Özgür insan, denizi daima seveceksin. -Baudelaire |
|
||||||||||
|
İnanılmaz bir olay nihayet gerçek olmuş, tam 15 yıl 9 ay sonra tahliyemi onaylayan mektup, Tübingen savcılığından gelmiş, ancak kesin çıkış tarihini Eyalet Yabancılar Polisi verecekti. Aradan bir ay geçtiği halde çıkacağım günü bilmiyordum. Bu durum bir çok kez, bu nedenle hayal kırıklıkları yaşayan eşimin bütün inancını yok edip, bir gün gerçekten döneceğime dair bütün inancını kaybetmesine yol açmıştı. Alman devletini cidden affetmeğe başlamıştım ki, yeniden kin tutmağa, ve bunun hesabını sormayı düşünmeğe başlamıştım. Benimle şaka yapılamayacağını biliyor olmalıydılar. Zira henüz bütün kozlarımı kullanmış değildim. Sabrım tükenince, boynuma ipi takmayacağıma göre, bu hapishane yönetimini baştan aşağı kesebileceğim, yıllar önce bu maksat için elimle yapıp, büyük pres makinesinin içine zula ettiğim iki bıçağım vardı. Biraz daha dişimi sıkmalıydım, çünkü deryayı geçip, arkta boğulmak olurdu aksini yapmak. Bu düşüncelerimi içime gömüp, bekleme kararı almış, ama bunalımdaydım… Bu sırada, Mannheim’da iken tanıştığımız Malatyalı Orhan da Bruchsal’a gelmişti. Firar için ve sonrasında ondan iyilik görmüştüm. Aradan dokuz yıl geçmiş, yeniden karşılaşmıştık. O zamanlar kırk yaşlarındaydı. Geçen yıllar onu da hayli yıpranmıştı. Evet, gerçek dostlar, nadiren de olsa, böyle hiç beklemediğiniz anda çıkıyordu karşınıza. Mannheim’da yedi sene yatmış, biz tanıştıktan iki yıl sonra çıkmıştı. Beş yıl sonra aynı suçtan tekrar yakalandığını duymuştum. Sonra, Heilbronn ve Mannheim ceza evlerinde kalmış, nihayet orada çıkan Türk-Kürt kavgalarında elebaşçılık ettiği nedeniyle, buraya, benim kata gelmişti. Onu, kimseye yapmadığım gibi, etrafa tanıştırmış ve dostum olduğunu, kimsenin saygıda kusur etmemesini tembih etmiştim. Yanına gittiğimde, ne de olsa eski bir hapishaneciydi, hemen odayı toparlamış, kitap rafına kadar, rahat edebileceği şekilde düzenlemişti. Çay içip, sohbet ediyorduk ki, rafında iki cilt “Kenzül Havas (Gizli ilimler hazinesi)” kitabı gözüme ilişmişti. Hemen birini alıp, biraz göz gezdirdikten sonra, birlikte götürmeğe karar vermiştim. Çünkü her soru ve soruna cevap iddiası vardı bu kitaplarda. Beni ilgilendiren tek konu, yegane sorun ne zaman çıkacağıma ilişkindi. Bunun yolu; 16641 defa Ya Melik, diye, çağırmaktan geçiyormuş. Bunu denemek istiyordum. O akşam, önce sayma konusundaki sorunu çözmüş ve üç saat boyunca, dilim iki yandan yaralanacak gibi sızlasa da, gerekeni yapmıştım. Şimdi sonucu bekliyordum. Ama, bilinir ki, önce siz elinizden gelen ne varsa onu yapacak ve sonra çöldeki devenize Allah’ı vekil edeceksiniz. Nitekim ben de öyle yapıp, yarın sabah erkenden yaptığım üç telefon görüşmesi sonunda, saat onda 10.10.1997 tarihinde, yani on gün sonra çıkacağımı öğrenmiştim. Bu tarih, güvenlik gerekçesiyle, bu kadar önceden kimseye söylemiyor, çoğunluk çıkacağı günün akşamı öğreniyordu bunu. Ben çok ısrar ve hatta alenen tehdit bile ederek öğrenmiştim. Tabii hemen telefon edip, eş-dostumu bizzat müjdelemiştim... Bunca yıl yaşadığım her şey inanılmaz bir düş gibi geliyordu artık bana. Çıkacağı günü öğrenen mahkumların dediğine göre, son günler hiç çekilmez oluyorlarmış. Ama ben uçağa bineceğim sabaha kadar hiç istifimi bozmamış, her zaman oludu gibi yine, resim yaparak geçirmiştim bütün zamanlarımı. Odam olan bütün eşyayı Orhan’a bırakmıştım. On iki yıldır bulunduğum 4. kanattan ayrılırken, benden hoşnut olan memurlar güler yüzle veda ederken, çıkmamı hazmedemeyen ırkçılar, gidişimi görmemek için olacak, ortalıktan kaybolmuşlardı. Çünkü onlara, çok kez dediğim gibi, dönüp; gerçek mahkumun kim olduğunu gördünüz mü? Haydin bana eyvallah! diyecektim… 19 yıl aradan sonra, Stuttgart Hava Limanın, biraz bekletildikten sonra, gözetim altında, yine bir THY uçağına, bu kez daha heyecanlı olarak, binecektim. Sınır dışı edilen beş Türk vatandaşı daha vardı. Ben hariç, hepsi bundan ötürü üzgün ve rahatsızdı. Nihayet ülkeme götürecek olan demir kuşa arkadan bindiren merdivene yürüdük. Bu sırada her iki tarafa dizilmiş sınır koruma askerlerini görünce, bu duruma şaşırıp, sonra gülerek: - Bu ne demek oluyor Baylar, Almanya sınırına bırakılacak olsak, zaten kendimiz buradan kaçacak iken, şimdi kaçacakmışız gibi yapmanız biraz fazla komik değil mi? Diyordum. Uçakta yanımıza biri bayan, dört yabancılar polisi elemanı oturmuştu. Üç kişilik koltuk dizisinde iki erkek benim yanıma, bayan da onların hemen soluna oturmuşlardı. Anlaşılan bunlar, mutat olduğu üzere, bize İstanbul’a kadar refakat edeceklerdi. Cezamı bir ay on gün arttıran yabancılar dairesinde görevli bu ufak tefek tiplerin yanıma oturmağa cesaret etmelerini hazm edemeyip, biraz sonra bunu ödetecektim onlara. Uçak havalanıp, biraz sonra Almanya sınırını geçmiştik. Nitekim yanımda oturan yabancılar polisi memuruna dönerek; - Sizler, yabancılar dairesindensiniz, değil mi? - Evet. - Hımm. Kime refakat edeceğinizi biliyor olmalısınız? - Ha, hayır. Neden? - Hiç. - ? -Zira, onlara iki mektup, göndermiş, biri Almanca, iki de gazete kupürü eklemiştim. demek bunlardan size hiç bahseden olmamış? - O gazetelerde ne yazıyordu peki? - Refakat edilecek kişi hakkında, bilinmesi gereken şeyler tabii ki, başka ne olacaktı? - Lütfen, bize de açıklar mısınız, olay nedir. Anlayamadık da. Lütfen! - Bunu mensubu olduğunuz kurum bildirmeliydi size, ben değil. - Lütfen! Bize de söyleyiniz kim olduğunuzu? - Adımı istiyorsanız kolay, ama asıl bilmek istediğiniz bu değil, değil mi? - Evet, gazete kupürlerinde ne yazıyordu hakkınızda, bilmek isterdik. - Bu olamaz, zira çok uzun bir hikaye. Hem nasılsa öğrenirsiniz, tabii, şayet geri dönecek olursanız Türkiye’den? - Kendiniz anlatırsanız çok müteşekkir oluruz, lütfen Bayım. Ne oldu, ne yaşadınız Almanya’da, neden hüküm giydiniz? Meğer bana refakat için hiç de ehil değilmiş bunlar. Yeşilköy hava meydanına varıncaya kadar onlara bütün maceramı anlatmıştım. Uçak hava limanına indiğinde, dinleyicilerimin benizleri solmuş, dizlerinin bağı çözülmüş, yerlerinden kalkacak halleri yoktu gariplerin. Hele bir de, kalacakları oteli (Hotel Aygün) bildiğim anlaşılınca, halleri daha bir acıklı olmuştu… Ülkeleri aleyhine söylenen en kötü sözleri dahi tasdik etmiş, defalarca esef bildirmişlerdi. Türk hostesler, arada bir geçerken konuştuklarımızı duydukça, hallerine acıyor, artık onları rahat bırakmamı rica ediyorlardı Onlara başka bir şey yapmayı düşünmüyordum artık. Oysa yıllar önce, bana hayal olan bu dönüşe dair planım çok daha farklıydı. Ona göre; refakatçilerim, yere iner inmez, benden güzel bir dayak yerken, dönüşüm gazetelere flaş haber olacak, kimileri belki; bu çocuk yine gelmiş yav, diyeceklerdi. Artık bundan vaz geçmiştim. Çünkü yolumu bekleyen birken, şimdi iki olmuştu en azından. Zira üç yaşına girmiş, sadece resimlerinden tanıdığım bir de çocuğum vardı. Kızım Asena’ya şükretsinlerdi bunlar… Akşam güneşi Marmara denizinde ışık oyunları yaparak batarken, uçak Atatürk Hava Limanı’na inmiş, pasaport süresi dolup, temdit edilemeyen herkes Polise uğramak zorundaydı. Meğer bizimkiler çoktan orada, sabırsızlıkla uçağın inmesini bekliyorlarmış. Kuzenlerim Selahat ve Cemali fark etmiştim. Halamın oğlu Cemal Polis memuru, Selahat Öğretmendi. Onların yanında iki kişiyi Selahat tanıştırıyordu; -Abi, bu arkadaşım Vedat. Senin kadim talebelerinden, meşhur Kara Murat’ın oğludur kendisi ve Polislik mesleğinde Baş Komiserdir elan. - Öyle mi? Çok memnun oldum. Nitekim Baş komiser (şimdi Emn.Müd. Yardımcısı) Vedat; - Vay be, demek o, adını hep duyup, resimleriyle hayalimizde yaşattığımız sendin he Abi? Anayurduna hoş geldin! Derken yakın köylümüz olan diğer arkadaş, Komiser Orhan’la görüşüp, ilk defa tanışıyorduk. Bu kardeşimizle, maalesef bir daha görüşemeyecektik. Zira bir yıl sonra bir helikopter kazasında, (Tansu Çilleri korurken) şehit olmuştu. Ruhu şad olsun… Hakkımda yapılması gereken rutin araştırma (GBT) sonuçlanamadığı için, polis kardeşlerim her şeye kefil olmalarına rağmen, on altı saatten önce salıverilmem mümkün olamamıştı. Bekleyen diğer yakınlarımla karakol misafirhanesinde görüşmüş, Selahat ile devresi gün saat ikide, Bakırköy savcılığınca resmen serbest bırakılıncaya kadar, birlikte beklemiştik. O gece polis karakol misafirhanesinde beklerken, ciddi şeylerinde yanında, çok komik şeylerde olmuştu. Polis memurları görünüşüme bakıp, beni çok iyi bir koruma olur, diye taltif ederken, görevli komiser, ahvalime dair ne diyeceğimi soruyordu; - Vallahi komiserim, on altı yıl Alman cezaevlerinde yattım. Her türlü işlemin bitmiş olmasına rağmen, iademi çok daha önce sağlamamış olan bu devleti yönetenlere çok kinli ve öfkeliyim. Ama ne desem bilmiyorum. Bildiğim o ki, bu ülkenin bir padişahı olsa, alnından vuracağım kişi o olurdu. Çünkü kullarına karşı bigane kalan padişaha bu yapılır ve millet kurtulmuş olurdu böyle sinden. Ama padişahlığı yıkıp, ona has büyük şeref ve onuru yetmiş milyona bölmüşüz, ve adam başına bundan düşen sadece yetmiş milyonda bir dir. Şimdi kimden ve ne için hesap soracağımı yazık ki, bilemiyorum. Komiserim, siz en iyisi, bana başka şey sormayınız... Demiştim. İstanbul’dan hemen o gün ayrılıp, halamın oğlu Mahir’in, sonra çalınan arabasıyla Zonguldak’a gitmiştik. Yanımızda Selahat ve bacanağım Çetin de vardı. Devresi gün Selahat Şiran’a, Mahir ile Çetin İstanbul’a döneceklerdi. Eşim ve kızım Zonguldak’ta oturan büyük kayın biraderim Engin’in yanında kalıyorlardı. Vuslatımızın sıcaklığı, yüreğimde ki buz dağını yaşartır gibi olmuş, balkona kurduğumuz masada rakı içip, şakalaşırken, yakın geçmişi unutup, uzak maziyi anıyorduk… Son görüştüğümüzde Engin henüz ilkokul öğrencisiydi. Şimdi büyümüş, evlenerek, iki de çok şirin kız sahibi olmuştu. Gamze ile Melike… Orada on ikinci gün kalmış, sonra Ankara’ya geçmiştik. Burada bir gün kalıp, devresi gün Almanya’dan gelen annem de birlikte olmak üzere, otobüsle memlekete gitmiştik. Sabah erken kasabaya indiğimizde, eşi ve küçük kızıyla öğretmen lojmanlarında oturan Selahat arabasıyla bizi alıp, köyümüze nihayet vasıl olmuştuk. Armudun derede arabadan indiğimizi, havaya sıkılan silah sesleri bütün köye duyuruyordu. İlk gün, Hoş geldin’e gelen, giden çok olduğundan, o gün kara tepeye gidememiştim. Ama devresi sabah erkenden kalkmış, yıllar öncesinde, adıma verilmiş olan o sözü yerine getirmek için sabırsızlanıyordum. Nihayet sarp yamaçları tırmanıp, kara tepenin üzerine ulaşmıştım. İlk işim, şehitlerin mezarı başında, ıslak toprağa diz kurup, iki rekat şükür namazı kılmak olmuştu. Yıllar öncesine gidip, geliyor, verdiğim o sözü hatırlıyordum. İnanılmaz bir düşte gibiydim. Yaşlı ardıç ağacı hala duruyor ama onun altında olması gerek minik kulübe yoktu. Altında hazine arayanların kurbanı olmuş, etrafı tarumar edilmiş, her taraf çukur ve hendeklerle doluydu. Tepenin üzeri, kendi gelen pelitlerle dolmuş, büyük meydanlıktan da eser yoktu. Etrafı dolaşıyordum ki, kulağıma sanki bir traktörün motor sesi gelmişti. Meğer bu, beni merak edip, arkadan gelen kardeşim İhsan imiş. Merakın sebep, o sırada, çevre dağlarda terörist olduğu içinmiş. Jandarmaca, zimmetine verilmiş olan Kaleşnikofu, alıp, traktöre binerek ardımdan gelmişti. Fakat bana rastlayamadan geri dönmüştü. Bu tırmanış bana şifa vermiş, belimde, geçirdiğim operasyondan ötürü hissettiğim kimi rahatsızlıklar baya azalmıştı. Bir gün sonra da kasabaya, askerlik şubesine gitmiş, devlet tarafından gurbetin bir canlı mezarında terkedilmiş olmama rağmen, nihayet gelip, askerlik yapmak istediğimi haber vermiştim. Muhtemelen beş ay sonra, yedek subay aday adayı olarak askere gidecektim. Bu işlemler dolayısıyla sağlık raporu için doktor muayenesinde rahatsızlıklarım olduğu halde, bir süre sonra iyileşeceğimi umarak, budan hiç bahsetmeyip, kışla denemesi ve askerlik anılarından yoksun kalmak istememiştim… SAVAŞÇI’NIN ASKERLİK MACERASI Köyde kaldığımız üç ay boyunca, çok güzel günlerin yanında, çok büyük de bir tehlike atlatmıştık. Selahat’ın yeni, Doğan SLX arabası, çokluk bende kalıyor, onunla kasabaya gider, akşama kadar kahvelerde vs. oyalanıp, akşamları köye dönüyordum. Bir gün eşim, kendisini, gidiş dönüş üç saat hesapladığım mesafede olduğunu sandığım, uzun süredir görmediği, bir kuzeninin yanına götürmemi istemiş, kabul etmiştim. Fakat, meğer ve maalesef orada değilmiş. O bunu bildiği halde, beni tam iki misli çeken vilayete gitmeğe resmen icbar etmişti. Geri dönerken bu durumdan ötürü çok gergindim. Bu durumda beni sakinleştirici şeyler söyleyeceğine, tam aksini yapıyordu, sinirimi adeta kamçılıyordu. Yol, dar ve kötü olmasına rağmen, sanki bir rallideymişçesine sert gidiyordum. Zira, araba emanet olup, Selahat’ın da işi olduğu için, saat ikide kasabada olmak istiyordum. Nitekim, çok daha tehlikeli yolları geçip, köye yirmi dakika kalmıştı ki, şose yolda bir keskin virajı alamamış ve bir takla atarak derenin içinde durmuştuk. Arabada eşimden başka bir yeğenim ve kızım da vardı. Kimseye kayda değer bir şey olmamış, sağ çıkmıştık hurdalaşmış arabadan. O gün eşime o kadar kızmıştım ki, keşke bu kazada hepimiz ölseydik, demiştim… Neyse ki, sağ olsun Almanya’da ki kardeşlerim, Şirin ve Kurtuluş, hemen para göndermiş ve kuzenim Selahat’ın arabasını önceki haline yakın şekilde yaptıra bilmiştik… Üç ay sonra Selahat’ın küçüğü olan kuzenim Sedat ile Ankara’ya gelmiştik. Amcam ve yengem köyde yaptırdıkları yeni eve taşındıkları için, buradaki kurulu dairede ikimiz kalıyorduk. Alt katta amcamın kızı ve eniştesi, üç çocuklarıyla beraber oturuyorlardı. Akşama kadar Ankara’da dolaşıyor, akşamları gelip, burada yatıyorduk. Eski arkadaşlarımı görmek için önce Zonguldak’a gitmiştim. İçerde iken bana mektup yazmış, ve bu nedenle mutlaka görüşme sözünü verdiğim Fahri Zonguldak’taydı. Kendisini gördüğümde, gözlerime inanamamış, kendi babası sanmıştım. Hayat onu fena hırpalamış, sanki onca yılı ben değil, o geçirmişti hapsanelerde. İkinci ve her şeye rağmen hiç unutmadığım arkadaşım Bartınlı Necati’ydi. Onu, bana hiç yazmadığı aslında görmek istemiyordum. Ama dayanamayıp, bir de ondan sebebi duymak için görüşmüştüm. Beni tekrar görmekten ne kadar mutlu olduğunu görmüş, yazmayış gerekçesini makul karşılamıştım. Zira eli yazmağa varmamış, gönlü mahkumiyetimi asla kabul etmemişti. Çehre olarak o da pek değişmemiş, ailesinden trafik kazasında acı kayıplar verdiği ve bu üzüntüyle saçları beyazlamıştı, o kadar. Sonra İstanbul’a