1982


Gerçi ayrı ve yalnızdık yıllardır. Ama devamlı gelip giden mektuplarımız olurdu. O, ben yazmayı sevmiyorum, senin gibi yazamıyorum ama sen sık yaz, seni ölünceye dek sevecek olan karın.... Diye bitiriyordu mektuplarını. Ben, bırak beni, kendine yeni bir hayat kur, dedimse de bunu yapmadı, böyle yazdığım için de bana çok darıldığını yazdı. Fakat ben bunun doğru ve gerekli olduğundan emindim. Aksi halde bekleme olasılığının daha az olacağını düşünüyordum. Ne de olsa; “Gönül kaçanı kovalar” denirdi. Bir şeyin üzerine ne kadar düşer, onu kaybetmekten korkarsan, bil ki onu istesen de tutamaz ve bir gün muhakkak kaybedersin, diye biliyordum hayatı... Onun için, yeri ve zamanı geldiğinde, ondan bile feragat edebileceğimi hem kendime, hem ona göstermeliydim. Bunu salt göstermelik olarak değil, gerçekten kabul edebilmeliydim hem. Gerçi bizim hatun, sağ olsun, zira o denli işimi kolaylaştırmıştı ki, sınırsız sevgimi bir anda silip, ölümcül kinlere, intikam yeminlerine dönüştürebilmiş, ama yine de ondan vazgeçmemişimdir.
Bir gün bilgiçliği tutup da bana “Karın bile olsa güvenme” Diye uyarmağa kalkmasın mı, bir mektubunda? Bu uyarı önce bir toplu iğne gıdıklaması iken, zamanla bir kasatura gibi batmağa, içime acı vermeğe başlamıştı. Bundan daha kötü hangi hale düşecektim birine güvenipte? Bu tavsiyeyi bana eşim hariç, herkes yapabilir ve asla gücenmezdim. İçeri girişimin ikinci yılında onu bu nedenle sessizce silmiştim gönül defterimden. Bunun çok kötü bir yanılış olduğunu bilmeliydi. Çünkü bu söz serseri bir bombaya benziyordu içerdeki olanın beyninde. En iyisi onu tutup pencereden dışarı fırlatmaktı. Bunu neden yazdın, diye sormaya gururum müsaade etmedi ve ne olursa olsun, sebep sormamayı seçtim. Varsın, o da beni aldatsındı aldatacaksa. O uyarısını bu niyetine yormuş ve ona teşekkür borçluydum. Ya durup durup da ansızın böyle bir şey yapsa, başkasını bana tercih etmeğe karar verdiğini yazsaydı ne yapardım? Şimdi, hiç değilse uyarılmış ve hazır bekliyordum. Bu durum böylece üç yıl sürmüştü. Bütün mektuplarının satır aralarını didik didik ediyor, bir emare, bir iz arıyor, ama bulamıyordum…
. Nitekim ilk görüşmemiz, içeri girişimin beşinci yılı ve Manheimda olmuş, bunu saklayamayıp, bütün öfke ve nefretimle yüzüne haykırmıştım. “Sonra bana kalleşlik yaptın deme!” Diye de, uyarmıştım. Fakat tepkisi son derece tabii idi. Yani hiç tepki göstermeyip, hata yaptığını kabul etmişti. Bu durumun, o terk edemediği, tipik münasebetsizliğinin bir eseri olduğunu anlamıştım. Her ne kadar onu yüreğimden silmiş, dört yıl boyunca sahte sevi mektup ve şiirleri yazdığımı düşünüyor idiysem de, o sözleri aklıma her geldiğinde uykudaysam uyanmış, uyumak istiyorsam uyanık kalmıştım hep. Ha, bu arada bunun hiç mi faydası olmamıştı? Kuşkusuz, başka mektup arkadaşlarım olmuştu, ki onlar olmasa üzüntü ve kahırdan, heyecansızlıktan bu hayattan göçüp giderdim herhal. Her neyse, mühim olan insanın her yer ve ortamda ayakta kalbilmesiydi. Hayatta insanoğlunun başına her şey gelebilirdi. Beterin her zaman beteri vardı. Düşmez kalkmaz bir Allah’tır, denmesi boş değildi. Radyodan duyduğum acı haberler ve onları yaşayanların yerinde olmadığıma şükrettiğim çok olmuştu. Hapishane olmazsa hastahane veya tımarhane ya da insan ihtiyarlar, sevenleri terk eder ve bimarhane olabilirdi. Hayatta acılar olmazsa mutluluğu anlamak mümkün olmazdı…
. Bir hikaye vardı, annemin, biz küçükken anlattığı; avcı Hüseyin.
İçerde bazan bu gelirdi aklıma. Avcı Hüseyin, dağda bayırda dolaşıp, av ararken, kulağına gaipten bir ses gelir, ona şöyle nida edermiş;
” Avcı Hüseyin, avcı Hüseyin, başına bir gada bela gelecek, gençlikte mi gelsin, kocalıkta mı?”
Avcı Hüseyin bu sesi işitince ürperir, korkudan hiç cevap veremez olurmuş. Çünkü yeni evli ve iki çocuk babası imiş. Sonunda dayanamayıp, konuyu karısına açmış. Karısı daha cesur olmalıymış ki, o sesi tekrar işitecek olursa, ne gelirse gençlikte gelsin, demesini tembih etmiş. O da öyle yapmış. Ama ondan sonra başına çok acı şeyler gelip, ayrı düştüğü ailesine ancak yıllar sürecek özlem ve acılarından sonra tekrar kavuşabilmişti…
Bana en çok teselli ve güç veren, okurken bitmesinden korktuğum iki ciltlik “Monte Kristo Kontu” adlı meşhur roman olmuştu. Ona içeri girdiğimin ikinci senesinin başlarında rastlamış ve kendi kendime “O adam gerçek bir zindan, bir kalebentte ondört yıl yaşayabilmişse, ben o koşullara kıyasla, lüks otel odası gibi sayılan bu şartlarda her halde iki katı cezaya dayanabilirim” demiştim. Buna rağmen ilk dört yılda yaşadığım acıları unutamam. Onları, aşağıda geçen şiirlerde, abartılı da olsa, özetlerken, bu arada acılara karşı bağışıklık kazandığımı hissediyordum…


GEÇERKEN ZAMAN
Aciz düşer usum, dilim, kalemim,
Anlatamam içimde kor olan özlemleri.
Geldikçe aklıma anam, bacım ve yarim,
Arşa fışkırır ruhumun hasret volkanları.

Geçerken zaman eze eze ömrümden,
Kopar yüreğimde özlem fırtınaları
Uyandıkça hüsranla o yalan hayallerden,
Coşar nidaları intizarımın yırtarak semaları.

Umut dünyam gurbette inhidam buldu
Seheri görmeden ah gün akşam oldu.
Kader ile kahpe düzen ittifak kurdu;
Bu yalan dünya artık ah bir makber oldu.

Aylar oldu bir mektubum gelmez sıladan,
Bir kuru selamı bile çok görür dostlar,
Bu zulüm duvarı kalkıp bir gün aradan,
Gurbet mahkumları da hür olmaz mı dostlar?
Stammheim' 1982.

SILAYA HASRET
Özlüyorum toprak kokan o yağmurlu köyümü,
Çamurlu yollarını yalın ayak koştuğumuz.
Hayal ediyorum yeniden dönmüşlüğümü,
Bu kahreden hasretin sonunu bulduğumuz.

Silinmez hafızamdan hayali yaz akşamlarının,
Coşkunca, çocukça oynaştığımız.
Ruhumu sarıyor özlemi duru mehtaplarının,
İlk sevgiyi, ilk aşkı kalplerde tattığımız.

Ah bir görsem o güzel Karatepeyi,
Ruhumla şarkılarını dinlesem bülbüllerinin.
Ölesiye koşsam aşmak için yeşil zirveyi
Yaşam rayihasını koklasam kır çiçeklerinin.

Duysam yeniden çağıltısını deremizin
Serin gölgelerinde sönse içimdeki hasret ateşi
Yırtsa dikenleri her yanımı böğürtlenlerin
Yeniden tatsam hayat iksirini, güneşi..
Stammheim 10.9.1982

Benden bir süre sonra ayakkabı atölyesinde işe başlayan arkadaşlardan Darendeli Battal’ı nispeten kendime yakın buluyordum. Çünkü cezalarımız aynı ve ilgi sahalarımız yakındı. Okumayı, şiir, müzik ve edebiyatı seviyorduk. Battal gerçi ilkokul mezunuydu, ama ilgileri dolayısıyla çoğuna göre edebiyata yatkındı. Şiir kabiliyeti vardı. Yazıyor, bunları getirip bana gösteriyor, eleştirmemi istiyordu. Battal da cinayetle suçlanıyordu. Fakat o, bir yakın köylüsünün oyununa geldiğini, esasen masum olduğunu söylüyordu. Boş vakitlerimizde gazete ve dergilerde çıkan bulmacaları dolduruyor, bunlar hafif gelmeğe başlayınca, daha zorlarını kendimiz hazırlıyor, bir birimize veriyorduk. Bunların dışında, bilhassa tek odaya geçeli, sıklaştırdığım kara kalem çalışmaları yapıyor, resimde her geçen gün biraz daha mesafe kayd ediyordum. İleride, muhakkak okumak ve iyi bir ressam olmak istiyordum. Lise mezunu olmama rağmen, gerekirse önce Alman Real Schule’sini “Lise” bitirecek, sonra Fern Studium “Açık öğrenim” yapacaktım.


MANNHEİM
Almanyada, şartlı taammüt ile adam öldürmenin cezai sonucu, tıpkı şarta şurta bakmadan, sırf keyfi öyle istediği için birini zımbalayanın ki ile aynı idi. Yoksa salt yabancı olduğum için değildi bu ağır ceza. Çünkü Almanlar, hele de Hitler zamanından kalma yaşlı hakimler, yabancıları bilhassa severlerdi. Kanunda yeri böyle olmasa, “Hayatımı korumak zorunda kalırsam ateş de ederim” şeklinde bir şart ileri sürdüm diye, (Bunu polis beyler özel bir cımbızla ifademden çekmişlerdi) hiç böyle yüksek ceza verirler miydi bana. Mahkemede gene de şu soruyu sormadan edememiştim:
-Ona daha önce hiç dokunmadığım halde, beni başımdan ağır yaralayan adamın hiç suçu yokmuydu ölümünde Hakim Bey?
Diye sorduğumda, altmışındaki mahkeme reisi Hakim Prinzing;
-Vardı elbet, derken, bir an duraksamış, o esanada aklından “Seni vurup öldüremediği için ölümü hak etmişti zaten teres” geçirdiğine kalıbımı basardım. Nitekim sözünü tamamlayarak;
- Ama, o da bunu hayatıyla ödedi. diyordu.
Hayatta kalmamın bedeli olan müebbet hapis cezasını elbette ki seve seve kabul edecektim, çünkü hiç kuşkusuz, eğer idam cezası kaldırılmamış olsa bunu vermekte tereddüt etmeyecekti bu mahkeme heyeti. Ama gene de, günün birinde, “Neden yapmadın?” demesinler diye, bu kararı haksız bulup, temyiz edeceğimi peşinen söylemiş, yapmıştım…
Girişten itibaren, tutmakta olduğum günlük muntazam ve her güne ait olmayıp, anılarımı gelişi güzel yazıyordum. Günlerin önemi yoktu artık. Yıllar bitiyor ama cezam sanki hiç azalmıyordu. Ne zaman çıkacağıma ilişkin belli bir tarih yok ve kaç yıl yatacağım meçhuldü. En azından on beş yıl yazıyordu kanun kitapları. Bunu söylerken yüzüme bakanların yüzlerindeki anlam tıpkı ölüme terk edilenlere bakışa benziyordu. Bu beni içerden kamçılıyor ve içimden; “Sadece kendimi ispat ettiğime kani olana ve sabrım tükeninceye değin burada kalacak, sonra ölü veya diri, ama mutlaka buradan çıkacağım…” diyordum. Neden bilmem, belki de bu kararımı daha da güçlendirmek için, memlekette daha küçük bir çocukken bıraktığım kardeşlerimden Selahat’a bir mektupta şöyle yazıyordum;
“ Selahat, oğul, kara tepeye tırman, tam böğründeki çamlardan birine çık ve oradan sesinin bütün gücüyle şöyle seslen;
-Ey Karatepe haberin olsun, er ya da geç, ama bir gün mutlaka Abim tekrar sana geri gelecektir! “ Acı ve ıstırapla dolu ilk dört yılı geride bırakırken, sabrımın tükenmemesi için yüce Tanrıya yakarıyor bu arada, yalnızlığımı sevdiklerimle paylaşmak için şiir yazmağa devam edip, bunları mektuplarla gönderiyordum.

BULAMIYORUM
Ağaçlar çiçek açıp ıtırlanıyor
Can buluyor tabiat yeni baştan
Her günüm kalbime bir yara neşterliyor
Solacak çünkü güller ben koklayamadan.


Bilmiyorum, güneş mi soluk,
Yoksa benim fersiz gözlerim mi gamdan
Görüyor dünyayı salt karanlık?
Maverayı özlüyorum hayata doyamadan

Silik hatıralarında şimdi mazinin
Teselli arıyor, bulamıyorum
Karanlıklar sarmış güneşlerimi
Bir aydınlık yol bulamıyorum.
13.3.1983

BEN
Devran arar iken hüsranı bulan
Kaderin elinde bir oyuncak olan
Gurbet eli diyar diyar dolanan
Bahtına yenilmiş bir mağlubum ben.

Hicran otağ kurdu gönlümde
Mektuplar avuncum oldu benim.
Genç ömrüm tükenir hücrelerde
Hapishane mekanım oldu benim.

ANAMA
Ah anam, sevgili anam!
Neden doğurdun, deyip sana kızamam
Alnıma kazılmış bu çile silip atamam
Mahkumum hücrelere seni artık duyamam...


HER ANIM GECE
Yine oldu bir sabah,
Kahır dolu bir gecenin ardından
Yine başladı bir gün,
Mahkum ruha özgür güneş çalmadan
Akşam olacak yine ben günü yaşamadan
Başlayacak bitmez bir gece
Dönüp duracağım yatağımda uyumadan
Duyulacak en acı perdesinden
İntizarım hece hece.

Tübingen 12.12.82

DÜŞÜNÜRKEN
Kabarıp ruhumun gam dalgaları
Taşıyor üstünden dört duvarın
Yırtıyor haykırışım loş semaları
Düşündükçe çöküşünü umut dünyamın

Tahammülü kalmadı şu mustarip kalbimin
Sılada mahzun kalan yarin hasretine
Pınarları kurudu artık gözlerimin
Ağladıkça kan akar sineme yaş yerine.

Sardı ruhumu artık kolları yalnızlığın
Kapandı üzerime kapısı tutsaklığın
Olurmu hiç ey Tanrım böylesi bahtsızlığın
Tükenmiyor gurbette çilesi mahpusların.


BU AKŞAM
Tutsak akşamlarımdan birisi daha
Yine sensiz, yine hasretim sana
Buluyor ruhum sonsuz çölde bir vaha
Uzanırken ellerim hayal de olsa sana

İçimde kopuyor tufanları elemin
Bir başka kahırlı gönlüm bu akşam.
Dar hücresi tümden sıktı hapishanenin
Ağlamam hiç, ağlamazsam bu akşam...
Stammheim

ANILARA
Size sesleniyorum ey,
Mazinin makberine gömdüğüm acı anılar.
Muhayyilemde kokuşan aç kurtlar,
Kemiremezsiniz ruhumu artık ey!

Hala inadınız bilmem ki niye
Yok artık dünyamda en ufak anlamınız
Neden hortluyorsunuz mazinin mezarından
Bitti artık, tükendi o kahreden etkiniz.

Sizi geçmişe gömdüm
Bir daha çıkmamacasına bahtıma.
Sizden arta kalan çileli ömrüm,
Varacak atinin nurlu sabahlarına.

Duyun ey, duyun andını,
Sizi tekrar anmayacak olan dilimin.
Duyun ey, duyun haykırışını,
Sizi tümden unutan dimağımın.


ŞAŞIYORUM
Tanıyamıyorum kendimi
İki ruhlu benliğimi ben
Düşünürken bazen ölmekliğimi;
umutsuzluğun pençesinde inlerken
Bakıyorum ki birden
Bir başka ben olmuşum ben;
Elemi, çileyi, özlemi sinesinde kül eden
Kadere, feleğe, düzene meydan okurcasına;
gülen yeniden.
Şaşıyorum kendime ben,
Bu nasıl kalptir bilmem
Daha demin için için ağlarken,
Ölüme bile şu an buyun eğmem.
Mannheim..........


BİLİR MİSİN
İki satır bile olsa bir mektup
Nasıl sevindirir insanı hapishanede?
Bilir misin?
Şakırtıyla kapanan demir kapının sesi
Nasıl azap verir arkasında kalan tutsağa?
Bilir misin tecrithanede ki o yalnızlığı,
Sabahın olmayacağını,
Güneşin doğmayacağını,
O anın bitmeyeceğini,
Düşünmeği bilir misin?!

Yaşıyor mu, ölü mü?
Rüyada mı, uyanık mı?
Ne halde olduğunu bilemeden,
Yaşamayı bilir misin?

Çıldırıp çıldırmadığını bilememeyi,
En kahırlı anda bile ağlayamamayı,
Kağıtlarla, kalemlerle
Dertleşmeyi bilir misin?
Bilmezsin değil mi?
Çünkü ben de bilmezdim hürken
İnsan bambaşka bir insandır özgürken ...

Mannheim 3.4.84


NE GÜZEL

Uzaklardan, çok uzaklardan da olsa.
Sevmek ne güzel
Hayal etmek ne güzel
Kalpten kalbe aşk sızdıran
Kenetlenmiş elleri
Birleşen dudakları
Sevdalı bakışları...
Tasvir etmek ne güzel
Yağmurda el ele,
Gönül gönüle gezen
Sırılsıklam aşıkları....
Düşlemek ne güzel!
Senle geçen anları...


BUNLU BİR SABAHTA BEN

Gurbet mahpushanesinin
Bir bunlu sabahında yine
Havamı buldum, havamı!
Kanıyor içimde bin hicran yaram
Ağlaşmakta özgürlük tutkularım
Havamı buldum, havamı!
Yıllardır düşkünü olduğum...

Saldırırken yorgun yüreğime
Yekun silahlarıyla amansız özlemlerim
Fışkırıyor kalemimden
lavlaşan göz yaşlarım...
Havamı buldum, havamı!!!
Yıllardır tutsağı olduğum....
Mannheim 28.6.84




DOĞAYLA BİZ
Dem olur;
Tomurcukları olgunlaşır umutlarımın,
Açarlar gencecik çiçekler gibi baharlarda;
Yeisler, elemler uzuk olur benden;
Dost oluruz doğayla biz!

Dem olup;
Ufukları sonsuzlaşır afakı hayal dünyamın;
Özlemlerimin vuslatını yaşarım rüyalarda
Neşe çağlar ruhum çöle akan ırmak misali
Sevişiriz doğayla biz!

An olur;
Bir fırtına gecesinde bunlanır gönlüm
Yırtar sinemi amansız bir ahı çaresizliğin
Birleşerek asi şimşeklerle arzı titreten
Dertleşiriz doğayla biz...

Ve gün olur;
Bir yanda yedi renkli alkım
Billur ışınlarıyla tayflaşırken güneşin,
Boşaltır yükünü nemli sirrusları göklerin,
Ilgıt ılgıt bir yağmur başlar
Bir asudeliktir tutar dünyayı...
Pınarları kabarır mahzun gözlerin,
Dolar, dolukurum ama,
Ağlayamam,
Boşalamam hiç;
Bozuşuruz doğayla biz .
Bruchsal 7 Temmuz 1986

PENCERESİNDE TUTSAKLIĞIN
Penceresindeyim bu akşam yine
Buram buram bir özlem
Derin, içli bir ah ile
İfadeleşirken suskun dilimde...
Gözlerim usul usul çiseleyen yağmurun
Puslayıp, hüzünlediği gökleri dalıp,
Dağılmakta özgürlük tutkulu bakışlarım
Buğulu ufuklarında hürriyetin...