geçmiştim. Mannheim cezaevinden iki arkadaşım, Selman Karagöz ve Emin Bal burada idiler. Önce Selman’ı bulmuştum. Beni karşısında gördüğünde, adeta gözlerine inanamamıştı. Bunca yıldan sonra kim olsa ummazdı. Bu günü kutlamak için illa ki boğaza balığa gitmeliymişiz. Nitekim gerçekten, harikulade bir manzaraya sahip, enfes bir lokantada buluşmuş ve yiyip, içerek sohbet etmiştik. Selman o zamanlar bir Alman hatunla evli ve ondan bir de çocuğu vardı. İçerde bazen bunalıma girip, yanıma geliyordu. kadir bilen, değerli bir arkadaş olarak, daima görüşmek kaydıyla ayrılmıştık. Cemoka’nın “Balina” lakabını taktığı Emin’i telefonla bulmuştum. Türkiye’ye döndüğünden birkaç gün sonraydı sanırım, Hafta Sonu Gazetesine magazin haberi olmuştu Emin. Kapakta kocaman bir kara gözlüklü adam ve manşet “Emin Bal, her yerde İbrahim Tatlıses’i arıyor” şeklindeydi. Olayı kendinden dinlemiş, az çok biliyorduk. Meğer o yokken, nişanlısı Derya hanım İ.Tatlıses ile işleri ilerletip, onu defterden silmişlerdi. Serde Lazlık vardı ya, Balina ne bu vefasızlığı, ne de pervasızlığı affetmezdi, ama o günden sonra bu konuda başka bir şey duyup, okumamış, tabiatıyla merak da ediyorduk. Nihayet Balinayı Taksimde, ortaklarıyla işlettiği, hayli lüks bir Disko & Bar’da bulmuş ve sonucu öğrenmiştim. Meğer araya hatırlı ağalar girip, bu iş tatlıya bağlanmışmış… Sonra da bizim, hani ayağına bastığım için dayak yediğim Necati’yi görmüştüm. Necati’nin bana olan tutkusu hepsinden ziyade idi. Evli ve bir çocuk babası idi. Hiç eksik etmediği rakısını bölüşüp, sabahlara kadar süren sohbetler etmiştik. İlk etapta askerliği yapıp, sivil hayata başlamalıydım. Gören herkes, böyle tanımış olduklarından, ne zaman Karate okulu açacağımı soruyorlardı. Fakat bu işi eski usul yapamazdım. Bana şimdi lazım olacak tesisin kurulum masrafı hayli büyük olurdu. İmkanım olursa, Bu-Do (Bushido’nun kısaltması) adını verdiğim sanat (Silahsız savunma tekniklerine ilaveten, Resim-Kelam) sanatı öğreteceğim bir mekan döşetmek isterdim. Bu günlerde başka bir çabam da, yazmağa çok önceleri başladığım bir romanı tamamlamaya yönelikti. Küçük kardeşim Şirin bana bir diz üstü bilgisayarı getirmiş, bu bakımdan çok işime yarıyordu. Nihayet ilk cildini bitirip, bastırmak için İstanbul’a tekrar gitmiştim. Bu arada bizim kasabada açtığım ilk karate okulu öğrencilerimden ve uzaktan akrabam olan Candan Avcılarda oturuyor ve Ray Sigortanın bayiliğini yapıyordu. Yirmi yıl olmuştu görüşmeyeli. Ama görür görmez ikimizde tanımıştık. Geçmişe şöyle bir uzanıp, sonra İstanbul’da bulunma nedenimi söylemiştim. Candan, ismi gibi yakındı bana “ Bu akşam ve daha sonra benim misafirimsin Abi” diyordu. Nitekim bürodan çıkmış, BMW’si ile Selimpaşa istikametine yönelmiştik. Yolda aradığı başka bir dostunu daha almış ve deniz manzaralıdan öte, hemen bitişiğinde, deniz ürünleri menüsü ile ünlü Sofram restoranda oturmuştuk. Candan’ın dostu Seracettin Hoca bir Kelkitli bir hemşerimiz ve gerçekten çok nüktedan, hoş sohbet bir kişiydi. Öğretmenlikten emekli olduktan sonra Emlakçılık yapıyordu. Burada yaklaşık dört saat kalıp, hoş sohbetten sonra, nihayet akşam olmuş, bana kalsa bu gün için yeterli ve Şirinevlere, yeğenimin evine dönecektim. Fakat yolda Seracettin Hocanın ısrar üzerine, onun semti, Beylikdüzü’ne yöneliyor ve bir restoranın bahçesinde oturuyorduk. Birkaç kadeh de burada atıp, kalkmayı düşünürken, Seracettin hoca, önünde oturduğumuz büyük binanın içinde olan bir mekanda, biraz müzik dinlemeği öneriyordu. Burası bar tipi bir yerdi. Aşağıda otururken bir de bayan arkadaşları gelmişti. İki masayı doldurmuş, müzik dinlerken sohbet ediyorduk. Seracettin hoca çok neşeliydi. Kalkıp dansettiği gibi, şarkı okuyan müzisyenlere eşlik etmekten de geri durmuyordu. Bir ara lavaboya gitmek için kalkıp, dışarı çıkmıştım. Tuvaletler, içine alttan merdivenle çıkılan geniş alanın solundaydı. Nitekim işim bitmiş, yüzümü yıkadıktan sonra, masaya dönmek üzere hareket etmiştim. Üstümde gri takımlarım vardı. Almanya’dan geldiğimde daha uzun olan saçımı omzuma değecek kadar kısaltmıştım. Geri dönerken geldiğim yoldan değil, sağ taraftaki benzer bir mekanın önünde geçiyordum. Bu mekan bizim oturduğumuz gibi hareketli değildi. Kapının hemen önünde iki, onların karşısında, bazısı tırabzanlara oturan dört kişi, aşağıdan gelen merdiven basamaklarına bakıyorlardı. Ben aralarından geçmiş, az sonra sağa saparak, soldaki bizim mekana girecektim. Bu sırada karşıdan orta boylu, çengel bıyıklı biri tam üstüme doğru geliyordu. Bu adamın, bana omuz atmak niyetinde olduğunu sezmiştim. Lakin ona, hiç ummadığı, hoş bir sürprizim olacaktı. Adımlarını ayarlamış, bana güçlü bir omuz atacağı sırada birden sol ayağımı geri çekip, kıvrak bir eskiv ile ona yol veriyordum. Bu ani hareketim onu yerinde döndürüp, sendeletirken komik duruma düşüyordu. Böylece o bana çarpamıyor ve bende bunun nedenini sorma külfetinden kurtulurken, tebessüm ederek yoluma gidiyordum. Lakin omzuma dokunan el, bunun hemen mümkün olmayacağını, zira arkada kalanın bir sıkıntısı olduğunu gösteriyordu. Konuyu anlamak için geri dönerken, esasen bu kadarı yeter, diyordum. Nitekim aniden geri dönmüş ve düşündüğüm olası manzarayla karşılaşmıştım. Çünkü karşıdan gelenin tek başına bana böyle posta koyamayacağını ve arkasında mutlaka birilerinin olduğunu düşünmüş ve hemen arkasına bakmıştım. O pozisyonunu güvenli gördüğünden olacak, pek acelesi yoktu. Yoksa bana arkadan da bindirebilirdi. Arkasındakiler, demin konumlarını verdiğim altı kişiydi. Bize doğru gelişlerinden niyetlerinin hayra alamet olmadığı belliydi. Hiçbir geçmişim olmadığı halde, bu adamlar ne isteyebilirlerdi benden, dayaktan başka? Tek kelime dahi etmeden, en öndekinden başlıyordum. Ortalık bir anda şapırtıya gitmiş, önüme gelene vuruyor, arkama kimseyi geçirmiyordum. Az sonra atağa geçecek ne halleri, ne de kalmıştı. Karşımda şoka girmiş gibi duruyorlardı. Tam arkamı dönüp, yoluma gidecektim ki, birden tepeme atlayan biri bana sarılıyordu. Olacak iş değil, sanki bana özel komplo kurulmuş, hiç ummadığım yön ve kişilerin saldırısına uğruyordum. Öfkeyle sırtıma atlayanın böğrüne bir dirsek indirmek üzereydim ki, “Ne yapıyorsun abi benim, Candan” diyor ve bırakıyordum. Bu arada bir anlık karambolden istifade etmek isteyen karşıdakiler biri atağa geçip, bir yumruk alnımı sıyırırken, sahibi okkalı sol yumruğumu tam ensesine yiyip, sendeleyerek uzaklaşıp, kavga da bitiyordu. Biz içeri, masaya dönerken, dışarıdakiler sağa sola sataşıyor, kırılan cam sesleri geliyordu. Omzuma atlayan Candan, meğerse kavgayı yeni başlıyor sanarak, bunu önlemek istiyormuş. Masaya oturduğumuzda son yumruktan ötürü sol bileğimin ağrımağa başladığını hissediyordum. Ansızın vurmak zorunda kaldığım için bileğimi yeterince sıkı tutmamış olmalıydım. Bunda, yıllardır kum torbası ve makivarada çalışmayışımın payı da vardı. Biraz sonra dışarıya Jandarma geldiği söylenmişti. Candan olayın sebebini soruyordu, ama bilen yoktu. Canları dayak istiyordu tereslerin. Fakat artık o zamanlarım değil, beni dövüşe zorladıkları için kızmağa başlıyordum. Yanımda makine olmadığına şükr etsinlerdi. Artık gidecektik ve başka çıkış olmadığı için gene aynı kapıdan çıkmıştık. Dışarısı hayli kalabalıktı. Bir jandarma çavuşu dört asker vardı. Kalabalık çavuşun etrafındaydı. Daha az provokatif görünmek için bayan arkadaş soldan koluma girmiş, kalabalığın sağ yanından geçerek merdiven başına gelmiştik ki, birden; -Durun! Diye bağıran çavuşun sesiyle duraksıyor, ama üstüme alınmayarak yürüyordum. Nitekim aynı ses tekrar duyuluyor ve; -Size söylüyorum, merdivenin başındaki, durun! Diyordu. Biz dururken de o ve yanındakiler yaklaşarak, bu kez doğrudan bana; - Sen, kimliğini ver! Diye sertçe emrediyordu. Ben buna aynı sertlikte cevaben: - Ne bağırıyorsun be, karşında sağır mı var?! Hem ne istiyorsun benden, hakkımda şikayeti olan mı var? Diye çıkışıyordum. Çavuş bu haklı tepkim üzerine bir an şaşırıp, etrafındakilere bakarken, kalabalıktan biri; -Ben kavgayı ayıracaktım, bana neden vurdun. Bunu asla affetmeyeceğim. Diyor, bir başkası, burnuna gelen bir yumruğun öcünü alacağından, bir diğeri de başka bir yumruktan söz ederek, böylece dolaylı şikayet yapılıyordu. Bunlara cevaben; -O halde kusura bakmayın ama ben saldıracağınızı sanmıştım. Diyordum. Aslında askerlik sorunu yüzünden jandarmayla hiç haşır neşir olmak istemiyordum. Ama çavuş da gerçekten çok sinir bozucuydu. Arkası dönük, kimliğimi görmek istiyordu. İşin kötüsü, arkasında palaskasına sokulu duran çıplak bir de tabanca vardı. Şeytan adamın aklına hiç iyi şeyler getirmiyordu hani. Beni tanımadığı malumdu, ama ülkede yine malum olan başka gerçekler de vardı. İkide bir vurulan polis, asker haberleri, terör olayları gırlaydı. Kendine güvenebilirdi insan, ama böylesi gaflet biraz fazlaydı. Çünkü bir adım ötede duran silahı belinden kapıp, ağzına kurşunu sürüp, kendi başına dayamak işten bile değildi. Nitekim önce kimliğimin yanımda olduğunu söyleyip, bunu cüzdan mahfazasından çıkarmadan gösteriyordum. Ama o bununla yetinmiyor, eline vermemi istiyordu. Sonra alıp, yanda turan iki genç jandarmaya veriyor, beni de karakola götürmelerini, konunun orada muhakeme edilmesi gerektiğini söylüyordu. Yolda durumu özetlediğim genç jandarmalar, bana hak veriyorlardı ama yine de karakola götürmek zorunda olduklarını söylüyorlardı. Bunların elinden kaçmak sorun değildi, lakin bunu yapmanın sonucu işler daha da karışırdı. Derken avludaki parkta jandarma aracının yanına geliyorduk. Buraya daha önce getirileni görünce hemen tanıyordum. - İşte olayı başlatıp, bana omuz atmağa kalkan bu idi. Derken, onun yanına yaklaşıp, zoraki sabırla yumuşattığım ses tonuyla: - Yahu birader, söyler misin, sana ne yaptım ki, durup dururken bana takıldın. Bunun bir nedeni olmalı, değil mi? Ona ilk yumruğu vurma şansı tanımadığımdan olsa gerek, hala bana kızgın görünüyordu; - Bu iş burada bitmeyecek, daha sonra gene görüşeceğiz ! Diyordu. Ses tonumdan cesaret almış olmalıydı. Anında yakasına yapışıp, sırtını jandarma pikabının arka kapısına çarparken bu kez ödünü patlatacak gibi haykırıyordum: - Senin gibi bir zibidinin yüzünden tam on altı sene yatıp, daha içerden yeni çıktım, ölmek mi istiyorsun lan!? - Bu çıkışım onu kendine getirmekle kalmayıp, panikleterek Jandarmalara duyurmak için: - Duydunuz değil mi, beni ölümle tehdit ediyor! Diyordu. Tam çatmıştım yani. Jandarmalar ona karakolda şahitlik edip, hakkımda ölümle tehdit etmekten zabıt tutmağa kalkışırlarsa işim var, diye aklımdan geçiyordu ki, jandarmalardan biri kızarak; - Kes sesini be, senin ona daha önce ne dediğini de duyduk. Diyordu. Derken araca binip, kara kola doğru hareket etmiştik. Ama ben sonuçtan hayli kaygılıydım. Bu nedenle karşımda oturan tipe kızıyordum. Sonra gene kendimi tutarak. Adını ve memleketini soruyordum. Mardinli ve adı İlyas’dı sanırım. Bana takılma nedenini kesinlikle söylemek istemiyor, bunu sorunca kızıyordu. Buna ilişkin gerekçeyi ancak iki yıl sonra, tesadüfen onlarla tanışan bir hemşerim bana söylerken, onların beni yakından tanımayı arzu ettiklerini de duyacaktım. Meğer bunlar bilmem kimin özel korumaları ülkücüler olup, takılma nedenleri saçlarımın uzun olması imiş. Nitekim karakola varmıştık. Ben koridora açılan salonda bir bankta oturmuş, beklerken, Candan ve Seracettin hoca da gelmişlerdi. İfade için onu hemen içeri almışlardı. Onlardan başka kimse var mıydı bilmiyordum. Ancak biraz sonra birkaç arkadaşı daha gelmişlerdi. Nitekim yüzünü göremediğim karakol komutanı kızıp, onu nezarete attırıyordu. Dışarı, yanıma gelen çavuşa, eğer onlar davacı iseler davacıyım, değilseler değilim, diyordum. Yarım saat sonra kimliğimi geri alıp, şükür başka bir durum olmadan oradan ayrılıyordum. Devresi gün iyice şişen sol elim hayli sıkıntı veriyordu. O gün Candanla birlikte bürosunda görüştüğümüz müteahhit hemşerim Basri, kitabın basılması konusunda tanışları vasıtasıyla yardımcı olabileceğini söylemiş, yarın tekrar buluşmak üzere ayrılmıştık. Nitekim Hareket yayınlarına gitmiş ve kitabın bir ay içinde basılıp, adrese teslim edilmesi konusunda anlaşarak, ikinci cildin yazımına devam etmek üzere Ankara’ya geri dönmüştüm. Önder mahallesinde, 1970 yılında amcamlarla oturduğumuz evde eşim ve küçük kızım Asena ile kalıyor, aileden intikal eden kira gelirleriyle geçinirken, günlerimin çoğunu yazarak ve resim yaparak geçiriyordum. Ara sıra kahvehanelere veya akraba gençlerin Taekwon-do salonuna gidiyor, geç saatlere kadar sohbet ediyorduk. Almanya olayından ötürü M.S.B. tarafından alınan bir kararla önceki statümün tadil edilmiş olması canımı çok sıkıyordu. Türkiye mahkemelerinden aleyhime verilmiş ne bir ceza hükmü, ne de bundan ötürü bir sabıka kaydı mevcuttu. Bir yanlışlık olmalıydı. Ama bunu kimden ve nasıl öğreneceğimi henüz bilmiyordum. Almanya’da haksızlıklarla karşılaşmıştım, çünkü orası bir yabancı ülke ve gizli açık yabancı düşmanlıkları söz konusu olduğundan başarı şansı azdı. Fakat burası kendi ülkemdi. Dolayısıyla kasti bir şey olmamalıydı. Bununla ilgili kimden güvenilir bilgi alabileceğimi soruştururken, eski askeri yargıçlardan, vukuf ehli olan bir hemşerim, Baki Tuğ’a danışabileceğim salık veriliyordu. Nitekim Baki Beyle görüşmüş ve durumu izahla, görüşünü sormuştum. İlk sorusu bunu kimden öğrendikleri idi. Kendim, mektupla yazdığımı söylemiştim. Bunun ne sakıncası olabilirdi ki. Nitekim görev olduğu kadar bir haktı askerlik ve çerçevesi yasalarla belirlenip, keyfi tasarruflara mahal bulunmayan bir husustu. Mevzuat ve uygulamalara ilişkin son durumları öğrenmek üzere iki gün araştırma süresi gerektiğini belirten Baki Bey, nihayet meseleyi açıklıyordu. Dediğine göre, aleyhime alınan bu kararın dayandırıldığı sebep uluslar arası bir protokol olup, bunun için Askeri İdare Mahkemesinde dava açılmalıymış. Davayı kazanma şansım yüzde elli idi. Yarıdan az olmayan bu oran olumlu sonuç demekti, ki makul olan da buydu. Şimdilik bütün mesele davayı açmaktan ibaret görünüyordu. Aksi durumda bunu hazmetmem imkansız alacağı için, dava açmakta tereddüt ediyordum. Uluslar arası anlaşmalar lehime olunca işlemezken, aleyhime olunca hemen işletilmesi beni delirtiyordu. Bir akşam kahveden gelen bir genç, beni Gümüşhane’den arkadaşım olduğunu söyleyen bir polisin sorduğunu ve berber dükkanında beklediğini söyledi. Hemen kalkıp, merakla gittiğimde kimi görsem iyi idi. Ortaokul sınıf arkadaşlarımdan Adnan Şahin. Birlikte fotoğraflarımız vardı. Bir Samsun sigara paketini ortak alıp, bölüştüğümüz Adnan. Şimdi Polis teşkilatında ve istihbaratta komiserdi. Aradan yirmi üç yıl geçmişti. Bıyıklı olması yüz hatlarını değiştirdiği için hemen tanıyamamış, lakin az sonra derin maziye uzanıp, Adnan’ı gün ışığına çıkarabilmiştim hatıramdan. Aradan gerçi yıllar geçmiş ama Adnan kendi kalabilmiş, içtenliği değişmemişti. Aklımda askerlik sorunu olduğu için, konuyu takip ediyor, ilgili mahkemede görevli bir hakim ile tanışıyordum. Albay Basri Beyle ofisinde görüşüp, Türkiye’de bir sabıkamın bulunmayışı karşısında nasıl böyle karar alınabildiğini, bunun kitapta ki yerini göstermesini rica etmiştim. Nitekim raftan aldığı kanun kitabına birlikte bakmış ve hüküm giymemiş olmak, maddesinden başka maddeye rastlamamıştık. Bu durumdaki çelişkiyi ifade etmek için: - Sayın Albayım, bu maddenin şurasında bir parantez açılıp, Alman mahkemelerinin veya bütün yabancı mahkemelerin kararları da geçerlidir, denmesi gerekmez miydi, bu yargıya varabilmek için? Diyordum. Verdiği cevap önce absürd, sonra makuldü; -Yasa maddesinde “Alman mahkemelerinin kararları geçersizdir, diye de yazmıyor”. Diyor, ama sonra şöyle ilave ediyordu; bu konuda karar verecek olan tek hakim ben değilim, üç kişinin daha onayı gerekiyor Hüralp Bey. Madem ki burası Almanya olmayıp, bunlar da Alman hakimleri değil, o halde hakkımda muhakkak yanlış karar verilmeyecektir, diyordum… Yazdığım romanın ikinci cildine çalışırken taslaktan ayrılmış, daha işlevsel olacağını düşündüğüm Uygurlar zamanını incelemeğe başlamıştım. Bunun için bir yandan kütüphaneleri dolaşıp, somut olaylara ilişkin kaynak kitaplar ararken bir taraftan da halkın arasına girip, kendimce bir takım sondalamalar yapıyordum. Uygurlar zamanını seçmemin esas sebebi, o zamanın bazı bakımlardan şimdinin Türkiye’sine benzemesiydi. Şöyle ki; istikrarsız idare, iç karmaşalar ve bu arada fakirleşerek, zayıf düşen halka dışardan yapılan psikolojik, her türlü tazyik ve din değiştirmeğe dair telkinler. İlk bakışta, memlekette İslami yaşayış yaygınlaşmış ve dine daha çok rağbet ediliyor gibi görünüyordu. Bu babda bir çok yeni tarikat ve cemaatler ortaya çıkmış, lakin herkes kendi hesabına çalışıyor, milli hedef söz konusu değildi. Türk gençliği, geneli dış kaynaklı olan muhtelif dini akımlara kapılıyor, dejenerasyon hızla sürüyordu. Yeni tanıştığım bir çok kişi, neden Türkiye’ye geri döndüğümü sorarken, onların fırsatı olsa ülkeden gideceklerini söylüyorlardı. İnanılır gibi değildi. Yabancı ülkelerde onları bekleyen potansiyel tehlikelerden hiç haberleri yoktu. Ya da her şeyi göze alıp, buradan gitmek istiyorlardı. Vatandaşı kendi ülkesinde bu denli bihuzur edip, burayı yaşanılmaz kılan sebepler neler, müsebbipler kimlerdi? Milli bağlar gün geçtikçe zayıflatılıp, aşağılık kompleksi körüklenirken, millet, karşılıklı güvensizlikten kaynaklanan yalnızlık ve ümitsizliğe sürükleniyordu. Siyasi örgütler ve bunların başında bulunanlara güvensizlik tavana vuruyordu. Basın-yayında yoğun bir “önder” arayışı vardı. Çoğunluk, ah keşke Atatürk yaşasaydı, diyordu. Her ne kadar bölücü, bozguncu terör hareketlerine karşı mücadele eden silahlı kuvvetler kayda değer başarılar elde etmiş olsa da, bunun uzun zamana yayılıp, halen dahi kökünün kazınmamış olması, bir ölçüde yılgınlığa yol açıyordu. Bir devirde, Millet Vekilleri tarafından seçilen sivil ve bürokrat kökenli bir devlet başkanı, esas görevi sanki bu imiş gibi; ”Terörle yaşamağa alışmalıyız” beyan ve çağrısında bulunmuş, ondan sonra gelen de, bu doğru bir şeymiş gibi, aynı ifadeyi kullanmak suretiyle, adeta devletin acizliği ifşa edilmişti. Örnek hazırdı, İspanya ve İngiltere. Onlar teröre alışmış, öyleyse biz de alışmalıymışız. Oysa bunu “Güven Bilim” açısından irdeleyecek olursak; ne demek teröre alışmak. Hangi halk, değil alışmak, vicdanen kendini suçlu ve sorumlu hissetmediği bir konuda, her an ölümü bekleme hissine sabredebilirdi. Oysa böyle bir açıklamayı sadece terör örgütleri yapar; “İstediklerimizi yapmıyorsanız, o halde bu eylemelerimiz sürecek ve siz bunun sonuçlarına katlanacaksınız” derdi. Bu durumda gerçek devlet ve onun yöneticilerine yakışan; bir an önce, sorumluları bulup, köklerini kazımak ve bozulan huzur-güven ortamını tesis etmekti. Vatandaşı buna alışmaya davet etmek, onu korkutup, zamanla sindirilmesine sebep olacaktı. Bu denli hayati bir konuda, kavramların karıştırılıp, rollerin değiştirilmiş olduğu bir yerde devletten söz edilmesinin kıymet-i harbiyesi yoktu. Atatürk’ün bir sözü; “Yurtta sulh, cihanda sulh” idi. Sanki bundan başka bir şey söylememiş gibi, dillere pelesenk edilmişti bu söz. Peki ülkede bunun aksi şartlar, yani komşu ve dost (!) ülke, denen ülkelerce desteklenen kıyıcı terör söz konusu olduğu zaman, Atatürk yaşamış olsa ne derdi? Bunu bilmek, her halde cinlere, perilere sormayı gerektirmezdi. Bu pasif politikalardan ötürü uğranılan onca zarar ziyandan sonra, artık sabrı taşan bir Komutan “Savaş açarız” diyor ve sözün tesiri hemen görülüyordu. Terörist başını barındıran ülke artık ona buradan git diyordu. Nereye gitmiş ve bu arada neler olduğu malum. Rusya, İtalya, Yunanistan ve derken Afrika’da tutunamayan Apo’nun çıktığı yolculuk, İmralı’da, demir parmaklıklar ardında noktalanıyor. Yapılan sorgulamasında ona hangi ülkelerin nasıl yardım ettiğini teker teker açıklıyordu. Açıklıyordu da ne yapılıyordu peki? Hiç. O halde, yakalanmış olması yakalanmamış olmasından daha kötü değil miydi? Bence kötüydü, çünkü bu bir devletin düşmanları karşısında çaresiz kaldığının görülmesi anlamına gelir ve caydırıcılığını yok ederdi. Bunu es geçelim hadi, arkasından Apo idam talebiyle yargılanıyor ve asılmasına karar veriliyor, lakin bu infaz edilemiyordu. Böylesi bir hata yapılacağına, çıkarılan af kanunundan onu da yararlandırıp, iş birliğine gitmek çok daha anlamlı bir hareket olabilirdi. Ama bunları yapabilecek kadrolar neredeydi? Apo ölüme mahkum, içerde yatıyor, ama yüksek mahkemenin verdiği idam kararının infazı mümkün değil. Bu olay, infaza karşı çıkan malum ülkelere uluslar arası alanda prestij sağlarken, Türkiye aleyhine oluyor. Buna mukabil, terör savaşının öteki ve asıl çarpanları henüz faal ve onlara yıllardır destek veren malum Avrupa ülkeleri (Sözde müttefik ve Türkiye dostları) bunun bedelini ödemedikleri gibi, daha başka yıpratma stratejilerine yönelebiliyorlar. Bunların başında “Ermenilere soy kırım yaptınız” ve “Kıbrıs’ı işgal ettiniz” savları geliyor. Art arda milli meclislerinde buna ilişkin tanıma ve kınama yasaları çıkarıp, anma günleri tertiplemeğe başlıyor, sonra bunu Avrupa Parlamentosuna da kabul ettiriyorlardı. Şayet bunları kabul edip, her türlü tazminat dahil, özür dilenmez, Kuzey Kıbrıs’tan vazgeçilmez ise, Türkiye AB’ne üye olamaz deniyor. Bunlara yanaşmayacağını bildiklerinden, gerekirse biraz daha etkin bir tehdit oluşturmak için, “Avrupa Ordusu” kurmak istiyorlardı. Bunun için de, fazladan para harcamak yerine, Nato imkanlarından yararlanmak, NATO üyesi olan Türkiye’yi devre dışı bırakmak yetmiyor, inanılmaz bir taleple, onu kendisine karşı kullanabilmelerine onay vermesini istiyorlardı. Tabii ki komuta ve karar merkezlerinde hiç yetki vermeyerek. Buradaki mantığı kim, nasıl açıklayabilir, demeyin, çünkü Türkiyeli bazı siyasi parti mensupları ve medyacılar, özel mantık yaratma konusunda pek mahir olup, ya hiç sormaz veya üstünde düşünmeyip, geçiştirirler bu konuları. Onların tek kurtarıcı diye, gördüğü “AB Tam üyeliği”dir. Bu can kurtaran simidine sarılmak elzemdi. Ama gene de, bu salt dikenden ibaret olan simidin ne gibi kazanımlar sağlayacağını övebilmek ve ne gerekli bir ihtiyaç olduğunu anlatabilmek için acilen bir şeyler yapmalıydı; Örneğin; iş birlikçi kesim, banka hortumlama uzmanlarının devreye sokulup, ülke krize girmeli, mali piyasalar alt üst edilmeli, ekonomi çökmeli, iş yerleri kapanmalı ve vatandaş işsiz- parasız duruma gelmeliydi. Bu kıvamda bir zeminine her türlü zakkum tohumu saçıla bilir, her türlü onay alınabilirdi artık; Misyonerler Dinlerini, Diplomatlar öngördükleri yasa ve anlaşmaları kabul ettirebilirlerdi artık bu devlete… Bu durumlar karşısında ülkeyi yönetenler ne yapıyordu, olan bitenin ne anlama gelip, ülkeyi nereye götürdüğünü kimse görmüyor muydu, yoksa herkes görüyor da genel acizlik mi söz konusuydu, söylemek zor. Belki devletin güç kademelerinden biri çıkıp, bunun için uygun zemin ve zaman henüz mevcut değil, diyebilirdi. Fakat çok sürmeyip, o da gelecekti. Çünkü ansızın bir saldırıya uğrayan ABD, bizde olduğu gibi, bunun otuz bin cana mal olmasını beklemeyip, buna rağmen yıllar boyu “Yurtta sulh, cihanda sulh” demiyor ve geçerli mantığı derhal uygulamaya koyarak, Başkan Bush, önce; - Bu bize açılmış görünmez bir savaştır. Buna karşı cevabımız ise “Bir Haçlı seferi olacaktır” diyordu. Fakat az sonra, bu, orta çağı hatırlatan primitif stratejiyi beğenmeyen kurnazlar çıkıp, (İngilizler) ona hemen bu açıklamadan çark etmesini salık veriyorlardı. Çünkü günümüz dünyasında bu tarzın tutacağı kuşkuluydu ve bu belki de ABD için bir felaketle sonuçlanabilirdi. Nitekim Başkan Bush anlayıp, ilk kararını es geçerek, hedeflerinin İslam ve bütün Müslüman ülkeler değil, sadece teröre destek veren ülkeler olacağını söylüyordu. Bu ülkelerin başında, ABD’yi daha önce çeşitli nedenlerden ötürü yaptığı açıklamalarıyla tehdit etmiş bulunan Suudi asıllı zengin bir adam Husame Bin Laden’i barındıran Talibanların yönettiği Afganistan geliyordu. Afganistan kimdi, neredeydi, nasıl bir yerdi, soruları açılınca,orayı vurmak isteyen ABD, ister istemez dünyadaki stratejik ve diğer demografik konumuyla hemen Türkiye’yi hatırlıyordu. Amerika panikte, ne diyeceğini şaşırmış bir halde bocalarken, bütün kulaklar dışardan gelecek tepki ve açıklamalardaydı. Bu müthiş saldırılar zincirini kim üstlenecek, kim ABD’nin yanında yer alacak, kim karşı tarafı kınayacak,duymak istiyorlardı. Bu çok önemliydi, zira buna göre hareket edilecekti. Bu sırada Türkiye’den ABD’ye taziye ve terörü kınama mesajları gidiyordu ve ilk etapta gereken de zaten buydu. Sonra Amerika’dan beklenen sinyaller geliyordu. “Müttefik ve dostuz, sizi bu yeni savaşta yine yanımızda görmek istiyoruz, var mısınız?” Deniyordu, ama karşılık sadece kem kümdü. Çünkü Amerika mübalağa ediyor gibi gelmişti bizimkilere. Sonra malum aşağılık, geri kalmışlık kompleksi,”Nasıl olur da ABD gibi bir süper güç Türkiye’yi tam bir Partner gibi görür” diye düşünülüyordu. Bu saldırıları ABD kendi kendine yapmış veya yaptırmıştır, şeklinde düşünenler çoğunluktu. Çünkü bu cüret ve böyle teknolojik güç kimde var,diyorlardı. Öyle ya, ABD yolcu uçaklarını uzaktan kumandalı bombalar gibi kim yönetip, o can alıcı hedefleri böyle bir biri ardından vurabilirdi? Hem de CIA gibi büyük bir istihbarat ağına rağmen… Fakat ABD ısrarla Laden, diyordu, ama buna inanan yoktu. Kimileri, hayır o kesinlikle olamaz derken, aslında ABD’nin Afganistan yoluyla Orta Asyada hükümranlık kurmak için bunu bir bahane yaptığı kanısındaydılar. Oysa ikisi de gerçek olabilirdi. Nitekim de öyleydi. Laden Filistin-İsrail politikalarına kızarak ABD’yi cezalandırmak istemiş, ABD’de zaten ilgi duyduğu Afganistan noktasında iyi bir konum elde etmek istiyordu. Ama bu ilk etapta kolay bir iş değildi. Onun için de Türkiye’ye büyük iş düşebilir ve bu öyle taşeronluk gibi ucuz iş olmazdı. Çünkü bu bedel sonunda az gelip, zarara yol açardı. ABD bunu biliyordu. Onu kesin başarıya götürecek Partnerler lazımdı ve bu bakımdan önde gelen Asya köken ve uzantıları malum Türkiye idi. Bizimkiler geri çekilerek, Afgan Hükümetinin kurulması dahil, bir çok önemli faaliyeti Avrupalılara bıraktılar. Hal bu ki, ABD nezdinde ve gerçek anlamda Avrupa’nın önüne geçmek isteniyorsa işte tam fırsatıydı. Saldırı ABD’ye yapılmıştı, o halde Avrupalının bir işi yoktu Afganistan’da. Madem teröre karşıydılar da,bunca yıldır daha neden destekliyorlardı Türkiye’de ki terörü? Kaldı ki, bu halen sürmekteydi. Onlar nasılsa oraya gelmek isteyeceklerinden, bunları sormanın en uygun yeri de Afganistan olacaktı. Bunu parasızlık vs. gibi sebeplerden ötürü heba ettik. Nitekim birleşmiş milletler adına, her zaman yaptığımız işlerden biri gibi, oraya asker göndermek istiyoruz. Şimdi sırada Irak var. Türkiye Irak’a saldırılmasına razı olmadığını ilan etti. Çünkü körfez savaşında olduğu gibi, gene büyük zarara uğrayacağını düşünüyor. Aynı tavır içinde olursa bunda kuşku yok ve uğrar da. Misak-ı milli sınırları içinde sayılmış olan Musul-Kerkük artık Türkiye’nin hedefi değil. Ama oraları da ele geçirme planları yapan birileri, kendi illerini dahi içine alan haritalar yayımlamaktan çekinmiyor. Türkiye’nin yıllardır terörü destekleyen komşularından dert yandığını bilmeyen yok, ama o hala onları rahatsız etmek bile istemiyor. ABD ise kararlı ve Saddam Hüseyin mutlaka devrilmeli diyor. Irak’ın sınırlarının korunması sanki bizim görevimiz. Oysa el oğlu çoktan orada bir devlet kurmuş ve bizim vilayetleri sınırları içinde gösteriyor. Üç başlı Türkiye hükümetinin bir iş başaracağına inanan yok. Halkın yarıdan çoğu yarı aç duruma düşmüş. Tanrı yardımcısı olsun. Cezaevinde iken tanıştığım ve o zaman yakında Ankara’ya döneceğini öğrendiğim, resimlerimi Siemens firmasına ait sergi salonlarında sergileten Bayan Konsolos Feyha Enç aklıma gelip, onunla görüşmek istiyordum. Kendisini Ankara’da bulabileceğimi açıkladığımda, buna memnun olacağını ve bana her konuda yardım etmek istediğini söylemişti. Nitekim Tandoğan’daki ofisinde görüştüğümüzde o sözümü hemen hatırladığını belli ederek: - Gerçekten, beni buldun! İnanılır gibi değil. Nereden nereye, değil mi Hürşad? Derken gülümsüyordu. Oturduktan sonra kahve söyleyerek, hasbi hal ediyordu; - Nasıl, umarım alışabilmişsindir sivil hayatına? - Evet, o bakımdan pek sorun yok, ancak başka bir konu var ki, gerçekten moralimi bozuyor. Bu da askerlikle alakalı. - Evet, sahi sen ne yaptın o konuyu, ne oldu? Bunun üzerine konuyu açmış ve bahsi geçen uluslar arası protokolü sormuştum. Aleyhime kullanılabilecek olan her hangi bir anlaşma olmadığına beni temin ederek, yürütmenin böyle bir yola tevessül edişine anlam veremediğini belirtiyor, gerekirse bunu dava etmemi, hakkımı savunmamı öneriyordu. Nitekim onun dairesinde çalışan hariciye memurlarından Ercan isimli biri ASAL’ da görevli, Cemil adlı bir Yüzbaşı sınıf arkadaşı olduğundan bahisle, kendisine telefon ediyordu. Daha sonra