Bu akşam çok doluyum;
Çok dolu, kara bulutlarından bile yağmurun
Onlar sicim sicim katralerini boşaltıp,
Bir çeşit vuslatı yaşıyor, hafifliyorlar
Oysa ben?
Giderek daha çok doluyor,
Depo oluyorum tükenmez elemlere
İçimi dökecek vefalı bir kalpten yoksun
Kıskanıyorum yağmuru bile,
Buakşam
Çelik kafesli penceresinde tutsaklığın.


Bu arada insan, tabiat ve Tanrı konusunda tasavvufi, felsefi eserleri okuyor, üzerinde günler, geceler boyu düşünüyordum. İşlerin evdeki hesaba ters düşmesi, yetkili mahkeme Türkiye’ye karar vermesine rağmen, (Hani hukuk devletiydi Almanya?) iademin rafa kaldırılması ve umduğumun çok ötesinde bir cezaya mahkum edilmemden ötürü, çıkacağım günün meçhul olması, fırsat çıktığı anda, firarı denemeği dayatıyordu. Ayrıca, bu denememem halinde, bu cezaya kendimi vicdanen müstehak bulduğum anlamına da gelebilirdi. Henüz bilmiyor, ama bunun başka olumlu sonuçları da olabileceğini düşünüyordum. Nitekim, bu fırsat belki de çok yakında çıkacaktı. Çünkü hapishane doktoru beni dışardaki bir kliniğe masaj için havale etmiş ve bunun için tam on bir kez götürülme planı yapılmıştı. Bu arada İranlı bir mahkum olan Rıza'dan bir de kelepçe anahtarı almıştım. İki yıldır tanıştığım Rıza bir Türk kadını ile evli ve dokuz yıllık cezası vardı…
İki yıl önce, mahkeme nedeniyle Tübingen’de bulunan küçük cezaevinde bulunuyordum. O günlerde bir akşam, radyodan duyduğum haberler arasında biri şöyle idi: “Eroin diye, polise un satan iki kişinin tutuklandı.” Nitekim devresi gün, bu olaya karışan, İbrahim adlı Türk’ü yanıma getirmişlerdi. Meğer o haberde geçenlerden biri de bu Rıza imiş. Her nasılsa elde ettiği bu anahtarı, (bir gardiyandan iki yüz Mark’a aldığını söylüyordu), karısıyla yazışmalarında yardımcı olduğum için bana vermişti. Ayrıca, dışarıya telefon etme ve yardım isteme imkanım da vardı. Mutlaka bir gün çıkacağını tahmin ettiğim fırsat, işte saatine kadar planlanacak şekilde zuhur ediyordu. Dışarıdan gelecek küçük bir katkıyla bu iş gerçekleşebilirdi. Her ne kadar, bana bu yardımı sağlama borcu ve vaadi olan biri varsa da, bunu yapacağına güvenim yoktu…
FİRAR
Nihayet o gün gelmişti, ama dışarıdan hiç bir yardım yapılmayacağını da artık biliyordum. Ne Maçkalı Kamarat ne de Malatyalı Muso vaatlerinde sadık kalıyorlardı. Biri buna gerekçeymiş gibi,(Bana küfür etse ancak bu kadar zoruma giderdi) korktuğundan bahsederken, diğeri şarta bağlayarak, ancak kendi mekanına gelirsem yardım edebileceğini söylüyordu. Oysa o gün öyle demiyor, yaparım diyordu her ikis de. İnsan oğlu böyle namert ve bivefa olabiliyordu ne yazık ki. Zor durumda kalınca her türlü sözü verir, sonra bu durumdan kurtulunca unuturlardı. Bu durumda bir firarın başarı şansı az olmasına rağmen deneyecektim. Çünkü bu mahkumluğu böyle sürdürmem artık mümkün değildi. İçinde yaşadığım cemiyet gerçek yüzümü görüp, gerçek kimliğimi tanımalıydı artık. Ne demişler “Ya olduğun gibi görün, veya göründüğün gibi ol”. Aksi halde istesem de olamıyordum. Şimdiye kadar ki imajım bu tanımı tam olarak karşılamıyor, bu da bana yarardan ziyade zarar veriyordu. Böyle sıradan biri olarak hiç yaşamamış, yeterince sabretmiştim. Artık tabiatıma uymam bir zaruret halini almıştı. Bu iş adamın hayatına mal olabilir veya bütün mahkumiyet hayatı cehenneme dönüşebilirdi. Ama kendin olmak istiyorsan bu öyle ucuza olacak iş değildi. “Konsequent” diyordu böylesine Almanlar. Yani istediğin bir şeye karşılık ödeyeceğin bir bedel vardı ve sen bunu göze alırsan saygı ve kabule layık olabilirdin, aksi hiç mümkün değildi. O halde çok ince bir hesap yapıp, asla yanlış yapmamalıydım. Yakın vadedeki amacım, bütün mevcudiyetimi ortaya koymak pahasına, her türlü keyfi dayatma ve muamelere karşı korunma ve güvence sağlamaktı. Nihai amacım; her türlü pratik ve nazari bilgiyi edinmek ve bununla temayüz ederek, kendimi bir de bu yolla kanıtlamaktı. Tanrı, kuşkusuz yardımcım alacaktı.
1985 yılı Aralık ayının ilk Perşenbe günüydü. Sabah erken kalkmış, son hazırlıklarımı gözden geçiriyordum. Burada en değerli eşyam anı defterlerimdi. Şayet firarım gerçekleşirse anılarıma tekrar kavuşmak istiyordum. Lakin mühim bir karar vermem gerekiyor, bunda ise tereddüt ediyordum. Firar esnasında yanıma, özel olarak yaptığım, T tipi çelik şişi alsa mıydım almasa mı? Refakatçılarımı, beni takip etmekten caydırmanın en asli kuralı, her an kullanıma hazır, somut bir silahım olduğunu onlara göstermekti. Aksi halde onlarla kapışmam kıçınılmaz olur ve silah kullanmasam dahi canlarını fena halde yakabilirdim. Oysa bu etapta çok gerekmedikçe bundan kaçınmak istiyorum. Çünkü dışarda hayatını bana adamış, tekrar dönünceye değin beni bekleyecek olan biri vardı. Başıma her şey gelebilirdi, yeterki hayatta kalaydım. Bu firarı başarma şansımı yüzde doksanlara kadar artırmak elimdeydi, ama anılan sebepten ötürü bunu yapamıyordum.
Oysa ki, hayatta böyle işleri başarmanın baş koşulu bağımsız ve her şeyi göze alacak şekilde kararlı olmaktı. Bu durumda firarı başarmam tamamen şansa bağlıydı. Çünkü olay mahallinden beni alıp, bir an gözden kaybolmamı sağlayacak her hangi bir araç yoktu. Yardıma ihtiyaç duyduğumu haber verdiğim kişiler, kendi yapmıyorsa bile, birine elli mark verip, belli adrese, belli saatte göndermeği akıl edemiyor veya etmek istemiyordu. Madem öyle, ben de sınırlı bir planı uygulamalı ve olumlu, olumsuz şartları göze almalıydım.
İçeri ilk girdiğim günlerden beri, çıkmasını istediğim firar fırsatı için, gerek zaruri ve gerekse maksatlı olarak yatırım yapıyor, bel ağrılarımdan ötürü sık sık revire gidiyordum. Böylece aradan dört yıl geçmiş ve işste altıncı bel masajı seansı için dışarda, bir özel kliniğe altıncı kez götürülecektim. Firarım, bu kliniğin avlusunda başlayacaktı. Kazara, olay yerinden tamamen kendi imkanlarımla ve defansiv olarak (Kimseye saldırmadan), uzaklaşıp, gözden kaybolmayı başarabilirsem, içerde iken tanıdığım Malatyalı bir arkadaşın verdiği adrese gidecektim. Orada küçük bir kılık kıyafet değişiklikliği yapacak ve sonra ıslık çalarak çıkıp gidecektim. Kahvaltıdan sonra anı yazılarımın bulunduğu defterleri Kayserili Mustafa’ya vermiş, beni transport minibüsününe götürecek olan gardiyanı bekliyordum. Bu sırada dahi şişi ayağımın altına, çorabın içine alıp, almamak konusunda tereddütteydim. Fakat son anda bundan vazgeçmiştim, çünkü yanımda silah olması durumunda bunu kullanmakta çabuk karar verdiğimi biliyordum. Saat dokuza doğru gardiyan gelmişti. Kara bıyıklı, saçı önden hafif dökük, ortanın biraz üzerinde sağlam yapılı ve ilk etapta bir Türke benzeyen Helmut adlı gardiyanla aracın yanına gitmiştik. Benden başka üç mahkum daha vardı. Kimi dişçiye, kimi göz doktoruna gidiyorlardı. Minibüse binmeden, bilekler üst üste gelecek şekilde herkese kelepçe takılmış, anahtarla kilitlemişti. Mahkum transportları için özel olan, pencereleri çelik kafesle tahkim edilmiş bir VW Minibüste bulunan öteki mahkumların ikisi Alman biri Yuguslavdı. Şoför ve iki gardiyan hemen önümdeki kafesle bölünmüş şoför mahalline oturmuşlardı. Kapıları dışardan kilitlenmiş olan araç gerekli formalitelerin ibrazından sonra açılan büyük, raylı ana kapıdan dışarı çıkıp, şehir trafiğine katılmıştık. Umduğumun aksine hava son derece güneşlik ve sıcaktı. İlk uğranılacak hastahaneye beş dakikada varmışdık. Orada Yugoslav mahkum inmiş ve kendisini bekleyen bir gardiyanla içeri girmişlerdi. Ben sondurakta inecektim. Hiç hesapta yokken, yolda bir de dişçiye uğranmıştı. Oraya önceden gitmiş olan bir mahkumla bir gardiyan araca binmişlerdi. Durulan kalaba pazar yeri firar için esasen çok daha uygun olabilirdi. Lakin buraya uğranılacağından habersiz, oturduğum pencere kenarı kısa süra açılıp, kanan kapıya uzaktı. Orayı seçme nedenim, kelepçeyi çözmek için daha uygun olmasıydı. Hareketten az sonra bunu yapmıştım. Türlü bahanelerle yaratarak pantolon kemerine saklayıp, bir yara bandına sardığım anahtarı çıkarıp, kilidi açışımı kamufle etmiş, kolumdan çıkmasın diye kelepçeyi artık elimle tutuyordum. Bir ara, hem firarı daha eğlenceli kılmak, hem de kendi şansımı artırmak için diğer mahkumlara arasında sondaj yapmış, kaçmak isteyen olursa kelepçesini çözecektim, lakin yazık ki firar fırsatı arayan kimse çıkmamıştı. Derken araç tekrar yola koyulmuş ve sondurağa varmıştık. Önden inen gardiyanlardan şişmanca olanı kapıyı açmış ve nihayet inme sırası bana gelmişti. Heyecanlıydım. Çünkü hayatımda ilk kez bir firarı deneyecektim. Bu tarz bana çok ters geliyordu, ama başka çarem yoktu. Araçtan yere inmiş, her zamanki gibi önden yürüyen iki gardiyanın ardından iki adım atmıştım ki, birden durup, sol kolumdaki kelepçeyi bir çekişte açmış ve bileğimden sarkan diğer ucunu sağ avcuma alıp, hurra! diye haykırmıştım. Sessizce sıvışmam mümkün iken, bunu kalleşlik saydığım için, niyetimi duyurmayı yeğlemiştim. Nitekim hemen sola dönmüş, aracın yanında, şaskın bir şekilde beni izeleyen gardiyanın önünden geçiyordum. Yirmi adım ilerde olayı gören bir yaya hemen önümü kesmek ve yakalamak için kollarını yana açmış, yaklaşmamı bekliyordu. Fakat kararlı bir şekilde ve süratle üzerine gelmem karşısında bu fikrinden çarkedip, bana yol vermek zorunda kalıyordu. Bu sekilde son sürat ilerlerken başımı çevirip, bir an geri baktığımda Blatter adlı gardiyanın koşar adım takibe başladığını görüyor ve ona seslenerek:
-Verfolge mir bloss nicht, sonst?! “Sakın takibe yeltenme, yoksa karışmam” Diyordum.
Fakat gardiyan ardımdan inatla koşmağa devam ediyordu. Yollar hayli sakin, trafik hareketsizdi. Kaldırımda koşarken çok karışık duygular içindeydim. Yetişkin olalı ilk kez birinin önünden kaçıyordum. Şeytan bir anda geri dönüp, bu mendebura cezasını vermemi istiyordu. Fakat bunun henüz zamanı değildi. Firar planıma göre, doğruya giderek gardan geçip, biraz önce gelmiş olduğum Marktplatz'a (Pazar yeri) ulaşmalıydım. Hemen yakında bir yerde hazır polis kuvvetlerinin binası olduğunu da biliyordum. Oraya ulaşırsam yardım sözü vermiş olan Malatyalı Mustafa'nın Gasthaus'una girecek ve uzun zamandır kesmediğim sakalımı traş edip, kıyafet değiştirerek dışarı çıkacaktım. Fakat takip eden biri olduğu sürece bu imkansızdı. O nedenle yolu karşıya geçmem gerekirken, sola dönerek bulunduğum kaldırımda koşmayı sürdürüyordum. Sol dizim voleybolda sakatlanmış, menüsküs emaresi, dizim şişmeğe başlamıştı. O gün bir de bunun rontgeni çekilecekti. Ağrı hissedince bir vites geri takmıştım. Aynı şeyi gardiyanın da yaptığını ayak seslerinden anlıyordum. Giydiğim yarım konçlu, yüksek topuklu çizmeler uzun süre koşmayı güçleştiriyordu. Start alalı altı yüz metre koşmuş, baldırlarım esneme imkanı vermeyen topuklar dolayısıyla iyice katılaşıp, uyuşmuşlardı. Nereye gideceğim belirsiz bir halde uzun kaldırım boyunca koşuyordum. Bu arada takipçime iyice kızmağa başlamıştım. Hemen sağdan dört şeritli geniş bir asfalt geçiyordu. Lakin yol bomboştu. Solda binalar yükseliyordu. Bu binaların bittiği köşeden öte enorm geniş bir dörtyol vardı. Birden doksan derece sola dönüşle takipcimin gözünden kaybolmuştum. Solumda bir kilise duruyordu. Oraya girmem, sivil bir yere girmemden daha ehven olsa da, bunu yapmayı onuruma yediremeyip, kilisenin altından dolaşarak, tekrar aynı yola çıkacaktım. Fakat aksilik bu ya, yukarı çıkaran bir geçiş imkanı yoktu. Takipçi ile aramızda kırk elli adım ancak vardı. Bir ara nefes tazelemek için durup ne yapacağımı düşündüm. Sonra dönmüş olduğum, bu geldiğim yola paralel caddenin karşı kaldırımına yürüdüm. Evlerin arasında bulunan bir geçitten içeri girmiştim. Önüme yüksek demir parmaklıklı bir çit çıkmıştı. Onun arkasında futbol sahası kadar geniş bir iç avlu ve arkada yükselen kocaman, çok katlı bir blok site vardı. Demir parmaklıtlı, kilitli kapı sahaya geçişi önlüyordu. Bu yüksek kapıyı tırmanmak gerekiyordu. Fakat bu hareketim yüzlerce pencereden muhakkak birileri tarafından görülecekti. Bulunduğum tarafta, girişin sağ ve solunda kalan ikişer katlı özel konutlarda kimsecikler yok gibiydi. Zemin katlardan birinde bir pencere açık bırakılmıştı. Buradan içeri girmek mümkündü. Fakat şahsi mücadelemde, hiç alakası olmayan başka insanları taciz etmek istemiyor ve öylece beklemeğe karar veriyordum. Üst üste giydiğim kazak ve eşofman dolayısıyla çok terlemiştim. Hemen eşofman üstünü ve sonra kelepçeyi çıkarıp bir kenara bıraktım. Artık takipçilerimi bekliyordum. Bundan sonra nelerin olabileceğini düşünürken, özgürlüğün bu düşsel kapısından geri dönme ihtimali içimi yaralıyordu.
Dört yıl sonra ilk defa hürriyete bu kadar yaklaşıp, bitişi meçhul bir mahkumiyete geri döndürülme olasılığım içimi isyanla dolduruyor, beni yakalayacak olanları pişman etmek istiyordum. Nitekim on adımda geçilen dış girişin önünde acı bir fren sesi duyuluyordu. Arayanlar izimi bulmuş olmalıydılar. Gelecekleri varsa görecekleri de vardı. Derken az sonra iki gardiyan koşar adım karşıda belirmiş ve hızlarını kesmeden bana doğru koşmuşlardı. Onlara bu pervasızlığın bedelini ödetmek üzere hemen vuruş vaziyeti almıştım. Her birine bir yumruk isabet ettirebilirsem firara devam edebilirdim. Ya da bu duruş karşısında frene basacak olan gardiyanlar, benimle pazarlığa girişeceklerdi. Akılları varsa zaten böyle yaparlardı. Nasıl olsa şahsi düşmanlığım da yoktu. Uygun davranarak bu badireden sıyrılmaları mümkün olailirdi. Ancak bunu yapmak yerine, gözü kırmızı bayrak görmüş arena boğaları gibi hızla üstüme geliyorlardı. H. Denner adlı önde gelen ilk yumruğa hedef olup, ilk etapta kaburgası çatlasa da sıcağıyla henüz acı duymuyordu. Aslında çok şanslıydı. Çünkü esasen ilk darbeyi daha güçlü olan sağ yumrukla yapacaktım. Gard alışım karşısında bir an duraklayacaklarını düşündüğüm halde, doğrudan üstüme gelmeleri sol yumruğu kullandırmıştı. Gövdesinin ortasına değil, sol böğrünü sıyıran yumruk, koltuk altından girip, öte yanından çıkmış, ikinci darbeyi hemen indirmem gerekmişti. Bunu şimdilik kaydıyla erteleyince, can havliyle koluma sarılmıştı. Polise çoktan alarm verilmiş olacağından her an gelmelerini bekliyordum. Bu tereddütümden yararlanan Blatter iki elle sağ koluma sarılıyordu. Beni gerçi yakalamış ama bir türlü zapt edemiyor, yere yıkmağa çalışıyor, lakin kollarımı bir an dahi bırakamadıkları için bunu başaramıyorlardı. Kollarımı kaptırmış olmama rağmen, teknik bir tutuşla onların birer bileklerini tersten kıvırmış, acıtacak şekilde bastırıyordum. Bir ara duralayıp:
-Tamam, tamam bırakıyorum artık!
Diyerek reaksiyonlarını deniyor, değişme görmeyince bileklerini burmayı sürdürüyordum. Dakikalar geçiyor, ama nedense polis görünmüyordu ortalıkta. Bir ara gardiyanlara hitaben;
- Cezamın müebbet olduğunu ve bu durumda kim olsa kaçmayı deneyeceğini neden anlamak istemiyorsunuz. Tamam kaçmayacağım diyorum size.
Diyerek bu teşebbüsümün makul gerekçesinden bahsetmek istemiştim. Fakat onlardan yumuşama yerine, daha sıkı sarılma ve “Seni vahşi domuz seni “ dediklerini duyuyordum. Bu ise kin ve öfkemi arttırıyordu. Bu mücadelede anlaşılan herkes kendi rolünü hakkıyla oynamak zorunda ve merhamete yer yoktu. İşte Denner, iki koluyla tuttuğu tek kolumu, cebinden çıkardığı anahtar zinciri ile kıskaca almağa ve zinciri kıyasıya bükmeğe başlıyordu. Bu tür bir bahaneyi zaten bekliyordum, ama gene de son kez uyararak:
-Denner, bak canımı yakıyorsun, yapma, yoksa karışmam!?
- Bana vurdun, seni vahşi domuz seni!
Uyarıma aldırış etmediği gibi, ilk darbemi de unutmadığı anlaşılıyordu. Yüzünde hakir gören bakışıyla bana, istesen de artık bir şey yapamazsın, diyordu. Oysa çok yanıldığını şimdi anlayacaktı. Çünkü ilk darbenin artık karambole karışarak unutulacağını düşündüğünden güç kullanmayı biraz da bunun için kesmiştim. Zira nasıl olsa yakalanıp, bütün bunların hesabı verme ihtimali büyüktü. Ne kadar az hasar olursa o denli lehte olur sanıyordum. Fakat o ilk yumruğu bir hata edip, unutmadığını ağzından kaçırınca düşüncem tamamen değişiyordu. Nasıl olsa olan olmuş, nacak kırılmıştı. Bari bütün hıncımı alayım da, varsın istedikleri cezayı bana ondan sonra versinlerdi. Nitekim bir anda onu kendime doğru çekerken, suratına var gücümle kafayı patlatıyordum. Ardından hiç duraksamadan başımla bir kavis yapıp, çünkü savunmasız kalan yüzüme darbe geleceğini bekliyordum, sağdan gelen Blattere ait yumruktan sıyrılıyor ve bu kez kafam onun kulak üzerinde patlıyordu. Arka arkaya duyulan iki toklamadan sonra halleri yaman oluyor, kollarımı bırakıp, bana girişmek isteyeceklerini umarken, can havliyle kollarıma sarılıyordu. Biri sola, diğeri sağ yana sarkmış, öylece duruyorlardı. Bu arada aldığı darbenin şiddetiyle kaşı tamamen yarılmış olan Hemutun yüzünden boşalan kan iri damlalar halinde yere saçılıyor, ağızlarından boğuk sesler dökülüyordu. Onların bu pasif, sırnaşık hali beni sinirlendiriyor, öfkem gazaba dönüşüyordu. Beni tutan ellerden kurtulmak için önce sağdakinin kuluna bir diş basmak istemiş, ama sentetik kumaşta tutunamayarak kaymıştım. Bunu bir kez daha denedikten sonra sağımla sol dizine, ayağımın yanıyla tekme sallamış, fakat bunu erken sezinlediği için ayağını çekerek kurtulmuştu. Aynı darbe ikinci kez gene sonuçsuz kalıyordu. Sol ayağım, dizimde bir haftadır başlamış olan iç menisküs zedelenmesi nedeniyle faal değildi. Şimdi üçüncü darbeyi deneyecektim. Ama bunun hedefi farklı olacaktı. Zira daha önce yaptığım iki darbe bu vuruşun hedefi bulması için verilmiş bir ödün olup, bu kez onu aldatacaktım. Gene aşağıdan darbe bekleyen Blatter, bu defa karın hizasından başlayarak, göğsüne ve sonra da çenesine kadar ulaşan dizi vuruşunu yiyordu. Bu darbe onu bitirmiş, boş bir çuval gibi yere yığılıvermişti. Bir anda serbest kalan sağ kolumla solumdaki Denere sadece bir itme vurmam, onu da aynı vaziyete getirmek için yetecekti ki, nihayet altı kişilik silahli polis timi karşıda belirmişti. Oradaki manzarayı görünce, aksini istedikleri halde beni yakalamakta ölçülü davaranmak zorunda kalmışlardı. Çünkü silah kullanmaksızın bana bir şey yapamayacaklarını koluma kelepçe vurmaya çalışırken anlamış, başaramayınca bunun için :
-Kurallara göre sizi böyle kelepçesiz götüremeyiz, lütfen biraz anlayışlı olun.
Diye adeta yalvarmışlardı. Keşke buna rağmen kabul etmeseydim. Çünkü teslim olunca, kelepçe demiri bilek kemiğime oturuncaya kadar sıkmışlardı. Bu arada kendilerinden geçmiş olan gardiyanlar birer sedye ile acil servise, ben kelepçelerin verdiği acıdan kıvranarak hapishaneye doğru yola çıkarılmıştık...
Firar teşebbüsüm ve sonuçları hapishaneye çoktan ulaşmış, mahkumlar gülerken, gardiyanlar öfkeli ve arkadaşlarının akıbetleri konusunda meraktalardı. Dördüncü kanattan sorumlu olan müdür muavini Bay Hahn (Horoz) bir süre sonra beni çağırtmış ve dört gardiyan refakatinde yanına gitmiştim. Hahn beni görünce şaşkınlık ve öfkeden önce ne diyeceğini şaşırmıştı. Daha önceki bir karşılaşmamızda ona yapmış olduğum bir role kötü kanmış, beni pasif ve halim, selim biri sanıyordu. Nitekim ilk sözleri:
-     Ah ben olmalıydım orada ki. Diyordu. Fakat artık onun tanıdığı kişi ben değildim ve olmamalıydım. Nitekim öfkeli bir tebessümle ona cevaben:
-     Bay Hahn, siz olsaydınız kendimi size karşı savunamaz mıydım, sanıyorsunuz yoksa?
Bu sözler beklediğim tesiri yaratmıştı.
- Bay Hüralp, koyun postuna bürünmüş bir kurtmuşsunuz siz meğer. Her neyse, bırakın şimdi bunu da, olay nasıl oldu, ellerinizi nasıl çözdünüz, onu anlatın?
- Nasıl olacaktı, elbette ki bir kelepçe anahtarıyla çözdüm ellerimi.
- Ya? Peki anahtarı nereden buldunuz?
- Gökten anahtar düşmediğine göre, elbette ki onu sizin gibi birinden, yani bir memurdan satın almıştım!
Bu sözlerin etrafta nasıl bir etki yaratacağını tahmin ediyordum. Nitekim gardiyanlar hayret ve kaygıyla birbirlerine bakarken, Bay Hahn adeta dehşete kapılarak:
- Siz ne konuştuğunuzun farkında mısınız?
- Elbette, fakat o kişinin adını vermem söz konusu dahi olamaz.
Bu açıklama geçerli bir koz ve çok yerinde kullandığımı görmüştüm. Gardiyanların çoğunlukta olduğu hakim takımı, kimi olası yanlış tutumlardan çark etmeğe zorlamanın ikinci yöntemi buydu. Bu şekilde onları en hassas yerlerinden yakalayıp, arkadaşlarının öcünü alma fikrinden uzaklaştırıyordum. Oysa biraz önce ellerinden gelse beni bir kaşık suda boğmak istedikleri gözlerinden okunuyordu. Zira bu olay, gardiyanların yaralı ve halen acil serviste yatmalarına ek, mahkumlar nezdinde ki caydırıcılıklarının tahrip olmasına da yol açmıştı.
Bay Hahn’ın disiplin kararı; “ bir aylık hücre cezası” olmuştu. İlk akşamı revirde geçirmiş, devresi gün doktor kontrolünden sonra hücreye gidecektim. Yaşlı, uzun boylu bir adam olan Doktor da bana kızgındı. Yoksa dizimdeki rahatsızlığa rağmen hücreye gitmeme onay vermez, bunu şimdilik erteletebilirdi. Dizim halen dahi ağrıyor ve giderek daha çok şişiyordu. Dört yıldır ilk defa hücre cazası alıyordum. Hücre dedikleri yer, esasen tipik ölçülerde bir hapishane odasıydı. Ben daha kötü bir yer sanıyordum. Meğer hücre, bodrum katta, iki kapılı, ışığı dışardan yakılan, içinde bir ranza ile yataktan başka eşya bulunmuyan bir yer Yazmak için kalem ve kağıda, okumak için yalnızca dinsel kitaplara müsaade vardı.
Bana, odamda yerini tarif ettiğim bir kitap getirilmişti. Bu kitabı Kuran-ı kerim sanıyorlardı. Oysa bu, özel yapılmış deri cildinde iki tane demir testere zula edilmiş bir Türk Ceza İnfaz Yasası kitabıydı. Yaldızlı kapak yazıları ve deri kabından ötürü gardiyan onun din kitabı olabileceğine hükmedip, kimseye sormadan bana getirmişti. Bundan sonra başka bir gardiyan da, henüz tam okuyamadığım İslam İlmihali kitabını getirecekti.
Akşam yemeğinin verilmesinde refakat eden gardiyanlar beni görünce öfkeleniyor, olayın nasıl olduğunu öğrenmek istiyorlardı. Bunu kendi arkadaşlarına sormaları gerektiğini söylüyor, açıklama yapmıyordum. Kapım kapandığında hemen idmana başlışyor, hücreye açılan iki demir kapıya tekmelerle girişiyordum.
Mahkum arkadaşlar nerede yattığımı biliyor, avlu saatinde, yüzlerimizi sineklikten göremez isek de, durdukları penceremin önünde kunuşuyorduk. Bir gün sonra akşam karanlığı bastığı halde ışığın yanmadığını görüp, bunu söylemek için içerdeki çağrı düğmesine basmıştım. Biraz sonra gençten iki gardiyan çıka gelmişti. Demir kapıyı açmış, içeri girmeyerek, kapı önünde duruyorlardı. Kısa boylu olan, ki bu mahkumlar arasınada karateci, diye biliniyor ve bu bakımdan meslektaş sayılıyorduk, yüzümdeki sakin ifadeden cesaret alarak olayı soracak olmuş, ben de istisnai olarak, izah edecek olmuştum. Fakat olayın sözle anlatılması hem zor, hem de uzun sürecek bölümlerini, fiili olarak üzerinde göstermek isteyince, adam birden helecanlanarak, gard alıp geri sıçramasın mı. Bu vaziyet gardiyan takımının benden artık ne kadar ürküp, nefret edenler bulunduğunu gösteriyordu. Bu hale çok öfkelenmiş ve aynı şekilde vuruş durumu alarak;
-     Şimdi sana bir çakışta sinek gibi şu duvara yapıştırmadan hemen defol! Diye haykırmış, sonra da benzi solan adamlara; sakın ışığımı yakmayı da unutmayın ha?! Diye sıkıladığımda ise;
-     Tama, tamam, olur! Diyerek kapıyı çekip, gitmişlerdi.
Bizim karateci o tavrıyla, hem beni denemek, hem de arkadaşına poz yapmak istemiş, fakat eline yüzüne bulaştırmıştı. Şimdi o değilse bile, yanındaki gardiyan bu olayı diğer arkadaşlarına anlatmış olmalıydı. Çünkü bundan sonra gelenler bana karşı daha bir güler yüzlü ve yardım sever davranıyor, bir çok yasak şey, dergi, gazete ve arkadaşların gönderdiği özel demli çayları getiriyorlardı.
Bu reaksiyonla geleceğe yönelik kesin hatlar çizdiğimi biliyordum. Bir bakıma, dört yıldır biriken öfkemi atmış, bundan sonraki yıllara yetecek bağışıklığı kazanmıştım. Yatağa uzanıp, gün boyu kitap okuyor, anı defterlerime not alıyordum. Bir kaç gün sonra T.C. Karlsruhe Konsolosu'nun cezaevine gelmiş ve benimle görüşmek istediğini söylemişlerdi. Bunun üzerine Burhanettin Muz, isimli Konsolos ile yarım saat kadar yalnız konuşabilmiştik. Olay ve hareket tarzımın gerekçesine dair anlattıklarım Konsolosun takdirine mazhar olup, beni alnımdan öperek kutlamıştı. Çünkü, ara sıra birilerinin çıkıp, Türk gibi davranarak, bu yabancı toplumda yaşayan Türklerin de bir izzet-i nefis sahibi olduklarını hatırlatması gerekiyordu. Bu olaydan bir kaç gün önce bir gazete haberi çıkmıştı; “ Evinde her nedense gürültü yapan bir Türk, rahatsız olan komşusunun çağırdığı Alman polislerince göz altına alınmak istenirken, boğularak öldürülmüştü..”.... Bu arada dayak yiyen gardiyanların halen hastanede ve acil serviste müşahede altında olduklarını da konsolostan öğrenmiştim. Bir hafta ne teneffüse, ne duşa gitmeme müsaade edilmişti. Daha sonra günde bir saat teneffüse çıkıyor ve sadece beni bekleyen iki gardiyanla sohbet edebiliyordum. Bu sohbetlerde gardiyanları iyi kafalıyordum. Çoğu benden karate dersi almaları gerektiğine inanıyordu. İçlerinde yakışıklı ve babayiğit bir memur var ve sadece o baştan beri bana karşı sempatiyle bakıyor, davranışıma hak veriyordu.      Teneffüslerimde nöbetçi oldukları zaman benimle konuşmak istemeyen iki gardiyan vardı. İçeri girme vaktim geldiğinde bana refaket edeceklerdi. Bunlara bir oyun oynamağa karar vermiş, ne yapacaklarını deneyecektim. Nitekim:
- Şimdi siz yalnız başınıza benimle bodruma mı ineceksiniz? Diye, buna inanamazmış gibi, sorduğumda, esasen bunu düşünen gardiyanlar hemen vazgeçip:
- Yo, yoo!?... Biraz daha takviye alacağız.
Derken, telsize sarılıp, dört kişi daha çağırma gereği duymuşlardı. Gelenler benimle gayet iyi geçinenlerdi. Onlara durumu gülerek açıklarken, bunlarla dalga geçmek için böyle yaptığımı, bu nedenle, gelmelerine hiç gerek olmadığını söylediğimde kahkahayla gülerek, geri dönüyorlardı.
Hücrenin tek penceresi avlu zeminine bakıyordu. Bütün tanıdıklar oraya yığılıp hal hatır ediyor, bunu yaptığım için beni kutluyorlardı. Çünkü gardiyan takımına çok diş biliyor, ama bir şey yapamıyorlardı. Akşamları pencerelerinden bana sesleniyor, olan biteni haber ediyorlardı. Burada kaldığım süre içinde dizim iyice şişip, doktor hastaneye havalem gerekmişti…