bizzat görüşmek için gittiğimde yerinde bulamayıp, eski valimiz, şimdiki Bakanımız S. Çakmakoğlu’nun, önceden tanıştığımız askeri ve siyasi danışmanları Kurmay Albay N. Tetik ve S. Selvi beylerle görüşüyordum. Fakat onlar böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmadıklarını ve nasıl bir uygulama gerektiğini bilemediklerini, bunun için mahkemede dava açabileceğimi söylüyorlardı. Oysa bunun dava açılmaya gerek kalmadan, idarece düzeltilebilir olduğu kanısındaydım. Bakanla görüşebilmiş olsam, muhtemelen bu sorun çözülmüş olacaktı. İşin başka bir boyutu da, ben, yanlışlık nerede diye araştırırken, dava açma süresini de geçirmiş olduğumdu. Askerlik Şubesince yapılan tebligata eklenerek verilmesi icap eden bu uyarı, ne yazık ki ihmal edilmişti. En ilginç durumlardan biri de, bu derdi başıma açtıktan sonra, bana yardımcı olmak isteyen, MSB’nın danışman avukatlarından bir bayandı. Tesadüfen ona rastlayacak, konuyu izah ederek, tebliğde yapılan hatanın tespit edilmesini müteakip, fiili durumun durdurulması için dilekçe verebilecektim. Böylece bu işlem dava açma süresini otomatik olarak yeniden başlatacak ve altmış gün içinde davayı nihayet açacaktım. Bu arada eski askeri hakimlerden, şimdi emekli ve avukat olarak çalışan E.Gökbayrak ile tekrar görüşecektim. Ona göre, hukuken yüzde yüz haklıydım. Ancak (nedeni açıklamıyordu), buna rağmen, mahkemede kazanma şansım %10 imiş. Bir vatandaş, hak ve hukukun geçerli olduğu bir düzende, haklı olduğu bir davada haksız sayılabiliyorsa, bu düzenin mahiyeti ne olabilirdi, düzensizlikten başka? Bu doğru olamazdı. Bu durumda bir kez daha, devletin en mühim kurumlarından birinin, bir süre (Milli Güvenlik Kurulu) başkanlığını yapmış olan, muhterem hemşerim Baki Tuğ’a müracaat ediyor ve elimdeki sabıka kaydı örneğini uzatarak, şöyle şikayet ediyordum; - Efendim, işte bu ülkede sabıkam olmadığını gösteren resmi evrak, bu, devletin diğer bütün kurumlarında geçerli olduğu halde, neden M.S.B’ında geçmiyor, burası bu ülkenin kurumu değil midir? Devletin kıdemli adamı Baki Tuğ’un gerçekten üzüldüğünü görüyor ve cevabını beklemeden, izin isteyerek, ofisinden ayrılıyordum. Nitekim aşağıdaki dava dilekçemi yazıyor ve resmi harcını yatırarak ilgili mahkemeye elden veriyordum. T.C. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığına Ankara Konu: İddia makamının (ASAL) askerlik statümün tadil edilmesi kararına karşı savunmam. İddia makamı, ilgili ulusal yasadan doğan ve gerekli koşulları sağlayan her Türk vatandaşının sahip olduğu statünün tadilatı konusunda 1076 ve 1632 sayılı Askerlik yasalarına istinaden karar verirken, yasada hiç yer verilmeyen bir sebebi öne sürmektedir. İddia makamının öne sürdüğü sebep, kanunun öngördüğü gibi, her hangi bir Türk Mahkemesinin hükmü ve buna icabet için olmayıp, aksine bir yabancı (Güney Almanya da bir mahkeme) mahkemenin ilam muhtevasıdır. İddia makamı bu kararıyla yukarıda anılan yasanın özüne uyacak olan, Türk kanunlarının geçerli olduğu coğrafi sınırlar içerisinde veya yurt dışında kanunen suç sayılan bir eylemden ötürü “Türk mahkemelerince” aleyhte verilen bir hükmün bulunması, şartına açıkça ters düşmektedir. Gerekçe... Aradan dokuz ay geçtikten sonra mahkemeden gelen karar, davanın ret edildiği yönündeydi. Bundan birkaç gün önce ASAL’a gönderdiğim bir E-mailde; açmış olduğum dava halen sonuçlanmadığı için askerlik görevimi yapamıyor ve bu nedenle uzun zaman kaybedip, bir işe başlayamıyordum. mağduriyet içinde olduğumu belirtiyordum. Davamın bir an önce ve hakkaniyete göre sonuçlanması halinde, gönüllü olarak Afganistan’a dahi gitmeğe hazır olduğumu bildiriyordum. Cevap: From: MSB ASAL İnternet aracılığı ile göndermiş olduğunuz e-mailiniz incelenmiştir. Almanya'da işlediğiniz adam öldürmek suçundan ağır hapis cezasına çarptırılmanız, Almanya’da bulunduğunuz sırada, Türk Silahlı Kuvvetlerinden çıkarılmayı gerektiren suç teşkil ettiğinden, yedek subay olarak alınan askerlik kararınız, 18 ay hizmet yapmak üzere, er olarak tadil edilmiştir. Er olarak askere sevk edilme işleminin iptali istemiyle Askeri Yüksek İdare Mahkemesine açmış olduğunuz davanız halen devam etmekte olduğundan askere sevkiniz yapılamamaktadır. Saygılarımızla Bu cevaptan bir saat sonra da mahkeme ilamı geliyordu. Mahkemeye ait bir e-mail adresi olmadığı, ve bu durumla doğrudan ilgileri olduğu için düşüncelerimi içeren aşağıdaki e-maili yine ASAL’a gönderiyordum: Sayın Baylar ve Bayanlar, İşte nihayet aylardır beklenilen mahkeme kararı intikal etti. Sağ olsunlar, AYİM hakimleri, Türk Milleti (!) adına yargı yetkisini kullanarak, yabancı memlekette bu milletin saygınlığını onların anlayacağı dilde savunmuş ve bunu kendi basın organlarında ilan ettirerek tescil ettirmiş bulunan bir yurttaşlarını, böyle bir şey yaptığı için, zira Türkiye Cumhuriyetinin resmi adli sicil kayıtları o tür bir karara gerekçe sayılabilecek bir hüküm giymediğini açıkça tespit ve beyan ediyorlar, kendi taktirlerini kullanarak, cezalandırma cihetine gitmektedirler. Bu durumda gerçek bir sükut-u hayale uğradığımı belirtmeliyim. Ancak, bu tür muamelenin malum ülkece ne kadar taktir edildiğini de bilmeyen yok. Zira aksi olsaydı, anılan ülkenin başını çektiği Batı Avrupa Savunma ve Müdahale birliğinin karar alma aşamasında Türk Askerine de iştirak hak ve yetkisi verilirdi. Bunu kesinlikle yapmak istemiyorlar. Çünkü onların istediği malum; Türkleri daima kendilerinden aşağı görmekte ve sadece kendi verdikleri kararların uygulanmasında kullanmak istemektedirler. Verilmiş olan bu karardan ötürü, düzeltilmesi temennisiyle, iade-i muhakeme hakkımı kullanacağımı da belirtmek isterim. Saygılarımla ASAL’ dan gelen satırları tekrar okuduğumda, dikkatime takılan bazı hususlara ilişkin bir yazı daha gönderiyordum: Sayın yetkili, Bay ve Bayanlar, İnternet vasıtasıyla size göndermiş olduğum e-mailime cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. Cevabınız daha önce gönderdiğim iki e-mailden sonra geldiği için bunu ayrıca yanıtlamak istiyorum. Hani diyorsunuz ya, Almanya’da suç işlediğiniz için Türk silahlı kuvvetlerinden çıkarılmanız gerekti. Af edersiniz ama, insan bir yere henüz hiç girmemiş iken oradan nasıl çıkarılır, hayret ediyorum. Zira nasıl olsa her şey kağıt üzerinde değil miydi. Bütün bu durumlar, hayatımı yazdığım kitapta yer alacak, bakalım bizden sonraki kuşaklar hakkımızda neler düşünecek, doğrusu merak ediyorum. 1979 yılında ilk defa Türkiye’den ayrılmıştım. Meğer yirmi yılda neler değişmiş. Benim bildiğim kadarıyla, “Türkler gerekirse bir yiğidi öldürür ama hakkını asla inkar etmezler”. Keşke beni o suçumdan ötürü kurşuna dizselerdi, yada keşke o Almanın yaptığı ilk darbede ölmüş olsam da bu günleri yaşamasaydım. Hem ona hem de 16 yıl süren amansız cezaevi hayatına rağmen yaşadım ve gelerek kendi arzumla ve en iyi şekilde askerlik görevimi yapmak için hazır olduğumu bildirdim. Bunu yapmamış olsam eminim şu an bile kimse arayıp sormayacaktı akıbetimi. Çünkü nasıl olsa müebbet hapse mahkum değil miydim. Yurttaşlarına böylesine bigane yaklaşan bir devlet ne kadar zaman daha varlığını sürdürebilir ki. Bir yazarın dediği gibi, dünya bize, biz birbirimize düşman olmuşuz. Eskiden hep duyardım. Vatandaş kötü zamanlarda "Bu memleketi gene askerler düzeltir, derdi" inanın kendi kırgınlığımdan ötürü değil bu dediğim, ama şimdilerde artık vatandaş askerden de ümidini kesmiş, sadece Allah’tan umut ediyorlar. Saygılarımla Nitekim, bunun için aşağıdaki yeni dilekçeyi yazıp, harcını yatırarak, AYİM evrakına elden veriyordum: GEREKÇE : Dava konusuna ilişkin karar mütalaasının 4. sayfasında geçen “.. Ancak T.C. Adli Sicil kayıtlarında davacının adli sicil kaydının olmadığı da açıktır” saptama, bu davanın açılmasının başlıca amil saikini teşkil ettiği ve bunun çürütülmesinin söz konusu olmayışı, davanın görülmesine dayanak teşkil eden ilgili T.C. askeri temel yasa maddelerinde (... sayılan suçlardan hüküm giymemiş olmak) ilkelerine uymamaktadır. Zira bu, ilgili kanunun düşünce kapsamına göre, davacının yasaların geçerli olduğu kapsam alanı dahilinde her hangi bir suç işleyip, hüküm giymemiş olduğunun yasal gerekçesi ve delilidir. Karar metninin 5. Sayfasında geçen “Davacının F. Almanya’da işlediği ve Türk kanunlarınca da suç sayılan işlemler nedeniyle ...” ibare ise, bu suçların ancak Türkiye’de işlenmiş olması halinde takibat ve yaptırıma tabii olduğunu, aksi halde bu görüş sadece etik bakımından bir mukayeseyi ifade etmektedir. Şayet genel uygulama öyle olup, davacı yurt dışında yaptırıma tabi olan suçlardan birini işlemiş olsaydı, zaten henüz Türkiye sınır kapısından giriş esnasında tutuklanır, mahkeme karşısına çıkarılarak geçerli olan bir Türk mahkemesince mahkum edilmiş olurdu. Halbuki, ilişikte sunulan resmi belgeden açıkça görüleceği gibi, yurt dışından gelişte intikal edilen Yeşilköy Hava Limanı Polis karakolu nezaretinde 16 saat süren tahkikattan sonra yetkili başsavcılıkça (Bakırköy Cumhuriyet savacılığı) salıverme kararı verilmez, tutuklanması icap ederdi. Ayrıca, Davalı, askeri statünün tadil edilmesine gerekçe olarak bir de 3002 sayılı Uluslar Arası Protokol gösteriliyordu. Bu kapsamda hazırlanmış olan yasa tasarısı (Uluslar Arası Sözleşmelerin yerli yasalarla uyuşmaması halinde, Uluslar Arası Sözleşmelere göre karar verilsin) çok kısa süre önce yasa yapıcı organ T.B.M.M’nin onayına sunulmuş, lakin bu teklif milli egemenlik ilkesine aykırı bulunarak, ret edilmiştir. Gereğini saygılarımla arz ederim. 28.12.2001 imza Ek: Serbest Bırakma Tutanağı Aradan iki ay geçiyor ve o cevap nihayet geliyordu. Karar düzeltme talebim de ret ediliyordu. Karara gerekçe yazılmamıştı. Sanırım aşağıdaki satırlar, ki bunu elliden fazla kişi ve kurum ile T.B.M.M Dilekçe, Anayasa, Adalet ve Milli Savunma Komisyonlarına e-mail olarak postaladım, o sebebi bir ölçüde açıklayacak niteliktedir: ........................................................................................................ “ Terör listesi Komutan ile konuştuğumuz konulardan biri de "Terör örgütleri" ve "Avrupa'nın bu terör örgütlerine yaklaşımı." Orgeneral Kıvrıkoğlu'na sorduk: - AB, bir kısım terör örgütünü, terör listesine dahil etmiyor... Üstelik Türk devletinin bu konudaki hassasiyetini bile bile... Ne diyorsunuz? Bu konu, Genelkurmay Başkanı'nın "Üzerinde en çok durduğu" konulardan. Verdiği yanıta gelince: - Bu hususta ABD ile aramızda bir ihtilaf yok... Avrupa'ya gelince. Üzüntü ile belirtmeliyim ki, dost ve müttefik pek çok Avrupa ülkesi, bunlara kucak açtı... Yani bir yerde, birbirlerine yakınlaştılar... Orada yerleşmelerine, faaliyet göstermelerine göz yumdular... Ve bugün iki nedenle, terör örgütü listesine alma konusuna soğuk bakıyorlar. Not: Yukarıdaki yazı, Gazeteci Yavuz Donat’ın Genel Kurmay Başkanı ile yaptığı 19 Şubat 2002 tarihli Sabah gazetesinde yayınlanan söyleşisinden alınmıştır. ....................................................................................................... Diyelim ki siz, bir Türk vatandaşı olarak, yurt dışında, örneğin Türkiye Başbakanı ve Genel Kurmay Başkanının dahi bizzat; "Bazı Avrupa Birliği Ülkeleri yıllardır Türkiye’deki her türlü Ayrılıkçı Terörü desteklemektedir" diye kast ettiği ülkelerden birinde bulunduğunuz esnada, o ülkede size isnat edilen her hangi bir suçtan ötürü polisçe tutuklanıp, mahkeme karşısına çıkarılarak aleyhinize bir hüküm giydiniz. a- Bu hüküm Türkiye yasa ve kurumları karşısında ne anlam ifade eder? b- Aleyhinize kullanılabilir mi? Buna "Hayır", demiş olan T.C. adına Adli Sicil Takibatı yapan Cumhuriyet Savcılığı kurumudur. Bu makama verilen bir dilekçe ile baş vurulmuş ve ilgili rapor; "Adı geçen şahsa ilişkin her hangi bir sabıka kaydı bulunmamaktadır..." şeklinde teşekkül etmiştir. Yani kişi Türk yasa ve mercileri karşısında resmen masumdur. İşte bu masumiyeti saymayan kurum ise, çok garip ama, yıllardır Terör belası ile uğraşmakta olan Türk silahlı kuvvetlerinin siyasi idaresini deruhte eden MSB ve buna bağlı Asker Alma Dairesi Başkanlığıdır. Daha doğrusu bu dairenin sivil hukuk danışmanlarıdır, zira asker üniformalı subaylar, duruma ilişkin görüşlerini şahsen sorduğumda: "Hayır, bu kesinlikle bizi bağlamaz, bir hüküm ancak T.C. Bağımsız mahkemelerinden çıkmışsa geçerlidir" demekteler di. Bir ülke düşününüz, (AB Ülkesi) sizin ülkenizde cana ve mala zarar verici her türlü terörü destekleyerek, sizi Ermeni Soykırımı ile dahi suçlarken, size karşı şahsen hiçbir haksızlık etmemiş olacak ve mahkemeleri ama sizi haksız olarak mahkum etmeyecek. Böyle bir mantık ne yazık ki ancak ve sadece Türkiye’de mümkün olabilir… Gerçi son kararımı verdim, Mart ayında, gitmem öngörülen askeri birliğe intikal edeceğim, lakin bu durumu sarihleştirmek için son bir teşebbüsle dün T.B.M.M Milli Savunma Komisyonu Başkan Vekili Vedat Çınaroğlu vasıtası ile MSB nezdinde girişimde bulunarak, oranın yetkilisi Kanunlar ve Kararlar Daire Başkanı (Yılmaz Hızlı) ile görüşme imkanı bulduk. Yetkili General, mahkeme nihai kararını vermiş olduğundan buna karşı yapılacak bir şey yapamayacağını söyledi. İade-i Muhakeme hakkından söz ettiğimde Paşanın yanıtı; Bunun için size karşı kullanılmış olan bir belgenin (Meşruiyeti olmayan yabancı mahkeme kararı) sahte olduğunun ispatlanması gerekir, idi. Bunun aksini ispat etmek için her şeyin, yani buraya kadar anlatılan bütün olayların yeniden muhakeme edilmesi ve hem bana karşı, hem de ülkeme karşı yaptığı yanlışlardan ötürü hem Almanya'nın, hem o mahkemenin bir Türk mahkemesi tarafından yargılanıp, mahkum edilmesi gerekirdi. Bunun için benim onaltı yıl içerde yatmam hadi neyse, T.C. Başbakanı, Genel Kurmay başkanı ve A. Öcalan ve diğer PKK itirafçılarının şahitlik yapmaları dahi kafi gelmezdi. Onun için iade-i muhakeme hakkımdan şimdilik sarf-ı nazar etmekten başka yapabileceğim bir şey yoktu. Y. Hızlı Paşa, bu olay mahkeme aşamasına gelmeden görüşülmüş olsa çözüme ulaştırılabileceği kanısındaydı. Ne yazık ki çok geç kalmışım. Bu aşamada yapabileceğim tek şey hayatımın ilk oyunu verdiğim ve resmen üyesi olduğum partiden istifa etmekti. Çünkü MSB Bakanı bu partinin bir Millet Vekili idi. Asker kökenli Sayın V. Çınaroğlu, konuya açıklamalarımla vukuf olduğunda, bana askerlik zamanlarına ilişkin bir feragat örneği naklederek, bir teselli vermek istemişti, lakin bu durumla alakası yoktu. Aynı siyasi partinin Genel Sekreteri de (E.Askeri Yargıtay Başkanı) eski bir askerdi ve onunla mahkeme sürerken görüşmüştüm. Şikayetimi açıkladıktan sonra: -Sayın Başkanım, bu sabıka kaydım ve bu da yüksek okul diplomam, diye gerekli iki belgeyi masasına bıraktığımda; Sayın Başkanın ilk aklına gelen cümle, her nedense: “Bu önemli değil” olmuştu. Doğru, önemli olan, neden ve nasıl olursa olsun Almanya’da bir Almanı öldürmüş olmamdı. Gerisi önemsizdi. Yılmaz Paşa, silahlı kuvvetlere intikal ettiğimden sonra benim için bir şeyler yapabileceğinden bahsediyordu. Örneğin, ressam olduğumu öğrenmişti ya, mesleki kabiliyetlerime uygun görevler verilmesi vs. konularında yardımcı olabilirmiş. Tamam, madem bir paşa bu olayı böyle noktalıyor, ben de kabul ediyordum. Ama her şeye rağmen bütün bu olanları halka duyuracağımı da Paşaya peşinen söylüyordum. Değiştirilmeyen mahkeme kararı emsal kural olacağına göre, bunun birilerine düşen bir vebal ve külfeti olacağı açıktı. Şahsi kanım; bunun Türk Ordusuna hiç bir yararı olmayacak, ama belki zararı olacaktı. Zira, milli bütünlüğe ters bir kararın ordu bütünlüğüne hizmet etmeyeceği açıktı. Bütün dileğim bu durumlara yol açan ilk tadilat kararının geri alınmasıydı… BATI KIŞLA Artık kesin kararırımı vermiş ve Yenimahalle Askerlik Şubesine dilekçe vermiştim. Şube başkanı Binbaşı dilekçemi okurken mimikleri, böyle bir olayla ilk defa karşılaşmakta olduğunu ve uygulanan tutumu yadırgayışını ifade ediyordu. Nitekim cevabı kısa ve net olmuştu: -Bundan sonrasına şubeniz karar verecek. Bunun için önce siz bir telefon açarak durumu izah ediniz, sonra buradan faks çekilir ve gelecek yanıta göre işlem yapılır. Yanından ayrılmadan, A.S.Başkanı Binbaşıya: -Başkanım, size bir soru sorabilir miyim? - Tabii, buyur! - Bana, dünyanın hiçbir ülkesinde bir Türk vatandaşına haksızlık yapılamaz, diye iddia edilebilir mi ve edilirse bile, bu gerçek midir? -Hayır, tam aksine, dünyanın her ülkesinde ve bilhassa Türklere haksızlık edilebilir. -Teşekkür ederim sayın Başkanım, esenlikle kalınız… Diyerek ayrılmıştım. Sonra, denildiği gibi yapmış ve ertesi gün sevk alarak, 8 Mart 2002 Cuma günü sabahı Manisa 1.Piyade Er. Eğt. Tugayına intikal etmiştim. Elimde valizim, nizamiye ana kapısına vardığımda, yanıma yaklaşan bir nöbetçi asker: -Buyurun, birini mi ziyaret etmek istiyorsunuz? -Hayır, buraya askere geldim. - Şaka yapmıyorsunuz ya? -Hayır, ciddiyim. İşte sevk evrakım. -Bu zamana kadar kaçak mıydınız? - Hayır. Yurt dışındaydım. Durum açıklanınca içeri davet ediliyordum. Bir kaç asker daha yaklaşıp sevk evrakıma bakınca şaşırmışlardı. Bir uzman çavuş çantamdaki dört kitabın mahiyet ve konusunu soruyordu. Yanıtım üzerine hayretini gizlemeyerek: - Herhalde bunu yazmak bir hayli zaman gerektirmiştir hocam? - Evet, oldukça. - Ve bir ilkokul mezunu imiş gibi askere sevk ediliyorsunuz. Çok saçma bir durum. - Evet, maalesef. -Hocam, cep telefonu var mı? -Evet. -Şimdi dursun, lakin onu daha sonra teslim etmeniz gerekiyor. Zira yasak. Kitaplarınız incelenecek, mahsurlu bulunmazsa size teslim edilecekler. Şurada biraz beklerseniz, az sonra giriş işlemleriniz için yapılacaktır. Bundan sonra ileride, solda yer alan ziyaretçi kabul salonunu gösteren Çavuş gitmişti. Dört basamaklı bir merdivenden çıkarak işaret edilen salonda bir masaya oturmuştum. Biraz sonra sigara içmek için gene dışarı, kapının önüne çıkmıştım. Bu arada Konya’lı olduğunu söyleyen bir asker adayı gelmişti. Asker ziyaretçileri burada kabul ediliyordu. Az sonra gelen bir asker, dışarıda ki kameriyede beklemekte olan diğer asker adaylarının yanına gidebileceğimizi söyledi. Burada yirmi kadar genç vardı. Her biri başka şehirden gelmişlerdi. Yanlarında irili ufaklı çantaları vardı. Hayatlarında ilk kez yaşayacakları bir olay için heyecanlı ve biraz da kaygılıydılar. Henüz askerlik başlamadan şafak saymağa başlayan bile vardı. -Abi ya, askerlik konusunu hayli salladınız galiba. Hayrola, neden bu kadar geciktiniz, okul falan mı vardı? -Evet. Yurt dışındaydım. Böylece başlayan diyaloglarımız malum detaylara uzanıyordu. Böyle trajik bir hikaye duymadıkları için esef ve hayret ediyorlardı. Biraz sonra elinde kitaplarımla bir Uzman Çavuş geliyor ve bunlardan ikisini kendisi ve arkadaşı için arzu ettiklerini söylüyordu. Derken gurup halinde ilk kayıt kabul işlemlerimiz tamamlanıp, askeri giysilerimizi alarak hamama gitmiştik. Çıkışta sivil giysilerimizi çantalara koymuş, askeri üniformalarımızı giymiş, saçı uzun olanlar sırayla üç numara tıraşa alınıyordu. Bu arada ait olduğumuz bölük (2.Bölük) belirlenmiş, koğuşlar ve yemekhanenin arasında kalan alanda beklemeğe başlamıştık. Etrafta Onbaşı-Çavuş ve Uzmanlardan başka üst düzey subay yoktu. Bunların acemi askere karşı başlangıçtan beri süre gelen tatlı sert tavrı zaman zaman dozu aşıyor, tahakkuma dönüşüyordu. İlk günden itibaren, yüksek sesle yapılan hitapların amacı malum, askeri kayıtsız şartsız itaate alıştırmaktı. Bu gibi tavırlara sivil hayatlarında alışık olmayan genç asker adayları sesli sessiz iç geçiriyor, askerliği kaderin acı bir cilvesi sayarak sövüyorlardı. Bu iş hem acemi askerler için, hem onları hale yola koymakla görevli Çavuşlar için hayli sinir yıpratıcıydı. Kameriyenin altında oturduğumuz bir saatten sonra başlayarak, akşam karanlığına kadar süren koşuşturmadan herkes bitap düşmüş, ivedi olarak takım ve mangalara ayrılmıştık. Bizim mangaya ait olması gereken müstakil koğuş henüz olmadığı için, önce beşer, altışar diğer koğuşlara dağıtılmıştık. Ellerimizde sivil çantalar birer boş yatak bularak sahiplenmiştik. Üstündeki asker elbisesini çıkarıp, eşofman ve terlik giyen herkes tıraş olmak için dışarı, aynalı tıraş musluklarının başına gidiyor ve soğuk su ile ayak yıkayıp, tıraş olarak dönüyordu. Bu asker ocağı gerçekten çok ayrı bir mahaldi. Ülkenin her köşe-bucağından tesadüfi seçimle bir araya getirilmiş olan yüzlerce-binlerce genç burada toplanmış ve herkes kendi toprağından birileri var mı, diye soruyordu. İlk gün, askeri malzemelerimizi depodan almış, Bölük binasına doğru hareket ettiğimizde, minyon tipli, beyaz tenli, mavi gözlü sevimli bir onbaşı olan Torullu bir hemşerime rastlamıştım. İsmi Hakandı. Bir elimde ağır askeri malzeme torbam, omzumda irice valizimle ağır ağır ilerlerken yanıma yaklaşmış ve yavaşça nereli olduğumu sormuştu. Cevap verince “Vay, toprağımmışsın meğer...” diyerek, elimdeki asker torbasını almış ve giderayak laflamıştık. Kitaplarım ve cep telefonumdan haberi vardı. Burada fazla kalmayacağımızı, ayın 29unda yemin töreni yapılarak, yeni birliklerimize dağıtılacağımızı söylüyordu. Şu halde orada kalacağımız günlerin toplamı 21i geçmeyecekti. Onun teskeresine 43 günü kalmıştı. Ama “Günler geçmiyor abi”, diyordu. Devresi gün sabah saat beşte “Koğuş kalk” komutu gelmeden beş dakika önce uyanıyordum. Lakin askeri usulde yorgan katlayıp, yatak yapmayı henüz bilmiyordum. İlk gün bu işi bir hafta önce gelmiş olan gençlerden biri yapmıştı. Zemin kattaki 12 numaralı koğuşun toplam mevcudu yirmi sekiz idi. İki kişilik askeri ranzanın üstünde ben, altında Erdal isimli, yüksek okuldan terk Urfalı bir genç yatıyorduk. Yarım saat içinde koğuşun boşaltılması isteniyordu. Ama halen uyanamayanlar vardı. Koğuş nöbetçisi yanlarına gidip, ranzayı beşikmiş gibi sallayarak uyandırmağa çalışıyordu. Koğuşu genellikle ilk terk eden ben oluyordum. Arkamdan Erdal, Vanlı M. Taha ve gene bir Urfalı olan Yasin geliyorlardı. Yasinin dediğine göre, babası ve ağası da burada askerlik yapmışlardı. Artvinli bir Uzman Çavuş olan Köksal“ İçinizde cahil var mı?” Diye sorduğunda, Yasin hemen el kaldırıyordu. Cahil denince burada okur yazarlığı olmayan “ümmi” kişiler anlaşılıyordu. Bu zamanda ve bu genç yaşına rağmen halen okuma yazma öğrenememiş olmaları şaşırtmıyor değildi. 470 kişilik 2.Bölük başta olmak kaydıyla, 6000 kişilik alayda askere nasıl böyle geç gelebildiğimi öğrenmek istemeyen kalmamış gibiydi. Çoğu zaman, uzaktan yaklaştığımı gören pek çok usta-acemi asker, ilk etapta beni rütbeli subay sanarak, esas duruşa geçiyor, yanlarına gelince tanıyıp, rahatlıyorlardı. Kimisi de “ Abi ya, askeri üniforma sana pek yakışıyor, tam bir komutan gibi görünüyorsun yani” diyordu. İlk sabah kahvaltısından sonra içtima olmuş ve takımlar halinde 2.bölüğe ait eğitim alanına uygun adım yürümüştük. Orada, bölük komutanı Yüzbaşı Ercan Yılmaz’a tekmil verilmiş ve takımlar, mangalar boy sırası ve tahsil durumuna göre ayrılmıştı. Bizim takım en son gelenlerden oluşan 4.takım ve 2. mangaydı. Manga başılığa en uygun kişi görüldüğümden, hemen bu işle görevlendirilmiştim. Fakat daha sonra bu işi iki yıllık yüksek okul mezunu, Karamanlı Erkan Celal’e bırakmıştım. Takım komutanımız olarak Kıdemli Başçavuş Karslı Volkan, Manga Komutanımız Kayserili Ergün Karakuş belirlenmişti. Bu görev taksiminden sonra emir-komuta Manga komutanlarına geçmiş ve her manga çamlıktaki eğitim alanlarından birine doğru yönelmişti. Başımızda bir onbaşı olduğu halde çamların altında toplanmış, askerliğe dair ilk ders başlamıştı. İlk konu: Künye tanımlaması ve esas duruşta selam idi. Künyede isim ve memleket adı yüksek sesle söyleniyordu. Komutan mangadaki her hangi bir askeri işaret ederken; -Avcı eri! Diyor ve kendisini nasıl tanıtmak gerektiğini şöyle örnekliyordu: Ali Veli Konya, emret komutanım! Avcı eri, buraya gel! Denince ise: Emredersiniz Komutanım! Denilecektir! Anlaşıldı mı? Buna verilen karşılık, toplu halde ve “Emredersin Komutanım” oluyordu. Sonra sıra ile künye denemesi yapılmaya başlanmış, lakin tek sıra halindeki manganın en son erinden başlanmıştı. Kendisini tanıtırken sesini yükseltemeyen askeri uyaran onbaşı: -Arkadaşlar, dışarıda, sivil hayatta yüksek sesle, bağıra çağıra konuşan adama bilirsiniz, deli derler ya. Burada işte tam tersi, alçak sesle konuşana deli derler. O nedenle, yüksek sesle konuşacak ve çevik davranacaksınız, anlaştık mı? -Tamam komutanım! -Tamam değil, “Emredersiniz komutanım” olacak, tamam mı? Böylece başlayan askerlik talimleri öğleden sonra da sürecekti. Öğlen yemeği için bölük yemekhanesine sıra halinde gelip, mangalar halinde her takım için ayrılmış olan masaların başında durmuştuk. Oturmak ve yemeğe başlamak yasaktı. Servis çoktan yapılmıştı. Ama koca salonu dolduran beş yüze yakın askerin gürültüsü halen sürüyordu. Etrafta bağıran çağıran çavuşlar nobran sözlerle askeri sükunete çağırıyorlardı. İstemeden de olsa, böyle kırıcı sözler sarf etmek zorunda kaldıkları için birilerine daha bir kızıyor, olmazsa yanına varıp el teması ile ikaz ediyorlardı. Derken salon olabildiğince sessizleşmişti ki, bir uzman: -Söyleyeceklerimi yüksek sesle tekrarlayın! Diye emretmiş, sonra da; Tanrımıza hamt olsun, Milletimiz var olsun, sözlerini ise “Afiyet olsun!” temennisi takip ediyordu. Yemekten çıkmış ve herkes kullandığı tabak-çatal-kaşık ve su maşrapasını alarak, kapı önüne sırayla dizilmiş olan su dolu bidonlara daldırıp, ilgili kasalara bırakmak zorundaydı. Her masadan belirlenen iki kişi, dışarı çıkmadan önce yemek masasını temizlemekle görevlendiriliyordu. Bu iş sıra ile yapıldığı halde, ne burada ne yatakhane nöbetinde bana görev verilmiyordu. ASAL’cılar gerçi beni sıradan bir er seviyesine indirgeyerek cezalandırmak istemiş olsalar da, pratikte bunu sağlatmak imkansızdı. Çünkü gerek benimle aynı statüye tabi acemi askerler, gerekse komuta kademesindeki erbaşlar saygıda kusur etmiyor, Türk milletinin “Büyüklere saygı” ilkesine ek olarak, bana karşı bilhassa ihtiram ederken, bunu ziyadesi ile ve her bakımdan hak ettiğimi de söylüyorlardı. Öğlen sonrası talimi için eğitim alanına gitmiş ve bir onbaşı komutasında yürüme çalışmasına başlamıştık ki, yanımıza gelen orta boylu, esmer bir uzman, - O, hocam hayrola. Sen kenara gel hele de biraz konuşalım. Niye böyle erken geldin? Diyordu. - Bu uzun bir hikayedir Komutanım, ne sen sor ne de ben anlatayım. - Olsun, olsun. Sen anlat, ben dinlerim. Derken tanışmış, anfinin önüne doğru yürürken konuşuyorduk. Sol tarafta bölük ve takım komutanlarının odaları ve bunların arka tarafında çay ocağı bulunuyordu. Burada ayakta çay içmekte olan birkaç uzman daha vardı. Adı Gökhan olan uzmanla konuşurken, diğerleri de konuya vakıf olmak için yaklaşmışlardı. Bu arada bize de çay gelmişti. İlk etapta ters çıkışlar yaparak önümü kesmeğe çalışan kısa boylu, kızıl saçlı, mavi gözlü bir uzman, onun anlayacağı tarzda konuşmağa başlayınca ilk tavrını değiştirmek ve uyumlu görünmeği yeğlemişti. Nitekim ötekiler kendi takımlarının başına gitmiş, Gökhan ve Mehmet uzmanla konuşuyorduk. Şiranlı olduğunu duyunca, bütün tavrı değişen Mehmet Uzman: “Toprağımsın” demişti. Meğer kendisi de Alucralı imiş. Bunu test etmek için ona hitaben: - O halde “Gılik ve Bişi” nedir bilirsin? - Vay, be, hiç bilmez miyim. Demek bunları biliyorsun ha? - Daha neler neler… Sonra bunları Kayserili Gökhan’a sormuş ve onun bilmediğini görmüştük. Böylece akşam olmuş ve takım uygun adım bir km.yi bulan dolambaçlı yolda marş söyleyerek bölük yatakhanesinin yolunu tutarken, biz kenardan konuşarak ilerliyorduk. Nihayet Atatürk Parkı önünde, akşam yemeği vakti için toplanılıncaya kadar istirahat veriliyordu... Batı Kışlaya intikalimden dört gün sonra ilk kez alay revirine gitmek üzere viziteye kayıt olmuştum. Uzun süre ayak üstü durmaktan rahatsız olmağa başlamıştım. Doktorla görüşüp, gerektiğinde eğitimden ayrılabileceğime dair resmi izin istiyordum. Sivil giyimli doktor, son derece mütevazı anlayış sahibiydi. Gerekeni derhal yapmış ve bana uzun süre ayakta durmak, atlamak, zıplamak, koşmak gibi eylemlerden muaf tutulma izni vermiş, bunu vizite defterine işletmişti. Bu arada her gün bir defa kontörlü telefonda kızım ve eşimle konuşuyordum. Biz özlem acılarına bir ölçüde bağışıktık, ama kızım öyle değildi. İlkokula gidiyordu. Karnesi tamamen pek iyilerle doluydu. Sabahçı olduğu için erken kalkıyordu. Annesi, benden telefon gelirse morali düzgün olarak okuluna gittiğini söylüyordu. Bir gün telefon gelmeyince canı sıkılıyor ve okula moralsiz gidiyormuş. Onun özlemi haricinde askerlik süreci bir şey değildi. Orada olduğum nasıl duyulmuş ise, hemşerilerim tanışmağa geliyorlardı. İlki komşu köy Karaşeyh’den Ünal, diğeri Uluşiranlı Ali idiler. 