ASPERG HASTANESİ

Hapishane avlusunda, voleybol oynarken, bir smaç esnasında sol dizim içten incinmiş, giderek şişmeğe başladığı için, akim kalan firar denememe sebep olduğu gibi, bunun sonucunda aldığım bir aylık hücre cezasından, dokuz gün sonra kurtulmama da yol açmış, tedavi için, Asperg’e gönderilecektim. Hohen-Asperg Baden Württemberg eyaletinin mahkumlara özgü olan tek hastanesi idi. Koyu yeşil transport minibüsü bu defa sadece beni götürmek üzere avluda hazır bekliyordu. Binmeden önce kollarıma arkadan kelepçe vurmaları yetmemiş, bir de ayaklarım zincire vurulmuştu. Hatta bu dahi yetmemiş, kendi güvenliğim güya, emniyet kemeriyle koltuğa sabitlenmiştim. Üç kişilik gardiyan ekibi refakatinde doksan km'lik Asperg'e doğru yollanmıştık. Mannheim şehir trafiğinden çıkıp otobana girdikten sonra araç hızlanmıştı. Koltuğa bağlı oturmaktan sıkılınca, bir yolunu bulup emniyet kemerini çözmüştüm. Sonra camla tecrit edilmiş bulunan şoför mahallinde oturan gardiyanlara seslenerek, yolun ne kadar kaldığını sormuştum. Fakat onlar duymazdan geliyor, yanıt vermiyorlardı bana. Bu duruma öfkelenerek, daha yüksek sesle aynı soruyu tekrarlıyordum. Lakin yine cevap gelmiyordu. Onlardan nasıl cevap alacağım bir anda aklıma gelerek:
-İşte, kelepçeleri gene açtım, aşağı indiğimizde görürsünüz! Demiştim.
Bu tehdit hemen etkisini göstermiş, ara sıra geri dönerek beni kontrol eden sağ tarafta oturan gardiyan yarım saat sonra oraya varacağımızı söylemişti. Nihayet Asperg’e varmıştık. Asfalt ve parke döşeli yollardan geçerek, rakımı hayli yüksek bir rampayı tırmanmağa başlamıştık. Burası nispeten küçük şehrin damlarını kuş bakışı görecek kadar yüksek bir tepeydi. Esasen eski bir ortaçağ kalesi olan Asperg de, ünlü Alman şairi Friedrich Schillerin dahi tutuklu kaldığını buranın tarihçesini okurken öğrenecektim. Büyük demir raylı kapı açılarak içeri giren minibüs, etrafı çimenlik, yer yer süs ağaçlarıyla kaplı geniş avluyu geçip, yüz metre ilerdeki üç katlı uzun bir yapının önünde durmuştu. Aşağı inen üç gardiyan yanlarındaki telsizden dışarıya, takviye gönderilmesini istiyor, uçacakmışım gibi, minibüsün kapısını onlar gelmeden açmaya korkuyorlardı. Yolda yaptığım tehdidi unutmamışlardı. Derken uzun binaya açılan iki ayrı kapıdan şaşkınlık içinde, kimi hastane personeli, kimi gardiyan, adamlar çıkmağa başlamışlardı. Bu sırada ben kahkaha ile gülüyordum.
Derken kapı açılmış, ben çıkmağa davranırken, beyaz giysileriyle doktor olduğu anlaşılan, siyah saçlı orta boylu, kısa kesilmiş kara bıyıklı adam yaklaşarak, bana:
-Ne oldu, bir sorun mu var? Diyordu.

Ben gülümseyerek:
-Hayır, hiç bir sorun yok, bilmem neden buna gerek gördü bu ödlek tavşanlar. Ama ola ki, üç kişi, eli ayağı bağlı birinin, umursamazlıklarına kızarak yaptığı bir sathi tehditten korkmuş olacaklar, Doktor Bey. Aşağı inebilmem için, söyleyin de bari şu prangayı çözsünler ayağımdan.
Bunu işiten gardiyanlardan kapıyı açana bakan doktor, mimikleriyle gerekeni yapmasını ifade etmişti. Nitekim araçtan indiğimde kelepçenin çözülmesini de emretmiş ve arkamızda iki hasta bakıcı, gardiyanları aşağıda bırakarak, doktorla yan yana hastaneye kapısından girmiş, merdiveni tırmanıyorduk. İkinci katta koridorun sonundaki kayıt bürosuna girmiştik. Doktor kayıtlardan ismimi görmüş ve Türk olduğumu anlayınca bu kez Türkçe:
- Türk müsünüz?
Fakat ben Almanca cevap vererek, sadece:
-Evet. Demiştim.
Doktor, muhtemelen Türkiyeli ama gerçekten bir Türk olup olmadığını henüz bilmiyordum. Nitekim sakin bir ses tonuyla:
- Benimle Türkçe konuşabilirsiniz.