3.Bölükte bulunan Ünal ile eğitim alanlarımız yan yanaydı. İstirahat verilmiş, alandaki çamların altında oturuyorduk ki, yine yanıma gelmişlerdi. Bu kez yanında Bayburtlu olduğunu söylediği bir arkadaşı daha vardı. Bunu öğrenince hemen köyünü sormuştum. Konursu köyünden olduğunu söylüyordu. Uzun yıllardan beri akıbetini merak ettiğim okul arkadaşım Ademin köylüsü idi. Beş yıldır soruşturuyor ve ilk kez bir köylüsüne rastlıyordum Ademin. Hemen onu sormuştum. Verdiği yanıt hayali sükuta uğratıcıydı. O, ” Sizlere ömür, İstanbul’da beş-altı yıl önce vurdular abi” diyordu. Nedeni, kesin olmamakla beraber, mafya vari işlere girişmiş olması imiş. Muhtemelen ben Türkiye’ye gelmeden bir yıl önce ölmüştü. Çünkü İstanbul’da olduğunu, Karaköy’ün ondan sorulduğunu işitmiş ama bir türlü izine rastlayamamıştım. Kimin vurduğu bile belli olmamış, Adem kim vurduya gitmişti. Belki de, son günlerde gördüğüm bir düşte Ademin söylediği gibi, ikinci karısının yakın dostları vurdurmuştu... Ortaokul yıllarımızda Hocalardan dayak yeme pahasına yatakhaneden izinsiz çıkıp, gittiğimiz o sinema filmlerinde nice kabadayı öykülerini birlikte izlemiş, acı tatlı neler yaşamıştık Ademle. Sonuçta hep böyle oluyor, ünlü kabadayılar bir gün gelip birilerince mutlaka öldürülüyor, “Su testisi su yolunda kırılır” deniyordu... Bana hiç yazmamış olsa da akıbetine çok üzüldüğüm, ilk yabancı arkadaşım Adem’e Allah’tan rahmet diliyorum.... ADANA GÜNLERİ Yirmi bir gün süren acemi eğitim birliği “yemin merasimi” ile sona ermiş ve o gün Batı Kışladan ayrılmıştım. Yemin merasiminde yemin edemeyeceğimi açıklamak geçmedi değil aklımdan. Zira böyle bir durumda yemin etmenin anlamsızlığını düşünüyordum, ama bunu yapmayıp, kendi inandığım değerler üzerine yemin ettim. Bundan sonra gideceğim yer “Adana İç Tedarik Bölge Başkanlığı idi. On gün sonra Adana’da idim. Almanya’dan arkadaşım Turgay şimdilerde Mersinde oturuyordu. Onunla haberleşmiş ve saat on sularında şehir merkezinde buluşmuştuk. O bir gıda toptancısının pazarlamacısıydı. İşi marketlere zeytin ve peynir pazarlamaktı. Firmaya ait bir de araba vardı altında. Birlikte dolaşırken onun işlerine de bakıyorduk. Bu arada Sabancı Holdingden müdür emeklisi olan Ağabeyi Kubilay Bey ile tanışmıştık. Kubilay Bey, kendine özgü bir mantık silsilesi ile konuşabilen, nüktedan bir adamdı. Emekliydi gerçi ama elini işten güçten çekmek istemiyordu. Zira hala bir şeyler yapacak enerji ve ticari zekaya sahipti. Emekli parası ile idare edemeyecek kadar eli açık yaşamış olduğundan, masraf kısmak yerine, ek para kazanmak için Turgayla bir şeyler yapmak istiyordu. Yeni birliğime giderken bana refakat edeceklerdi. Nitekim mükellef bir öğlen yemeğinden sonra biraz dolaşmış ve önceden yerini belirlediğim binanın kapısından omzumda çantayla girmiştim. Lakin kalacağım yer burası değil, altıncı kolordu kışlası içinde başka bir yermiş. Buradan oraya her akşam saat beşte servis aracı varmış. Orada görevli askerler, beklersem onunla gidebileceğimi söylemişlerdi. Fakat Turgay ve ağabeyi oraya birlikte gidebileceğimizi söylemişlerdi. Bir süre sonra şehrin doğu kenarında konumlanmış olan Kışla Mahallesine ve burada yer alan 6.Kolordu nizamiye kapısına gelmiştik. Aradığımız yerin orası olduğu kesinleşince, onlarla vedalaşıp, omzumda çantam, nizamiye kapısına yönelmiştim. Nöbetçi askerler beni ziyaretçi sanmışlardı. Hiç konuşmadan, çantamdaki resmi evrakı gişedeki görevlinin önüne dizmiş, tetkik ve kararını bekliyordum. Bunlar, Üniversite Diploması, Sabıka Kaydına ilişkin savcılık belgesi ve Askerlik Şubesi Sevk evrakımdı. Görevli astsubay bunlara göz attıktan sonra, şaşkınlıkla: - Bu olamaz, bunda bir yanlışlık var ya! Derken, ben şöyle diyordum: - Pekala, madem ki bunu fark ettiniz, o halde sizinle anadilimi konuşabilirim. - Nasıl yani? - Açıklayayım, aksi halde, yani bu işte bir yanlışlık olduğunu fark etmemiş veya görmezden gelecek olsaydınız, sizlerle Türkçe değil, Almanca konuşacaktım. - Allah Allah, bu nasıl oldu ya abi, lütfen içeri gelin de öyle anlatın. Nöbetçi! bize hemen üç çay söyle! Burada yarım saatten fazla kalmış, durumu nizamiye görevlileri, er ve ast subaylara anlatınca, adeta kolorduyu nizamiyesinden fethe başlamıştım. Nitekim hepsi bir ağızdan; - Aldırma be abi, kuşkusuz sen haklısın ve bu işi en kısa zamanda halledeceğine inanıyoruz. Demişlerdi. Biraz sonra gelen bir servis aracına bindirilmiş ve kolordu birimleri arasından geçerek, resmi birliğim olan İç Ted. Böl. Başkanlığına bağlı “ Güvenlik ve Ulaştırma Takımı Komutanlığına” intikal etmiştim. Elimde valizim, koyu yeşil renkli minibüsten inerek, bir askerin refakatinde komutanlık makamına girdiğimde, masa başında oturan Komutan genç bir Teğmen idi. Beni önce, askeriyeden dışarı çıkmakta müşkülâtla karşılaşan sivil bir konuk sanmıştı. Fakat az sonra komutanlığına gönderilmiş bir asker olduğumu öğrenince, edasına resmiyet ve otorite yükleme lüzumunu duyacaktı. Lakin aramızda geçen uzunca diyalogdan sonra: - Tamam, seni anlıyorum ve madem böyle, bana düşüncelerini açıkça söyledin, ben de sana askerliği elimden geldiğince kolaylaştırıp, seni rahat ettireceğime söz veriyorum... Demişti. Sonra huzurundan ayrılıp, aynı refakatçi askerle birlikte koğuş ana kapısından girip, lebalep ranzalarla dolu koğuşlardan ikincisine geçmiştim. Biraz sonra etrafım genç askerlerce çevrilmiş, her biri bir yandan hoş geldin diyor ve neden böyle geç kaldığımı merak ediyorlardı. Soğuk ve sıcağa karşı modern klima cihazlarıyla teçhiz edilmiş olan yatakhaneler düzenli ve temizdi. Dikkat çeken tek şey, kapasitenin üzerinde asker sevkıyatı nedeniyle, ister istemez yer darlığına yol açılmış olmasıydı. Bunu komutan bizzat açıklamış, her şeye rağmen, buraya düşmüş olmaktan şanslı olduğumu ifade etmişti. Ayrıca kendisinin de sanattan uzak olmadığını göstermek için, kendi kaleminden bir düzine karikatür ve birkaç renkli kuru boya portre çalışmasını çekmecesinden çıkarıp,göstermişti. Komutanımız gerçekten sanat yeti ve anlayışını haiz bir insandı. Üç gün sonra, beni odasına çağıran Komutan, orada zaman geçirebilmeme yardımcı olmak maksadıyla şu soruyu sormuştu: - Şayet arzu edersen, angarya değil ha, resim malzemelerini getirtip,burada sana tahsis edeceğimiz bir mekanda resim çalışmalarını sürdürebilirsin? - Sağ olun Komutanım, gerçekten yerinde bir karar. Hemen telefon edip, malzemelerin gönderilmesini isteyeceğim. Nitekim öyle yapmış ve Ankara’ya telefon ederek bunun icabını baktırmıştım. Üç gün sonra, Kuzenim Sedat’ın gönderdiği koliyi teslim almak üzere genç Takım Çavuşumuz Erman ve muhafız olarak ben takım tesisatımızı (Hücum yelekleri dört dolu şarjör ve bir G3 otomatik piyade tüfeği) kuşanmış, komutanımız da birlikte, askeri araçlarımızdan birine binerek kışladan ayrılmıştık. Şehir merkezinde önce tuval yapmak için kullandığım Amerikan kaput bezi satın almış sonra Lüks Adana firmasının kargo bölümüne giderek, iki gün önce gelmiş olan koliyi teslim almıştık. Daha sonra çalışacağım yeri belirlemiş ve marangoza iki tuval germe çerçevesi ve resim tezgahı ısmarlamıştık. Tuvallerin hazırlanması bittikten sonra ilk eser komutanımız ve eşlerinin evlilik günlerine ait bir resimlerini tablolaştırmamak olmuştu. Üç haftaya yakın bir çalışmadan sonra ortaya çıkan eser umumi beğeni kazanmış ve komutanımız sonuçtan son derece memnun olduğunu ifade ile, samimi övgüde bulunmuştu. Resim yapma imkanım olmasaydı orada zaman geçirmek çok daha zor olacaktı... Günler, haftalar geçerken herkesle tanışıyor ve bana gösterilen yerde çala fırça resim yapıyor, sıkılınca kameriyedeki çay ocağına gidip, bilenlerle Satranç oynuyor, bilmeyenlere ise öğretiyordum. Geldiğim günün ertesi akşamında, o sırada şehir içindeki Bölük idare merkez binasında görev yapan Cengiz isimli bir gençle tanışmıştım. Ona Alman diyorlardı. Minyon tipli Cengiz, görünüş olarak da Almanlara çok benziyordu. Orada doğup büyümüş, ama yaralama ile ölüme sebep olmaktan beş yıl da ceza evinde yatarak, sınır dışı edilmiş otuz yaşlarında bir gençti. İlk konuşmalarımız Almanca olmuştu. Onunla tanıştıktan sonra, mesai saatleri haricindeki zamanlarımızı geçirmek çok daha eğlenceli bir hale gelmişti. Birlikte satranç oynuyorduk. Ben uzun zamandır oynamadığım için ilk zamanlar çoğunluk o kazanıyordu. Fakat zamanla ben de kazanmağa başlamamış ve nitekim eşit düzeye gelerek aramızda çetin maçlar çıkarmağa başlamıştık. Cengiz kazanmak için çırpınıyor ve bunun için var gücünü sarf ediyordu. O nedenle kendini oyuna çok kaptırıyor, ansızın “Şah!” çekmelerim karşısında şiddetle irkilerek, beni güldürüyordu. Her akşam 9-10 km.yi bulan koşular yaptığı için çok su içiyor ve oynarken her on dakikada bir tuvalete gidiyordu. Cengiz bana göre son derece eğlenceli bir arkadaş olmuştu. Onu, tutumları dolayısıyla, anladığım için bana minnettardı. Bölükteki arkadaşlarına “Siz Türkler” diye hitap ediyor ve zaman zaman son derece galiz yergilerle alenen tahkir etmekten çekinmiyordu. Anladığım kadarıyla, Türk olmaktan ötürü aşırı bir aşağılık kompleksi ile büyümüş ve bu onda kronik bir hale gelmişti. Asker ocağında karşılaştığı, (Onbaşı ve Çavuşluk verilmemiş) kimi durumlar kinini pekiştirmişti. Kimi bakımdan Cengizle taban tabana zıt, kimi bakımdan aynı görüşteydik. Türklük hakkında onu aydınlatmak ve iç yarasının tımarı da bana düşmüştü. Her şeye rağmen Türklüğü savunmam karşısında ister istemez etkileniyor ve herkese cevap yetiştirirken, bana karşı sükut ediyordu. Cengiz son derece terakkiperver, ilerleme ve yükselme arzusunu haiz bir ruha sahip olduğu için, askerlik süresi içinde kademe kaydettirilmediği için, içi kinle dolmuş ve her fırsatta “Benim yaşadığım medeni ülkede....” diyerek, zaten o ülkelerin adının geçtiği yerde derhal aşağılık kompleksi duymağa alışmış olan Türk insanını (Subay sınıfı dahil) derhal susturuyor ve her türlü sapkın tavrını haklı gösterebiliyordu. Oysa ki, eğer Türk asıllı ve bu ülkenin yurttaşı olmamış olsa, Almanya’da beş yıl daha fazla hapis yatması gerekecekti. Ben ister istemez olayları kendi durumumla kıyaslıyor ve Cengiz’e: -Peki ya benim yerimde olsan ne yapardın Cengiz kardeş? Diye sorduğumda. -Valla sen çok sabırlısın ya Abi. Ama haksız mıyım. Baksana hele şu ülkede yaşayanların haline. Medeniyet ve insanlık nedir bilmiyorlar. Bir birlerine karşı yaptıklarına ve ülkenin durumuna bir bak. Her türlü yalan, dolan, haksızlık ve hırsızlık-rüşvet almış yürümüş, devlet iflas noktasına gelmiş. Yok ya valla bunların kafası hiç çalışmıyor... Diyordu. -Bazı bakımlardan ne yazık ki haklısın, ancak Türkler diye başlarken ve yergiler yağdırırken ne söylediğine dikkat etmelisin Cengizciğim. Çünkü bu ülkede halen dejenere olmamış, asil ve onurlu Türkler sandığından fazladır. Türkün gerçekte kim olduğunu o Avrupalıların kitaplarından da okuduğum gibi, onları da emin ol ki, senden iyi tanıdım. Sana, ötekilerin huzurunda cevap vermek istemiyorum. Çünkü ne de olsa burası asker ocağı ve sen onlardan hem yaşça hem de devre olarak daha üsttesin. Ama yine de, sana, her türlü aşırılığına rağmen, cevap vermeyişlerini takdir etmelisin. Çünkü büyüğe karşı bu saygı bizden başka az millette vardır. Avrupalılarda, bilirsin, böyle bir şey yoktur. Sana Abi diyorlar ve ne kadar tahkir etsen de cevap vermiyorlar. Bunun için onları çok takdir ediyor ve bu tutumlarından ötürü övüyorum. Cengiz ile çarşı izinlerinde birlikte oluyor, kah şehir içinde dolaşarak, kah bir Kafeteryada tavla ve satranç oynayarak vakit geçiyorduk. Adana tahayyül ettiğimden çok daha güzel konumda bir şehirmiş. Buna rağmen Cengiz’in eleştiri oklarından beri kalmıyordu. Sokaklardaki kirlilik ve kimi apartmanları gördükçe Almanya ile kıyaslayarak konuşuyordu. İyi ki orasını da biliyordum. Yoksa bu konuşmalar karşısında oraları cennetten öte bir yer sanabilirdim. Şehirde ara sıra rastladığımız üniformalı subayları görünce de yadırgıyor ve Almanya’da böyle bir şey olmadığını söylüyordu. Anlaşılan bunun nedenini hiç düşünmemişti. İzah etme gereği ortadaydı: - Cengizciğim, Almanya’da subaylar ortalıkta dolaşmazlar, çünkü bir kere subay sayısı Türkiye ile kıyaslanamayacak denli azdır. İkincisi Alman subaylarının çarşı pazarda boy gösterecek yüzleri yoktur. Sebebini bilmiyorsun henüz sanırım. Ama İki dünya harbini Almanlar çıkarmış ve her ikisinde de mağlup olmuşlardı, değil mi? İşte sebep bu dur. Türk subayları böyle mi? Hangi savaşları kaybetti Türk ordusu ki, subayları ortalıkta dolaşmaktan ar etsinler? Anlayacağın, Türk subayları, haklı olarak halk tarafından sevilir ve sayılırlar. Almanya’da ise cadde ve sokakları dolduran sivil ve resmi olmak üzere Alman polisleridir. Sen galiba Alman asker ve subaylarının o zamanlarını hayatta görmediğin gibi, romanlarda okumayıp, filmlerde de hiç izlememişsin. Şayet Alman subayları Türk subaylarının tarihine sahip olsalardı onların cakasından etraflarından geçilemezdi. Bizimkiler, dikkat edersen, vakur ve mütevazı davranır, kibirlenmezler. Türk askerini güçlü kılan çok önemli bir özelliktir bu. - Ben hiç kitap okumadım, okumam abi. - Deme ya, bak beni fena halde hayal kırıklığına uğratıyorsun Cengiz. - Öyle, okumadım abi. - Hayret ya. Bu devirde ve senin gibi bir adam nasıl olur da hiç kitap okumamış olur. Yoksa yalandan mı öyle söylüyorsun? - Yok abi, doğru, ben kitap okumadım ve okumam... - Şu halde bu güne kadar benimle cabadan tartışmalara kalkıyor, kendince fikir beyanlarında bulunuyordun, öyle mi? - Nasıl yani? - Kitap okumayan kişi, bence kara cahildir, onun için. Anladın mı? - Deme ya, biz de yer gördük, adam tanıdık, sinemaya gider, gazete okuruz. - Her neyse, kitap okumanın yeri başkadır Cengizciğim. Bari bundan sonra oku. Ben ne dersem diyeyim, Cengiz sabit fikirlilikte inat ediyor ve dediklerimi pek kayda almak istemiyordu. Çünkü o tarz düşünmekle kendini çok daha güçlü, bilgili ve dikkate şayanmış gibi gösterebiliyordu. Tabiatıyla bu konuları benimle tartışmak istemiyordu, zira bu anlarda yegane silahını elinden kaçırıyormuş gibi oluyordu. Cengiz’in ana dili Almanca sayılırdı. Bir hayli de İngilizce’si vardı. Türkçe’si üçüncü sıradaydı. Konuştuğu pek çok şeyi Almanca düşünüp, Türkçe’ye çeviri yapıyordu. Bu meyanda, yeni gelmiş olan, üniversite mezunu, kısa dönem askerlerden biri ile tartışırken, ona bu bölükte kültürlü, eğitim düzeyi yüksek kişiler de bulunduğunu anlatmak için; -Burada senin seviyende bilgili ve benim gibi “cahilsiz” adamlar da çok valla! Diyordu. Uzun dönem askerlik yapanlar, kısa dönemlere “Poşet” diye hitap ediyor ve bu şekilde duydukları tepkiyi ifade ediyorlardı. Çünkü onlarla aynı şartları paylaşan kişilerin sekiz ayda askerliği bitirip, terhis olmalarını bir türlü hazmedemiyorlardı. Üniversite mezuniyetleri olmaları pek umurlarında değildi. Madem aynı tür üniformayı