- Buna gerek yok, Almancam yeterlidir.
- Siz bilirsiniz. Peki ne oldu, hastaneden firar etmiş, memurları, hasta bakıcıları fena halde hırpalamışsınız, doğru mu bütün bunlar?
- Hastaneden değil, avlusundan firar ettim. Hırpalamaya gelince, bundan kendileri sorumludur. Beni mecbur etmemeliydiler. Kendimi savunmak zorunda kaldım.
- Ama dövdüğün adamlar, on gün oldu halen yoğun bakım dalarmış. Zira siz karate ustasıymışsınız ve adamlara elleriniz çözülünce saldırmışsınız. Doğru değil mi?
- Hayır. Size yanlış aktarmışlar. Ellerimi onlar çözmedi, anahtarla kelepçeleri kendim açmıştım. Ayrıca doktor bey, anlaşılan siz de Türksünüz, lakin bu bir şeyi değiştirmez, nihayet burada çalışan biri olarak, sizi dolu bir şırınga ile bana yaklaşmamanız konusunda samimiyetle uyarmak isterim.
- O nedenmiş peki?
- Bunu siz daha iyi bilirsiniz. Şahsen buraya normal gelip, anormal geri dönen bir çok mahkuma rastladım. Bir çoğu yaşayan bir ölü, bir robot gibi davranıyordu. Çünkü onlara beton iğnesi dedikleri bir iğne burada yapılmıştı.
- Onların durumu başka, sizin ki başka. Siz salt hadise çıkarmak için böyle davranmadınız ve firarı denemek için makul bir gerekçeniz vardı. Öyle değil mi?
- Kuşkusuz. Böyle düşündüğünüze göre mesele yok demektir.
Bu ilk görüşmeden sonra gerekli kayıt işlemleri yapılmış ve Chirurgi bölümünde dört kişilik bir koğuşa götürülmüştüm. Biraz sonra oradaki temizlik, yemek dağıtımı gibi işlere bakan mahkumlardan biri bana depodan yatak çarşafı, iç çamaşırı vs. getirmiş, soyunarak ortopedik yatağa yatmıştım. Çok sürmeden ismi Aydın Erarslan olan, aslen Trabzonlu doktor, elinde iri bir enjektörle gelmiş, dizime punktion yaparak, kalın bir iğne ile şırınga dolusu sarı yeşil arası berrak bir sıvı çekmişti. Bu müdahale dizimdeki şişkinliğin inmesini sağlamış, acımı dindirmişti. Lakin, Doktorun yazdığı iki tableti on gün boyunca almış ama dizimdeki ponksiyon gerektiren su toplanması halen durmamıştı.
Nitekim son çare olarak sol bacağım ayak bileğinden başlayıp, kalçaya kadar uzanan bir alçıya alınmıştı. Üç hafta süren bu işlemin en kötü yanı, duyduğum şiddetli kaşıntının verdiği işkenceydi. Bu günlerde, yeni tutuklanıp, içeri getirilen bir alman gencinin ruh hali gerçekten üzücü ve garip durumlara yol açıyordu. Beraber yaşadığı bayanın hamile olması onu kahrediyordu. Geçirmekte olduğu ruhsal buhranın tesiriyle, geceleri dişlerini o denli gıcırdatıyordu ki, bu yüzden iki kez parmaklığın, muhtemelen, benim tarafımdan, testereyle kesildiğini sanan gardiyanlar, bizim koğuşa baskın yapmış, ama herkesi yatakta görünce şaşırmışlardı.
Bu durum aklıma ikinci denemeyi, hem de gerçek testereyle yapma fikrini getirmişse de, bacağımın alçıda iken buna hiç imkan yoktu. Yoksa bu çocuğun yakarmalarına dayanamayıp, firarı bir kez daha deneyebilirdim. Zira yanımdan ayırmadığım, Türk Ceza İnfaz Yasası kitap cildinde gizli çifte testere burada işe yarayabilirlerdi.
Bir kaç gün sonra hastanenin baş hekimi de gelmişti. O da bir Türk ve soy adı Öner di. Sabahları koğuşu teftişlerine geldiğinde bana:
-Günaydın Ağa! Diyordu. İstihza olarak aldığım bu hitabı artık bırakmasını söyleyecektim. Beni anı defterlerime not alırken görünce; ” Ne o, yoksa romancı mı olacaksın” diyordu. Bazı Alman hastaların onların Türk olmasına tahammülleri yoktu. Kimileri ama, onların ihtisas sahibi, başarılı doktorlar olduklarını söylüyor, bununla gizliden gizliye kıvanç duyuyordum. O günlerde Hıristiyanların Noel Bayramı idi. Koğuşları dolaşan bir Papaz, herkese birer İncil cüzü ile bir hediye paketi bırakıp, sonra gene görüşmek üzere çıkıyordu. Bıraktığı kitaba göz atıyordum ki, bir paragrafta, numaralı bir cümle; “Bizim Tanrımız diğer bütün Tanrılardan daha büyük, daha kudretli ve merhamet sahibidir” diyordu. Bu, haliyle dikkatimi çekip, tekrar geldiğinde Pastörle tartışmak istiyordum bunu. Zira bildiğime göre, Türkiye’de, Hıristiyanlık-Yahudilik ve Müslümanlık tek Tanrılı, semai dinler olarak sayılıyorlardı. O halde bu cümlenin anlamı neydi? Bizimkiler mi hüsnü kuruntu ediyordu, yoksa Alman Hıristiyanlığına özgü bir şey miydi bu? Çünkü bu cümlede, başka Tanrıların da olduğu ihsas edilip, tek fark, onların Tanrısın ötekilerin hepsinden güçlü olduğu iddiası idi.




HAYAT ÜNİVERSİTESİNDE
Zaman geçerken, Anadolu Üniversitesinin sunduğu iktisadi konular ve genel kültüre yönelik verilerle yetinmiyor, dışardan kitaplar getirtiyor, geniş cezaevi kütüphanesini tarıyor, ilgi duyduğum her eseri, gerektiği kadar inceleme imkanı buluyordum. Bu arada tarih kitaplarını, ansiklopedileri, dini kitapları okuduktan sonra, çok önceleri sorduğum bütün sorulara cevap bulmuştum.
En mühim sorular: Biz kimdik, Türk mü, Müslüman mı? Türkler ve Müslümanlar kimlerdi?
Şu halde biz, orijinal bir ulus olan Türk nesillerinin devamıydık. Müslümanlığımıza gelince, bu daha ziyade ahlaki ve sosyal davranış ilkelerimizde kendini gösteriyordu. Ancak köklü milletlerden biri olarak, tabiyatıyla, Türklerin de daha önceleri kendilerine has dini inanış tarzları varmış. Bunları İslami kurallarla bağdaştırıp, kaynaştırarak bugünkü duruma gelmişiz. Türk inanış tarzı ile, İslam akidelerini bağdaştırırken, Türki unsurların ağır bastığı topluluklara, tarih öncesi Türklerin inanış şekliyle “Alevi” demişlerdi. Ancak Alevilik de kendi içinde bir çok farklı kola ayrılmış. Kimi, Hz. Peygamberin amcazadesi ve dört halifesinden biri olan H.z. Ali taraftarı olarak kendini “Alevi” diye tanımlarken, kimi ise, insanın alevden yaratıldığı tezine dayanan Öntürk inancından ötürü bu adı kullanıyordu.
İslami unsurların ağır bastığı mezheplerden dört tanesi genel kabul görmüş, bunlara Hanefilik, Şafiilik, Malikilik ve Hambelilik adları verilmişti. Şu halde Türkler, kendilerine has kültürel ve ırki özellikleri olan ve tarihte bir çok devlet ve imparatorluklar kurarak, bunu kanıtlamış bir Ulustu. Ünlü bir Arap gezgini olan İbni Hatuta, Türklerin ana yurdu olan Ort Asyayı gezerek, yazdığı hatıralarında İslam öncesi Türk boylarının sosyal hayatlarından bahsederken son derece övgü nitelemeleri kullanıyordu. Demek ki, İslamı kabul ediş şekillleri ve kültürlerin karışma tarz-derecesine göre her şey yeniden boyutlanrıla biliyordu. İslam kurallarıyla beraber, bütün Arap örf-adetlerini de kabul etmiş olan boy veya uluslar, kendilerine özgü dilleri hariç, örfi adetlerini de tamamen terk edip, bunun neticesi olarak, sadece eski dinlerini değil, aynı zamanda milliyetlerini de, terk edip, yitirmiş oluyorlardı. Kimin milletindensin? Şeklindeki ikinci sorunun karşılığı olan, Hazreti İbrahim, meğer Yahudilerin atası, İsrail Oğullarının bir peygamberi olup, onun inanç tarzı veya Dinine Haniflik, deniyormuş.
Zamanın Türkiyesinde, hangi milletten olduğumuza dair sorunun kesin cevabı resmen göreceliydi. Zira Türkiye’nin ilk ve orta öğretim yapılan bütün okullarında; Sosyal Bilgiler dersinde Türk iken, Din Bilgileri dersinde Arap veya İsrail kökenli olduğumuza dair ihsaslar vardı.
Bunun grekçesi ne idi?
Anadolu topraklarında, ırki bakımından, çoğunluk Türk asıllı boylar hakim olmasına rağmen, (Zira Selçuklular ve Osmalılar da birer Türk hanedanı idiler) farklı kökenden gelen başka toplulukların da yaşıyor olmasıydı. Birinci Dünya ve takip eden Kurtuluş savaşlarından sonra, Atatürkün önderliğinde kurulan Cumhuriyet düzeni ve bunun temel ilkelerinin İkinci Dünya savaşı sıralarında çarpıtılıp, aşındırılarak, Türkler aleyhine işler bir hale getirilmesi bunun birincil nedeni olmalıydı. Buna göre, sadece yurttaşlık bağına güvenilerek, eşit hak ve makam sahibi kılınan kişiler, kamusal alanda görev yaparken, asli kökeni veya vicdani kanaatlerine göre değil, güya ve bilakis, tarafsız davranacaklardı. Bu ise, öce sağlam zemin ve temeller üzerine inşa edilen binanın (Türk Devlet yönetimi), sonradan yapılan bir takım restorasyonlarla asli yapısının değiştirilmesine benziyordu.
Buna neden ve nasıl cevaz verilmişti?
Kurtuluş savaşını kazanıp, milli adını taşıyan yeni devletini kuran Türkler’e, sonradan zaafiyet verecek bir takım yapısal değişikliklerin kabul ettirilmesi, silah zoruyla olmasa bile, bunun haricinde kalan bütün yol ve yöntemlerle mümkün olabilirdi. Dış kaynaklı, çok yönlü faaliyet kabiliyeti olan gruplarının (Vakıf, şirket, dernek) marifetleri yadsınamamayıp, bunların siyasi partiler ve dolayısıyla iktidar hükümetleri üzerindeki etkileri malumdur. Her grubun sahip ve mensup olduğu farklı bakış tarzına uygun davranması, yukarıda geçen milli kimlik çelişkisini yaratmış olsa gerek...
Devleti kuran Atatürk, farklı kökenden gelen toplulukları, aslından sapmalarla öz niteliğini yitirmiş olan Din özlü bir çimento ile bir arada tutmaya yetmeyeceğini görmüş olduğundan dolayı, dini aidiyete ancak kişisel özgürlükler bazında önem verip, yüz yıllardır yok sayılan milliyet bağını tabii belirleyici sayıp, devleti de milli değerlere dayalı, laik bir yapı içinde teşkilatlandırmayı yeğlemiştir.. Milli ve dini köken bakımından farklı olan azınlıklara ise, diğer dünya devletlerinde geçerli olan insan hak ve özgürlüklerini tanıma teminatını vermişti.

Bir zamanlar, dünya siyasetinin ikinci kutbu sayılan Sovyet İmparatorluğundan gelen çöküş sinyalleri, yakın arkadaşlarım dahil, insanlık aleminin yarısınca yıkılmaz tabu sayılan değerlerin inanılırlığına artık sekte vurmağa başlıyordu. Her zaman olduğu gibi, kulağım arka planda çalmakta olan kısa dalga radyo yayınlarındaydı. İşte yine öyle bir anda, inanılmaz bir olayla karşılaşmıştım. Hep duyardık, biz Anadolu Türkleri, bir zamanlar ana yurdumuz olan Orta Asya’dan buralara, kuraklık ve çölleşme nedeniyle gelmişiz. Ancak halen orada yaşayan soydaşlarımız var ve onları Azeri, Türkmen, Kazak, Kırgız, Özbek, Uygur Türkleri olarak anardık. Onlarla, biraz lehçe farkı olsa da, aynı dili konuşup, aynı hissi ve kültürel öğeleri paylaştığımız kanısındaydık. Fakat bütün bunların ne kadar gerçek olduğunu o sıralar dinlediğim radyo yayınlarından öğrenmiş, bir örnekte ise hepten şaşkına dönmüştüm. Çünkü bir Kazak radyo istasyonun çaldığı enstrümantal melodi, benim spontan bir şekilde, gitarla çaldığım melodinin tıpkısıydı. Alman arkadaşlarımdan Robert’in armağan ettiği gitarı orijinal akordu ile çalamadığım için, onu özel bir surette yeniden akort etmiş ve sadece üç telini kullanarak kendimce melodiler çalmaya muvaffak olmuştum...
Dört duvar arkasında, radyo haberlerini son derece ilgi izlerken, tarihin değişimine canlı tanıklık etmenin büyük heyecanını duyuyordum. Derken önce Polonya, Doğu Almanya ve diğer Varşova Paktı ülkeleri birlikten kopmağa başlıyor ve nitekim S.S.C.B parçalanıp, yetmiş yıldır esamisi demir perde arkasında kalmış olan Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlık ilanları duyuluyordu. O günlerde, bilimsel konularda yaptığı yayınlarla tanınan bir Alman dergisi “PM” ilk olarak “Uyuyan Dev Uyanıyor” başlığını atıyor ve altı sayfasında Türkler konu edilerek, dünya uygarlığında ivme kazandırıcı rollerinden övgü ile bahsediliyordu...


Berlin duvarının yıkılmasıyla birleşen Almanya’da bir bayram havası, bir coşku başlıyordu. Bu tarihi ve inanılmaz bir şekilde zuhur eden olay, “Genel af” için en uygun gerekçe olduğu için, bunu dile getiren birkaç medya organının uyarısıyla, ülkenin bütün hapishanelerinde af heyecanı başlamıştı. Fakat aradan zaman geçip, bu gecikince bir çok cezaevinde isyanlar patlak veriyordu. Benzeri bir girişimi bizim hapishanede başlatmak isteyen arkadaşlar bana gelmiş, önderlik yapmamı istiyorlardı. Ancak öteki hapishanelerde olanları Tv’de izlemiş, sonucun hiç başarılı ve memnun edici olmadığını bildiğim için, bu tür girişimleri yararsız buluyor, desteklemek istemiyordum. O günlerde avluda dolaşırken, sinema salonunda cezaevi müdürü Bay Preusker’in sinema salonunda mahkumlarla toplu görüşme yaptığı haberi gelmiş, yanımda iki arkadaşla oraya gitmiştim. Müdür sahnede mikrofonsuz konuşuyordu:
-Sayın Baylar, inanın ki, ben de sizinle ve çıkacak bir genel aftan yanayım. Ancak, bazı cezaevlerinde görüldüğü gibi, bunu bir takım nahoş eylemlerle zorlamağa kalkışmanın hem şahsi ve hem de muhtemel af çıkarma girişiminin aleyhine olacağına dikkatlerinizi çekmek isterim vs...”
Diye konuşuyordu. İşin garibi, yanında bir tane bile güvenlik görevlisi yoktu. Kendisini öteden beri kinleyip, öç alma fırsatı kollayanlardan bir mahkum yüksek sesle;
-Arkadaşlar, yalnız başına karşımıza geçmiş, böyle ne zırvalıyor bu adam? Bize hiç mi saygısı yoktur bunun?
Diyince, onu destekleyen birkaç homurtu duyulmasın mı? Bizim cesur müdürün yüzündeki ani sararma, yaptığı büyük hatanın farkına varmış olduğunu gösteriyordu. Ama artık çok geçti. Etrafını saran kindar mahkumlar tarafından bir anda alaşağı edilmesi için küçük bir kıvılcım yeterdi. Bu sırada arka sıralarda ve ayakta duruyordum. Müdür son bir manevra için bizim tarafa imdat bekleyen gözlerle bakarak;
-Beyler, ben sizleri aklı başında ve olgun kişiler olarak gördüğüm için bu konuşmayı yapıp, düşüncelerimi sizlerle paylaşmak üzere buraya yalnız geldim. Eğer amacım göz dağı vermek olsaydı, bunu her halde öteki cezaevi müdürleri gibi yapardım... Diyordu.
İsyanın patlak vermesi an meselesi idi. Aslında, önceki bazı tutumlarından ötürü ona de çok kızdığım olmuştu. Ama burada tek başına ve gerçekten aciz durumda olması karşısında düşündüğümün aksini yaparak, yüksek sesle;
-Doğru! Adamın bizim lehimize konuştuğunu anlamıyor musunuz. Bizim iyiliğimizi düşünmese hiç yalnız gelir miydi buraya...?
Diye atılınca homurtular bir anda kesilmiş, Müdür daha ılımlı bir tonda konuşmasını sürdürürken, bizim tarafa bakan gözlerinde minnet ifadesi okunuyordu. Onun hayatını mahvetmek için susmam dahi yeterli iken, bunu yapmamıştım. Zaten aksini yapmak da kimseyi kurtaracak değildi. Halbuki, bu tavrımızla, onun esasen pek de inanarak söylemediği sözlerin doğru olduğunu göstermiştik. Nitekim bundan sonraki mahkum temsilcileri ile yaptığı oturumlarda, önceleri ret ettiği bir çok talebi onaylamıştı. O hatayı baş yardımcısı Wolfgang Dresel keşke yapsaydı. Bana karşı yaptığı bir hatayı, özür dilediği halde affetmemiştim. Cezaevi hayatımın en dehşetli, en kötü anılarını yaşatmıştı bana. Aleyhte duyumdan başka, hiçbir kanıt olmadığı halde, firar edeceğim kanısıyla bir gün beni apar topar Stammheim’a postalatmış, üç günü cehennemi olmak üzere, bir buçuk ay orada kalmama sebep olmuştu çünkü o. Ancak Preusker’e yazdığım bir mektupla geri dönüp, her şeye rağmen hazırlandığım üniversite sınavlarına girebilmiştim. Ona kalsa Freiburg’a nakledilecektim ki, bu bütün düzenimi altüst edecek ve muhtemelen, sonuç hem Almanlara, hem bana felaket olacaktı. O sıralar yüksek öğrenime yeni başlamış ve bir ay sonra ilk sınavlarım olacaktı. Firar kuşkusuyla başka bir yere gönderilmem, aynı kuşkunun sürmesine yol açacak ve özel güvenlik altına alınmam gerekecekti. Bu arada ise her şey olabilirdi. Neyse ki zamanında geri dönmüş ve bir ay sonra gelen sonuçlar not ortalamamın yetmişin üzerinde olduğunu gösteriyordu. Bu grafik dört yıl boyunca böyle sürmüş, son yılda Bilgisayar Programlama dersinden kasten kalmıştım. Amacım, öğrencilik statümün devam etmesi sayesinde bilgisayarımın odama verilmesine ek olarak, bir yıl daha öğrenci aylığı alabilmekti. Hem on yılı doldurmaksızın bırakılacağımı sanmıyor, hem de çalışırken dahi bu kadar para alamayacağımı biliyordum. Kısaca, bir yıl önce mezun olmamın bana yararı değil, zararı olacaktı. Fakat bunu tahmin eden müdür, yine hinoğlu hinliğini gösterecek ve bilgisayarı odama verdirmeyecekti. Yıl sonunda o dersi de geçerek, “AÖF” Batı Avrupa Programlarının ilk mezunlarından biri olmuştum. Bu vesile ile davet edildiğim diploma töreni için Köln’e gönderilmemi onaylamamış, dışarıya çıkışımı sadece resim sergisi açma şartına bağlamıştı. Fakat resimlerimi satmak istemediğim için sergilemek de istemiyordum. Hapishanedeki Katolik Rahibin satılmayacağı teminatı ile sadece dört tanesini Heidelberg Üniversitesinde açılan bir karma sergiye göndermiştim.

Mezuniyet diplomamı aldıktan sonra, atölyelerde çalışmam isteneceğini bildiğimden, daha önce davranıp, kendim müracaat etmiş ve buna göre iş isteminde bulunmuştum. Az bir olasılık, ama belki kütüphanede çalışmama izin verirlerdi. Fakat bunu da yapmadılar. Çünkü işbirlikçi sayılmadığım gibi, kütüphaneciliği de çok iyi biliyordum. Bu durumda, hiç değilse angarya bir işe zorlanamayacaktım. Dolayısıyla günlük prosedürün dışında bir konuk gibi ve bundan sonra da o hapishane hücresini özel amaçlarım için kullanmaya devam edebilecektim...
Her yıl olduğu gibi, büyük hapishane avlusunda (içinde futbol, voleybol sahaları ve yürüyüş parkuru bulunan) her yıl olduğu gibi, yine açık görüş yapılıyordu. Bu defa kimseyi davet etmemiştim. Yemek ve oturmak için kurulan çadırda tanıştığım Maria (Bruchsal mahkemesinde sekreter olarak çalışıyordu) Ressam olduğumu öğrenince, bilhassa ilgilenmiş, birkaç saat boyunca çay-kahve içip, tavla oynamış, tekrar görüşmek üzere ayrılmıştık.
Bir hafta sonra kısa bir mektup yazan Maria, ziyaretime gelmek istediğini bildiriyordu. Bundan sonra daha sık yazışmağa başlamıştık. İkinci ziyaretinde, eğer istersem bana Betreuerlik yapabileceğini, böylece daha sık ve rahat görüşme imkanımız olacağı gibi, aynı zamanda bana tahliyem ve sair konularda yardımcı olabileceğini de söylüyordu. Ne de olsa mahkeme müdürünün sekreteriydi. Bundan iyi şans olamazdı. Kör talih nihayet gülmeğe başlıyordu. Buna ilişkin müracaatı yapmış, müdürümüz Preusker de bunu hemen onaylanmıştı. Yasal bir statüsü olan Betreuerler için özel odalar vardı ve burada herhangi bir gözlem olmadan görüşebiliyorduk. Bir Almandan ziyade Yunanlı kadınlara benzettiğim Maria ilk andan itibaren benden çok hoşlandığını söylüyordu. Eşinden resmen ayrılmış ve yeni yaptırdıkları evde, hayli yüksek kredi borcunu kira düzeyinde taksitle ödemeyi üstlenerek, yalnız yaşamaktaydı. Haftanın iki günü dört saat süren ziyaretime geliyor, ayrıca her gün sayfalar dolusu itinalı mektuplar yazıyordu. Ona yanıt yazarken hem alışık olmadığım konulara dair Almancamı ilerletiyor, hem de boş vakitlerimi dolduruyordum. Bir gün “Die Natur, die sich liebt” (Sevişen Doğa) adlı bir tabloyu ona hediye etmiştim. Çok sevinmiş ve bunu iş yerindekilere de göstermişti. Bu, iyi bir sanat severolan Mahkeme Müdürünün de çok hoşuna gitmiş, bana daima selam gönderiyordu. Odamda daha böyle kırkın üzerinde resim olduğunu duyduklarında bir gün gelip, onları da bakmak ve hatta sergilemek istediklerini söylüyorlardı. Satılmamak kaydıyla buna müsaade edebileceğimi, ama sergiden sonra resimlerin dışarıda kalma ihtimali olduğu için, buna da pek gönüllü olduğum söylenemezdi. Bütün duvarlarımı kaplayan tabloların içerde o vaziyette kalmaları esasen yasak ve bu yüzden idare çok rahatsızdı. Ancak resimlerim çok bence çok önemliydi. Bir gün, onları gerekirse zorla indirebileceklerini ima eden müdüre: “ Nur über meine Leiche” (Sadece cesedimi çiğneyerek) diye karşılık verdiğimde. “Herr Özgür sie sind verrückt” (Siz çılgının birisiniz bay Özgür) demiş ve artık üstüme gelmekten vazgeçmişlerdi.

Resim yapmanın hayatımda oynadıkları rol çok büyük ve o denli işlevseldi. Şöyle ki ; Resimlerim, özgürlüğümü sadece sembolize etmekle kalmıyor, onu büyük oranda yaşamamı sağlıyorlardı. Daracık bir odayı fizik olarak daha geniş gösterdikleri gibi, yatağıma uzanıp, ruhen saatler süren uzun seyahatlere çıkmamı sağlıyorlardı. İkinci işlevi dışarıya yönelikti. Bu yüzden odamdan eksik olmayan ziyaretçilerim, resimler dolayısıyla konuşmağa başlıyor, bu, başka türlü asla mümkün olmayan manevi bir moral dopingi yaratarak, ruhi mukavemetimi arttırıyordu. Burada, sanata karşı olan umumi saygı bile bir ressamı ömür boyu kişilikli bir şekilde yaşatabilecek iken, ek yetilerim dolayısıyla bunun getirisini maksimum düzeye ulaştırabiliyordum. İzleyicilerimin en çok eleştirdikleri konu, beğendikleri resimlerimi değiştiriyor olmamdı. Buna pek mana veremiyor, hatta bu yüzden bana kızıyorlardı. Oysa bu benim açımdan bakışla çok anlamlıydı. Çünkü değişmek ve değiştirmek insanın doğasında olan bir ihtiyaçtı. Böyle bir güç ve etkiye sahip olmayan insanlar bilemedikleri bir sıkıntıyı ruhlarında yaşar ve kolay atamazlardı. Bunun sebebi işte bu değişme ve değiştirememekte gizliydi. Resimlerimde yaptığım bazen tamamen, bazen kısmi olan değişiklerle bu ihtiyacımı giderebiliyor, ruhen inanılmaz bir tatmin sağlıyordum. Ayrıca, böylece izleyicilerin tepkilerini ölçüp, kimden ne gibi bir tepki geldiğine göre türlü sonuçlar çıkarabiliyordum. Ayrıca bir tablo üzerinde değişiklik yaparken, önceki halinde görülen objelerin, dışsal bir etki tatbiki ile nasıl ve hangi yönde etkilendiklerini gözlemleyip, bunu hayatın başka alanlarına teşmil edebiliyordum. Kısaca resim, ressamın kabiliyetine göre değişebilen türlü işlevlere cevaz ve imkan veren sihirli bir sanattı.
Hayatı derinden kavrayan sırlara ulaşmak için gerçi en güzel çağlarımı vakfetmiştim, ama bütün bunlar acaba sadece hapishanede ki bir insanın zaman ve şartlara karşı direnebilmesine vasıta olmaktan başka bir işe yaramayan şeyler olarak mı kalacaktı? Bunu zaman gösterecekti. O çağlar, nasıl yaşanırsa yaşansın, bir gün geçmiş olacak ve belki geriye bir şey kalmayacaktı. O nedenle bu tecrübe yine de her şeye değerdi...
Madem ki buradaydım ve farklı şeyleri deneme imkanım vardı, o halde bunu sonuna kadar kullanıp, tecrübelerimi ulaştırabileceğim son noktaya ulaştırmaya bakacaktım. Bu ereğe ulaşmak için çok yönlü ve konsequvent (sonuçları göze alan) davranış stratejileri geliştirmiştim. Bu amaç için genel geçer anahtarlara sahiptim. Bütün kilitli kapıları açabilirdim. Ancak her kapıyı açmak istemediğim gibi, açılan her kapıdan girmenin bir olumlu bir olumsuz olmak üzere, bedelleri olabilirdi. O nedenle, bir kapıdan girmeden bunları bilmek gerekirdi.
Malumdur, bütün toplumlarda ilk önce dış görünüş ve davranışa bakılır. Bunda yeterli puanı alamayan, gereğinden az veya fazla dikkat çeken dezavantajlı duruma düşer. O halde ortalamanın üzerinde görünmek en uygun ilerleme ve başarma metodu olacaktı. Mesela herkes formunda kalmak için, devamlı toplu spora giderek, bunu bilfiil göstermek zorunda kalıp, ruh ve bedenen yıpranırken, ben yılda bir toplu spora gider ama sanki her zaman spor yapıyormuş gibi formunda görünürdüm. Bunu nasıl başardığımı merak etmeyen yoktu, lakin söylemediğim gibi, test etme şansı da vermiyordum kimseye. Şakaları yarı gerçek saydığım için çok şaka yapmaz, yaparsam ölçüye dikkat ederdim. Kendim yalnız olduğum gibi, bana karşı da herkes tek başınaydı. Buna sebep, bir araya gelişlerin başlangıcı ve tanışma içeriğinde gösterdiğim ön hassasiyet ve hedefli tutumlardı. Dostlukları ebedi olarak düşünsem de, bunu daha ziyade şartların belirlediğini bilirdim. Zira, dostluklarını yaşam boyu sürdürebilenlerin çok güçlü olmaları gerekirken, o denli güçlülerin nadir olduğu da malumdu. Dostlukların bozulma başlangıcının benden kaynaklanmamasına hayati ilke olarak dikkat ederdim. İncinmeden kimseyi incitmez, sahip olduğum bir avantajı, buna öfkem de dahil, yok yere harcamadığım için, daima birikimim olurdu. Zira haklı Öfke = Güç demekti. Şahsi huzurumu muhafaza etmek için ne kadar dikkatli ve muhataplarıma karşı ölçülü olsam da, senede en az iki üç kez fizik gücü kullanmak kaçınılmaz olurdu. İnsanlar umumiyetle unutmaya meyilli ve kimsenin sorunsuz yaşamasını hazmedemez, arada bir rahatsız etmeyi denerlerdi. O nedenle, arada bir, tercihen yumuşak huylu atın pek tekmesini kullanırdım. Haklı olmanın tek yolunun, güçlü olunduğu halde, sabretmekten geçtiğini unutmazdım.
Bu arada bizim kata yeni arkadaşlar gelmişti. Bir zamanlar Bayern (Münih) eyaletinde restoran sahibi olan Adapazarılı Hamdi üçüncü kanattan gelmişti. Çok iyi spagetti yapar, ilave hazırlıktan sonra beni çağırırdı. Ludwigsburg’da gazino çalıştıran Erzincanlı Haydar ve Aslen Tokatlı ama İstanbul Karaburun’da oturan H. Kepenek dayı Stammheim’dan, Mardinli Memet Freiburg’dan gelmişlerdi. Üçü beyaz satmaktan, Kepenek dayı ile Freiburg cezaevinde yatan oğlu cinayetten yargılanmışlardı. En ağır cezalı olan Hüseyin dayı ve Mardinli Memet idiler. Kızını evlenme vaadiyle kandırıp, uzun zamandır dost hayatı yaşadığı halde, ikaza rağmen evlenmeği reddettiği için bir Almanı bıçakla öldürmekten müebbet yemişlerdi. Memed’in hayat hikayesi çok daha dramatikti. Bir gün üç beş sayfada yazıp okumam için bana vermişti. Türkiye’de İzmir’de bir kuyumcuda çalışmağa başlamadan önce Lübnan’a giderek, orada ki bir kampta gerilla eğitimi almış, arkadaşının ateş ettiği yere ateş etmişti. Sonra kuyumcuda çalışmağa başlamış ve işi baya da ilerletmişti. Bir gün tanıştığı bir Alman dilberin sözüne uyup, işini bırakarak Freiburg’a gelmişti. Ancak kendisini iki hafta kadar barındıran kadın, sonra kapıyı göstermişti. İşte bu çaresizlik anlarında birileri onun tam da aradıkları kişi olduğunu öğrenerek, ona o duruma düşmüş olan hemen herkesin kabul edebileceği cazip teklifte bulunmuşlar. Sizde, kızlarıyla evlendirecek ve yeterince de para vereceklerdi. Ancak buna karşılık istedikleri bir şey vardı. O da oğullarını daha önce öldürmüş olan birinden intikamlarını alması. Memet önce her ne kadar evet, demiş ise de, sonra adamı telefonla arayıp, ikaz ederek “Buradan kaç git, yoksa seni muhakkak vuracağım” demiş ise de, adam gitmemekte direnmiş. Nitekim kaçınılmaz son vuku bulup, cadde ortasında cinayet işlenmiş.

Memet hariç, bunların hepsi benden yaşlı oldukları halde, onuncu yılı doldurmam dolayısıyla bana karşı son derece ihtiram ve hoşgörüyle davranıyor, kendi yaptıkları Türk usulü yemeklere davet ediyorlardı. Ben de ara sıra idare ile olan işlerinde yardımcı oluyordum.
Bir gün Trakya kökenli bir arkadaşı doğruca benim odaya getirmişlerdi. Adı Refik Korkmaz ve elli yaşındaydı. Psikolojik sorunları var bu ona yapılan bir ihanetten kaynaklanıyordu. Dediğine göre, dost diyerek yanına aldığı bir ilticacı, daha sonra Alman kökenli karısına göz koymuştu. Onları öldürmeğe teşebbüs ve yaralamaktan içeri girmişti. Papağanlara karşı aşırı bir duygusallığı vardı. Kendisinin “Gogo”adını verdiği bir papağanı olduğunu söylüyor, onunla yaşadığı anıları anlatıyordu. Refiki getiren gardiyan, benden onu biraz sakinleştirmemi rica etmişti. O konuşurken dinliyor ve tanımağa çalışıyordum. Saatlerce konuşma imkanımız vardı. Daha sonra yan tarafımdaki boş odaya yerleşecekti. Konuşurken bazen iyice asabileşip, sinirden ağlıyordu. Hapishanelerde mahkumlar genel olarak, cezayı kendi kendilerine çektirirlerdi. O da bundan nasibini almış olmalıydı ki, ara sıra “Ben Boksörüm, Kungfucuyum abi...vs.” diyerek olası tehlikelere karşı bir caydırıcılık imajı vermek istiyordu. Soyadını tasdik ettirmek ister gibi, cesur davranış örneklerinden bahsediyordu. Günlük tıraş oluyordu, ama zaten köseydi ve tıraşlı yüzüyle daha genç görünüyordu. Yaşlılığı hiç kabul etmese de, bunun emareleri belirgindi. Onun anlatıları karşısında sakin ve fütursuz durmam, hiç alışık olmadığı için, tereddüt etmesine yol açıyor, beni nereye koyacağını bilemiyordu. Refik, bir çok bakımdan inanılmaz denli ilginç tipti. Konuşma sırası nasılsa bana da gelecekti. Onun için hiç araya girmiyor ve sadece kah güle, kah üzüle onu dinliyordum. Onu şaşırtan şey, anlattığı konulara kendini kaptırıp, çok korkunç göründüğü anlarında, sakince gülümsüyor olmamdı. Deliliğini sürdürmek için, beni bir şekilde tazyik altına almak istediğinin farkındaydım. Çünkü o an öfkeyle kıvılcımlaşan mavi gözlerini bana dikiyor ve bende yaratacağı etkiyi ölçmek istiyordu. Boyu ortanın üzerinde ve kır saçları çok az dökülmüştü. Kendisini ünlü bir aktör kadar yakışıklı buluyor ve buna rağmen onu terk eden Alman karısına kızıyordu. Oysa uzun zamandır birlikte yaşıyorlardı ve kadını her şeye rağmen, yine de seviyordu. Duvarlardaki resimlerime bakınca, ben de Maler meister’im diyordu. Almanca da bu, ben de ressam anlamına geliyor olsa da, Türkçe’si “Boyacı” demekti. Nitekim söz sırası bana gelmiş ama ben onun gibi hemen hepsini sayıp dökmemiştim. Daha ziyade belli bir zamana yaymayı yeğleyecektim. Bu arada ona iki de resim yapmıştım. Biri kendi portresi, diğeri papağanı. Devamlı spor yapıyor, koşuyor, halter kaldırıyordu. Bir gün rahatsızlanmış, “Göğsüm ağrıyor ” diyordu. O zaman ikaz etmiş ve bu işi biraz abarttığını, ılımlı olması gerektiğini söylemiştim. Fakat biraz iyileşir iyileşmez gene aynı tarz devam ediyordu. Birkaç gün sonra Mardinli Memet ansızın benim odaya dalarak;
-     Refik ölmüş, duydunuz mu? Diyordu.
Hepimiz şoke olmuş, neden, nasıl diye soruyorduk, ki o sırada revirde bulunan kimi mahkumlar, görevlilerin onu gerektiğinden fazla oyalayarak, hastaneye götürmekte geciktirmiş olduklarını söylüyorlardı. Bunu işiten Memet öfkeyle dışarı çıkmış ve az sonra elinde bir sandalye bacağı ile görünmüştü. Doğruca kat gardiyanlarının ofisine gidiyordu. Hemen arkasından gitmiştim, ama ona engel olmak için fiili bir şey yapmıyordum. Bu sırada Memet, gözleri yaşlı ve çıldırmış gibi saldırıyor;
-     Wo Refik, wo Refik!” (Refik nerede?)
Diyerek ortalığı bir birine katıyor, etrafta kırmadık eşya bırakmıyor, gardiyanlar korkudan allak bullak oluyorlardı. Nitekim Memedi sakinleştirip, hemen diplomatik atağa geçiyordum. Çünkü ne de olsa halen Mahkum temsilcisiydim ve sessiz kalmak ilerde aleyhimize olabilirdi. Müdürle uygun tonla konuşuyor ve o an görevli gardiyanların ifadelerini alıyordum. Müdür bu bakımdan tam bir vicdan sahibi gibi hareket etmiş ve bana her türlü serbestiyi tanımıştı. Benim yaptığım cayırtı esasen katta yaratılan zararı örtmeğe yönelikti. Çünkü aksi halde bunu Memede ödettirmek isteyeceklerdi.

O günlerde Macar Jani, bir anlamda tahliye sayılan, Drogen Terapisi için Berlinde bulunan bir ıslah merkezine gitmiş, Halil sınır dışı yoluyla Türkiye’ye gönderilmişti. Bu sırada Refik’in kaldığı odaya kısa boylu, ince yapılı, hafiften sakal bırakmış, Sinan adlı kara yağız bir Türk genci getirilmişti. Akşam Umşulusu için benim odaya gelmiş, konuşuyorduk. Suçu cinayet ve bir Yunanlıyı öldürmekten müebbet hapse mahkum olmuştu. Bana:
-     Abi ben seni ta Stammheim’a geldiğim günlerde duymuş ve hep senin bulunduğun yere gelmek istiyordum.. Diyordu.
Sinan, dilini bilmese de, aslen Kürt olduğunu söylüyor ve Erzincanlı idi. “Osmanlıcı” olma iddiasındaydı. Bununla ne demek istediğini şöyle izah ediyordu:
- Abi, Osmanlı zamanında, gerçi herkes bir adamın kuluydu, yani Padişahın. Şimdi Cumhuriyet olarak, güya kulluktan çıkıp, başına buyruk, özgür efendiler, beyler ve oy sahibi bireyler olduk. Ama bana sorarsan bu yanlış. Çünkü o zaman hiç değilse bir adama kul idik, şimdi padişahlarımızın sayısı belli değil. Eline bir devlet mührü verilen herkes Paşa. Her Memur sanki padişah olmuş. Hangisi daha iyi?
Diyor ve ekliyordu;

- Hele şu ülkenin haline bak, devlet büyükleri ülke ülke dolanıp, elden bundan para dilenerek, vatandaşın milli kimliği olan pasaportunun itibarını sıfıra indiriyor. Çoğu gümrük kapısından hiç geçemezken, geri kalanlardan zorlukla aldığımız resmi vizeyle, ama gene de küçük gören nazarlara muhatap olarak sınırdan geçiyorlar. Osmanlı zamanında bu böyle mi idi?
Bu ithamlar karşısında bir Türk olarak, önce derin bir iç geçiriyor, sonra da;
-Sinan kardeş, bir anlamda belki haklısın, ama bunda sizin hiç mi menfi katkınız olmuyor. Baksana akın akın Avrupa’ya iltica eden Kürtlere. Kimisi dağlara çıkmış, Kürt devleti kuracağız, diye “Eylem” adını verdikleri gayri insani, tavırlarla masum insanlara kan kusturuyor, kimi, sanki çare imiş gibi, yabancı ülkelere giderek, orada sığınacağım diye bizzat kendi kendini tahkir ederek, yabancıya da bu yolda fırsat veriyorlar. Yanlış mı bu söylediklerim?
-Ne yazık ki doğrudur Abi. Ben de iltica ettim. Başvuru anında o bakışlar altında ne kadar ezildim, ne kadar utandım anlatamam. Ama aksi halde dağa çıkmak ve kendi yurttaşıma kurşun sıkmak zorunda kalacaktım. Yani ister o, ister öteki olsun bu kaçınılmaz bir hale gelmişti. Tek başıma bir şeye engel olacak durumda olmadığım gibi, bir işim gücümde yoktu. Buralarda belki bir yol bulur, biraz zaman kazanırım umuduyla gelmiştim. Ama ne yazık ki şeytana uyduk ve işte buradayız... Bir insanın hayatına kast ettim, onu kendini savunma şansı dahi vermeden vurup, öldürdüğüm için çok pişmanım... Senin olayı anlattılar, keşke öyle bir şey olsaydı benim ki de, hiç olmazsa vicdan azabı çekmezdim...
-Anlıyorum... Bu çile alnının yazgısıymış demek Sinan. Pişmanlık da bir erdemdir, ancak asıl olan, buna gerek kalmayacak şekilde davranmayı bilmektir. Zamanla bu azaptan kurtulacağına inanmalısın. Çünkü burası bir dünyevi cehennemdir. Cezalar böyle durumlarda insan ruhu için şifa etkisi yapar. Düzelir İnşallah... Senin yapacağın, bu zamanı hiç değilse olabildiğince iyi değerlendirebilmek, beyhude geçirmemektir. Aksi halde buraya girmenin hiç anlamı olmayacaktır...
-Ben de okuyacağım Abi. Ortaokul, Lise ve Üniversite, hepsini okumak istiyorum, eğer mümkün olursa tabii.
- İlkokul mezunu musun?
- Evet.
- O halde hemen bir dilekçe yazılıp, okula müracaat etmen gerek.
- Bu mümkün mü şimdi?
- Her halde. Yakında Haupschule hazırlık sınıfı başlayacak. Yani Ortaokul için dil konusunda yeterlik kursu.
Derken gerekli dilekçeyi kendim yazmış, imza atıp, idareye vermesini söylemiştim. Birkaç gün sonra Sinan üzgün bir şekilde gelip;
- Abi beni okula almıyorlar, git önce çalış diyorlar.
- Nasıl olur? Kim dedi bunu sana?
- Öğretmen. Senin cezan uzun. Daha sonra yaparsın bunu, diyor.
- Anladım. Ben konuşur hallederim. Ötekileri hadi neyse, ama Hauptschule’yi onaylamak zorundalar, yasa böyle.
Hemen o gün öğretmenle konuşup, gerekirse müdürle görüşeceğimi söylediğimde, peki gelsin demiş ve o işi halletmiştik. Okula başlayan Sinan’ın keyfine diyecek yoktu artık. Sabah saat sekizde kalkıp zemin kattaki okula gidiyor, öğrenci ödeneğinden her ay verilen parayla ihtiyaçlarını karşılıyordu. Bir gün büyük şair Yunus Emre’nin eserlerinin yer aldığı kalın kitabı getirip, bundan bir şiiri Almanca’ya çevirmemi istemiş, olur, demiştim. Ama akşam saatlerce uğraştığım halde tek bir dörtlük dahi çevirmem mümkün olmuyordu. Her bir şiirin açıklaması yapılabilirdi, ama ben özünü hiç değiştirmeden, sanki Yunus bizzat söylemiş gibi çevirmek istiyor, lakin bu dilde o tarz bir ifade bulamıyordum. Başka bir gün gelen Sinan :
- Abi küçük kız kardeşimin bir resmini yapar mısın, ziyaretime geliyor, hep elim boş gidiyorum, bu defa gelince hediye etmek istiyorum?
     Bir fotoğrafına bakarak, karşılıksız yaptığım yağlı boya portreyi Sinana veriyorum, o da kız kardeşine hediye ediyordu. Bir süre sonra bizim Sino’nun kafasını başka konular işgal edip, başka ağızlar kullanmağa başlıyor ve derken konu Kürt milliyetçiliğine dönüşerek; Biz Kürtüz, dilimiz neden yasaklanıyor, neden geliştirmemize imkan verilmiyor, okullarda neden Kürtçe öğretilmiyor, ben Türkçe biliyorum da sen niye Kürtçe öğrenmiyorsun?
     Bu ani değişime bir hayli şaşırsam da, beklemiyor değildim. Nitekim gülerek;
- Sino, bak şimdi saçmalıyorsun. Lütfen mantıklı konuş. Bir kere, Kürtçe dediğin mazbut bir dil bile yok, aksine Türkiye’de bir çok farklı lehçe var ve serbestçe konuşulmaktadır, Ben, salt bu yüzden ceza almış birini hiç duymadım. Dilimiz diyorsun ama kendi bildiğin birkaç kelime. Zaten topu 530 kökten ibaret imiş kürtçe dediğin. Hadi yaz şunları bir kağıda, beş dakikada ezberleyivereyim hatırın için...
- Sonra, bu devletin adını neden “Türkiye Cumhuriyeti” koydunuz? Kurulması için birlikte savaşmadı mı atalarımız?
- Peki, ne olmalıydı adı sence?
- Anadolu Cumhuriyeti!
- Yahu, Sino, güldürme adamı. Bu ad o denli önemli mi, kaldı ki biz sizi de kendimizden sayıyor, eşit görüp, eşit haklar tanıyoruz, yanlış mı, söyle bakalım?
-Hayır, Kürtler sömürülüyor, kasten geri bırakılıyor ve gelişmemiz için hiçbir şey yapılmıyor? Türk ırkçılığı yapılıyor! Ne demek “Ne mutlu Türküm diyene” biz mecbur muyuz böyle demeğe?
- Bak koçum, sen gerçekten henüz çok cahilsin. Çünkü ne konuştuğundan haberin yok. Biraz oku, kendini yetiştir, bak buradayız, önümüzde daha yıllar var birlikte geçireceğimiz, o zaman her şeyi konuşuruz, olmaz mı? Hem sana anlatmadım mı durumları, öyle dediğin gibi, Türkleri düşünen bir devletimiz olsa, hiç böyle gâvurun keyfine bırakılır mıydık biz? Ayrıca, siz geri kaldınız da biz çok mu ileri gittik? Git bak, ne yol, ne de su var bizim köyde. İşsiz güçsüz bir sürü de insan, zar zor hayatta kalma savaşı veriyorlar. Devletin adına gelince; bize ait olan yanı sadece o kaldı, müsaade edin de hiç değilse adı kalsın, uğruna şehit olan binlerce ecdadımızın namı hatırına.
- Peki ama bunda bizim ne suçumuz var?
- Tanrım, bu kadar mı cahil olunur Sinan. Olmayan şeyi var saymak, olan şeyi yok sayarak iftira etmekle aynı şeydir. Hal böyle iken, siz daha neden bunu yapıyorsunuz peki?
- İftira mı bu yani, Kürt topraklarının sömürüldüğü?
- Kürt toprakları dediğin yer neresiymiş, anlamadım, var mı öyle ayrı bir yer, neden saçmalıyorsun?
-Güneydoğu illeri bizimdir.
-Ya, ama sen Erzincanlısın?
- Erzincan da bir Kürt toprağıdır.
- Edirne’de ve Kars’da da Kürt var ve arada kalan bütün illerde. Desene ki hepsi sizin, ama bizim haberimiz yokmuş bundan?
-Dalga geçme ya Abi, seninle ciddi bir şeyi tartışıyoruz.
- Bunu ciddi tartışma mı sanıyorsun sen yoksa.
- Tabii ki.
- İyi, öyleyse sen kazandın. Haklısın, kapatalım artık bu konuyu , tamam.
- Ya hemen darılıyorsun sen de Abi. Ne var yani, şöyle sohbet edelim biraz daha.
- Makul olmazsan konuşmanın anlamı yok. Sizin bu durumlardan hiç suç ve sorumluluğunuz yok mu? Baksana haberlere, PPK adı verilen sözde bir Kürt örgütü, Kürdistan devleti kurmak için silahlı eylemlere başlayacağını açıklamış. Hem birlikte yaşarken geri kalmışlığınızdan yakınıyor, hem de devleti güç durumda bırakıp, geri götürecek işlere kalkışıyorsunuz. Daha önce çıkardığınız isyanlarla neye eriştiniz ki, bölücülük uğruna gene tehditler yapılıyor?
- Ben PPK’lı değilim. Bunu daha önce de söyledim. Ben dostça, demokratik yöntemlerle bize özerklik verilmesini savunuyorum, o kadar.
- Özerklik dediğin neymiş peki?
- Kendi adımızı taşıyan, kurumlarını kendimiz oluşturduğumuz, kendi bayrağımızı göndere çektiğimiz bir bölge?
- Bu dediklerini siz Kürtler olarak, cidden, hiç yapmışlığınız var mı? Ben tarihte hiç Kürt devletinden bahsedildiğini duymadım da. Yani, daha önce neredeydiniz?
- Olur mu abi, Asurlular Kürttü ama?
- Kürttü de niye kendilerine Asurlu demişler peki. Öyle değil, ama hadi diyelim ki doğru, peki bundan bize ne?
- Tarihte devletiniz yoktu diyorsun ya, işte onun için söylüyorum.
- Peki nerede kalmış bu devlet, kim yıkmış Asurluları? Türkler mi, Araplar mı, yoksa Persler mi?
- Persler.
- Bravo, bildin. O halde sorununuz İranlılarla dır, bizimle değil. Çünkü biz Perslerin değil, Oğuz boyları olan Selçuklu ve Osmanlıların devamıyız, ve bu ülkeyi de Doğu Roma, yani Bizanslılardan aldık, sizden değil. Anlaştık mı koçum?
- Yok, çünkü biz de Alparslan’a Bizans’la savaşırken yardım etmişiz.
- Bunu kanıtla peki desem, yapamazsın ama, ben yine de ; olabilir. İşte biz de size bundan ötürü eşit yurttaşlık ve kardeşlik muamelesi yapıp, birlikte yaşıyoruz bin yıldır, çünkü bunun hukuk ve mantıki karşılığı bundan ibarettir, diyorum. Yanlış mı?

Bu tartışmalar böyle sürüp gidiyordu. Sinanda görülen bu ani değişimin, okulda bu konuların kaşınmış olmasıyla doğrudan alakalı olacağını düşünüyordum. Her neden icap ediyor idiyse, zaten T.C. pasaportu taşıyan herkese Kürt mü, Türk mü olduğu soruluyordu. Bu sorunun içerdiği iki türlü maksattan habersiz olanlar hemen düşüyorlardı tuzağa. Diyelim ki aslen Kürt idiniz ve bunu açıkladınız. Bir mahkum olarak hapı yuttunuz demekti Alman cezaevi yönetimi karşısında. Çünkü o zaman bunu daima baş kakıncı olarak kullanabileceklerdi size karşı. Nerede mi? Tabii ki hapishane koşullarından şikayetçi olduğunuz her yerde. Size; ” Türkiye’deki cezaevleri çok daha kötü iken buna nasıl itiraz edebilirsiniz? Susun ve halinize şükredin, diyeceklerdi”. Diyelim ki şartlardan şikayetiniz yok ve her şeyi makul ve katlanılabilir görüyordunuz. O zaman da sizi öteki Türklere karşı kışkırtmak için ellerinden geleni yaparlardı. Şöyle ki; siz aslında “Ari ırkındansınız” (Gerçekmiş gibi) Türklerin ülkenizi işgal etmesine nasıl razı oluyorsunuz?(Sanki kendileri onca yıldır bağımsız bir ülke ve müttefik askerlerin burada üsleri yokmuş gibi). Kaldı ki nüfus olarak, Türklerden aşağı bile değilsiniz, her yerde Kürt varmış Anadolu’da. Bağımsız olup, daha müreffeh yaşayabileceğiniz yerde, Türklerin hegemonyasına katlanmayı yeğliyorsunuz, bu yakışır mı hiç Arilere? Yarın bir gün silahlı savaş başlayacak, ama siz kaçıp buraya geldiniz, neden dönüp PKK’ya katılmıyorsunuz...?”
Sinan bu tür sorgulara muhatap olup, için için işleniyor, başka kimse ile konuşamadığı için de bana geliyordu. Bunları yaşamış olanlar daha önce de anlatmıştı. Bir an için Kürdüm desem bana da böyle diyecekleri kesindi. Zaten başka türlü gururumu kırmanın imkanı olmadığını biliyorlardı. Bu arada PKK gerçekten silahlı tedhiş eylemlerine girişmiş, Tuzlada onlarca kişi ölmüş ve yaralanmıştı. Artık bu işin tadı kaçmış, iş tartışılma safhasından çıkmıştı.
Akşamları artık Umschulus yapmıyor, kafamı dinlemeyi tercih ediyordum. Yalnız canı sıkılmasın diye acıyıp, arada bir yanıma çağırıyordum, ama yine kafa ütülüyor, konuşmaktan bıktırıyordu. Bir süre sonra Sinan birinci kanatta bulunan başka bir hemşerisinin yanına geçmiş, oraya taşınmıştı. Ama bunun acısını çıkarmak için her avluya çıkmamda yanıma gelip, gene aynı konuyu açıyordu. Zaten konuşabileceği yegane konu bu idi. Sinir bozucu üslubuna sabırla cevaplar vermeğe çalışıyorsam da vazgeçecek gibi değildi. Onun bana söylediklerinin bir çeyreğini bile daha önce grup olsun, tek olsun, hiç kimseden duymamıştım. Şöyle dayağa gelecek yanı olsa hiç bakmayıp basacaktım tokatı. Ama çok ufak tefekti. Sonra kızıp, gücenik bir şekilde;
-Tamam. Kalbimi kırdın Sinan. Demek Tuzlada yapılan o kalleşçe saldırıyı kınayacağına, memnun oldun. Artık tartışma devri geride kaldı, bize resmen silah çektiniz. Sakın bir daha benimle konuşma ve uzak dur! Diye bağırıyordum.
Aradan çok geçmeden, bir gün Sinan’ın intihar ettiğini duyuyordum. Mahkumiyetinin altıncı yılında artık dayanamıyor, boynuna taktığı bir kablo ile kendini tuvalet perdesinin askısından asarak, canına kıyıyordu...

Hapishanenin iki psikologundan bir olan Thomas ile iyi anlaşıyorduk. Zaman zaman odama gelip, sohbet ediyorduk. Bir gün kat gardiyanı beni çağırdığını söylediğinde gene resim yapıyordum. Bürosu zemin kattaki idare merkezindeydi. Aşağı indiğimde uzun koridorun merkeze açılan demir kapısının önünde beni bekliyor, eliyle acele etmemi işaret ediyordu. Hızlanarak yanına vardığımda, telefon, demişti. Maria beni arıyor, mahkeme müdürü de birlikte, yarın yanıma gelmek istediklerini haber veriyordu. Durumu Thomas’a söylediğimde çok hayret ediyordu. Bay Reus gibi birinin hücrede bir mahkumu ziyaret ettiği görülmemiştir. İki mahkemede yetkili Müdür ile Mariadan başka, Karlsruhede bir sanat vakfı sahibi olan, eski ünlü Balerin Ursula Blickle devresi gün birlikte gelmişlerdi. Odamdaki tabloları beğendiklerini söylüyor ve ilgiyle inceliyorlardı. Satmak koşuluyla hemen onları alıp, sergilemek istiyorlardı. Satma konusuna sıcak bakmadığımı gerekçesiyle açıklayınca, ısrar etmiyorlardı. Bay Reus, odamı bir cezaevi hücresine hiç benzetemediği için çok şaşırıyordu. İkinci şaşırma nedeni de bu resimleri yapmak için gerekli onca malzemeyi nasıl temin ettiğimdi. Bu ziyaretinden sonra bir kez daha gelecekti Bay Reus, çünkü bu şereften ötürü kadirşinaslık olsun diye fotoğraflarından bakarak eşi ile kendine birer portre yapıp, hediye olarak göndermiştim. O nedenle, eşi de benimle tanışmak istemiş ve birlikte gelmişlerdi. Bu defa bana yanında, posta için kullanacağımı düşündüğü 50 Marklık pul getirmiş, ama açıktan vermeğe kalktığı için, o sırada yanımızda olup, bunu gören kat gardiyanı yasal olmadığını söyleyince, Hakim Reus; ” Görüyor musunuz Bay Özgür, burada bana bile yasak var” diye yakınıyordu. Daha sonra, ısrar etmesi nedeniyle, yaptığım portrelere karşılık, bana en iyisinden bir takım fırça ve boya malzemesi göndermesini razı oluyordum...
Böyle bir manzara gerçi tahayyüllerimde yok değildi, ama bir gün gerçekleşeceğin inanmak çok zordu. Uzun günler, geceler boyu dur durak bilmeden çalışırken, böyle bir aşamayı hep amaçlamıştım. Nitekim vuku bulmuş, ve dışarıdaki Almanlara, sandıkları gibi, beni canlı mezara gömememiş olduklarını gösterebilmiştim. Bunun daha ötesi olduğunu da yakında öğreneceklerdi. Yanıma geldiklerinde esasen çok doluydum, ama kendilerini nezaketle karşılayıp, söylemek istediklerimi uzunca bir mektuba saklamıştım. Bay Reuse yazdığım o mektupta, bütün hikayemi özetlemiş ve sonuç olarak, “Bu benim sizin cemiyetinizden aldığım çok özel bir intikamımdır” diye bağlamıştım. Hakimden gelen cevap anlayışın ötesinde, büyük bir hayret ve hayranlık ifadeleri içeriyordu. Hakim Reus bu konuyu kendine saklamak istememiş, bir gün sonra cezaevi müdürü benimle görüşmek istiyordu. Meğer Alman BNN (Baden Würtemberg’in en yeni haberleri) gazetesine bağlı muhabirler benimle mülakat ve bir haber yapmak istiyorlarmış, müdür itirazım var mı diye soruyordu. Elbette ki yok ve ben de bunu bekliyordum zaten. Ancak görüşme bu kez kendi odamda değil, birkaç tabloyu taşıyıp, duvarlarına astığımız başka bir görüşme odası tahsis edilmişti. Derken biri bay, diğeri bayan iki muhabir gelmiş ve röportajı yapıp gitmişlerdi. Bir gün sonra da gazetenin kültür sayfasında “Fırça ve tuval ile dışarıya köprü kurmak” başlığı altında, yarım sayfa olarak yayınlanmıştı. Bu olaydan hemen sonra, biri Hırvat asıllı olan birkaç sanat menajeri beni aramış ve gelerek görüşme yapmıştık. Şayet resimleri sergilemek ve satmak istersem, her türlü katkıyı yapacaklarını söylüyorlardı. Ancak resim satma konusundaki kararım değişmiyordu. Bu haberi, kırk dakikalık bir video belgesel çekimi izliyordu. Yıllardır görüştüğümüz Hikmet Toprak’ın birlikte getireceği bir amatör kameramanla odamda çekim yapabilmeleri için müdürden izin alıyordum. Onun gayesi bu çekimin kaydedileceği video kaseti çoğaltarak, ilgili yerlere göndermek ve bu vesile ile erken tahliyeme destek sağlamaktı. Nitekim sekiz nüsha yapılmış ve bunlardan ikisi Türk Medyasından Uğur Dündar ve Barış Manço’ya olmak üzere, ilgili bir çok makama gönderilmişti. Hemen söyleyelim ki, sonuç onun umduğu gibi olmayıp, bu girişimin sağladığı yegane yarar bir daha tekerrürü mümkün olmayan bir anı ve bundan elde edilen bir kasetten başkası olmayacaktı. Sonraki yıllarda T.C. Karlsruhe Konsolosluğu Hürriyetin ve Milliyet Gazetelerinin haberlerini duyup, sergi girişimde bulunmak için görüşmüşlerdi. Zaten tahliyeme nispeten az bir süre kalmıştı ve nitekim ilk sergiyi Siemens Şirketine ait özel sergi salonlarında açmak mümkün olmuş, ancak ben şahsen katılmak istememiştim. Önce bir haftalığına gün vermiş olmalarına karşın, aradan üç ay geçmiş resimleri bir türlü geri vermek istemiyordu Siemensçiler. İkide bir de satmam konusunda haber gönderiyorlardı. Resimlerin dışarı çıkmış olması cezaevi idaresini önce memnun etmiş olsa da, arı balsız kalır mı, hemen yenilerini yapıp asmıştım duvarlara. Artık çıkmalıydım buradan ve ne kadar çok rahatsız edersem o denli erken çıkarım, diyordum. Tübingen savcılığındaki yetkili savcı ile telefonda görüştüğümde, “Bay Özgür, bana kalmış olsa siz çoktan çıkmış olacaktınız, fakat maalesef Eyalet Savcılığı buna onay vermedi ve ancak on beş yılı doldurduktan sonra çıkmanız mümkün olabilecek” diyordu. Mahut firar denemem nedeni ile ayrıca yargılanmıştım. Önce öldürmeğe teşebbüs denilerek, sekiz yıldan başlayan ceza talep ve iddiası sonra on sekiz ay ile noktalanmış ve bunun yarısı, devam etmekte olan cezam durdurularak, tatbik olunmuştu. Oysa ben toplam on beş yılı hesap ediyor ve sekiz ay için ayrıca girişimde bulunmamıştım. On beş yılı tamamladıktan sonra sekiz ayın ne ehemmiyeti olur, bunun için de ayrıca tutmazlar sanıyordum. Ancak öyle olmayıp, bu olaydan ötürü yargılandığım Mannheim savcılığına başvuruda bulunmam gerekiyordu. Nitekim, onaltıncı yılın yedinci ayında yazacağım dilekçeye, hemen uygulanabilir, yanıtı gelecekti.
Bir gün, Maria’nın bahsetmesiyle, mektupla tanıştığımız Frankfurtlu üç bayan nihayet ziyaretime gelmişlerdi. Biri yirmi beş, biri otuz beş, diğeri ellisine yakındı. Yaşlı bayan Herta, ana tanrıça, en genci Erika, pozitif ve negatif enerji ölçer, öteki Doris ise Medyumdu. Trans haline geçip, ruhlarla konuşuyor ve geçmişten, gelecekten haber veriyorlardı. Maria’ya dediğine göre, güya bundan önce yaşamında, ki bu muhtemelen ortaçağ imiş, o kocasını savaşta yitirmiş bir kraliçe, bense onun ordu komutanı imişim ve bir savaşta ansızın saf değiştirip, ona karşı savaşmışım. Bu hikayeyi teyit edebileceğim hususunu soruyorlardı, ama bu tabii ki mümkün değildi. Gerçi gerek kendi ruhi derinliklerimden gelen belli belirsiz sinyaller ve gerekse reenkarnasyon hakkında duyup, okuduklarım bu konuda az da olsa bir ihtimali var saymama vesile oluyordu. Ancak, yer, zaman, kişiler ve fonksiyonum gibi detaylar hakkında hiçbir kanaate sahip değil ve kuşkuluydum. Onlar halbuki, gayet emin konuşuyorlardı. Bu konuları yüz yüze görüşmek için, üç ay sonra ve işte nihayet gelmişlerdi. Harta’da kristal enerji varmış. Bana:
-     Ellerini uzat, sana kristal enerjimden vereceğim.
Demiti. Bana uzattığı ellerinin üzerine avuç avuca gelecek şekilde uzatmıştım ellerimi. Sonra devamla:
-Gözlerini yum ve ne görüyorsan söyle. Demişti.
Gözlerimi yummuş, ama henüz olağandışı bir şey görmüyordum. Onlar ve bir masanın çevresinde oturduğumuz aynalı ziyaret odasıydı gördüklerim. Yan taraftaki aynanın arkası karanlık ve izleyici memurlar orada oturuyordu. Nitekim:
-Bir şey göremiyorum ki, ne söyleyeyim? Diyordum. Ama o:
-Etrafına baksana, iyi bak, çevrendeki altın çerçeveli evlerde camlar açık ve karanlıkta bir kenara çekilmiş olan, yarınlardan ümitsiz, hedeflerini, hayatlarının anlamlarını kaybetmiş insanları görmüyor musun? Diyordu.
Bu tanımlamadan sonra istesem elbette bir şeyler ilave edebilirdim. Ama bu gerçeği yansıtmayacak, samimiyetten uzak olacaktı. Bu yüzden konuşmak istemiyordum. Ama o ısrarla:
-Onlar senin insanların, sana ihtiyaçları var, onlara yol göstermen gerekiyor, bunun için sen seçildin. Diyordu.
Ben ise buna ironi ile karışık;
-Neden yol gösterici ben olayım, madem altın pencereli evlerde oturuyorlar, o halde bir sorunları olmasa gerek, belki size öyle geliyordur, sessiz oturup, kafa dinlemeği yeğlemişlerdir
O yine ısrarla:
-Hayır, onlara sen yol göstermelisin, bunu ancak sen yapabilirsin” Diyordu.
Nitekim gözlerimi açıp, ellerimi çekiyor ve bu komediye bir son vermek istiyordum. Ama onlar hala ciddiydi.
Herta;
-Sana bir koruyucu melek tahsis ettim, daima koruyacak seni. Diyordu. Buna tebessüm ediyor ve;
- Çok teşekkürler, ama buna ihtiyacım olacağını sanmıyorum. Şimdiye kadar olduğu gibi, gene kendi kendimi koruyabilirim çünkü. Diyordum.
Bu, onlara göre çok özel bir lütuf olup, geri çevirmiş olmam ağır bir hakaret sayılmış olacak ki. nitekim üçü birden hüngür hüngür ağlamağa başlamışlardı. Baktım olacak gibi değil.
- Tamam, tamam, bütün önerileri kabul ediyorum, lütfen susun artık.” Diyordum ve ağlamayı kesiyorlardı.
Oysa ki daha baştan, çok zor inanan biri olduğuma dikkatlerini çekmiş, dolaylı olarak uyarmak istemiştim onları. Buna rağmen bunları söylediklerine göre, şahsen inanıyor olmalıydılar. Veya kim bilir, belki de söylediklerine inanmaları benim onlara inanmama bağlıydı. Öyle ise işleri zordu. Çünkü aradıkları adam bir başkası, kolaycı ve biraz da kaçık olmalıydı. Onlarla, yine yazışmak üzere vedalaşıp, ayrıldıktan sonra doğruca odama gelmiş ve sırt üstü uzanarak, bu garip olayı yeni baştan tahlile koyulmuştum:
“Onlara daha baştan inanmamakta haklı mıydım? Yanlarına peşin yargıyla gitmem objektif bir tutum olmayıp, bilimselliğe aykırı değil miydi? Dediklerinde hiç mi doğruluk payı olamazdı? İnsanların genelde inançsız ve sadece güce taptıkları konusunda şartlanmış olamaz mıydım? Somut olgular harici konularda, dışardan gelen telkinlere kolay inanmadığım bir hakikatti. Zira insanların bazen, çok gereksiz yerlerde bile, yalana tenezzül edebildiklerini çok görmüştüm. Bu durumlar karşısında duyduğum iğrentiler, bende sağlıksız bir ön eleme süzgeci oluşmasına yol açmış olamaz mıydı? İstisnasız, bütün peşin yargılarımın doğru ve isabetli olacağını var saymam ne derece doğruydu?...
Bu sorulara kendi adıma samimi karşılıklar verebilecek durumdaydım. Çünkü kendimi kandırmak istemeyeceğim gibi, buna ihtiyacım da yoktu. O halde, o çok emin olduğum “Hayatta hiçbir tesir altında kalmadığım, Tanrı’nın yarattığı ne ise, onu koruduğum, herkesten bağımsız olduğum” şeklinde ki inancım, belki de bir yanılgıydı. Farkında bile olmadan, genel kabul görmüş toplumsal yargılara, hem de aşırı bağımlı olamaz mıydım? Başka bir ifadeyle, bu, toplumsal vicdanın bende yaşaması ve bunun bir tezahürü olamaz mıydı?...
Thomas’la bir gün avluda dolaşıyorduk, dinler konusunda benden görüş almak istiyordu;
- Sence en inanılır, en doğru din hangisidir?
Ben bir an düşünüp;
-Toplumsal mutluluk için İslamiyet’tir, ama bireysel saadet için belki Budistlik de kısmi rahatlık sağlayıp, tercih edilebilir. Demiştim.
Bunun üzerine Thomas, sanki gizli bir şifre çözmüş edasıyla:
-Sen var ya sen, özel olarak eğitilip, buraya da salt İslam’ı yaymak için gönderilmişsin! Diyordu.
Bu eda ve sözler karşısında çok gülmüştüm.
- Hah, hah haaa! Olacak iş değil bu Tom.. Gerçekten böyle mi sanıyorsun? Oysa ki,Oysa ki sana daha önce, bu konuda eğitilmem için zoraki başladığım okulu bitirmeden ayrıldığımı söylemiştim ve bu doğruydu…
Buna rağmen Thomas dahi, bütün Almanlar gibi, nispeten bireyci (Egoist) olduğu için, daha sonra din olarak Budizm’i tercih ettiğini söyleyecekti.
Geri dönecek olursak, bana kalırsa, son derece bireyseldim. Ama toplumun İslam yoluyla daha güvenli ve mutlu olabileceğine dair güçlü bir telkinle büyüdüğüm de bir vakıa idi. Zaman zaman, Kuran surelerinin olağanüstü tesirlerini, bilhassa çocukluk yıllarımda, düşte ve pratikte görüp, yaşamıştım. Rüyada, mahiyetini bilemediğim varlıklarla, bir kez Cinlerle karşılaşınca, çok korkmuş, ezberimde olan bir sureyi okuyarak, o durumdan anında kurtulmuştum.
Pratik hayatta ise, onüç-ondört yaşlarımda iken, sol dizime bir şey olmuş, yürümekte zorlanıyor, koşarken ansızın içerden saplanan bir acıyla tepe taklak gidiyordum. Bunun üzerine etraftan çare sorduğumda, kimdi unutmuşum; Karaşehy köyünden Hüseyin dayı halleder, Cuma günü git, yanında bir çile kullanılmamış temiz iplik götür” diye salık vermişti. Birkaç gün sonra oraya arkadaşım Aydınla birlikte ve topallayarak gitmiştim. Anılan kişiyi camiden çıkan cemaatten sorarak bulmuş, ayak üstü derdimi açarak, ipliği ona uzatmıştım. O ise iplik çilesini açmış ve üzerine bir şeyler okuyarak düğüm atmağa başlamış ve belli bir sayıdan sonra, bunu dizime bağlamak üzer, kalan kısmıyla birlikte bana vermişti. Dediğini hemen yapıp, dönerek yürümeğe başlamıştım. Önce yavaş, sonra koşarak dağdan aşıp, köye geri dönmüştüm.
Şimdi bütün bunları yeniden inceliyor, neyin ne olduğunu anlamak istiyordum. Şahsen, Din mefhumunu, bencil amaçlar için sarf edilemeyecek kadar değerli, insan ile Tanrısı arasında kalması gereken, son derece özel bir konu olarak görüyordum. Kanımca kişi, toplumda öncelikle ve sadece genel geçer ahlaki normlar dahilinde davranmakla yükümlü olup, bunun ötesine kimseyi karıştırmamalıydı. Şahsen, kendimi her ne kadar birey olarak, bağımsız görsem ve böyle görülmek istesem de, mensubu bulunduğum toplumun genel kabul görmüş Din ve inanışlarını dışarıda savunmayı vicdani bir görev olarak sayıyordum. Bence, önerilen bir şeye karşı yeterli gerekçe göstermeksizin itimatsızlık göstermek bile muhataba hakaret anlamı gelirdi. Bu nedenle, karşımda ki kimsenin inanmasının gerekli olabileceğini düşündüğüm, iddia anlamı içeren sözlere çok dikkat ederdim. Bu nedenle, İslamiyet konusunda kendiliğimden ona bir şey anlatmamayı yeğlemiştim. Sorduğunda anlatabilirdim tabii, ama o zaman da, savunduğum şeyi kabul etmemek için bunun daha iyisini ortaya koymasını, aksi halde kabul etmeğe mecbur olduğunu söylemeliydim. Bunu gurur meselesi yapacağını ta baştan tahmin ettiğim için de işte, Budizm’i öne sürmüştüm. Ancak her şeye rağmen emindim ki, ilk önerim kesinlikle aklında kalacak ve onun yanlış olduğunu düşünemeyecekti. İnanılırlığı yüksek olmayan, sübjektif özellikteki konulara dikkat çekip, bundan eminmiş gibi söz edenleri kuşkuyla karşılar, samimiyetsiz ve hatta mütecaviz sayar, böylesi kişilerle tartışmamayı yeğlerdim. İnsanların karşılıklı güvene ekmek ve su gibi ihtiyaçları olduğu muhakkaktı, bunu azaltıcı ve hatta tamamen yok edici tutumdaki bir tür hasta insanların arttığı bir toplum yıkılmanın eşiğine gelmiş demekti. Ancak, ne yazık ki günümüz toplumlarının çoğu artık bu durumdadır. Bir kısım masum insan, bu kaos ortamında neye ve kime inanacağını şaşırıp, çaresizlik içinde bir kurtarıcı beklerken, bir kısım kendince uyanık, vicdansız da, bunları suiistimal ederek, kısa süreli de olsa, kişisel yarar sağlamak peşindedir.
Bu arada Hıristiyan inancına geçmesi sağlanarak, vaftiz edilen bir Türk gencinden bahsetmeden geçemeyeceğim. Adı Kenan olan genç, 26 yaşındaydı. Teşekkül halinde gasp suçundan sekiz yıla mahkum edilmiş olan sekiz kişiden biriydi. Uzun boylu, iri yapılı, kara yağız bir delikanlıydı. Dışardan bakılınca hayli ceberrut görünen bu genç, gerçekte nahiv, düşselliğe meyilli, her genç gibi hamasi olayları severdi. İlk tanıştığımız günlerde, kendini ülkücü olarak tanımlasa da, iki türlü kişilik arasında gidip, geliyordu. Kendini güçlü, zeki ve cesur görürken, aynı zamanda zıt özellikler, zayıf, cahil ve mütevazı davranışlar sergiliyordu. Bu git gel esnasında bir gün şakayla karışık bana meydan okumasın mı. Ona, yanıt olarak:
- İçeri geç öyleyse!
Dediğimde, ansızın ciddileşip, önünde konuştuğumuz odama girmişti. Arkasından ben içeri girip, bir adım atarak kafayı patlatmıştım suratına. Böylesi durumda en kestirme düzeltmenin ne olduğunu yıllardır biliyordum. Bir hayli birikmiş töhmeti olmasa elbette hemen ciddiye almayacaktım. Ama insan oğluydu bunun burası, şeytan ve melek bunda iç içe yaşıyordu. Onun için asla aşırı gevşekliğe gelmez, bunu hemen gerçek bir zafiyet sayabilirdi. Bana son derece saygı ve sevgi duyduğunu söylediği halde, bir söz esnasında, güya zekamı överek “Du Hund du ” (Seni it seni) demiş, hadi bunu geçtik, bu kez başkalarının yanında, yıllardır kurup, koruduğumuz onur ve vakarımı sarsıcı tutumda bulunurken “Yapma” dediğim halde, pervasızca; “Yaptım bile” diyebilmişti... Sabretmiş ve işte tam aradığım türde bir bahane bulmuştum. Böyle bir şeye cüret (Ona göre bu cesaretten öte bir şeydi) edebileceğimi hiç sanmadığı için, şoke olmuş, derhal yelkenleri indirivermişti. Esasen içeri girdiğimde karşımda gard almağa kalkmasa yine vurmayacak, öfkelensem de yine sabredecektim. Ama bu durumda mutlaka çekindiğimi düşünecek ve sonuç daha negatif olaylara davet çıkaracaktı. Benden illa ki, fiili bir ispat gereksinimi vardı. Geçmişim, anlatılanlar onu tatmine yetmiyor ve hatta belki biraz da tahrik olmasına yol açıyordu. Nitekim ilk darbeden sonra dişi ağzından fırladı sanıp, hemen eğilerek, niçin lazımsa, onu yerde aramağa başlarken, ben zaten durmuştum. Sonra o denli kötü olmadığını görünce hemen barışmış, ama artık o denli birlikte olmuyorduk. Fakat bu arada uzaktan onu izliyor ve onda bir takım davranış değişiklikleri, ruhsal dinginlik, uzayan sakalını kesmeme gibi izlenimler edinip, tekrar yanına gitmiştim. Odasından televizyonu da kaldırmış, onu ihtiyac duyan bir başkasına verdiğini söylüyordu. Bütün tavrıyla bizim dervişlere benzediğini düşünüyordum. Derken o akşam Umschlus yazdırıp, ona gitmiştim. Daha önce de odasında İncil ve sair kitaplar görmüştüm, ama bu kez durum farklıydı. Yoğun olarak okuduğu sayfa ayraçlarından belliydi. Derken çay demlemiş ve içerken meseleye girmişti. Gerçi hemen vaftiz olduğunu söylememiş, daha ziyade bu dine ilişkin hissettiklerini ve onun manevi hazzı ve doğruluğunu vs. bahsediyordu. Toleransla dinlediğimi, hatta kimi noktalarda tasdik ettiğimi görünce, bu konuda daha sık konuşmak istediğini söylüyordu. Meğerse bizimkinin niyeti beni de o yola çevirmekmiş. Daha önceki konuşmalarımızda gerçi bu yönde bir temayülü olduğunu sezinlemiştim. Ama işin gerçekten bu raddeye geleceğini yine de sanmıyordum. Bana, milletimizin ne kadar yanlış tutum izlediğini ve ne sahte bir gurur sergilediğini ve sair bir sürü tenkit sayarken, ona, daha önce, bizden sayarak, yaptığım yakınmalardan ötürü ne yazık ki karşılık verecek durumda olmadığımı düşünüyordum. En son olarak; “İşte bu nedenle o kafa olayını affettim” demesi ile meselenin gerçek boyutu ortaya çıkıyordu. Yani Hıristiyanlığın o müthiş hoşgörüsü (!) olmasa, belki de hayatımdan olacakmışım. Kaldı ki, daha önce bunun aksi olduğunu biliyordum. Zira benzeri tutumlarıyla kafamı kızdırmış olan Afyonlu Seydi ile Ağrılı Cengiz aynı şekilde tezahür eden tepkimle karşılaştıklarından, barıştığımız halde, gizliden kinliyorlarmış beni. Bir gün üçün bir araya gelip, dertleşirken, ortak kinde buluşmaları, bana duşta saldırma fikrine gelmelerine yol açmış. Bu öneri gerçi Ağrılı Cengiz’den gelmiş ama, buna sadece Afyonlu Seydi karşı çıkıp, gerekirse kendi işini tek başına yapacağını söylemiş. Bunları da sonra bana bizzat itiraf etmişti. Bu durumda yeniden gücenmeme rağmen, açıklamayıp, ilerde değişeceği ümidiyle, tepkisiz olarak yanından ayrılıyordum. Onun ve daha başkalarının bu dini öğretiye samimiyetle inanabilmelerinin benim tutumuma bağlı olduğunu önceden biliyordum. Çünkü burada görevli Kilise rahipleri beni daha iyi tanıyor ve buna ilişkin bir çok kez, inanılmaz tolerans ve vaatlerle girişimde bulunmuşlar ama başaramayıp, işi korkutma boyutuna bile taşıdıkları bir vakıa idi. Bunun için, bir gün Seydi ve birkaç Türk arkadaşla oturduğumuz sırada, Hapishane Evangelist rahibi, bay Schmit benim serice kapıyı aralayarak;
-Duydunuz mu, Neo-Naziler üçüncü kanatta yabancılara saldırmış?! Diyordu.
Yüzündeki ifade, paniğe kapılmadan okuma yetisini haiz olanlar için her şeyi açıklıyordu. “Hapı yuttunuz, işte burada da başınız dertte” demek istiyordu. Ancak verdiğim yanıt, yüzündeki sevinçli hali tersine çevirmeğe ve kapıyı kapattığı gibi geri dönmesine yetiyordu.
-Olabilir Bay Schmit, daima açık olan bu kapıdan elbette içeri girebilirler, ancak sağ salim tekrar geri çıkabileceklerini, doğrusu hiç garanti edemem. Demiştim.
Onun arkasından, bizim, atınca mangallarda kül bırakmayan ünlü Türk kabadayılarına dönüp, zira o konuşurken bir an göz ucuyla baktığımda, benizlerinin solgunluğumla az kalsın her şeyi berbat edeceklerini görmüştüm;
-     -Bu ne hal be? Hani her dalda birinci, cesur Türkler diniz? O suratlarınız hali neydi papazın söyledikleri karşısında? Böyle yapacaksanız bir daha bu odadan içeri adım atmayın. Çünkü hiç olmayacak şeylere davet çıkaracaktınız az kalsın! Diyordum...
Tabii ki, ne demek istediğimi ve yaptıklarının nasıl bir hata olduğunu anlamışlardı. Nitekim hemen kalkmış ve hep beraber doğruca üçüncü kanada gitmiştik. Gerçi bir tartışma çıkmıştı mahkumlar arasında, ama bu yabancılarla değil, Almanlar arasında sayılırdı. Çünkü tartışma taraflarından Atilla isimli genç, ana tarafından Alman olduğu gibi, resmen de bir Alman vatandaşıydı. Durumla ilgilenmemiz Nazi geçinen Almanların yüreğini oynatmış, hemen gelerek, olayın yabancı düşmanlığıyla falan değil, aksine özel bir alış verişle ilgili yanlış anlamadan öte bir şey olmadığı teminatını vermişlerdi.
Kenan konusuna devamla, güya bizimki gerçek anlamda ve tamamen değişip, peygamber gibi hoş görülü ve üstün erdemlerle donanmış olduğu için, artık kapıya gelen adamın kim olduğunu dahi sesini duymadan, açıp görmeden tanıyabilecek bir keramet ehli olmuştu. Ama burası üç günlük bir karşılaşma yeri değildi ne yazık ki. O nedenle, sonunda foyanın ortaya çıkması kaçınılmazdı. Aradan çok geçmeyip, bir gün bizimki gayet öfkeli, o kara gözlerini dondurarak gelip, az kalsın bir Almanı keseceğini söylüyordu. Bunun benim sözlüğümdeki anlamı başkaydı ya, kızarak, kendine hakim olması ikazına ek olarak, böyle şeylerden el etek çektiğini hatırlatmıştım. Bu onu daha da kızdırıp “Sen karışma” diyerek, çıkarken, ses tonu açık tehdit içeriyordu. Bu hali bardağı yine taşırmış ve tekrar ele almıştım. Rast gele attığım birkaç sille, tokada rağmen karşılık vermiyor, ama tehdide devam ediyordu. Bu beni daha da kızdırıp “Tehdit etme!” derken daha sert vuruyordum. Sonunda dışarı kaçmağa çalışırken, müdüriyete şikayet edeceğini söyleyince yakalayıp, somyaya oturtuyor ve yeniden sakinleştiriyordum. Önceleri kadar spor yapmasa da, halen sağlam yapılı ve dayanıklı olduğu için aldığı darbelerden fazla etkilenmemişti. Nitekim bu tutumumun önceki sözüyle de alakalı olduğunu, çünkü böylece yalan söylemiş olduğunun ortaya çıktığını yüzüne vuruyordum. Demek ki, güç yetireceğini bilse af maf dinlemeyecekti. Gerçi yanlışını anlamış, ama vaftizden gene de caymıyordu. Bu tutumuna, sınır dışı edilme durumunda kilisenin yardımcı olabileceğini sanıyor olmasının rolü olmalıydı. Fakat sonunda cezası bitmiş ve sınır dışı edilmekten kurtulamamıştı. Türkiye’ye intikalinden bir süre sonra bana mektup yazarak, canını yakmış olmama rağmen, sevgileriyle, bir gün buradan kurtulmam yönünde ki samimi temennilerini bildiriyordu. Ben de onun için yüce Tanrıya dua ediyor, vatanımızda kendisine uygun bir iş verecek, iyi insanların hala bulunuyor olmasını diliyordum...

İki yıl aradan sonra Thomas yeniden Bruchsal’a dönmüş ve tekrar karşılaştığımızda barışmıştık. Stammheim’da çok uzun süre tecrit edilmiş olmasına rağmen buna dayana bilmişti. Dokuz gün aynı koşullarda kaldığım için, tecritin ne demek olduğunu biliyordum. Artık birinci kanatta kalıyor ve sadece mesai saatinde görüşebiliyorduk. Cezası iyice azalmış olduğu için, bu arada taş işleme sanatı olan “Steinmetz” kursuna iştirak etmiş, birkaç ay sonra da şartlı tahliye ile salıverilip, üç gün sonra, müdürün özel izniyle (Oysa içerden çıkanlar, aradan altı ay geçmeden kimseyi ziyarete gelemezlerdi), ziyaretime gelmişti. Daha sonra, önce Prag ve Warşova’dan bana tebrik kartları yazan Thomasla epey bir süre haberleşememiştik. Gerçi her hangi bir şekilde ona ihtiyacım olursa (Buna firar da dahil) kendisini haberdar etmemin yeteceğini söylüyordu. Ama öyle bir niyetim olmayıp, bu durum, ben de çıkıp, Türkiye’ye geldiğimi bildirdiğim güne kadar sürecek, ama devresi gün uçağa atlayan Thomas, Ankara’ya gelip, bir hafta misafirim olarak geri dönecekti...
Bu arada eşim tekrar ziyaretime gelmek için vize baş vurusunda bulunuyordu. Maria’dan kendisine bahsetmiştim. Çıkacağım gün henüz meçhul olduğu için, onun benimle evlenme düşüncesinden de söz etmiştim. Ancak böyle bir şey olursa erken tahliyem konusunda etkili olabileceğini söylüyordu. On bir yıl sonra verdiğim ilk, sınır dışı edilmek şartına bağlı, tahliye dilekçem Eyalet savcılığınca ret edilmiş, en erken on beş yıl sonra bunun söz konusu olabileceği haberi gelmişti. Bu durumda katkısı olabileceği düşüncesiyle, formalite bir evlilik için olsun rıza gösterip göstermeyeceğini sorduğumda, eşim buna asla razı olmak niyetinde olmadığını söylüyordu. Bunu, formalite icabı bile olsa esasen ben de arzu etmiyordum, ama ne yazık ki koşullar bunu sormamı zorluyordu. Sonuçta yanıma gelmiş ve sadece evli mahkumların yararlanabildiği şartlarda, ayda iki kez ve dörder saat dayalı, döşeli özel bir konteynerde görüşebiliyorduk. Bundan Mania’nın da haberi var ve anlayışla karşılıyordu. Kah annem ve kardeşlerimle, kah kendi kardeşi ile kalan eşim, altı ay sonra, oturma izni uzatılamayıp, hamile olarak Zonguldağa dönmek zorunda kalıyordu...


DÖNÜŞÜM

İnanılmaz bir şey, üç yıl sonra tahliye edileceğim kesinleşmişti. Ancak kesin tarih yabancılar Polisince belirlenecekti. Savcılığın onayı geleli bir ay geçtiği halde haber gelmiyor, çıkacağım günü öğrenemiyordum. Bu durum, bir çok kez bu nedenle hayal kırıklıkları yaşayan eşimi bu kez gerçekten yıkmış, bir gün buradan çıkabileceğime ilişkin bütün inancını kaybetmesine yol açmıştı. Alman devletini affetmeğe başlamıştım ki, yeniden kinlemeğe ve bunun hesabını sormayı düşünmeğe başlamıştım. Benimle şaka yapılamayacağını çok iyi biliyor olmalıydılar. Yattığım her yılın bedeli olarak, salt Alman oldukları için, on kişi öldürecek ve bunu basın yolu ile bütün Almanya’da duyuracak, gerçek sorumlunun Alman polisi ve Adalet Bakanlığı olduğunu bütün nedenleriyle açıklayacaktım. Neden hala öğrenmek istemiyorlardı her kişinin bir olmadığını, anlamıyordum. Çok bunalımdaydım. Eşime kesin tarihi veremiyordum onca yıl geçmesine rağmen.
Bu arada Mannheim’da tanıştığımız Malatyalı Orhan ansızın Bruchsal’a gelmişti. Firar esnasında ve sonra ondan iyilik görmüştüm. Aradan yıllar geçmiş (9yıl) Onunla yeniden ve bu defa Bruchsal’da karşılaşmıştık. O, zamanlar kırk yaşlarındaydı. Artık epey yıpranmıştı. Evet, gerçek dostlar, nadiren de olsa, böyle hiç beklemediğiniz anda çıkıyorlardı karşınıza. Mannheim’da yedi sene yatmış, biz tanıştıktan iki yıl sonra çıkmıştı. Beş yıl sonra aynı suçtan yeniden yakalandığını duymuştum. Heilbronn ve Mannheim ceza evlerinden geçerek, çıkan bazı Türk-Kürt kavgaları nedeniyle, şimdi buraya, benim kata gelmişti. Onun dostum olduğunu ve çok nadir yaptığım şekilde, kimsenin saygıda kusur etmemesini tembih etmiştim.
Orhan, ne de olsa eski bir hapishaneciydi, gelir gelmez odayı anında toparlamış, kitap rafına kadar düzenlemişti. Oturmuş çay içip, sohbet ediyorduk ki, rafında iki cilt “Kenzül Havas (Gizli ilimler hazinesi)” kitabı gözüme ilişmişti, Hemen birini alıp, biraz göz gezdirdikten sonra, birlikte götürmeğe karar vermiştim. Çünkü her soruna cevap vardı bunlarda. Beni ilgilendiren tek şey ne zaman çıkacağımdı. Bunu öğrenmek istiyorsam “16641 defa Ya Melik, diye çağırmalı olduğum yazıyordu bu kitapların birinde. Bunu o akşam uygulamak istiyordum. Nitekim denileni yapmış, şimdi çokları inanmayacak ama, devresi sabah saat onda çıkacağım günü öğrenmiştim Bu tarih 10.10.1997 olacaktı. Şu halde on gün sonra. 16641 kez aynı şekilde hareket etmek zorunda kalan dilim çok sızlamış ve neredeyse yaralanacak hale gelmişti. Bu tarih güvenlik gerekçesiyle kimseye söylenmiyor, çoğunluk çıkacağı günün akşamı öğreniyordu bunu. Ben, akşam yaptığımı da unutmuş olarak, çok ısrar etmiş ve üç ayrı telefon numarası çevirdikten, ve hatta tehdit ederek öğrenmiştim. Tabii hemen telefon edip, eş ve dostuma bunu haber vermiştim...
Bunca yıl yaşadığım her şey inanılmaz bir düş gibi geliyordu. Çıkacağı kesinleşen mahkumlar, son günler hiç çekilmez oluyorlardı. Ama bende uçağa bineceğim sabaha kadar hiç istifimi bozmamış, her zaman oludu gibi, resim yaparak geçirmiştim zamanı. O sabah odamda ki bütün eşyayı Orhan’a bırakmıştım. On iki yıldır bulunduğum 4. kanattan ayrılırken, benden hoşnut olan memurlar güler yüzle veda ederken, çıkmamı hazmedemeyen ırkçılar gidişimi görmemek için ortalıktan kaybolmuşlardı. Çünkü onlara dönüp; “Size daima dediğim gibi, gerçek mahkumun kim olduğunu gördünüz mü, hadi bana eyvallah!” diyeceğimi biliyorlardı…

     
HAYDİ BANA EYVALLAH

19 yıl aradan sonra, Stuttgart hava limanına tekrar gitmiş ve polis gözetimi altında, bir THY uçağına binmiştim. O sırada sınır dışı edilen başkaları da vardı. Hepsi bundan rahatsız, tek ben sevinçliydim. Hatta bu yüzden uçağa binişimizi izleyen askerlere takılmış;
” Bu ne demek oluyor, Almanya sınırına bıraksanız zaten ben kaçacak iken, siz tutmuş şimdi kaçacakmışım gibi önlem alıyorsunuz. Bu çok komik.” Diyordum.
Nihayet uçağın arka tarafında ki koltuklara oturduğumda, yanıma iki genç yabancı polisi elemanı erkek daha oturmuşlardı. Bunlar dört kişilik bir timdi. Bir de bayan eleman vardı yanlarında. Üç kişilik koltuk dizisinde iki erkek benim yanıma, bayan da onların hemen soluna oturmuşlardı. Bunları hava alanı bekleme salonunda iken görmüştüm. Ara sıra bizi kesiyorlardı. Yabancılar dairesi görevlileri olmaları gerektiğini düşünmüştüm. Anlaşılan, mutat olduğu üzere bize, İstanbul’a kadar refakat edeceklerdi. Cezamı bir ay on gün artıran yabancılar dairesinde görevli bu ufak tefek tiplerin yanıma oturmağa cesaret etmelerini hazmedemiyor, buna cesaret edişlerini ödetecektim. Uçak havalandıktan biraz sonra yanımda oturana;
- Siz yabancılar dairesindensiniz, değil mi?
- Evet.
- Kime refakat edeceğinizi biliyor olmalısınız?
- Ha, hayır. Neden?
- Hiç.
-     !
-Onlara bir mektup, göndermiş, biri Almanca, iki de gazete kupürü eklemiştim oysa ki. Demek bunlardan size hiç bahseden olmadı. Hayret?!
- O gazetelerde ne yazıyordu peki?
     - Refakat edilecek kişi hakkında, herkesin bilmesi gereken şeyler tabii ki, bilhassa da sizlerin…
     - Lütfen, bize de açıklar mısınız, olay nedir. Anlayamadık da. Lütfen!      
- Size bunu mensubu olduğunuz kurum bildirmeliydi, ben değil.
     - Lütfen... Bize de söyler misiniz kim olduğunuzu?
-     Adımı istiyorsanız o kalay, ama bu değil bilmek istediğiniz, değil mi?
-     Evet, o gazete haberleri ne yazıyordu hakkınızda, onu bilmek isterdik...
- Bu çok uzun bir hikaye. Dönerseniz, öğrenirsiniz
     -Kendiniz anlatırsanız çok müteşekkir oluruz, lütfen. Ne oldu, ne yaşadınız Almanya’da, neden tutuklandınız?

Bana refakat için hiç hazır değilmiş bunlar meğer. Yeşilköy’e varıncaya kadar onlara bütün maceramı anlatacaktım. Uçak hava limanına indiğinde yüzlerindeki yaşam izi silinmiş, benizleri solmuştu gariplerin. Ülkeleri aleyhine söylenilen her sözü, tasdik etmiş, esef bildirmişlerdi inişe kadar. Türk hostesler arada bir geçerken konuştuklarımızı duydukça hallerine acıyor, artık onları rahat bırakmamı rica ediyorlardı. Başka bir şey yapmayı düşünmüyordum zaten. Önceleri olsa, dönüşe dair çok özel bir planım vardı. Refakatçilerim yere iner inmez benden dayağı yerken, dönüşüm gazetelere flaş haberi olsun istiyordum. Ama bundan vazgeçmiştim. Çünkü yolumu bekleyen, üç yaşına girmiş, sadece resimlerinden tanıdığım dünya tatlısı bir kızım vardı. Önceleri o yoktu tabi hesaplarda. Çıkacağımı kimse bilmeyecek, ancak yayılan haberden sonra öğrenecekti bunu herkes. Akşam güneşi Marmara denizinde ışık oyunları yaparak batarken, uçak limana inmiş, pasaportlarımızın süresi dolup, yeniden temdit edilmediği gerekçesiyle Polise götürülmüştük. Meğer bizimkiler çoktan orada ve uçağın inmesini bekliyorlarmış. Bekleyenler arasında Önce bizim Selo ve Cemali fark etmiştim. Halamın oğlu Cemal Polis memuru, Selahat Öğretmen olarak çalışıyordu. Onların yanında iki kişi daha vardı. Bunları ise Selahat tanıştırıyordu;
-Abi bu arkadaşım Vedat. Senin talebelerden Kara Murat’ın oğlu ve Polislik mesleğinde Baş Komiser.
-Öyle mi, çok memnun oldum.
Nitekim Vedat;
- Vay be, demek o, adını hep duyup, resimleriyle hayalimizde yaşattığımız sendin he Abi?. Nihayet, ve hoş geldin anayurduna!
Derken yakın köylümüz olan diğer arkadaş, Komiser Orhan’la görüşüp, ilk defa olarak tanışmıştık. ( Bir yıl sonra da bir helikopter kazasında, Tansu Çilleri korurken şehit olmuştu Orhan) Hakkımda yapılması gereken rutin araştırma sonuçlanamadığı için, her şeye kefil olmalarına rağmen, on altı saatten önce salıverilmem mümkün olamamıştı. Bekleyen diğer yakınlarımla karakol misafirhanesinde görüşmüş, Selahatla orada sabahlamakla kalmamış, devresi gün saat on dörtte savcılıkça verilen “serbest bırakma tutanağı”nı alıncaya kadar birlikte beklemiştik.
O gece polis karakol misafirhanesinde çok ciddi şeylerinde yanında, çok konik şeylerde olmuş, gülmüştük. Mesela; görevli komiser bana ahvalim hakkında soru yönelttiğinde;
- Valla komiserim, on altı yıl Alman cezaevlerinde yattım ve devlet görevlilerine karşı kinli ve öfkeliyim. Ama ne desem bilmiyorum ki. Bildiğim tek şey, şimdi Türkiye’nin bir padişahı olsa, ilk alnından vurmak isteyeceğim kişi olurdu. Çünkü kullarına karşı böyle bigane kalan padişahlara bu yapılır ve bütün millet kurtulmuş olurdu böylesinden. Ama padişahlığı yıkıp, onun asli şeref ve gururunu yetmiş milyona bölmüşüz ve adam başına ancak yetmiş milyonda bir düşüyor. Şimdi ben kimden, ne için ve ne sıfatla hesap soracağımı bilemiyorum. En iyisi, bana bir şey sormayın komiserim...
Oradan ayrılır ayrılmaz, Selo, Mahir ve Ali ile Zonguldağa doğru yola çıkmıştık. Devresi gün Selahat Şiran’a, arabasıyla geldiğimiz halamın oğlu Mahir İstanbul’a dönmüşlerdi. Birkaç gün daha eşim ve kızımla orada kalacaktım. Büyük kayın biraderim Enginle her gün bir saunaya gidiyor, biraz rahatsız eden belimi kültür fizik yaparak tedavi ediyor, akşamları balkonda kurduğumuz masada rakı içerek, geçmiş günleri anıyorduk. Nihayet on ikinci gün bizimkileri alıp, önce Ankara’ya, sonra memlekete gitmiştim. Otobüsle sabah erken kasabaya indiğimizde, anlaştığımız gibi, Selahat arabasıyla bizi Köye götürmüştü. O sırada Öğretmen lojmanlarında eşi ve kızıyla kalıyorlardı. Köye gittiğimiz gün hoş geldin için gelen giden çok olduğundan, o gün kara tepeye gidememiştim. Ama devresi sabah erken kalkıp, hazırlanarak dağa çıkmıştım. Yıllar öncesinde adıma verilmiş olan bir sözü yerine getirmek için sabırsızlanıyordum. Nihayet tepeyi tırmanıp, şehitlerin mezarı başında, nemli toprağa diz kurup, alın koyarak, iki rekat şükür namazı eda ederek yaptığım o vaadi, hatta müthişin ötesinde bir iddiayı yerine getiriyordum. Duygularım dile getirilecek gibi değildi. Yıllar öncesine gidip geliyor, inanılmaz düşleri art arda görüyordum. Ardıç ağacı hala yaşıyordu, ama onun altındaki küçük kulübe yıkılıp gitmiş, oralar hazine avcıları yüzünden delik deşik edilmişti. Tepenin üzeri meşe ağaçlarıyla daha sıklaşmış, önceki kadar meydanlık yoktu. Etrafı dolaşıyordum ki kulağıma traktör sesi gelir gibi olmuştu. Meğer bu bizim İhsan’mış. O sıra dağlarda teröristler dolaştıkları için, yanında resmi Kaleşnikofu, traktörle ardımdan gelmiş, ama bana rastlayamadan dönmüştü. Bu tırmanış bana sanki şifa vermiş, belimdeki uyuşukluk iyice azalmıştı. Sonra kasabaya, askerlik şubesine gitmiş ve nihayet askere gitmek üzere geldiğimi haber vermiştim. Nitekim gerekli belgelerin ibrazıyla askerliğime karar aldırmıştım. Buna göre, muhtemelen beş ay sonra, yedek subay aday adayı olarak askere gidecektim. Bu işlemler dolayısıyla sağlık raporu için doktor muayenesine gittiğimde, esasen rahatsız olduğum halde, bunu belirtmemiş, askerlik macerasından yoksun kalmak istememiştim...




Devamı var…
Hüsrev Özel




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın başkaldırı kümesinde bulunan diğer yazıları...
1.Bölüm: Çatal Yürek

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Askerlik Macerası...
Ademin Akıbeti

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Tanrı Dağlı Akkartal 1. Bölüm [Roman]
Tanrı Dağlı Akkartal 2. Bölüm [Roman]
Tanrı Dağlı Akkartal 3. Bölüm [Roman]
Tanrı Dağlı Akkartal 4. Bölüm [Roman]
[Eleştiri]


Hüsrev Özel kimdir?

Yazma tutkusu olan herkes gibi, bu yolda bir çok cefayı bedel olarak ödemiş biriyim.

Etkilendiği Yazarlar:
Bir çok iyi yazar var, lakin H.N.Atsız ve P.Safa'nın yeri başkadır nezdimde.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2025 | © Hüsrev Özel, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.