giyip, aynı karavanadan yiyor ve aynı yatakhaneyi paylaşıyorlardı, o halde onlar da on sekiz ay kışlada kalmalıydılar. Ben sabah sporlarına iştirak etmiyordum. Lakin akşamları uygun saatte benden yararlanmak isteyen bir iki çavuş ve erin ısrarı üzerine, bir kenara çekilip karate yapıyorduk. Bir gün antrenmandan dönüyorduk. -Yeter bu kadar, artık yatalım! Dediğimde. Kısa dönem çavuşlardan Ordulu Beytullah; -Abi senin koğuş nöbetin var. Diyordu. Yanındaki Sivaslı Ali bunu kınayarak ; -Abi sana bile nöbet yazmışlar, derken Beytullah çavuşa bakıyordu O ise aynı kınama tarzıyla cevaben: -Yazan utansın, diyordu. Ali, bu kez serzenişle; -Kim yazdı? Beytullah: -Ben! Diyor ve bunun üzerine başta ben, herkes kahkaha ile gülüyorduk. Sonra ben ona hitaben: - Beytullah, işte bu cevapla benim anılarımda yer almayı da hak etmiş oluyorsun, diyordum. Beytullah, Erzurum Atatürk Üniv. Kimya Mühendisliği Fakültesi mezunu 24 yaşında bir gençti. Tanıştığımızda başım hayli dertte, diyordu. Genç yaşına rağmen şakakları kırlaşmıştı. Canını en çok sıkan, askere gelince kendisini terk eden bir kız arkadaşıydı. İkincisi ise nizamiye görevi için gittiği ilk gün, oradaki bir onbaşı ile kavgaya tutuşması ve bu arada geçiş kontrolü yapılan detektörün yere düşerek önemli bir aygıtının hasara uğramasıydı. Bu aletin hasara uğrayan parçası meğer hayli pahalı ve onlara ödettirilmek isteniyormuş. Bu bir yana, kız arkadaşı tarafından terk edilmek onu hayli incitmişti. İşin kötüsü, yazarak içini döktüğü şiir ve nesir karışımı uzun bir serzeniş mektubu yerine dahi ulaşamamıştı. Bu mektubu bana okuttu ve “Bu yazdığım en uzun edebi yazıdır abi” demişti. Gerçekten, inanılmaz duygu yoğunluğu ve ifade zenginliği vardı. Muhatabını kah kızdırıp, öfkeden küplere bindirir, kah hüngür hüngür ağlatabilirdi. Ama bana kalırsa arzu edilen amaca ulaştırmazdı. Bu bakımdan, yerine ulaşmamış olması daha isabetli olmuş, demiştim. Bu duyguyu az çok bilirdim. O, her şeye rağmen yazdıklarının vefasız sevgili tarafından okunmasını istemiş, lakin bu mümkün olmamıştı. Böyle bir şeyin kimsenin başına gelmesini arzu etmem. Çok acı verici olmalı ki, zaten Beytullah’ın saçlarının bu denli kırarmış olması da tevekkeli değildi. Bu bakımdan, 18 yıl yolumu bekleyen eşimden ötürü beni çok şanslı buluyordu. Askere geldiği için sevdiği tarafından terk edildiğini söyleyen bir çok genç, bana fikir danışmışlardı. Hemen hepsine önerim aynı oluyordu. “Hemen yeni bir sevgili bulun”... Bir gün öğlen yemeğinden henüz çıkmış ve bir sigara yakarak, kameriyede ocak çayı içmeğe gidiyordum. Canım sıkkındı. Er koğuşlarının hemen bitişiğindeki Subay Gazinosunun önünden geçmiş başım önümde, diğer elim cebimde ilerliyordum. Üç basamak merdiveni çıkıp, sağa dönecek ve oradaki masalardan birine oturacaktım. Merdivenlere yaklaşmıştım ki, karşıdan futbolcu kıyafetiyle ve seri adımlarla gelen biri, merdivenlerden inerek yanımdan geçmişti. Bir an geçen kişiye bakmış, tanımadığım bu simayı birine benzetmiş, ancak geçtikten sonra arkaya dönmüştüm. Tam bu esnada o da geri dönmesin mi: -Asker, askersen askerliğini bil! Bu orta boylu, esmere yakın tenli adamın bizim subaylardan biri olduğunu, hatta Atilla Binbaşı olduğunu o sıra anlamış, ama bana bu tarz çıkışma ihtiyacı göstermesine alınmıştım. Çünkü askeri üniforma taşımıyor olduğunun bilincinde olması gerektiği kanısındaydım. -Komutanım, sizi tanımadım. -Beni nasıl tanımazsın yav? -Çünkü bu kıyafetinizle çok daha genç gösteriyorsunuz, onun için tanımadım. Böyle diyerek hayli öfkelenmiş olan adamı yatıştırmayı yeğlemiştim. Çünkü onun esasen mütevazı bir komutan olduğu biliyordum. Ama tepemin atmasına da ramak kalmıştı. Çünkü kendimi herkesin çehresini şahsen tanımak zorunda hissetmediğim gibi, böyle bir fırsatı da kolluyordum. Çünkü askerliği daha erken bitirmenin tek yolu rapor almaktı ve ilk akla yatkın rapor şansını içerde geçirdiğim onaltı yılda görüyordum. Lakin sadece bunu belirtmek buna kafi gelmeyip, başka icraatlar da gerekliydi. Şu halde, böyle bir durumu fırsat diye kollarken, karşıma için için takdir ettiğim Atilla Binbaşı çıkıyordu. Nitekim Binbaşı: -Sen kısa dönem misin? -Öyle olmam gerekiyordu, ama maalesef ki değilim. -Hadi, neyse.... Böylece ayrılmıştık. Her şeye rağmen asabım bozulmuştu. Bir bardak çay içip, geri, çalışma tezgahımın başına dönmüş, stres atmak için fırça sallıyordum. Az sonra bizim bölük komutanı Yusuf Teğmen yanıma gelmiş, kolay gelsin, diyerek hasbıhal ediyordu. -Sağ olun komutanım, iyi gidiyor. Lakin az kalsın bu elimden bir kaza çıkacaktı. -Ya, ne oldu? Durumu izah ettiğimde; - Takma kafana, ben konuşurum kendisiyle. Onu tanıyamadığına inanmamıştır. Aslında çok iyi bir komutandır. Bana söylediğin daha iyi oldu. Diyerek yanımdan ayrılmıştı. Aradan üç gün geçmişti ki, subay gazinosunu işleten sivil Kadir yanıma gelerek, - Abi, Atilla Binbaşı seninle görüşmek istiyor, gelir misin? - Tabii, az bekle... - Abi, ona senden ben bahsettim, yanlış yapmadım, değil mi? - Yok yok, iyi ettin. Bunu zaten bekliyordum. Derken elimdeki fırçanın boyasını yıkamış ve dışarı çıkmıştım. Subay gazinosuna girdiğimizde, içerde kimse yok ve o ilerdeki masada yalnız oturmaktaydı. Bu kez üniforması üstündeydi. Masanın önüne kadar muntazam adımlarla ilerlemiş, ve önünde durmuştum. - Benimle görüşmek istemişsiniz Komutanım, buyurun! - Evet. Sen resim yapıyormuşsun, öyle mi? - Evet komutanım. - Ne zamandan beri resim yapıyorsun? - Hayli uzun zamandır komutanım. - Kaç yıldır? - 18 yıldır, aralıksız resim yapıyorum. - Nerede çalışıyorsun şimdi, bitmiş çalışman var mı, görebilir miyiz? -Tabii ki, Hek depoda çalışıyorum komutanım. Buyurun gidelim isterseniz. Derken, Binbaşı masadan kalkmış ve birlikte gazinodan dışarı çıkmıştık. Koğuşların önündeki beton içtima alanında yan yana yürürken, komutan manidar bir şekilde tebessüm ederek; -Daha önce tanışmıştık, değil mi? Diyordu. Ona aynı eda ile cevaben: - Evet, tanışmıştık. Diyordum. Nitekim hek deponun ağır raylı demir kapısını iterek açmış ve içeri girmiştik. Karşıda iki resim var ve biri bitmiş durumdaydı. Komutan onları takdirle izlerken, hemen arkamızdan gelmiş olan bir asteğmene, bu işin çok zor olduğunu ve çalışmaları ne kadar beğendiğini söylüyordu. -Bu işin hususi eğitimini mi aldın, yoksa doğal kabiliyet eseri mi? -Kimseden ders almadım, lakin Almanya’da iken yaptığım bazı çalışmalar, uzaktan öğretim veren “Paris Akademisi”nin öğretmenlerinin incelemesinden geçmiş ve onlardan çok olumlu eleştiriler almıştım. Almanya’da 16 yıl süren bir hapishane hayatım olmuştu. Bu süreyi resim yaparak geçirmiştim. Bu konuyu açınca komutanın yüz ifadesi bir an değişerek; - Bunu biliyorum. Ama her halde tekrar hapishaneye girmek istemezsin. Değil mi? - Kuşkusuz ki, hayır. - Biliyorum, senin yaşında biri için bu askeri kural ve kaidelere uymak zordur, ama hepimiz T.C. vatandaşlarıyız ve bunlar da kurallar, uymak durumundayız. - Doğrudur komutanım, lakin, burada bir husus var. Müsaade ederseniz arz etmek isterim. -Tabii, buyur. -Hatırlarsanız o gün ki karşılaşmamızda bana “Kısa dönem misin?” diye sormuştunuz ve ben “Olmam gerekirdi, ama değilim” demiştim... Böylece mahut durumu açıklamış, tepkisin görmek istemiştim. -Ama nasıl olur, bir yanlışlık olmalı bu işte! Buna ek olarak mahkeme safhasını ve sair olan biteni özetlediğimde, komutan: -Bana kalırsa bu durum Y.A.İdare Mahkemesinin, ASAL’ın iç işlerine karışmak istemeyişinden kaynaklanmış. Madem öyle, o halde sen de bu kuralları saymamakta haklısın. Diyerek, çıkıp, gitmişti... Bana bir internet sitesinden gelen tavsiyeye uyarak, ünlü Şehit Anaları Derneği Avukatı Can Özbay ile görüşüp, şikayetlerimi belgeleriyle birlikte dile getirdim. Pazartesi - Salı duruma ilişkin bir girişimde bulunup, bana haber vereceğini söyledi. İnşallah sonuç olumlu olur ve kısa dönem askerliğime olanak verilmiş olur. Ayın onunda Adana’ya döndüm ve Avukat Özbay’ı arayarak sonucu öğrendim. Maalesef olmuyormuş. Çünkü devam eden askerlik süreci içinde statü değişikliği mümkün değilmiş. Yani, askerliğe başlamamış olmalıymışım. Oysa , üniversite öğrenimi sürerken askere alınmış olan son sınıftaki bir başka vatandaş, üniversiteden mezun olunca onu Ankara’ya çağırıp formalite sınava sokmuş ve sonra yeni statü ile kıtasına göndermişlerdi. Bu durumda bana, ne yazık ki, ruhsal yetersizlik (!) nedenine dayalı raporu almaktan başka yol kalmıyor ve bu hiç kolay değildi. Çünkü bu gün Adana’dan sevkli geldiğim Mevki hastanesinde görüştüğüm bayan uzman Psikolog Ümit Boz bana çürük raporu veremeyeceğini, zira bunun için iki cinayet işlemiş olmam gerektiğini söylüyor ve o nedenle ancak yirmi günlük bir istirahat öneriyordu. Bunu kabul etmiyor, GATA’ya sevkimi sağlamasını rica ederek ayrılıyordum. Bayan Boz ilk gelişimden beni hemen hatırlamıştı. Orta yaşın biraz üzerinde esmer tenli, zayıf yüzlü, kara saçlı bayan Psikolog, karşısında tam bir ruh hastası görmek istiyordu. Oysa ben, bütün bu durumlar karşında gerçekten delirmesine ramak kalmış biriydim. Bu durumu anlamak için hiç zaman ayırmıyor, ona geçmişimden bahsetmiş olmamı benim adıma bir eksiklik sayıyordu. Allah’tan başka bir alternatif yol olarak GATA’ ya sevk imkanım vardı. Yoksa keçileri kaçırmam an meselesiydi. Sevkimi yapmasını ondan rica ederken, içimden nasıl olup da ruh doktorlarının böyle kayıtsız olabileceklerine hayret ediyordum. On altı yıl hapishanede yatmış biri olarak, benim normal olduğumu kim iddia edebilir, diye sorduğumda, bu soruya şimdiye kadar herkes, sükutla cevap vermiş ve haklı olduğumu teyit edilmişti. Bu, mesleki Titrine “Uzman” diye yazdırmış olan bayan ve Adana askeri hastanesindeki erkek meslektaşı Dr. Mehmet Çopur nasıl oluyordu da geçmişime dair duydukları birkaç cümlelik özete dayanarak, tamamen normal olduğuma hükmedebiliyorlardı? İnanılır gibi değildi. Bana adeta ithamda bulunarak: -Sen geçmişinden bahsediyorsun, oysa bize bu günün ve hali-i hazırın lazım. Diyorlardı. Tamamen oluşmuş bir hastalığı tedavi edemeyeceklerine göre, hiç değilse bu oluşmadan önce, mümkünse önlem almak değil miydi doktorların asıl görevi? Esasen Bayan Ümit Boz’dan anlayış bekliyordum. Çünkü bu defa onun beklediği gibi, bağlı bulunduğum askeri birlikten almış olduğum “Kıta Anket Formu” nu kapalı olarak önüne koymuş ve komutanlarımın hakkımdaki görüşlerini okumasını sağlamıştım. Bu durumda iki cinayet işlemiş olmam gerektiğini öne sürmesi inanılır gibi değildi. Buna rağmen yanıt vermeden edememiş ve; -İki değil, ben esasen on cinayet işledim , ama sadece bu bana ispat edilendi? Demiştim. - İspat etmelisin ama! -Fakat ya o zaman yeniden mahkum edilirsem? -Öyle, ama aksi halde çürük de alamazsın. 15 Temmuz 2002 Pazartesi Yarın GATA’ ya gideceğim. Orada görevli bir hemşerim varmış. Kendisi Paşa derecesinde bir Doktor. Daha önce görüşüp, tanışmış ve benim konuyu özel muayenehanesinde uzun uzadıya tartışmıştık. Bana yapılanın hakkaniyete uymadığını, esasen yedi ay askerlik yapmam gerektiğini teslim ediyor, ancak bu yanlışı düzeltecek durumda olmadığını söylüyordu. Israrım sonunda, beni bir ruh doktoruna gösterebileceğini, lakin sağlamsam, çürük verin, demeyeceğini söylüyordu. Sonucu yarın buraya kaydedeceğim. Gata’ya gittim ve hemşehrim Generali telefonla aradım. O an sınavda olduğunu söyleyince, bekleyebilirim, dedim. İki saat sonra görüştük. Ameliyattaymış, çıktı ve kısaca elimi sıkarken, emir subayına psikiyatriyi benim için aramasını ve yardımcı olmalarını söyleyip, gitti. Emir subayı oradaki sekretere durumu aktardı ve biraz sonra büyük bir kompleks olan Gata içindeki ring servisi ile anılan bölüme giderek, ilgili binbaşı ile kısa bir görüştüm. Onlar için geçmişimin hiç önemi yoktu. Değil mi ki şu an sağlam ruh hali ile karşılarındaydım, o halde askerlik yapabilirdim... İSYAN Günlerden 23 Temmuz 2002 idi. Bir gün önce viziteye çıkıp, alay revirinden askeri hastaneye sevk edilen bütün askerler gibi, otobüsle gelmiştim. Sevk evrakını hastane müracaatına verdikten sonra beklemek üzere çoğu dışarı, hemen hastane önünde ki bahçeye çıkmıştık. Adana’da hava her gün ki gibi yakıcıydı. Bahçede ağaçlar altında kurulmuş olan çoğu betondan dökme, kimi ahşaptan mamul banklarda oturuyorduk. Biri bizim bölükten, ikisi uzman çavuş adayı sivil genç ile bir masada oturmuş, sohbet ediyor, sigara içerek bekliyorduk. Onlara, askerlik çağındaki gençlere eğitim verilirken, kendimce kayda değer saydığım yapıcı önerilerde bulunuyordum. Sohbetimiz sürerken, dizim masa altında kalmak kaydıyla, bir ara sağ bacağımı sol dizimi üstüne atmıştım. Bir an, yanı başımızda duyduğumuz: -Utanmıyor musun böyle ayak ayak üstüne atıp, sigara içmeğe? Unutma ki buradan geçen bütün beyaz elbiseliler senden üstündür! Diyordu. Bu asabi sesin sahibini merakla, başımı kaldırmış, ona çevirmiştim. Ön sağımda durmuş, çatık kaşlı, orta boylu beyaz üniformalı bir subaydı. Bir an tereddütten sonra, beni kast ettiğini anlamış ve istemeyerek ayağa kalkmıştım. Görünüşe göre benden yaşlı biri değil, kıyafetinden doktor olduğu anlaşılıyordu. Yarı içilmiş sigaramı söndürüp, yere atarken, ona cevaben sadece: - Ya,aslında bu yaşta burada asker olmamalıydım. Demiştim. O buna öfkelenerek; - Olmuşsun işte ve o elbiseyi üstüne giymişsin. Dikkat edeceksin. Yumuşak ve serzeniş yüklü bir ses tonuyla sadece: - Haklısınız! Demiştim. Bunun üzerine yürüyen adam, her ne düşündü ise, tekrar durup, kızgın daha öfkeli eda ile; - Seninle görüşeceğim. Hemen nizamiyeye geç ve beni orada bekle! Demiş ve ileri doğru tekrar yürümüştü. Bunun üzerine, bu olaydan son derece müteessir oldukları yüzlerinden anlaşılan uzman çavuş adayı gençlere eğilerek: -Bu adamı çarparsam hiç şaşmayın, demiştim. Zira moralim son derece bozulmuş, sinirlerim gerilmişti. Nitekim nizamiyeye doğru yavaş adım yürümüştüm. Aklımdan “ Gene umulmaz bir belaya çattık gibi görünüyor, hadi hayırlısı.” Diyordum. Aksi yönde giden adam orada parkta duran kurşuni renkli bir özel arabaya ile gelmiş ve önümde durmuştu. Sonra aracın sağ camını açarak: - Bana askeri kimliğini ver! Diye emretmişti. - Yanımda yok, bizi getiren aracın komutanına verdim. - O halde sivil kimliğini ver! - O da yok. - Dedikten sonra, aracın açık camına eğilerek: - Ya, çok özür dilerim, ama bu konu üzerinde niçin bu kadar duruyorsunuz? - Fazla konuşma! - Derken, sola dönüp, açık camdan karşıda duran genç bir inzibata seslenerek; - Lan inzibat! Hemen buraya gel, bunu al ve genel cerrahinin önünde beni bekleyin. Hadi, görevini yap. Ben biraz sonra gelirim. Diyerek, gaza basmış ve çıkış kapısına doğru sürüp, gitmişti. Biz orada kala kalmıştık. Sonra genç inzibat kaygıyla bana: - Ne oldu abi? Bir şey mi yaptın? - Hiç bir şey ya, oturmuş, sigara içiyorduk şurada. Her ne zoru varsa gelip, bana çattı. Kim bu adam? - O, Hastane Baştabip yardımcısı, Yarbay, Alim Özyurt, aksinin biridir. - Bak birader, sen en iyisi beni önce Baştabiple görüştür, bari ona durumu izah edeyim. Yoksa bunun düşündüğü gibi olmayacak, bundan emin ol ve sakın beni daha önce bununla karşılaştırma. Demiştim. - Fakata abi, bu adama delinin biri, kimseyi dinlemez ki? - Koçum, ne o, ne sen beni hiç tanımıyorsunuz. Sen dediğimi yap, yoksa işler fena karışacak, emin ol. - Abi bu adam kimseyi dinlemez. Aksinin biri diyorum sana. - Yav kardeşim, sen beni tanımıyorsun. Ama onun zannettiği kişi değilim ben. - Anlıyorum, ama o kimseyi dinlemez. - O halde, bu arada benim sevkim çıkarsa, çekip, giderim, sen de ona; “Bir ara başka yere bakıyordum, çıkıp gitmiş, dersin, tamam mı?” - Aman abi, sakın böyle bir şey yapma, beni yakar vallahi. Daha iki gün önce bütün milletin gözü önünde beni haşladı. - O halde bir başkasıyla görüşeyim. - Ya abi, o da seni dinlemez, dinlese bile ona sözü geçmez. Dedim ya, bu Yarbay çok aksi bir adam, herkesi çektiriyor, ondan hal ağlamayan yoktur. - İyi vallahi, desene ki çattık. Ama şunu bil, bu yaşta şu asker elbisesini giydim diye kimsenin şaplak uşağı olacak değilim. Keşke ona söz geçirecek biri olsaydı. Bu arada aklıma, bana çok iyi davranan bir asteğmen Doktor gelmiş ve ona uğrayarak, en azından bir şahit olur, kanısıyla, durumu izah etmiştim. Asteğmen olayı dinlemiş, ama kollarını çaresizlik içinde iki yana açmıştı. Çünkü arada rütbe farkı vardı. Ayrılırken ona teşekkür edip, tasalanmamasını söylemiştim. Kantine gidip, bir şişe soda içmiş, biraz bekledikten sonra, inzibat, adamın geldiğini söylemişti. Derken birinci kata yönelmiştik. Kapı üstünde Genel Cerrahi yazan odanın önünde durduk. Merdivenler, koridor asker, sivil insan kaynıyordu. Genel Cerrahi birinci kat merdiveninin hemen başında ve kapısı açık, bizim baş belasını başka bir personelini azarlarken görüyordum. Merdivenden çıkarken yorgun argın yürüyor, böylece üzerine gidilecek biri gibi görünmek istemiyordum. Zira bu, kompleksi fazla adamı tahrik etmek yerine, aksi hissiyat uyandırmak, mümkünse insafına hitap etmek istiyordum. Nihayet beni açık kapı önünde görünce, az önce paylamakta olduğu personelden dikkatini çevirip, sakin bir tonla: - Gel. Demişti. Bu hali beni umutlandırmış, galiba siniri yatışmış, diye düşünüyordum. Fakat az sonra yine hayal kırıklığına uğrayacaktım. Çünkü bana: - Demin yaptığın terbiyesizlikti. Diyordu. Buna karşılık: - “Efendim ben rahatsızım, işte buna dair rapor...” demeğe kalmadan; - Bana evrak mevrak gösterme. Çık dışarı! Diyordu. Buna yanıt olarak bu kez sadece: - Emredersiniz! Derken, artık serbest bırakılacağımı sanıyordum. Fakat nerede o şans. Zira bir Türk subayından çok her şeye benzeyen bu adam: - Tabii emr ederim. Çık dışarı ve şu kenarda bekleyin! Diyordu. Ne yapsam bu adama yaranılamayacağını anlamış, tepem atmasına ramak kalmıştı. Bana davranışını açık kapı önünde, koridoru dolduran kalabalıktan duymayan kalmamıştı. Kapıdan geri çekilmiş, hemen kenarda ki bir giriş duvarının üzerine küçük evrak çantamı koyup, sağ elimi palaskama atmıştım. Düşündüğüm gibi, göz ucuyla beni izlemedeymiş ki, az ötemden yüksek sesle bağırarak; - Elini belinden çek! Demekle kalmıyor, oturduğu sandalyeden kalkıp, üzerime gelecek oluyordu. Bu, bardağı taşıran son damla olup, öfkeyle, önce koridorda bekleşenlere kitleye hitaben: - Vatandaşlar, ben 45 yaşında, üniversite mezunu, ressam ve yazarım, bana nasıl davrandığını gördünüz, bundan sonra olacaklara şahit olun. Diyordum. - Sus, suç işliyorsun. Diyen yarbaya aldırmadan konuşmamı sürdürüyordum. - Şu üzerimde ki elbiseden ötürü böyle yapıyor, bunu giyip, buraya geldim diye suç mu işledim? Burada bir mahkum muyum, yoksa şerefli bir Asker mi? Hayatımda hiç bu kadar sabretmemiş, öfkemin doruğundaydım. Hitap ettiğim vatandaş kitlesi bu durumda başını yere indirmiş, kimsede şahitlik bile yapacak niyet yoktu. O, yüksek sesle, emrinde ki askerleri alarme edip, zabıt tutulmasını emrederken, bana doğru hareketle: -Ben devletin Yarbayıyım! Diyordu. Ama bu sözüyle beni durduracağını sanırken, asıl nasırıma bastığının farkında bile olmayan adama cevaben: - Bu devletin yüzünden tam on yıl, fazladan, gavur hapishanelerinde yattım! Ona doğru yürürken, duyulan bunca şamata üzerine alarme olan inzibatlar oraya akın ediyordu. Üzerime gelmelerini önlemek üzere, önce onlara karşı celallenip: -Bana bir bölük vız gelirsiniz! Demiş, ikimizin arasında dizili duran inzibat omuzları üzerinden, yüksek rütbesine güvenen Yarbaya bütün öfkemle bağırıyordum: - Bir karış boyuna bakmadan, bana yaptığın bu zulmü, toplam 16 yıl yattığım gavur ceza evlerinde bile görmedim. Şimdi sana bir çakarsam duvara yapıştırırım! Diyordum. Koridor anında şaşkınlık ve sessizliğe bürünmüştü. Bu sessizliği bozup, havayı limonileştirmek gerektiğini düşünüp, şoke olmuş yarbaya hitaben: -Beni isyan ettirdiğin için sana teşekkür ederim, zaten psikolojik rapor alacaktım. Diyordum. Bir an hepten apışan adam, sonra bir açığımı yakalamış gibi, inzibatlara hitaben: - Duydunuz mu, rapor almak için kasten yapmış, bunu da zapta geçin. Diyordu. Ona vurmak istesem, elbette bunu yapabilirdim. Lakin bu kadarı yeterdi. Zaten en okkalısından bir tokat bile ancak bu kadar tesir eder, ama sonuçları daha kötü olurdu. Nitekim oradaki çantamı almış ve dönüp, merdivenlerden aşağı inmiştim. Hastane kapısından henüz çıkmıştım ki, bana doğru gelen inzibat nöbetçi kolluğu takan bir Binbaşı’yı fark etmiştim. Bakışları hiç hayra alamet görünmüyordu. Ama beni tesir altına almak için çok az gelirdi. Zira artık isyanda olup, kimseyi kayda alacak değildim. Nitekim, onun delici bakışını perdahlayan asi bir nazarla geçip, başımı sağa doğru çevirmiştim. Binbaşı durumun nazikliğini hemen anlamış olacak ki, birden gülümseyerek: -Hayrola! Ne oldu böyle yav? Diyordu. Ses tonu bir arkadaş kadar müşfikti. Ben de istifimi bozmadan ve aynı düsturla: -Hiç ya. Hiç olmaması gereken nahoş bir tartışma. -Olay ne, nasıl başladı? Ben soruya cevap veriyordum ki, söz konusu yarbay yanımıza gelmişti. Sözümü kesip, ilk söz olarak; “Bana saldırdı” diyordu. Utanmadan, bir astına beni şikayet ediyordu. Ben hemen itiraz ederek, düzeltme yaparken, olayı herkesin gördüğünü söylüyordum. O konuyu tahrif edip, abartarak inzibat binbaşısına aktarırken, binbaşı yanımıza gelen inzibat asteğmenine, benimle konuşup, zabıt tutmasını söylüyor ve yanlarından ayrılıyorduk. Bahçedeki boş masalardan birine oturmuş, olayı naklediyordum. İlk tutumu elbette komutanı saydığı Yarbayın lehinde idi. Bana, Yarbaya hakaret edip, saldırmış olduğumu konusunda görüşümü soruyordu. Cevabıma inanmakta tereddüt edince, çantamı açıyor ve önüne büyükçe bir gazete haber kupürü koyuyordum. Bunu okuyunca her şey değişiyordu anında. Sonra söylediğim her şeye inanıp, zabtı buna göre tutuyordu. Ama yarbay fikrinde ısrar edip, illa ki Merkez Komutanlığına gönderilmemi istiyordu. Oysa buna hiç gerek olmayıp, tutulan zabtın bölük komutanıma gönderilmesiyle işlem tamamlanmış olmalıydı. Nitekim, merkez komutanlığına gönderilmek üzere, önce nizamiyede bekleme üzere, içeri giriyordum. Orada, masada başında oturmuş, soğuk bakışlarıyla beni süzen kıdemli bir Başçavuş ve üç asker bulunmaktaydı. Bakışlarına ram olmadığı anlayan Başçavuş, önce bir sandalyeye oturup, hadiseyi özetlememi istiyordu. Sözüm bitince: -Keşke hemen bana gelseydin, ben onunla iyi konuşurum. Olay büyümeden yatışırdı. Diyordu. -Maalesef bilmiyordum. Görevli inzibata elbette sordum, fakat o kimseyi dinlemez, demişti. Böylece konuşarak, merkez komutanlığından gelecek kişileri bekliyorduk. Bir ara içeri dört kişi daha gelmiş, ama onlar da sessizce beklemeğe başlamışlardı. Maksatlarını kimse açıklamamış, bir süre daha birlikte beklemiştik ki, ben soruyordum: - Bu adamlar nerede kaldı yav. Sıkılmağa başladım artık yani. - Vay, demek o sendin ha? Diyen kısa boylu, kurnaz bakışlı, asker, aklınca beni denemek için: - Korkma, bişe olmaz. Diyordu. -Ne korkması yav, adam mı öldü ki, korkam? Hem biz adam öldürdük yine bir şey olmadı? Diyordum. Böyle bir cevabı hiç beklemediklerinden olacak, bir an şoke olmuş gibi duraksamış, sonra hep birlikte kahkahayla gülmüşlerdi. Nitekim bu kez dostça: -Haydi gidelim…Demişlerdi. Sonra bir cipe atlıyor ve merkez komutanlığına gidiyorduk. Bu muamele salt yarbayın gururunu okşamak içindi. Fakat ötesi onun sandığı gibi değil, tam aksine olmuştu. Zira orada geçirdiğim iki saat askerlik anılarımdan belki en kayda değeni olmuştu. Nitekim bizim bölükten gelen araçla birliğime intikal edip, bu iş bitmişti. Devresi sabah bölük komutanımıza olayı kısaca naklettikten sonra: -Biliyorum. Bu olayda sen haklısın. Çünkü hem seni tanıyor, hem de onun nasıl biri olduğunu daha önce de duymuştum. Her şeye rağmen, askeri teamül gereği işlem yapılır, fakat ben işlem yapmayacağım. Ama her ihtimale karşı iki sayfalık bir savunma yazarsan iyi olur. Böyle bir olayın bana tesadüf etmiş olması bir talihsizlik gibi görünse de, aslında bir tevafuktu. Zira bu olayı başka birinin kıvırabilmesi hiç mümkün değil ve böyle bir adama haddini bildirmek gerekiyordu. Benim üzüntümün asıl nedeni, o tip bir adamın Türk Ordusunda Yarbay olmasından ötürüydü. Ait olduğum bölükte bir Atilla Binbaşı, bir Yusuf Teğmen, Hasan ve Hamdi Başçavuşlar ve diğer bölük komutanlarım dolayısı ile gerçek Türk subaylarının nasıl olduğunu müşahede etmiştim. Bir ay sonra, teskere almak üzere birliğime son defa olarak gittim. Bölük komutanım halen almadığım aylıklarımı verdi. (18 milyon beşyüz bin TL.). Sonra duygulu sözlerle o ve diğer asker arkadaşlarıma veda edip, işlemlerim hemen bitirilerek, şehir merkezinde bulunan Başkanlık binasına gittim. Burada teskerem, Bölge Başkanı Albay tarafından da imzalanıp, Ankara’ya geri döndüm. Nihayet gerçek anlamda özgür olduğum bu saatten sonra, tek arzum, ekmeğimi kazanabileceğim iş ortamına sahip olmaktı... Bu ilk iş olarak bir Alman arkadaşımın tavsiveyi üzerine beni bulan bir başka Alman’a bir tablo satıp, bir araba almıştım. Bu araba benim gibi ihtiyar delikanlı idi. Almanya Zainingen’de oturduğumuz sıralarda, bu model ilk (Mercedes 280E) piyasaya çıktığı zamanlarda bir komşumuzda vardı ve bol karlı Alp platosunda yaptığımız yolculuklarda güvenli gidişi ile beni hayretler içinde bırakmıştı. Arabayı aldığımın ilk haftasında çok merak ettiğim Amcam ve kuzenlerimi görmek ve belki de oralarda bir iş olanağı bulmak için Antalya’ya gitmiş, tam girişte, motosiklet yarışları yapılan geniş, uzun ve düz yolda, 117 km/s sürat yaptığım gerekçesi ile ilk trafik radar cezasını da yemiştim. Arabaya yedi buçuk milyar vermiş, cebimde ise sadece beşyüz milyon para kaldığından, 129 Milyon tutan ceza çok ağır gelip, ödememiştim. Gelişime amcam, yengem ve kuzenlerim çok sevinmişlerdi. Zira iki sene olmuş hapisten çıkalı, ama halâ, ne onlar gelebilmiş, ne de ben gidebilmiştim yanlarına… Orada bir hafta kalıp, Akdeniz bölgemizin bu güzel şehrinde geziler yapmış ve bu arada anne tarafından akrabam olup, 1976 senesinden beri bir daha hiç görüşemediğimiz, eski ünlü İstanbul kabadayılarından olan Tahsin Yılmaz’ın oğlu Hüseyin ile görüşmüştük. Kendisi o sıralar Antalyada bir hayli aktif, önde gelen müteahhit ve belediye il meclisinde Encümen üyesi idi. Kimi akşamları, kardeşlerinden Mesut’un işlettiği Fener Bar’da oturup, geçmiş zamanlara uzanan sohbetlere, şimdiki zamanların sosyo-politik konuları dahil etmiş, fikir teatisinde bulunmuştuk. Hüseyin ile neredeyse bütün görüşlerimiz paraleldi. Hiç ihtilaf çıkmadan konuşurken, sonra aklıma geçmişte bana açtığı husus gelerek, kendisine; -Hüseyin’ciğim, her şey pek ala pek güzel de, sana bir şey soracağım; babanın intikamını aldın mı? Bu ansız sorum üzerine Hüseyin bir an düşünmüş ve nitekim soruya olumlu yanıt vermişti. Lakin, bu yanıtın benim sorduğum sorunun tam karşılığı olmadığı da anlaşılıyordu. Fakat fazla üzerinde durmayıp, verdiği yanıtı muteber saydığımı göstermiştim. Merhum pederinin, karşılıklı tavla oynadığı bir ahbabı ile, aralarında ansızın çıkan bir niza ve beklenmedik şekilde bıçak çekip, vurması ile hayata veda ettiğini duymuştum. Bunun anlık bir mesele olmayıp, arkaik sebepleri olduğu malumdu. Nitekim bu mesele dolayı ile Hüseyin o zamanlar bana gelmiş ve birlikte İstanbul’a gitmemizi önermişti. Fakat o zamanlar henüz bir lise öğrencisi olup, hayata dair hemen hiçbir deneyimim olmadığı gerekçesi ile, buna icabet edememiştim… Çünkü gitmiş olsam, orada karşılacağım ortamın hakkını verebileceğimi sanmıyordum. Kaldı ki, Hüseyin de somut bir şey önermiyor, sadece çok iyi hayatımız olabileceğinden bahsediyordu. Böyle diyeceğine, gel beraber gidelim ve babamın katillerinden hesap soralım, demiş olsa, bunu ret etmezdim. Bu mesele her şeye rağmen, içimde bir ukde olarak kaldığı için, bu soruyu sormuştum. Çünkü bana göre, hiçbir kötülük, hele de böylesine kalleşçe cinayetler cezasız kalamaz, kalmamalıydı; ibret-i alem için… Neyse, madem ki Hüseyin kardeşimiz bu işi hallettik, diyordu, mesele yoktu artık. Bu arada Rahim dayımın damadı, benim de ta ilkokuldan sınıf arkadaşım olan Zeki, oğlu Kemal ve bir çok akraba ile de buluşup, görüşmüş, sonra yine Ankara’ya dönmüştüm… Yenimahalle, MIT binasına uzak olmayan bir yerde oturuyor ve zamanlarımı evde resim yapıp, internet ortamında yazı yazarak geçiriyordum… Bir ara, İstanbulda oturan arkadaşım Battal gelmiş ve birlikte kimi akrabalarını bulmuştuk. Bunlardan biri olan Mustafa’nın bizim mahallede bir tekstil mağazı açtığını (Nokta Jeans) ve giyim ürünleri pazarladığını öğrenip, yanana gitmiştik. Bu arada kendisinin bir de ortağı olduğundan bahsetmişti ki, biraz sonra o da çıkagelmişti. İsmi Hasan Basri idi. Ufak tefek ama gayet girişken, hatta yerine göre, işbitirici bir intiba veriyordu. Zamanla kendisini daha iyi tanıdım ve geçmişinde çatışma ortamlarına girip, bunların neticesi olarak devamlı silah taşıdığını öğrenmiştim… Etrafta, her kesimden pek çok tanışı ve Çankaya’da iştakibi yaptığı bir de Ofis’i vardı… Hüsrev Özel
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hüsrev Özel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |