Uygarlık, gereksiz gereksinimlerin, sonsuz sayıda artmasıdır -Mark Twain |
|
||||||||||
|
KARAHANLILAR Sultanların ihtilaf içinde olduğu Asya kıtasında, zümrüt yeşili yaylalar ve bütün ufuklara hâkim Tanrı Dağı Dergahı’nda, hayat sürüyor, dergahın Kuzeydoğu cephesine yapılan kagir evinde, Akkartal, eşi Tangülü ve iki çocuğu ile mutluydu. Gülenay adını küçük kızına hemen vermiş, ondan altı yaş daha büyük olan oğul ise, töre icabı, ismini kendi kazanmak zorundaydı. Dergahtan her mevsim yola çıkan kolaçan ekipleri yurdu dolaşırken, gidişata dair her türlü haber ile yanlarında yeni öğrencilerle dönüyorlardı. Koca Tuğrul Dergahı'nın üçüncü piri olarak, kut mihrabı postunu devralan Akkartal, etrafını çevreleyen Dergah Kurultayı ile danışıp, geleceğe yönelik tedbirler alınıyordu. Ötüken ile aralarında uzun zamandır ilişki yoktu. Bilinenler sadece, ailesini ara sıra ziyarete giden Sunkur’un söylediklerinden ibaret idi. Son gidişinden beri üç yıl geçen Sungur, bu kez dönmeyip, orada evlenerek, babasının işlerini devralmıştı. Yaşlı Arıkbuğa işleri ona devretmiş, kendi zamanlarını Ötüken sarayında, kurultay üyesi olarak geçiriyor, sabah çıkıp, akşam evine dönüyordu. Payitaht Ötüken'de, Kırgız Kağanı Tunk Baka, kendisine biat etmeyip, güneyde devlet Kuran’a Kül Bilge'ye içerlese de, halinden memnun görünüyordu. Anası Uygur kökenli olduğu için, Kırgız kağanı Tunk Baka Tarkan'a karşı, kendisini Uygur devletinin asli varisi sayan Karluk Başbuğu Kül Bilge, Yağma ve Argu beylerinin desteği ile yeni bir devlet kurmuş ve buna “ Karahanlılar”, adı verilmişti. Bir süre Sır Derya ve Çu nehirleri arasında kalan Talas ırmağı boyunda yaşanmış, sonra güneye, Yedisu bölgesinde payitaht kurulmuştu. (Yıl MS.840) Akkartal, Kül Bilge Han'a biat ediyordu. Töresel önemi dolayısı ile Koca Tuğrul Dergahına çok değer veren Kara Han, Hükümdarlığının ilanı için yapılan kutlama şenliklerine onları davet etmiş, Akkartal yirmi yetişkin talebesi ile giderken, yardımcısı Tardu ve Okyaran, yekunu 350 kişi olan Dergahın idare ve güvenliğini üstlenmişlerdi. Payitaht Kara-Ordu (Kara Çadır) yüzlerce çadırdan oluşuyordu. Gidişata göre, kalıcı yerleşime başlanacaktı. Keçe ve keçi kılından, renkli nakışlarla bezeli büyük otağ, çam, ardıç ve köknarlardan oluşan ağaç örtüsünün sarmaladığı, sol yanında yükselen sarp kayalıktan bir şelalenin döküldüğü, yüksek tepenin hemen eteğinde, çimenli bir düzlükte kurulmuştu. Etrafında gece gündüz nöbetçiler dolaşır, tirendazlar semada izinsiz kuş uçurtmazlardı. Oradan bakınca, hafif bir meyille aşağıdaki büyük düzlükte akan çay kenarına kadar engebesiz yayılan arazi, yeşil, mor bir örtüyle kaplıydı. Çayın suyu bol, karşı tarafa geçişi bir asma köprü sağlıyordu. Köprü ayaklarının iki tarafında kurulu çadırların önünde, köpekler ve çocuklar oynaşıyordu. Karşı tarafta yükselip, alçalarak, uzayıp giden ufuk çizgisi, başı dumanlı sıradağa ulaşıyordu. Sonsuz gibi geniş çayırlarda at yılkıları, inek, koyun ve keçi sürüleri yayılıyordu. Akkartal ve öğrencileri, ulu Tengri Dağı’nın dolambaçlı yollarını inerken yavaş, düzlüğe varınca dörtnala kaldırmışlardı atlarını. Karaşimşek, yaşı ilerlemiş olmasına rağmen idmanlı oluşu sayesinde, hala güçlü ve çevikti. Arkasından gelen atlar ona ayak uydurmakta zorlanıyordu. Menzile varıldığında akşam karanlığı çökmek üzere idi. Onları görüp, haber veren nöbetçiler, karşılanmaları için bir sipahi birliği çıkarılmıştı. Han Otağı önünde, dokuz tuğlu sancağın altında attan inip, ayakta onları bekleyen Karahan'ın huzuruna yürümüşlerdi. Diz kırıp, baş eğerek selam veren konuklarını, iri cüssesi, başında tulgası ile gülerek karşılayan heybetli Karahan, ayakta duruyordu. - Hoş gelip, sefalar getirdiniz Koca Akkartal ve siz Yiğitler, otağımıza onur verdiniz. Şöyle buyurup, sizleri bekleyen sofralara oturunuz. Akkartal: -Bu onur bize ait ulu Kağan, hoş bulup, sefa gördük. Sizleri yakından görmek ne saadet! - Sağ ol Akkartal Beğ. Yolculuk nasıl geçti? Kağan bunu derken, rengarenk halılarla döşeli büyük otağın sağ köşesinde, tahtının çevresinde kurulu sedirler ve yuvarlak masalar etrafına serili yumuşak tüylü postları işaret ediyordu. Yemekle beraber uzun sohbet edilip, danışmalar yapılacaktı. Samanîlerin yurt sınırlarına yaptıkları baskı ve tecavüzler, sorun haline gelmişti. Bu duruma ilişkin istihbarata göre; Samanîler, Araplardan öğrendikleri yeni din, Müslümanlığı yaymağı bahane ederek, ezeli rakipleri, Turan illerinde nüfuz sahibi olmak ve sonra tümünü kendilerine bağlamak istiyorlardı. Bu girişimlere Bağdat, Abbasi sultanı ve İslam halifesi destek veriyordu. Oysa, Türk Budun’u daima özgür ve bu bütün hayatı boyunca böyle sürmeliydi. Buna karşın, görgü tanıkları; etrafları ansızın Samani askerlerince çevrilen oba halkları ve çobanların esir edilip, Müslüman olma şartına tabi tutularak, bu öneriyi kabul ve reddedişlerine göre muameleye tabi tutulduklarını söylemişlerdi. Şikayetlerin çoğalması, tedbir alınmasını ivedi kılıp, pek yakında sınır boylarına asker göndermek gerekiyordu. Buna dair karar alınmış, sonra şenliklere geçilmişti. Akkartal ok meydanında başlamış olan yarışçılara doğru yürürken, Tanrı Dağlı tirendazlar oklarını salıp, hedefi halka ortasından vurduklarında, etrafı saran seyircilerin coşkun nidaları duyulmuştu. Bu hedefe artık kim cesaret ederdi ok salmaya derken, vınlayarak uçan bir okun, hedefte saplı okların tam ortasına saplandığı görülüyordu. Bu duruma çok hayret eden seyircilerin: -O, oooo! Sesleri yükselip: - Yaşasın okçular öncüsü Sançar! Diye, tezahürat yaptıkları görülüyordu. Az sonra gelen Akkartal, Sançar’ı bu başarısından ötürü tebrik etmek için yaklaşıp: - Yiğidim, bir ok ancak böyle isabet ettirilirdi, helal olsun sana! Demişti. Bunun üzerine Sançar gözleri yaşararak: - Sayın Hocam, bendenizi tanıyamadınız galiba. Bundan yıllar önce, bir kez daha karşılaşmıştık. Akkartal bir an duraksamış, hatırlamaya çalışırken, Sançar sözlerini şöyle tamamlamıştı: - Bir dere kenarında balık yemiştik. Ben işte oyum, çoban Sançar... - Vay canına, demek sendin o? Gel seni kucaklayayım Sançar. İnanılır gibi değil. Çok sevindim seni tekrar gördüğüme Sançar… Akkartal memnun olmuştu bu buluşmadan. Zaten onu hiç unutmamıştı. Bir gün sonra yarışlar bitmiş, Kağan yeni savaşçıları arasında Sançar’ı da katmak istediği halde, Akkartal rica ederek, onu istisna yapmasını sağlamıştı. Onu dergaha götürmek istiyordu. Durumu öğrenen Sançar, çok seviniyor, bu yaşadıklarının bir düş olmaması için dualar ediyor; “ Tanrım, bu mutluluğu verdiğin için sana sonsuz şükürler olsun” Diyordu. Devresi gün birlikte geri dönüyorlardı. Akkartal ona hitaben: - Biliyor musun Sançar, Kara Han'ı senin gibi bir okçudan edişimizi bedava sanmayasın. İlk seferde yanında savaşmaya söz verdik. Anlayacağın; elini çabuk tutup, diğer silahlarda da ustalaşman gerekecek. - Bu dert değil hocam. Yanınızda olduktan sonra, gerekirse ölüme bile severek giderim. - Biz ölmeni değil, hayatta kalmanı isteriz. Bunun için seni sert bir hazırlık dönemi bekliyor, haberin olsun... - Ben her an hazırım hocam. - O halde vedalaşıp, hemen yola çıkalım. Böylece kağan ve oradakilere veda edip, geri dönmek üzere hareket etmişlerdi. Ayam açık, kır çiçeklerinden yayılan ıtırlı havayı teneffüs ederek ilerliyorlardı. Dere boylarından, ova ve yaylalardan yol alıyor, kestirmeden gidiyorlardı. Akkartal bu yöreleri bir yerci (Kılavuz) kadar iyi tanıyordu. Düzlüklerde ılgar ederken, engebeli yollarda yavaşlıyor, konuşarak yol alıyorlardı. Kağan Sançar’a güzel bir kıratı hediye olarak vermişti. Karaşimşek ile yol gitmekten hiç şikayetçi görünmüyordu. İlk molayı orman eteğinde, küçük gölün kenarında verdiklerinde, kuzeydoğu ufkunda yükselen, başı bulutlu Tengri dağını zar zor seçe biliyorlardı. Akkartal bunu Sançar’a söylediğinde çok sevinmiş, gözlerinin içi gülmüştü. Atlardan inmiş, onları su içip, biraz otlanmaları için serbest bırakmışlardı. Kendileri ise, terkilerinde ki heybelerden azıkları indirmiş, kurutulmuş etleri yiyor, tulumlarından kımız içip, dinleniyorlardı. Bu sırada duyulan nal seslerinden sonra, yakından geçen bir atlının dizgin kasıp, durduğunu görmüşlerdi. Atlı onlara sesleniyordu: - Hey! beyler! Adım Mengücük, Fergana şarından gelir, Koca Tuğrul Dergahını ararım. Bana yolu gösterebilir miydiniz acep? Bunu duyan Sançar gülümseyerek Akkartal'a bakmıştı. Akkartal yolcuya dönerek: - Biliriz. Biliriz de, oraya gitmedeki maksadın nedir ey yolcu? -Başbuğum Kül Çor'un danışma isteği var. Onu ileteceğim! - Ya? Ne hakkında danışmak istiyormuş peki Başbuğunuz Kül Çor Beğ? - Beğim, bırakın beni sorgulamayı, şu yolu tarif eder misiniz lütfen? İşim ivedi çünkü. -Diyelim ki orayı gösterdik, gittin. Peki ama, orda kiminle danışacağını biliyor musun, ey Mengücük? -Elbette, Koca Tuğrul Dergahının ünlü piri Akkartal ile! -Pekala öyle ise, atından inip, yanımıza gelebilirsin artık. Çünkü aradığın kişi karşındadır. - Sakın eğlenmeyin benimle beyim. Ona cevap bu kez Sançar'dan geliyordu: - Hiç kuşkun olmasın bre Mengücük. Karşında gördüğün namlı Akkartal'ın ta kendisidir! Atlı duyduklarına sevinmekle beraber, halen kuşkulu, yere atlamış, atını yularından çekerek yaklaşıyordu. İki adıma gelip, Akkartal'ı yakından görmeden atını serbest bırakmamıştı. Nitekim Akkartal onu ayakta karşılamış, sonra birlikte yeşil çimene oturmuşlardı. - Açlığın varsa buyur, yoksa ne sormak istiyorsan, onu sor Mengücük. -Sağ ol beyim, açlığımı az önce gidermiştim. Soruma, daha doğrusu beyimiz Kül Çor'un bilmek istediği konuya gelince, bu İslam. -Ya, demek öyle? Peki ama bunun nesiyle ilgileniyor, ne bilmek istiyor ki böyle? - Bu din bize yaraşır mı, diye soruyor, beyim. - Bu soruya cevap vardır, lakin, bu neden icap etti, önce onu bilelim. - Beğim, beyliğimize komşu Samani ve Araplardan sıkça çağrılar gelir. Ya onlara uygun cevap, veya her an savaşa hazır olmamız söz konusudur. Lakin, onlara karşı koymamız hayli zor görünüyor. - Bu durumu Kağanlığa bildirdiniz mi peki? - Evet ama halen bir cevap gelmiş değil Karahandan. - İyi, o halde bilesin ki, Kağan'ın bu konuya verdiği önemi gözle görüp, kulakla bizzat işittik. Sizi bu sıkıntıdan kurtaracak adımlar atılmak üzeredir. O, din konusundaki tavsiyemize gelince; törenizi terk etmemeniz önereceğiz, zira nasılsa zor durumda olduğunuzu bilenler için, kabulünüz makbul sayılmayacaktır hem. Bilmem anlata biliyor muyum? - Evet, anlıyorum hocam, sağ olunuz. - Sizler, kağanları tarafından terk edilen, soyu, sopu, tarihi olmayan bir güruh değilsiniz ki, zor karşısında boyun eğip, başkalarınca dayatılan bir şeyi kabul edenlerden olasınız. -Doğrudur bu hocam, ama, karşımızdakiler zengin, kalaba ve iyi donatılmış orduları var. Bütün bunlara sahip olabildiklerine göre, ola ki bağlı oldukları dini ilkeler de doğrudur, diye düşünenler de yok değil aramızda. -Anlaşıldı. Lakin, bu vaziyet yakında değişir. Zira Kara Han, yer taşımaz ordusunu harekete geçirmek üzredir şimdi. Biz dergaha gidiyoruz, dilersen birlikte gelir, birkaç gün konuğumuz olursun. Yoksa gider Kül Çor Beğ'e bizden de selam söylersin. -Destur olursa, öyle yapacaktım hocam? -O halde yolun açık, uğurun bol olsun Mengücük… Dergaha vardıklarında gün batmış, alaca karanlıkta dergah önünde onları karşılayanlar içinde Adsız da vardı. Henüz onbir yaşında olmasına rağmen, çevik ve güçlüydü. Kopumu babasına benziyordu. Ayağında deri çizmeleri, başında kara börkü ile Tardu'nun yanında durmuş, atlıların yaklaşmasını izliyordu. Atlar durup, gelenler yere ayak basınca, hemen yanlarına koşup, Karaşimşeğin yularını yakalamıştı. Akkartal onu sevse de, bunu pek belli etmiyor, baş ve omzunu okşamakla yetinirken, gülerek: - Hey, dikkat et, sakın burunlamasın seni Karaşimşek! Diyordu. -Yok, yok, beni burunlamaz, üstüne binmeme bile ses çıkarmıyor. İsterseniz, yarın binerim, görürsünüz. Akkartal, Tardu ve yanındakilere Sançar'ı tanıştırmış ve hep birlikte dergaha girmişlerdi. Koridorlar sessiz, öğrenciler az önce yemek haneden çıkmış, etüt için dershanelere girmişlerdi. Etrafta sadece nöbetçiler vardı. Akkartal kam Ulutolga'nın özel odasına, arada bir tozunu aldırma haricinde hiç dokundurmuyor, orayı olduğu gibi tutuyordu. Kendi makam odası hemen yanındaydı. Tardu ve Sançar’la birlikte içeri girmiş, biraz konuştuktan sonra çıkmışlardı. Akkartal ailesinin yanına dönüp, Sançar, Tardu'nun gösterdiği odaya yerleşmişti. Kapı önünde, kucağında küçük kızı ile bekleyen Tangülü'nü gören Akkartal, onlara gülümsemiş ve kızını yanağından öperek, içeri girmişlerdi. Adsız henüz dönmemişti ahırdan. Seyislerin yanında kalıp, atlar hakkında sorular soruyor, bilgi ve görgüsünü artırmak istiyordu. Akkartal yol giysilerini çıkarırken, Tangülü eşine seslenerek: - Acıkmışsındır sanırım Beğ. Taze et suyu ve pilav var. Sen kızınla oyalan, ben sofrayı kurayım. - Acıkmadım, yolda mola vermiştik. Ama sen hele güzelimi bana ver. Diyerek, yün yatak serili peykeye kızıyla birlikte uzanmışlardı. Henüz altıncı baharında olan kız çok şirindi. Uzun bukleli, kumral saçları, ela gözleri, etli dudakları, tombul yanakları vardı. Kolları narin ve teni beyazdı. Birden babasına sarılarak: - Baba, ben seni çok özledim! Diyordu. -Ya, niçin peki, çok olmadı ki ben gideli. -Olsun, yine de özledim. Bizi bırakıp, artık hiç gitme emi. - Yo, bunu isteme, yoksa seni sevmem. Bilirsin, babaların uzaklarda her zaman önemli işleri olabilir. İsteseler bile daima evlerinde oturamazlar kızım. - Evet ama… - Tamam, bak şimdi Ağa beyin de gelir, onunla ben yokken oynarsınız, olmaz mı? - Olur, ama o benimle oynamıyor ki. Hep atların yanına veya öteki çocuklarla oynamağa gidiyor. -Olsun, ben ona söylerim, seni yalnız bırakmaz. - Söyler misin? - Tabii ki. Onlar böyle konuşurken Tangülü gelmiş, yanlarına uzanmıştı. Teni çok güzel kokuyordu. Başını yastığa koymuş, gözleri evin ahşap döşemesinde geziniyordu. Onun sessizliğinde bir mânâ sezinleyen Akkartal, dönüp yanağını okşayarak: - Ne o güzelim, bu gün biraz mahzun gibisin. Bir şeye mi üzüldün yoksa? -Bilmem neden, sanki bir haber getireceksin gibime geldi.. -Nasıl bir haber? Evet, evet Sungur'dan, babangilden, değil mi? - Evet, başka kimim var haber bekleyecek? -Haklısın, ama sebebi biliyorsun. Onlara gidecek olsam, günler sürer. Böyle sabah gidip, akşam dönemezdim, bilirsin. -Haklısın hayatım. Ötüken çok uzak. -Ama sen yine de üzülme, yarın bir ulak salar, sana haber getirtirim oradan, olmaz mı? - Sahi, yapar mısın bunu Beğ? -A, aaa, o da söz mü, yaparım tabi. Çocuklar olmasaydı seni bizzat götürmek isterdim. -Evet, çok iyi olurdu. Ama çocuklar uzun yol için henüz küçük. Sungur dayılarını da çok özlemişler. Değil mi kızım? -Evet baba, Sungur dayım neden gelmiyor artık bize? -Kızım, dayının işleri var. Ama gelecekmiş, sen merak etme. Onlar böyle konuşurken Adsız da gelmiş, annesinin koyduğu yemekten yiyerek yatmıştı. Sabah erken kalkacağını söylüyordu. Çocuklar uykuya geçtikten sonra Akkartal Tangülü'ye: -Bak güzelim, evdeşim, olur ki yakında bir haber gelir, uzun yola gitmem gerekir, sakın merak edip, üzülmeyesin emi? - Yoksa yine bir yere gitmeğe mi niyetlisin Beğ? -Kağanın başı sıkıntılı. Bunu her an beklemek lazım. Bizi çağırabilirler. -Savaş mı olacak yoksa? -Olabilir. -Fakat seninle giden savaşçılar orada kalmadı mı? -Doğru, ama belki bize de görev düşer. Böylece konuşarak uyumuşlardı. Sabah güneşinin ilk ışıklarıyla uyanan Akkartal, kahvaltıyı dergah yemekhanesinde, diğer hocalar ve Sançar’la yapmıştı. Sonra birlikte çıkıp, sabah idmanını yönetmişti. Öğrenciler çok iyi durumdaydı. Pusatlı, pusatsız vuruşmalarda, atlı talimlerde mahir ve yorulmak nedir bilmiyorlardı. Kağandan emir gelse, şu anda iki yüz kişilik bir bölük çıkarmak mümkündü. Sançar daha ilk akşam kılıç derslerine başlamış, Tardu onun ne kadar istek ve yetenekli olduğunu anlatıyordu. Dergahta hayat bu minval üzere yürürken, Ötüken'e, haber almak için giden ulak, doludizgin yoldaydı. İlk konakladığı yer Aksu, sonra Kuçay’dı. Önünde Karaşar, Beşbalık şarları ve zorlu Altay dağları vardı. Karaşarda verdiği molada yemek ve biraz dinlenmek için girdiği handa, gelen hancı yamağına yemek ısmarlarken, yan tarafta bir masada oturan dört kişi ve başlarında, ayakta duran arasında geçen bir tartışma vardı. Uzun sakallı, başı sarıklı, yaşlıca Bezirgan, hemen karşısında duran, ince bıyıklı, beli kılıçlı genç adama hitaben: - Beğ, bu iddiaların aslı yok, kulaktan dolma, yanlış şeylerdir bunlar. Türk kağanının akrabasına iftiradan başka anlamaları da yok. Horasan diyarından şimdi geliyorum, orada bu söylediklerinizi doğrulayan bir kişi bile çıkmaz. -Kağanımız, bazı yakınlarının Müslüman olup, Samanîler ve Arap halifesi ile ilişki içinde olduklarını zaten biliyor. İnkara mahal yoktur Bezirgan. Siz, ipek yolu tacirlerinin onlara çoktandır bilgi taşıdığınızdan haberimiz var. -Beğ, Müslüman olmamız sizi kuşkulandırıp, bu tür iddialarda bulunmanıza dayanak olabiliyor, ama sizi temin ederim ki, bu bizim için doğru değildir. -Sus, sus kara Bezirgân, yoksul gençlere verdiğiniz ziyafet ve hediyelerle onları kendinize çekip, sonra kağanın akrabalarından bahsederek, onların da sizden olduğunu söylüyor, bu şekilde cahil gençlerin aklını çeliyorsunuz. Size, fazla vakit kaybetmeden ülkenize dönmenizi tavsiye ederim. -Bu yargıya nasıl vardığınızı anlayamadım Beğ, şu üç genç bana soru sordu, ben de bildiğim kadarı ile cevap verdim, hepsi o kadar. - Bu istisna değil kuşkusuz. Hem dedikleriniz doğru bile değil. Onlara, dininize geçerlerse bir anda zengin olacaklarmış gibi konuşuyor, bol keseden vaatlerde bulunuyordunuz. -Bana, buralarda çalışarak sadece karınlarını doyurduklarını söyleyip, daha iyi nasıl para kazana bileceklerini sordular, ben de cevap verdim Beğ. Yanlış yaptım galiba. Ama söylediğim iş imkanı gerçektir. Bizim oralarda çalışarak, çok zengin olmasalar bile, her ay alacakları maaşla şimdiki durumlarından birkaç misli daha iyi yaşayabilecekleri kesindir. -Bu, asker maaşı olacak değil mi? Yani, bir tür köle ücreti alacaklar. -Bizde askerle köle aynı şey değildir beyim. Şah Hanedanı ayrı kavimden muhafızlara iş veriyor, zira, iç meseleler dolayısıyla kendi kavminden gelenlerden kuşku duyarlar. Onun için Hint'ten, Yemenden asker getirtirler. Buradan niçin giden olmasın derim? -Güldürme insanı Bezirgan, aramızın gergin olduğu malum. Kendi milletlerine karşı savaşmak zorunda kalmayacaklarını, onları kalkan veya rehin olarak bize karşı öne sürmeyeceklerini kim temin eder? -!? -Hadi, şimdi kalk git. Her İlteber Kolcusu böyle davranmaz. Unutma, tacir dokunulmazlığınız bu yaptığınız suçu örtemez. - Sağ ol Beğ, bir daha kimseyle konuşmam, söz. -Hadi gençler, siz de işlerinizin başına. Unutmayın, nalbant çıraklığından kazanacağınız para az bile olsa, bu, yaban elde kazanacağınızdan iyidir. Bezirgan sus pus dışarı çıkmış, avluda bekleyen adamları ve develeri ile geldikleri yöne hareket etmişlerdi. Tutumundan ötürü İlteber kolcusuna takdirle gülümseyen Küntegin, dışarı çıkıp, atına binerek Ötüken yönüne sürüyordu. Atını mahmuzlayan ulak, tozlu yollarda tokurdayan nal sesleriyle Altay eteklerine kadar mola vermeden gitmişti. Altuni çimenlerin örttüğü Altay yamaçlarından birinde dizgin kastığında, güneşin batmasına iki mızrak boyu kalmıştı. Burada, dulda bir yer bulup, koşumlarını indirdiği atını serbest bırakmış ve eğeri yastık ederek, yatmıştı. Bir süre sonra uyandığında, etrafta ay ışığı sütlimandı. Kalkıp, atının koşumlarını vurdu ve kutup yıldızına bakarak Ötüken yönüne sürdü… KALMUKOĞLU Bu sırada, hudutlara giden araştırma birliğine Koca Tuğrul Dergahı’nda yetişme yüzbaşı Kalmukoğlu komuta ediyordu. On kişilik birimin asıl görevi, düşman hareketlerini gözetleyip, ordu harekata başladığında kılavuzluk etmekti. Sarı Türgişler diyarında dar bir geçitte yol alıyorlardı. Taşkent yakınlarında, Sır derya boylarında karşılarına bir manga çeri çıkmıştı. Bunlar, başbuğları Sulu Çor’u öldüren, Komutan Kül Çor'a bağlıydılar. Oklarını onlara doğrultarak durdurmuşlardı. Onları, Kara Türgiş önderi Tumoça'nın adamları sanmışlardı. Kalmukoğlu ve ekibi tacir kıyafetlerine bürünmüş, yanlarında kılıç, hançer ve yay vardı. Kül Çor’un askerlerine komuta eden kara börklü, gür sesle; -Durun! Sakın pusata davranmayın, yoksa hedefimiz olursunuz… Şimdi söyleyin bakalım, kimsiniz, buralarda işiniz nedir? Cevap Kalmukoğlu'dan gelmişti: -Biz taciriz Çeribaşı, yanlış anlamayın. Turfan, Karaşar diyarından gelir, Harezm civarına gideriz. - İyi de, kervanınız yok, böyle ne alır ne satarsınız ki? -Bizim görevimiz oralarda ne alıp, ne satabileceğimizi araştırmaktır. Kervanlarımız, oradan salacağımız haberden sonra yola çıkar. -Konuştuğunuz duru lehçe, tacirden başka bir göreviniz olduğunu düşündürüyor. Tumoça'nın adamı olmadığınız bundan belli. Bizim için önemli olan zaten buydu. -Bizden emin olabilirsiniz komutan. Biz Kara Han'ın tebaasıyız ve o dediğiniz kişi ile bir bağımız yok. -Bize gelince, Arap Emevilerini Semerkant'ta yenen Başbuğ Kül Çor’un emrindeyiz. İzin verin de, sizi başka bir tehlikeye karşı uyaralım. Arapların müttefiki Samani çerilerine yakalanmanız hiç iyi olmaz! - Bize bir şey olmaz, merak etmeyin. Yakında mıdır bunlar? -Küçük birlikler halinde şu karşı dağların eteklerinde dolaşır, gelip geçeni sorgudan geçirmeden salmazlar. -Ticaret erbabı olduğumuzu öğrenmelerinin bir yararı olmaz mı? -Esasen olmalı, ama onlar keyfi davranabilir, ilk defa yakaladıklarına da iyi gözle bakmazlar, haberiniz olsun. Size önce dinlerinden bahseder, bunu kabul etmenizi isterler. Sakın, olmaz demeyesiniz, zira hakaret sayıp, her kötülüğü ederler. -Anlaşıldı. Uyarı için sağ olun! - Tamam, yolunuz açık olsun! Atını karşı dağlara yönelten Kalmukoğlu, yüksek sesle haykırarak: -Deh! Haydin yoldaşlarım, ya devlet başa, ya kuzgun leşe. Bahtımızda ne varsa onu görürüz nasıl olsa... Böylece yola koyulmuşlardı. Neye mal olursa olsun, şanslarını deneyeceklerdi. Yolda kalabalık görünüp, yersiz dikkat çekmektense, iki birime ayrılmaya karar vermiş, birbirlerini gözden kaybetmeyecek kadar arayı açmışlardı. Karşı dağların eteklerine ulaşmak için yarım gün gerekmişti. Kalmukoğlu'nun başı çektiği birlik dağın eteğinde bir değirmenin yanında durmuştu. Sonra çerilerinden birine hitaben: -Biz şu pınarın başında mola verirken, sen değirmende kim var, bir bak da gel Tumrul. Belki müşterimiz olacak birine rastlarsın. - Tamam, şimdi gelirim. Atını onların yanında bırakan Tumrul, koşar adım değirmen kapısına yönelmişti. Etrafta bol miktarda kavak ağacı bulunup, bunların yüksek dalları ötüşen kargalarla doluydu. Duvarları taş, çatısı derme çatma değirmenin geniş ve kalın ağaçtan kapısı açıktı. Arka tarafında yüksek değirmen oluğundan uğultuyla akan su, değirmenin dibek taşını döndürüyordu. İçeri adım attığında, karanlıktan kimseyi göremeyip, şaşırmıştı. Fakat az sonra karanlığa alışan gözleri, bir köşede kıl çuvallara un dolduran değirmenciyi seçmiş, o da zaten yanına geliyordu. -Buyur arkadaş, bir şey mi istemiştin? -Selam değirmenci, ben ve dışarıdaki arkadaşlarım taciriz, buraları pek bilmeyiz, yol sormak için uğramıştım. -Öyle mi, peki ne alır-satarsınız? -Hemen her ihtiyaca cevap verecek mal istiflerimiz olup, buralara özgü ne olsa alırız. Lakin kervanlarımız sonra gelecek. Biz soruşturmaya geldik. -Taşın gürültüsünden sözlerini zor işitiyorum, istersen dışarı çıkıp, öyle konuşalım. -Hakkın var, aynı şeyi önerecektim. Böylece üstü başı unlanmış, orta yaşlı değirmenci ile genç irisi Tumrul değirmen dışına çıkmış, orada tahta bir kanepeye oturmuşlardı. -Nereden gelip, ne tarafa gidecektiniz? -Şu ilerde, su başında konaklayan yoldaşlarım ile Urumçi diyarından geliriz. Ticari erzak ambarlarımız Turfan şehrinde bulunur. Babalarımız, amcalarımız büyük kervanlar koşar, acunun dört bir yanına, Çin’e, Hin’de, Yemen’e giderler. -Anlaşıldı. Bizim buralarda kutmu, kumaş, ipek, baharat, deri eşyalar çok aranır. Bunlardan getirirseniz muhakkak satarsınız. -Öyle mi, sağ ol. -Değirmenci başı, istersen buyur, seni arkadaşlarıma da tanıtayım, dilersen biraz kımız içeriz birlikte. -Kımız dediğiniz o içeceğin hamızlı olduğunu, adamı esrittiğini duymuştum. Doğru mu? -Doğrudur. Neden, bir sakıncası mı vardı bunun? -Evet, biz Müslüman’ız, dinimiz bu tür meşrubatı içmekten men eder bizi. -Anlıyorum. O halde azığımızdan, kurutulmuş geyik eti, çavdar ekmeği yer, soğuk su içersin. Buyur gidelim. Buna itiraz etmeyen değirmenci ile Tumrul, ötekilerin yanına gelmiş, çimenlerin üzerine oturmuşlardı. Bu sırada açılan heybelerden çıkarılmış olan yiyecekler, bu iş için kullanılan keten bir yaygının üzerine dizilmişlerdi. Su tulumlarını taze su ile doldurmuş, isteyen su, isteyen kımız içerek sohbet ediyorlardı. Bu sırada, onbaşı Koray'ın yönetiminde olan öteki gurup, biraz ilerde, iki koyun çobanıyla tanışmış, benzeri bir sohbete başlamışlardı. Sürülerini dört ehil köpeğe emanet etmiş olan çobanlar, dere kıyısında konaklayan beş atlının yanına gelmişlerdi. Daha ilk görüşte, bir birlerinin Fars asıllı olmayıp, Turani olduklarını anlamışlardı. Kara Türgiş boyuna mensup olan çobanlar Samani devletine bağlı büyük bir toprak ağasının emrine girmişlerdi. Akıllı çoban köpeklerini de kendileri getirmişlerdi. Uzun zamandır ağızlarına koymadıkları kımızı özlemişlerdi. Onbaşı Koray, adı Seçegen olan uzun boylu çobana: -Buralarda durum nedir, Samanîler sizin gibilere nasıl davranır Seçegen? -Bize karışan olmaz. Bizim sahip çok nüfuzlu bir adam. İşimizi iyi yaptığımızı bildiği için kimseyi dokundurtmaz bize. -Müslüman olmanız konusunda sizi serbest mi bıraktılar yani? -Teklif ettiler, ama hemen kabul etmemiz yönünde ısrarlı olmadılar. Değil mi Sergüder yoldaş? -Doğru, bu konuda kararı bize bıraktılar. Her adımda bizi gözetleyecek halleri yoktur zaten. Ama şehirlerde yaşayan soydaşlarımızın durumu farklı. Onları takip etmeleri mümkün. Çoğu sanatkar, esnaf ve ticaretle uğraşır. Müslüman olmayanlardan çok vergi alınır. Sahi, sizleri bu taraflara getiren sebep nedir, yoksa iş mi aramaktasınız kendinize? -Öyle sayılır, bu tarafın beyleri bize de iyi iş verirlerse çalışırız, ama asıl görevimiz ticaret kervanlarımıza pazar bulup, haber iletmektir geriye. -İşittiğimize göre, Turan Kağanı, Kara Han, Samani şahına diş biler imiş. Belki savaş çıkar bu yakınlarda, ha? -Bilgimiz yok bu hususta, ama olmaz olmaz. Bu haber size nasıl ulaştı ki? -Bizim sahibin konağında çalındı kulağıma. Hatırlı bir kişidir ya, şahın adamları sık uğrar konağa, ondan ne kadar asker vereceğini soruyorlardı. -Şahın yeterli askeri yok muydu ki? -Vardır zahir, ama tam sayısını bilemiyorum. Belki yetmez, diye düşünür. Karahan’dan çekindikleri belli. Olabildiğince çok asker toplamak istiyor olmalılar. -Bunların ordu merkezleri nerede, çok uzak mıdır buralara? -Eh, üç-beş günlük yol. Çok yakın sayılmaz at üstünde, değil mi? Merv, Horasan, Kirman dolayında olduklarını duymuştum. Bu sırada öteki birlik kalkmış, değirmenciye veda ederek, atlara binmişlerdi. Onları gören Koray ve adamları da çoban ırkdaşlarıyla, tekrar görüşmek ümidiyle ayrılmışlardı. Onlar biraz arayı açınca, yalnız kalan çobanlar aralarında şöyle konuşuyordu: -Sergüder yoldaş, bana kalırsa bunlar birer cengaver ve Kara Han'ın askerleridir. Bak, gördün mü, beş yüz adım ilerde de atlılar var. Hepsi aynı amaç için dolaşmaktalar. Haksız mıyım? -Bence de öyle görünüyor. Bizimkiler bu işleri iyi bilir. Önce bir kolaçan edip, etrafı gözden geçirir, yerleri tanırlar ve sonra da cenk için ordular gelir. -Aman ağzını sıkı tut ve kimseye bahsetme sakın yoldaş. -İkaza ne hacet? Biz çağan değiliz her hal. Aksini yapacak ve etrafa daha çok kulak asacağım. Olur ya, bakarsın yine karşılaşırız onlarla. -Haklısın, kusura kalma, ben de öyle düşünüyorum. Bu sırada bizimkiler atlarını mahmuzlamış ve bir orman eteğinde öndekilere yetişmişlerdi. Atlar yan yana giderken, Koray ve Kalmukoğlu konuşuyordu: -Irkdaşımız çobanların dediğine göre, Şah'ın Ordusu toplanmakta olup, karargahları Merv veya Horasan civarındaymış. Orayı kolaçan etmeğe ne dersin? - Evet, bu görevi senin takıma veriyorum. Oraya ulaşıp, topladığınız bilgileri Başbuğ Bazırarslan'a ulaştırır ve Tanrı diler de Demirkapı'ya dönerseniz, yeniden bir araya geliriz. - Tamam Kalmukoğlu. Haydi yoldaşlar, topuklayın atları, önümüzde en az üç günlük yolumuz var! - Güle güle koçlarım, kutunuz bol olsun! - Sağ ol Yüzbaşım, sizin de! Böylece uzlaşıp, ayrılmışlardı. Onlar güneybatıya, Kalmukoğlu ve yanındakiler Taşkent'e doğru yönelmişlerdi. Kente yarım günlük yolda karşılarına çıkan bir kervandan, orada olan bitenler hakkında aldıkları bilgiye göre; Başbuğ Kül Çor'un hakimiyetindeydi bu kent. Düşmanı olan Tumoça yanlılarına karşı mücadele ediyordu. Kalmukoğlu ve adamları gelerek bir hana yerleşmişlerdi. Taşkent büyük ve mamur bir şardı. Bütün binalar taştan yapılmıştı. Yüzbaşı daha ziyade handa kalıp, yeni gelenlere dikkat ederken, ötekiler teker teker handan çıkıyor, akşama değin kentte dolaşıyor, akşam olup, handa buluştuklarında herkes izlenimlerini aktarıyordu. Toplanan bilgilere göre; halkın büyük çoğunluğu zuhur eden bu durumdan rahatsızdı. Kente gelen bezirganların faaliyetleri gençler arasında ayrışmaya yol açıyordu. Bu durum bir süre daha devam eder, müdahale olmazsa, Müslümanlık yolu ile Samani egemenliğine girmeleri beklenirdi. Bir gün hana giren bir manga çeri, içerde yakaladıkları bir Persliyi alıp, götürmüşlerdi. Bu kişi Kara Türgişler hesabına haber taşıyan bir Samani tüccarıydı. Onları izleyen Kalmukoğlu Başbuğ Kül Çor'un malikanesine ulaşmış ve kendisini tanıtarak, huzuruna çıkmıştı. Konuşacaklarının mahremiyetini sebep gösterip, Başbuğla yalnız görüşüyordu. Kara yağız, yanağında derince bir kılıç yarası göze çarpan, keskin bakışlı, geniş omuzlu bir yiğit olan Kül Çor: -Bu adamlar bizim için büyük tehlike. İkazlarımızı hiçe sayıp dini propaganda yapmaları yetmiyormuş gibi, bir de düşmanlarımıza haber taşıyorlar Yüzbaşım. Onu deşifre eden adamınıza iyi iş gördü, müteşekkiriz. - Rica ederim Başbuğum, bu gibi işler bizim asli görevimizden sayılır. - Buralarda bulunuş gayenizi sormayacağım, ama şundan emin olunuz ki, biz her zaman ulu Kağan, Kara Han'ın yanında yer alır, bu civarda tüm olup bitenlerden ona haber uçururuz. - Eksik olmayın Başbuğum. Kalmukoğlu ve adamları bu görüşmeden sonra Taşkent'ten ayrılmış, Demir kapı yolunu tutmuşlardı. Üç gün sonra öteki grup gelmiş, buluşmuşlardı. Lakin aralarında bir eksik vardı. Tim komutanı Tumrul bunu şöyle açıklıyordu: - Çerilerimizden Kutur'u her ihtimale karşı orada bıraktık. Bir tüccarın yanında çalışacak ve en uygun zamanda bize yeniden katılacaktır. Bu tedbiri yerinde gören Yüzbaşı, onları kutlamış, bir süre dinlendikten sonra, toplanan bilgileri yerine ulaştırmak üzere Onbaşı ile Batır adlı çerisi yola çıkmışlardı.Demirkapı ile Kara Ordu arasında doludizgin at koşturup, Narin ırmağına ulaştıklarında, bir köprü başında onları bekleyen bir tehlikeden habersizlerdi. Kara Türgişler'e bağlı bir bölük çeri, onları fark etmiş, siperde bekliyorlardı. Nihayet ok menziline girdiklerinde onları tutsak etmiş ve Başbuğları Tumoça'nın yanına götürmüşlerdi.Tumoça düşmanlarının diyarından gelişlerini kuşku ile karşılayarak kötü muamele etmek istemiş, fakat asıl görevlerini öğrendiğinde özür dileyip, serbest bırakmakla kalmamış, kağana bağlılığının iletilmesi ricasında bulunmuştu. Taze bilgilerin ulaşmasından sonra ordu Işık Göl yakınlarında toplanırken, kağanın büyük oğlu Bazırarslan Koca Tuğrul Dergahına bizzat gitmişti. Akkartal onu kabul etmiş, makamında görüşmüşlerdi. Başından çelik tolgasını çıkarıp, önünde ki masaya koyan Bazırarslan: - Sayın Hocam, birliklerimiz dört bir yandan sökün etmiş, ordu batıya hareket etmek için toplanıyor. Kağan babam, bir diyeceğiniz var mı, diye, sormak için beni gönderdi. -Orduya iştirakimiz isteniyorsa, önceden vaat ettiğimiz gibi, buna her zaman hazırız Tiginim.. -Hayır, bizzat katılmanız yönünde bir talebimiz yok. Lakin, mahir talebelerinizden oluşan bir bölüğün çok yararlı olacağına da kuşkumuz yok. Bunun üzerine Tardu'yu çağıran Akkartal, gönüllülük esasına bağlı olarak, yetişkin talebelerden yüz kişilik bir bölük kuşandırıp, onun komutasında orduya katılmak için gönderiyordu. Bundan ziyadesiyle memnun olan Kağan, iki gün sonra hareket emri vermişti. Tardu ve yiğitleri kağanın hassa askerleriyle birlikte, merkezde yer alacaklardı. Kanatlardan birinde Bazırarslan, diğerinde küçük oğlu Oğulcak Tümen başları olarak bulunacaklardı. Kırk bin kişiden oluşan bu muazzam orduya, yarısı kadar da yollarda katılım olacaktı. Üç koldan yola çıkmış olan öncü birlikler, her biri savaş deneyimi olan askerler ve biner kişiden müteşekkildiler. Geçtikleri yerlerde katılımlar oluyor, sayı giderek artıyordu. Üzerlerine gelmekte olan devasa Turan ordusunu haber alan Şahı büyük bir korku sarmıştı. Bütün müttefiklerinden asker istemiş, en büyük katılımı Emevi Araplarından görmüştü. Çünkü Asya’da nüfuz sahibi olmak ve İslamı yaymak için Türkleri mutlaka itaat altına almak istiyorlardı. Giderek büyüyen bir çığa dönüşen Turan ordusu önünde duracak güç yoktu. Ortalığı tutan büyük uğultu ve sarsıntı kentte deprem yaratmış gibiydi.Tamamen atlı birliklerden oluşan tümenlerin nal sesleri giderek yaklaşıyordu. Ne oluyor? Diyerek, heyecanla evlerinden boşalanların arasında, han avlusunda at binen Kalmukoğlu ve çerileri de vardı. Orduya katılmak için hemen hareket etmişlerdi. Bu sırada Şah ordusunu meydana getiren Samani askerleri Herat yakınlarında konaklamış, casus ve ulaklardan yeni istihbarat ulaşıyordu. Verilen bilgiler ürkütücüydü. Kara Han sandıklarından baskın çıkmış, dehşetengiz bir orduyla üzerlerine geliyordu. Bir çare bulunmazsa çarpışma kaçınılmaz olacaktı. Belki bir yarar sağlar ümidiyle, seçkin adamlarından Mansur'u çağıran Şah, Kağana barış elçisi göndermek itiyordu. Bu, kırk yaşlarında, iri yarı, bilge bir adamdı. Şah ona hitaben: -Turan Kağanını, ne olursa olsun, savaşmamaya ikna etmen gerekiyor Mansur. Eğer bunu biraz ertelemeği başarırsak çok iyi olacaktır. Şu an saldırı şevkini bulmuş olan düşmanın hevesi kursağında kalırsa, gelecek sefere bir şeyleri kalmayacak ve onun vaktini biz tayin edeceğiz. -Şahım, bunu başarabilsek tabii çok iyi olurdu, ama Kağanı buna ikna edebilmemiz çok zor. Hem, bunu müzakere için karşıma kimin çıkacağı bile belli değil. - Hakkın var. Ama, biz sana güveniyoruz. Kara Hanı ikna etmek için gereken neyse onu yap. Kara Hanın huzuruna ancak bir gün sonra alınan Samani elçileri, vurgulu bir diplomat saygısıyla otağa girmişlerdi. Kara Han onları ciddi bakışlarla süzerken: - Sizi dinliyorum. Deyin bakalım imdi, Pers Şahının bizden istediği neymiş? - Ulu Kağan, Şahımız'ın samimi saygı ve salamlarını öncelikle arz etmek isteriz. Kendileri, belki sandığınız gibi, tek bir Budunun hükümdarı olmayıp, Müslüman olan bütün tebaasını aynı şekilde gözetmekte, bütün halkın şeref ve mutluluğunu sağlamak için çaba sarf etmektedir. Turan ulu Kağanı ile savaş değil, barış içinde yaşamak istediğini bildiriyorlar. - Şahınız, bunu önermek için biraz geç kalmadı mı Elçi başı? Nice zamandır beklerdik biz bu çağrıyı. -Ulu Kağan, takdir sizindir yine, ama çarpışma olursa, yok yere, yüzlerce çeri zayiatı olacaktır ordularımızın. Buna hiç lüzum yoktur. Aramızda sürmüş olan ihtilaftan ne zararınız olduysa söyleyin, karşılık ödeyelim. Olmaz mı? - Hah hah, haaaaa! - Ulu Kağanın hoşuna gitti galiba sözlerimiz? - Evet, hem de çok Elçi başı. Bize ne zarar verebildiğinizi tam ölçebilmek için bunu kendi ağzımızdan duymak istemeniz çok komik. Bu talebin karşılığı benim nezdimde tekdir ve bu da savaştır. Bize kim bir zarar verebilir ki, sonra tazmin de edebilsin? Bu ne mümkün Elçi başı? - Ulu Kağan, biz size nasıl zarar vermiş olabiliriz, yok böyle bir şey elbet, lakin, buraya kadar gelmeniz, zahmetlerinize karşılık olsun isteriz, hepsi bu. - Elçi başı, bize tabi oluşunuzun gerektirdiği haracın tutarını önce siz teklif edecek, sonra bizden onay bekleyeceksiniz. Bunda anlaşamaz veya anlaşır, sonra teslimde kusur ederseniz elimden kurtuluşunuz yok, bilesiniz! -Tamam, kabulümüzdür ulu kağan, çok sağ olunuz, siz çok iyi bir Kağansınız… ANTLAŞMAĞ Bunun üzerine Samanilerden yıllık vergi olarak, her yıl 400 deve, 10 bin sığır, 500 at , 300bin altın, ipek, kumaş almak kaydıyla barış anlaşması yapılıp, ordu geri çekilmişti. Kağan ve Budun arasındaki ganimet üleşmesi adil olmuş, öncesine kıyasla herkesin durumu düzelmişti. Bu vaziyet ve sağlanan istikrar birkaç yıl böyle sürmüş, fakat talihsiz bir olay sonucu, sürek avında atından düşen Kağan hayatını kaybetmiş, ülke derin bir üzüntü ve yasa bürünmüştü. Kara Hanın ölümü üzerinden çok geçmeden, Doğunun ve aynı zamanda bütün ülkenin Hakanı sanı ile tahta Bazırarslan geçmiş, kardeşi Oğulcak Han, ortak kağan sıfatını taşımakla beraber, hükmü sadece batıda geçecekti. Önce kabul gören bu paylaşım, çok sürmeden kardeşler arasında gizli bir rekabeti doğuracaktı. Çünkü, batı hükümdarı olan Oğulcak Han, doğu Hakanlığına bağımlı kalmak istemiyordu. Bu sırada, Samanîler arasında da taht kavgası başlamış, onlardan alınan vergiler bu nedenle sekteye uğruyordu. Bu arada çıkan ihtilaftan dolayı zor duruma düşen, Şahın torunlarından Prens Şirzat, eşi ve iki çocuğu ile Oğulcak'a sığınmışlardı. Oğulcak Han, hemen bütün siyasî, idari konularla olduğu gibi, onlarla ilgilenme görevini de yetenekli yeğen Satuk Buğra'ya vermişti. Şah varislerinden gelen vergileri de yöneten Satuk Buğra, bunun çoğunu kendi hazinelerine aktarıyor, az bir miktarını doğu Hakanlığına gönderiyordu. Prens Şirzat, ülkesindeki kavgadan galip çıkmak için çareler düşünüyor, benzeri bir ihtirasını sezinlediği Satuk Buğra ile anlaşabileceğini düşünüyordu. Bir birlerinden yararlanma durumunda olduklarını fark eden bu iki prens, sıkça buluşup, türlü planlar yapıyorlardı. Günlerden bir gün, Satuk Buğra ve Şirzat, Oğulcak Han tarafından Talas ırmağı kenarına yaptırılmış olan görkemli sarayın verandasında oturmuş, hem güzel manzarayı seyrediyor, hem konuşuyorlardı: -Aziz dostum, senin durumun bana nazaran çok iyi. Arkanda, erkek evladı olmayan bir Han dayın var. Bir gün gelip, tahtın sana nasip olması işten bile değil. Ama, ne zaman ve nasıl, sorularına da cevap bulmak gerek, sanırım. -Doğru dersin, ama, sanki senin bir bildiğin var? -Yanlış anlama dostum, bir bildiğim olsa saklar mıyım? Bizim için yaptıklarınıza ne kadar minnettar olduğumu biliyorsun. - İyi ama, bir düşün, kendini yerime koy. Malum, bir olayı dışarıdan görmek daha kolaydır. Belki ben de senin için aynı şeyi yapabilirim. Hadi, bir dene bakalım. Bu davet üzerine biran düşünen Şirzat: -Dostum, bana kalırsa Oğulcak Han yetkilerinin sınırlı olmasından hiç hoşnut değil. Ama Töre gereği diye, büyük kardeşine karşı gelmekten imtina etmektedir. Fakat sen istersen bu değişebilir, diye düşünüyorum. - Nasıl yani? - Diyelim ki sen bizim de dinimiz olan, İslam'a geçip, Müslüman oldun? - Nasıl yani, o zaman bütün benliğim değişmiş olmayacak mı? - Hem evet, hem hayır. Menfi yönde hayır, değişmen söz konusu değil. Ama görünüşte kazanacağın yeni statü, halk nezdinde seni farklı gösterecektir. Bunu ister bir tür kılıfa, istersen zırha çevirebilirsin sonra... - Tam anlayamadım, şunu az daha açar mısın dostum? - Bak arkadaşım, siz Turanlılar ne yazık ki, pek ince zekalı değilsiniz. Bütün işlerin salt güç ve kuvvetle halledileceğini sanırsınız. Lakin, bu yapacağımız taştan saray veya köprü değil, çok başka bir binadır oysa... - Aşk olsun bre dostum, halen bana bilmece anlatıyor gibisin. Biraz açık konuşamaz mısın sen birader? - Darılma hemen, ona da geleceğiz, lakin billah ki, bir kez anlatacağım. - Tamam, kulağım sende. - Güzel, dinle öyleyse: İster cidden, ister siyaset icabı olsun, Müslümanlığı kabul etmiş olduğunu var sayalım. - Yok, bence, gerçekten Müslümanlık çok ilginç bir din. - Neyse, sözümü lütfen kesme, sonunda kararı kendin vereceksin. Müslüman olduğunu önce gizlemen daha iyi olur. Bunu derken, gizli yayman demek istiyorum, anlarsın tabii ki. Sonra bunu, bütün dostlarına söyleyecek ve onları da sana katılmağa teşvik edeceksin. Bu durumu, başta Bağdat İslam Halifesi olmak üzere, bütün rakip ülke yöneticilerine bildirecek ve onlardan destek sağlayacaksın. Bu arada ben de sana her türlü yardıma hazır olacağım. -İyi ama, bakalım Oğulcak Han buna ne der? - Onu bilemem tabii. - Ama, benimseyip, uygulayacağımız yaklaşım tarzı hakkında fikrin vardır elbet? - Evet. Bu durumda, Balasagun'da oturan Hakan Bazırarslan ile aralarını iyice bozmak gerek. Bunun için görevlendireceğimiz hafiyeler, arada bir karşı tarafa gidip, Oğulcak Han'ın ulu Hakandan gizli ne işler tuttuğunu vs. aktaracaklar, ama o casusları bizim görevlendirmiş olduğumuzu, kendileri dâhil, hiç kimse bilmeyecek. - Yok dostum, bu çok tehlikeli görünüyor. Bana kalırsa ben önce dayımla şahsen konuşur, ağzını yoklayarak, genel durumdan memnun olup olmadığına ve niyetine bakarım. Sonra müsait ise, kendi görüşümü açıklarım. Nitekim bu tahmin doğru çıkar. Oğulcak Han bütün tasarruflarında yeğenini serbest bırakıp, her ihtimale karşı da Kaşgar'a taşınarak, orayı başkent yapar. Talas'dan Samanilere ulaşan bu haber, onların her türlü desteği ile karşılık görür. Satuk Buğra, giderek zenginleşir. Zamanla, Müslümanlardan oluşan bir ordu kurup, nüfuz sahibi olur… 5.Bölüm AKKARTAL’IN OĞLU TÜRK ŞAD Bu sırada Akkartal'ın Adsız olarak 17. yaşına erişen oğlu, Dergahta ki yaşıtları ve daha büyüklere karşı koyabilecek kadar mahir bir savaşçı olmuştu. Bütün yarışlarda önde gelişine rağmen, adsızlığı arkadaşlarının alay konusu olur. Bu nedenle, herkes gibi ona bir ad koymadığı için babasına için için gücenir. Nitekim bir gün, ad kazanmadan geri dönmemek üzere, kimseye haber etmeden dergahtan ayrılmağa karar verir. Bir sabah erken, atı Bozdoğan’a binip, evden ayrıldığında güneş henüz doğmamıştı. Herkes onu avlanmaya veya gezintiye çıktı sanırken, o Ötüken yolundadır. Atı, Karaşimşeğin bir sürgünü olup, mahmuza, kamçılamaya gerek yok, ha diyince uçmaktadır adeta. İlk mola verdiği yer Karaşar civarında bir handır. Hancı Yamtar, bu gencin görkemli pusatlarına değil, duruşuna, bakışına hayret eder, bir tanıdığa benzetip, sorar: - Nerden gelir, nere gidersin oğul? - Sorma be hancı baba, yokluktan gelir, hiçliğe giderim. - Bu nasıl cevap oğul, bir şey anladıysam Arap olayım. - Arap dediğin ne ola hancı baba? - Kara tenli adamlara denir oğul, hiç duymadın mıydı yoksa? - Arap adını duydum da, kara tenli olduklarını ilk senden işitiyorum. - Hımm… Sen kolay konuşmayacak gibisin. Bari boyunu, soyunu babanın adını de be yiğidim, haydi naz etme! - Babam mı, bana bir ad veremeyecek kadar zayıf ve düşkün adamın biri işte. Bilirsin öylelerini. Adını sanını boş ver. Kara budundan biri olmam yetmez mi? - Tamam oğul, kızma. Usuldendir diye sorayım dedim. - İyi, şimdi bana biraz yemek, atıma da yem istiyorum. - Emrin olur yiğidim. - Peki, o halde hazırda ne varsa getir, atıma da arpa karışık saman ver, yolum uzun, fazla da vaktim yok eylenecek. Nitekim hancıdan Ötüken yolunu sorup, handan ayrılan Adsız'ı Göklerde görünüp, kaybolan ay ışığında yol alıyordu. Bozdoğan yolları biliyormuş gibi, tökezlemeden ilerliyordu. Bir müddet böyle gittikten sonra küçük bir köyden geçerken, köpekler ürüyüp, sakinlerin dikkatini çekmişlerdi. Bu sırada ağıldan gelen yaşlı bir adam onu görüp, seslenmişti; - Bu vakit nerden gelir, nere gidersin oğul, bir şey mi aramaktasın yoksa? -Evet, bir şey aramaktayım Eçi, lakin kaybetmediğim bir şey… -Çok hoşsun oğul. Ama bu karanlıkta devam edersen, yolunu kaybedeceğin kesin. . İstersen gel konuğumuz ol. Evimiz, yerimiz var, işte şuracıkta. Biraz sohbet ederiz, yemek yer, dinlenir, gecelemek istemezsen yoluna gidersin. - Sağ ol Eçi, senden hoşlandım, önerini kabul ediyorum. - Çok iyi, buyur oğul, gidelim… Atından inen Adsız, onu yularından çekerek ahıra götüren yaşlı adamı izliyordu. Sonra birlikte evin kapısını çalmışlardı. İçerde, köşede yanmakta olan bir yağ lambasından yayılan ışık, evi aydınlatıyordu. Evde, kapıyı açan genç ve güzel kızdan başka, ocak başında yemek pişiren yaşlıca bir de hatun vardı. Ev sahibi yaşlı adam onlara hitaben: -Bakın, Tanrı bize bir konuk gönderdi hatun. Buyur, sen de şöyle ocak başına geç oğul. Hava serinledi, ateş başının tam zamanıdır şimdi. Adsız orada hazır bir tahta iskemleye otururken, ihtiyar adamın karısı, gözünü Adsızdan ayıramayan kızına sesleniyordu: - Gülbahar, kızım ne bakınıp durursun, şuradan kımız getir, et hazırla, közleme yapalım konuğumuza. Yoldan gelir, açlığı vardır zahir. - Sağ ol hatun ana. Karnım acıkmış değil. Ama kımız varsa içerdim. - Olsun, olsun oğul. Kızım sen dediğimi yap. Yol adamı acıktırır. Hem kımızın, hem etin alası bulunur bizde oğul… Gülbahar evin iki odasından birinin açık kapısından içeri girerken, ihtiyar adam bir iskemle alıp, Adsız’ın karşısına oturdu. Karısı hemen onun yanında, kalın tüylü bir post üzerine oturmuş, ağrıyan baldırlarını ovalıyordu. Adam eşine bakarak başını sallamış, sonra: - Sana, artık bağa, bostana gitme derim hatun, ama söz dinlemezsin ki. - Hamlamış olmalıyım bre Karakoç. Hemen başıma kakınç etme, bir şeyim yok, gelir geçer nasılsa… - İyi, iyi haydi öyle olsun bakalım. - E, eh, haydi sen de kendini tanıt bakalım oğul. Benim adımı duydun, Karakoç. - Benim ki de Adsız! - Ya? Demek adın Adsız. - Evet. Aradığım şeyi de böylece öğrenmiş oldunuz Karakoç Eçi. - Evet, anladım oğul. Bu eski bir adettir. Dilerim tez zamanda kendine yakışan ada nail olursun. -Demek bunun bir töre icabı olduğunu biliyordunuz siz de? -Elbette. Ama bu adet artık terk edilip, oğlanlar hazır adlara konmaktalar oğul. -Böylesi kötü mü olmuş yani Eçi Beğ? -Kötü değilse bile, iyi tarafı da yok bunun oğul. Bu adetin önemli bir nedeni olmasa atalarımız böyle yapmazlardı her halde. Onlar böyle konuşurken Gülbahar kımız getirmiş, çamçaklar içinde sunuyordu. Adsız kımızı alırken ilk defa kızın yüzüne bakmış ve içine tatlı bir sıcaklık o an doluvermişti. Böyle bir duyguyla ilk kez tanışıyordu. Gözleri kızın güzel gözlerine yönelince, yüreğinde hiç tanımadığı çarpıntılar hissediyordu. Zorlukla gözlerini ateşten yana çevirirken, içinden: “ sakın sevda dedikleri bu olmasın?” Diyordu. Aynı duygular ve benzeri sorular Gülbahar'ın aklından geçiyordu. Ona doğru karşı konulmaz bir şekilde çekildiğini hissediyordu. Henüz onbeşinde idi. Taze goncalar kadar, latif ve albeni sahibiydi. Kımızları ve bir sahan içindeki etleri önlerine koyarak, annesinin yanına oturmuştu. Karakoç olgun adamdı. Göz ucuyla gençlerin halini görüp, için için gülüyordu. Bindiği attan, konuşma ve davranış tarzından onun soylu bir aileden geldiğini düşünüyordu. Ama hiç bir şey söylemek istemiyor gibiydi o buna dair. Bir süre havadan, sudan konuşarak vakit geçirdikten sonra Karakoç'un daveti üzerine orada gecelemeğe karar vermişti. Yan taraftaki odaya serilen yün yatakta gözleri kapalı, lakin düşünüyor, gözüne uyku girmiyordu. Tündükten (pencere) zaman zaman yansıyan ay ışığı odayı aydınlatıp, gözlerini açınca, bir an Gülbahar'ın siluetini görür gibi oluyordu. Evin hayatında Karakoç ve eşi, diğer odada ise Gülbahar yatıyorlardı. Gülbahar iki kez dışarı çıkıp, içeri girmiş, istediği halde onun yanına gidememişti. Sabah olup, yatağından kalktığında baba ve annesi çoktan ahıra gitmiş, koyun, keçileri ve inekleri sağıyorlardı. Karakoç çevresinde tanınan bir adamdı. Gençliğinde kağanların emrinde çalışmış eski bir askerdi. Gösterdiği yararlıkların karşılığında hatırı sayılır bir konum edinmişti. İki oğlu bir kızı olmuştu. Oğulları Kağan Bazıraslan'ın subayları arasındaydı. Yetiştirdikleri hayvanlar arasında birkaç da cins at vardı. Bunlar kağan ulaklarının ihtiyaçlarına cevap vermek için beslenir ve daima iki at hazır tutulurdu. Evinin biraz ötesinde oturan üç çocuklu bir seyis ailesi ona yardım ediyorlardı. Adsız yataktan kalkıp, hayata çıktığında süt pişiren Gülbahar'ı görüp, gülüşmüşlerdi. Sonra dışarı çıkan Adsız, ağılın yanında bağlı duran atını ve onu hayranlıkla izleyen iki delikanlıyı rastlamıştı. Şapo adlı büyük kardeş Adsız’a hitaben: -Bu küheylanın sahibi sen olmalısın ağa. Böyle bir ata binmek için, gerçi biraz toy görünüyorsun ya... -Ne yani, gençler böyle atlara binemez mi, demek istedin yoksa ağa? - Yok ağam, onu demedik elbet, sadece umduğumuzdan daha genç olduğunu görüp, şaşırdık. Her halde hünerli biri olmalısın. -Ya sizler, kim ve ne iş yaparsınız ağalar, ola ki Karakoç beyin bahsettiği seyislersiniz? -Evet, biz onun emrinde çalışan, kağanlığın seyisleriyiz. Bu sırada Karakoç ve karısı da ahırdan çıkmış, geliyorlardı. Onları görünce Karakoç gülerek: -Şapo, nasıl, ömrünüzde hiç böyle bir at görmüş müydünüz? -Yok Ağam, böylesine rastlamak hiç kolay değil. Bu yiğit kimdir, Han sülalesinden mi yoksa? - Asilzade olduğu belli de, kimlerden olduğunu hiç söylemedi. - Varsın o söylemesin, biraz sonra büyük seyis Hızlıkurt gelince nasılsa bilir. Adsız bu adı duymuştu. Karşılaşma olasılığına heyecanlanmıştı. - Hızlıkurt mu, dediniz? - Evet, kendisi babamız olur ağam. Adını duymuşluğunuz olabilir. -Evet, namını duymuştum, ama nerede ve kimden, bunu şu an hatırlayamadım. -Onu tanımayan ve onun tanımadığı yiğit yoktur ağam. Meraklanma, şimdi nerdeyse gelir. Az sonra karşı kulübeden çıkan uzun boylu, zayıf yüzlü, yaşına rağmen heybetli bir adam onlara yaklaşıyordu. Yanlarına gelince önce Bozdoğan’ı incelemiş ve sonra: - Karakoç Beğ, bu hayvan bana Karaşimşek adlı bir aygırı hatırlattı. Yoksa değil, kesin onun bir sürgünü olmalı. Demişti. Hızlıkurt'un bu tahmini herkeste bir şaşkınlık yaratırken, Karakoç hayretle soruyordu: - Deme ya, hangi Karaşimşek'den bahsediyorsun sen, yoksa? - Hangisi olacak, Tanrı dağlı Akkartal'ın atı Karaşimşek. Hele şunun başındaki asalete, bileklerinin inceliği ve belinin kıvraklığına bir baksana Karakoç ağa. O bunları konuşurken, Adsız hayretten dilini yutacak gibi bakıyordu. Sonra ona dönen Hızlıkurt, kahkahayla gülerek: - Bu sürgün de Akkartal'ın kendisinden olmalı. Yanlış mıyım yoksa oğul? - Ha, hayır, ama, bütün bunları nasıl, nereden biliyorsunuz Eçi? - Bizim işimiz emareden anlamak ve neye rastladığımızı bilmektir oğul. Uzun sürer açıklaması. Şunu bil ki, baban olacak o haylazı gayet iyi tanırım. Yaşıtım ve bütün yarışlarda en çetin rakibimiz olmuştur. -Ayakta kalmayalım Hızlıkurt, buyur şöyle hayata geçin, sütlü çorba içerek konuşuruz. - Hayhay ağam. Önden buyurun. Çok sürmeden tekrar dışarı çıktıklarında, Şapo'nun beyaz bir kıratı çekerek getirdiğini görmüşlerdi. Niyeti onu denemekti. Bakalım babasının bahsettiği kadar var mıydı bu at ve tabii onun binicisi. Bunu anlayan Adsız, hazır bekleyen atına bir sıçrayışta binmişti. -Haydi bakalım Ağa, ilk çıkış hakkına sahipsin. - Derken itiraz etmeyip, atını mahmuzlayan Şapo, ardında ufak bir toz bulutu bırakarak ileri fırlamıştı. Hedef, dere boyunca giden yolu izleyerek karşıda görünen kara tepenin etrafını dolaşarak gelmekti. Onu Bozdoğan izlemiş ve tepenin eteğine vardığında arkadan Şapo'ya yetişmişti. Bir süre yan yana gitmişler ve tepeyi dönünce Bozdoğan arayı açmağa başlamıştı. Evin önüne vardığında, ilk çıkış süresi kadar bir zaman sonra da Şapo gelmişti. Olan biteni uzaktan izleyen Gülbahar'ın içi içene sığmıyor, Adsızla bir yolunu bulup, yalnız konuşmak istiyordu. Ötekiler az sonra işlerinin başına dönmüş, babası ile Adsız evin yanında duran elma ağacının dibinde oturuyorlardı. Tam sırasıdır diyerek babasına yaklaşan Gülbahar, konukla yarışmak istediğini söylemişti. Karakoç kızının iyi bir binici olduğunu biliyor, ama konuğun ne söyleyeceğini bilmediği için ona bakmıştı. Adsız gülerek: -Bence bir mahsuru yok, buyur, çek atını da görelim nasıl bir binici olduğunu. Gülbahar: - Kendine çok güveniyorsun ama, unutma ki, el elden üstündür Adsız Beğ! - Kabul, haydi bakalım öyleyse. Derken atlara binmiş ve topuklamışlardı. Adsız bir at boyu arkadan izliyor, onu geçmiyordu. Karatepe’nin eteğine vardıklarında, atını topuklayıp, yetişerek onun dizginlerine asılmıştı. Bir anda frenleyen atlardan ikisi de az kalsın yere uçuyorlardı. Adsız ilerde ki büklüğü işaret ederek: - Bırakalım yarışı da, istersen gel şurada iki laf edelim. Atım biraz otlansın, çünkü yola devam etmek niyetindeyim. - Olur mu, hemen niçin gitmek istiyorsun ki? - İn de gel, anlatırım. Böyle diyerek atından atlamış ve gemi çıkarıp, onu salıvermişti. Gülbahar yanına geldiğinde, birlikte bir ardıcın yanına oturmuş, yayılan atları izlerken, konuşmadan düşünüyorlardı. Bir süre böylece oturmuş, iç geçirerek bir birlerini incelemişlerdi. Sonra ilk konuşan Gülbahar: - Sahi, nereye gitmek istiyorsun. Amacın nedir bu yolculuktan? -Dedim ya, adımı bulup, onu hak etmek için arayıştayım. Ötüken'e gitmek ve orada ki dayım ve dedemi görmek, onların nasihatini almak istiyorum. - Yani bu gün gerçekten gidecek misin? Böyle derken ona dönmüş ve yüzünde tarifsiz bir acı olduğu görülmüştü. Adsız gülümseyerek onun yanağını okşarken: - Gam etme, dönüşte yine uğrarım. -Olsun, ama hemen gitme ne olur. Derken biçimli, zarif elleriyle onunkilere sarılmıştı. Adsız kenetli ellerini kaldırıp, yanağına götürmüş, dudaklarını üzerinde gezdiriyordu. Duyduğu yoğun heyecan ve sevinç, genç kızın yanaklarını al al etmişti. Sonra göğsünü zorlarmışçasına kısık bir tonla: - Senden çok hoşlandığım ve bunu saklayamadığım için kusura bakma! - Ben de seni çok sevdim. Ama önce yapacağımız işler var. Hem nasılsa henüz çok genciz. - Olsun, ben senden ayrı kalmak istemiyorum. Gidersen beni unutur, bir daha dönmezsin diye korkuyorum hem. Onun güzel başını göğsüne yaslayan Adsız, uzun siyah saçlarını okşarken: - Merak etme güzelim, seni unutmam. Seni gördüğümden beri hissettiğim duyguyu başka hiçbir kıza karşı duymadım. - Ben de öyle. Onlar böyle konuşurken, yanlarından boyunları çıngıraklı bir koyun sürüsü ve çobanlar geçiyordu. Bir süre hiç konuşmadan böyle sarmaş dolaş oturmuş ve bir birlerinin ruhlarını dinlemiş, kokularını içlerine çekmişlerdi. Otlakta başlarını kaldıran atlar, artık doyduklarını işaret eder gibiydiler. Nitekim kalkmış ve binerek evin yolunu tutmuşlardı. Karakoç'un avuluna vardıklarında geldikleri fark edilmemiş gibiydi. Karısı Dudu ana yalnızdı. Kızını mutlu görünce o da sevinmiş, ama yine de bir şeylerden korkar gibiydi. Çünkü henüz çok genç ve evlenecek yaşta olmadıklarını düşünüyordu. Bu öyle gösteriyordu ki, çok sevdiği biricik kızı uzun zaman sevdalık çekecek, üzülecekti. Adsız, Hızlıkurt Eçi ve diğerlerinin yanına gidince, Gülbahar başını annesini dizine koymuş, gözlerinden yaşlar akıyordu. Bir süre oturup dertleştiler. Görmüş geçirmiş Dudu ana böyle şeylerle nasıl başa çıkılacağını az çok biliyordu ki, kızını teselli etmiş, yeniden güldürmüştü. Bu sırada Adsız Hızlıkurt ile sohbet ediyordu. Yaşlı kurt çocuğun niyetini anlayınca, onu bir denemeden geçirmenin yerinde olacağını düşünmüştü. -Evlat, bak senin aradığın şeyin aslı yiğitlik ve kahramanlıktır. Adın gizemli bir yerde yazmıyor ki, gidip onu bulup, alasın. Ona ulaşmanın yolu, kimsenin yapamadığı iş veya işleri başarmaktan geçer. Bildin mi? -İyi ama, hiç kimsenin yapamadığı ne ve nerededir ki, gidip kendimi deneseydim? -Kendini buna hazır hissediyorsan mesele yok. Ben sana bir sürü ödev verebilirim ki, emin ol, bunların yarısını yapabilsen, başaramayacağın uğraş olmaz. - İyi, o halde seni dinliyorum. Buyur bakalım Eçi. Beni çok merak ettirdin. - Hah hah haaaa! -Önce pusatsız olarak savaşmaya hazır olduğunu görmeliyim. Ellerin, ayakların, kafan, dizin, dirseğin her biri bir pusatmış gibi işe yaramalı oğul. - Evet, haklısın. Ama belki sandığın kadar idmansız olmadığımı görünce şaşacaksın Eçi. Sakın alınmayasın sonra? -Vay, vay vay! Neler de bilirmişsin sen bre yumurcak. Pekala, şu karşıdaki çit sırığını görüyorsun, değil mi? -Evet. -Gidip onu ya bir ayak, ya da bir el darbesi ile kır da gücünü görelim! - Emrin olur Eçim. İçinde hayvan bulunmayan ağılın etrafını çeviren ayak bileği kalınlığındaki sırığın yananı varan Adsız. Birkaç saniye sonra bir nara atarak, havaya zıplamasıyla sağlam sırığı indirdiği bir el kesmesi ile ikiye biçivermişti. Bunu gören Hızlıkurt sevinç kahkahaları atarak: -Yaşşa bre Adsız! Boş yere babanın oğlu olmadığını pek güzel göstermektesin. Hızlıkurt, Adsız’a benzeri bir kaç deneme daha yaptırmış ve her birini zorlanmadan geçmişti. Son olarak onu suda denemiş ve iyi yüzmesinin yanında, su altında, uzun süre nefessiz kalabildiğini de görünce tam not vermişti. Sıra kılıç, ok ve yay kullanmağa gelince, bu dallardaki mahareti Hızlıkurt'u cidden hayrete sevk etmiş, bu kadarı da olmaz dedirtmişti. Hem yorulmak nedir bilmiyor, hem de çok hızlıydı yaramaz. Taşıdığı pusatlar gerçek usta elinden çıkmış, dengeleri mükemmeldi. Buna bir de gerçek ustalara has blok ve dürtüş tekniklerini ekleyince, yenilmez bir bahadır gibi duruyordu. Kendi oğullarının ikisi birden karşısına dikilmiş ve göz açıp kapayıncaya kadar kılıçlarından olmuşlardı. Ok kullanmada hakeza hünerliydi. Denemelerin sonucunu Karakoç'a anlattığında, o bile duyduklarına inanamamıştı. -Bu oğlana ad vermeyen baba olamaz. Oğul şimdi sana tarif edeceğim yere ulaşır, ulu bir dağın doruğunda bir mağarada yaşayan o pire bizden selam söyler, meramını nakledersen. O sana münasip adı verecektir. Sonra da bahsi geçen yere nasıl ulaşacağını tarif etmişti. Bu durum Adsız’ın sırtından büyük bir yükün kalkmasını sağlamış, artık daha mutlu ve huzurluydu. Gülbahar ve ailesine veda edip, yola çıkmış, önce Ötüken'e ulaşmıştı. Sungur yeğenini sevgiyle kucaklamış ve onu kendi çocuklarına tanıtmıştı. Dedesi Arıkbuğa iyice yaşlanmış, pir ihtiyar, torununu görmekten pek memnundu. Gerekçesini açıkladığında, hemen yola çıkmak istemesi normal karşılanmıştı. Bir sabah geldiği yöne doğru yola çıkarken, arkasından ona seslenen dayısı: -Yeni adını öğrenir öğrenmez bize bildirmeği sakın unutma oğul! Diyordu. Bir akşamüstü Karakoç'un avuluna tekrar geldiğinde, Gülbahar gözlerine inanamamış, hemen yanına koşmuştu. Atından inen Adsız: - Çok kalamayacağım Gülbahar, uğrayıp, seni görmeden edemedim. -Ne yani, hiç mi kalmayacaksın yoksa? - Darılma hemen güzelim, biraz mola verip, sonra gedeceğim. - İyi, o halde atını şuraya bağla, içeri gidelim. Babamlar bir toyda davetliler. Seyisler şimdi gelip atınla ilgilenirler. - Dediğin gibi olsun, ama fazla kalamayacağımı söyledim. Bir iki saat mola vermeği düşündüğü halde, ancak yarın sabah hareket edebilmişti Adsız. Genç sevgilisi onu bırakmamış, sevdanın has bahçelerini dolaştırıp, sınırı geçmeğe ramak kalmıştı. Delikanlıydı, arzuları sınır tanımıyordu, ama bildiği, kutsal saydığı bir töre vardı ve buna göre: Bir delikanlı, istediği ve kendisini isteyen kız ile dilediğince oynar, ama bir sınırdan öteye geçemezdi. Çünkü bu hak sadece evlenenlere ait idi. Aksini yapmak büyük suç ve ispatı halinde cezası ağır olurdu. Arzularına hükmedemeyip, birleşenlerin günahı, ki bu genellikle gebe kalınca anlaşılırdı, kolay kolay affedilmezdi. Devresi gün yola çıkan Adsız, üç gün sonra tarif edilen yere varmıştı. Burası yedi göller yöresi ve görüşmek istediği kişi, babasının dostu Kam Bilge Ata'dan başkası değildi. Bir süre, ısrarı üzerine, Karahan Kül Bilge ile kalmış, onun ölümünden sonra kalabalıktan sıkılıp, eski mekanı ve gerçek dostları arasına dönmüştü.Yoldaşı kartalların haber etmesi üzerine mağaradan dışarı çıktığında, at üstündeki genç savaşçıyı bir gece önce düşünde gördüğünü hatırlamıştı. beyhude değildi bu hayata katlanması. O büyük mutluluğu zerresine kadar hissediyordu. Sonra aşağı seslendi: - Hey, Bahadırım! Kimsin, kimin nesisin, burada ne ararsın? Dağın doruğundan gelen, bu kurt ulumasına benzeyen sesle bir an irkilen Adsız, başını yukarıya kaldırmıştı. Gördükleri inanılmazdı; iki yanında birer iri yapılı boz kurt, omuzlarında iki kara doğan ve hemen başının üstünde, semada daireler çizen birden çok kara kartal olan aksakallı bir adam. Düş görüyorum, sanmıştı bir an. Hızlıkurt gerçi bir aksakallı Pir'den bahsetmişti, ama ya ötekiler? Fazla gecikmeden cevaben: - Ey pirim, kılavuzu Hızlıkurt, atası Akkartal olan bir Adsız’ım ben! - Anlaşıldı, anlaşıldı, atından in ve yukarıya gel oğul! Bir lahza sonra, iki boz kurdun beklediği mağaranın girişindeydi. Bilge Ata onların yanında bekliyordu. Yanına varınca, ona hitaben: - Gel civanım, gel Akkartalım'ın oğlu, yeğenim, çekinme gel! Bu çağrı üzerine elini kılıç kabzasından indiren Adsız, ulu Kam Bilge Ata huzurunda yere diz vurmuş ve sonra onu takiben mağaraya girmişti. Bilge Ata'nın sönmeyen ateşi yine yanıyordu. Ocak başına oturup, hazır Zengibar çayından içerek, söyleştiler. Sıra sadede gelmiş ve onun sormasına fırsat bile vermeyen Ulu Kam: - Adın Türk Şad olsun oğul, bu sana Gök tanrı’dan bir armağandır. Bu ada layık olarak yaşamanı dilerim… Günler sonra Dergaha dönen Adsız’ı tam bir sürpriz bekliyordu. Babası ve dergah erkanı Kurultay salonunda onun için toplanmışlardı. Babası onu yeni adıyla çağırarak: -Türk Şad, oğul adın kutlu ve uğurlu olsun! Diyince, orada bulunanların hepsinden ziyade Türk Şad şaşırmıştı. - ?! - Hah hah haaa! Ne o, şaşırdın galiba evlat? -Evet, çünkü bunu henüz benden başka kimse bilmiyor sanıyordum burada baba. - Ne demiş atalarımız, Yerin kulağı vardır; oğul. - Haklısın baba, başka türlü nasıl olurdu çünkü bu…. -Eh, anlat bakalım yolculuğun nasıl geçti, kimlerle tanıştın, neler yaptın? Yolda izde yaşadıklarını kısaca özetleyen Türk Şad, çok özlediği annesi ve kız kardeşini görmek için izin isteyip, eve gitmişti. Gelişini pencereden görmüş olan Gülenay, onu kapıda karşılamış ve boynuna atılmıştı. -O, Tanrım, biricik kardeşim gelmiş… Hoş geldin, sefa getirdin ağa Beğ! -Hoş bulduk güzelim, kız sen ne çok büyümüşsün böyle? Bu sırada annesi gelmiş, oğlunu bağrına basmış, o da elini öpüp, yanına oturmuştu. Sonra ortadan kaybolmasının sırrını, yaşadıklarını anlatıp, sözü Gülbahar'a getirmişti. Annesi gülerek: - Desene ki yakında bir gelin sahibi ve kaynana olacağım oğul. -Evet anne, onu çok seveceksiniz. -Eminim oğul, sen bu kadar sevdikten sonra O gün Koca Tuğrul Dergahı’nda karar alınıp, bir hafta sürecek kutlama toyu yapılacaktı. Karakoç ve Baş Seyis Hızlıkurt, aileleri ile bu toya çağrılacak, bu görevi bizzat Türk Şad yerine getirecekti. Dört bir yandan seçkin konukları çağırmak için ulaklar yola çıkarken, gelecek konukları en güzel şekilde ağırlamak üzere hazırlıklara girişilmişti. Kendisine verilen görevi ifa etmek için yola çıkan Türk Şad, Karaşar dolaylarında bulunuyordu. Önce Gülbahar ve ailesine, sonra Ötüken’de ondan haber bekleyen Sungur'a haberi verecekti. Karakoç avlusuna bir günlük yolda, yorulan atını dinlendirmek için mola vermiş, Yüksek bir yayla üzerinde bulunan yalçın kayanın dibinde yükselen yaşlı bir ardıç ağacının altına uzanmıştı. Atının eğerini yastık, minderini kendine döşek yapmıştı. Bozdoğan yeşil yoncalarla karnını doyururken, o, yattığı yerin bahşettiği büyük huzur ile derin uyku ve uzunca bir düşe dalmıştı… Uçuyordu atıyla dörtnal gün doğusuna. Bir bahçeden çıkan kız el sallıyordu ona. Acep kimdir bu güzel, kimin nesidir, derken, meğer bu Gülbahar imiş, bakıp ona gülerken, şöyle demişti: Sendin demek güzelim, Düşlerimin Ayzıt'ı, Özleyip seni geldim, Çalmak için kapını. Gülbahar ona şöyle karşılık veriyordu: Uzaktan gördüm seni Düşlerimin Ülgen'i. Ne güzel edip, geldin, Çalsana kapımızı… Birden uyanan Türk Şad, atını yanı başında bulmuş ve hemen binerek yola revan olmuştu. Bir an önce Karakoç avuluna varıp, Gülbahar'ı görmek istiyordu. Bu sırada acun dönüyor, cadı kazanları fokurduyor, Talas ırmağı kıyısındaki sarayda şunlar konuşuluyordu: - Bilmem duydun mu dostum, Koca Tuğrul Dergahı'nda büyük toy olacakmış? - Evet, haberim vardı bundan. Koca Akkartal, ne yazık ki bizi davet etmemiş. Oğlunun ad verilişi kutlanıp, yavuklusu ile nişanı yapılacakmış. - İcabet etmeyeceğini düşünüyor olmalı. -Muhtemelen öyledir. Lakin, böyle bir zamanda orada temsil edilememenin aleyhimize olacağı da bir başka gerçek. -Haklısın. O Dergah ve Erkanı'nın bütün Turan Ülkesi için ne anlam taşıdığından haberim vardır dostum. Ama yine de, eğer çok istersen, bir yolunu bulur, seni orada temsil ettirebilirdik dostum? -Gerçi kolay değil, ama bunu başarsak bile, bu durumda orada umduğumuz tesiri yaratacağımızı hiç sanmıyorum. -Ben de öyle. Ama durum öyle gösteriyor ki, emeline ulaşmana en büyük engel de orasıdır. Bir yolunu bulup, orayı ele geçirmelisin dostum. -İşte bu, ne yazık ki imkan harici bir şey. Oraya saldırmak, bütün Ulus nezdinde senelerdir yaratma çabasında olduğumuz itibarımızı bir anda sıfıra indirir. Kaldı ki, alabileceğimiz de çok kuşkulu. Bence, Çine savaş açmak daha az tehlikelidir. - Peki ama bu dergah hangi kaynaktan beslenir, geçimlerini ne ile ve nasıl sağlarlar dostum? -İşte işin o yanını ne ben, ne de başka kimse biliyor. Onları böyle güvenli ve herkesten bağımsız kılan da bu yanları olmalı. Oraya nüfuz etmek, sızmak hiç mümkün değil. Zira genelde veriyor, yardım almıyorlar kağandan bile. Ne zaman ve neye ihtiyaç duyarlar, bilinmez. - Bu tören dolayısıyla birçok hediyeler gideceği kesindir. -Kuşkusuz, ama onlar beylerden alır, yarışta kazananlara ve yoksul halka dağıtır, kimseli, kimsesiz çocukları alır, yıllar süren eğitim verirler. Hiç değilse orada yetişen birkaç subayımız olsaydı. - Evet, bitmez, tükenmez bir kaynak, bir hazine orası. - Aynen öyledir dostum. - Şaştım bu işe vallahi… Bu sırada ulu Tengri Dağı’nın böğründeki yeşil yaylalara sayısız çadırlar kurulmuş, ülkenin her yanından gelen konuklar yavaş yavaş toplanıyordu. Türk Şad dönmüş, Gülbahar ve ailesi, Hızlıkurt, Sungur ve iki oğlu birlikte gelmişlerdi. Arıkbuğa bu uzun yolculuğa dayanacak kadar genç ve zinde olmadığı için gelememiş, ama değerli armağanlar göndermişti. Şölenin en önemli konuğu, Doğu Hakanı Bazırarslan olup, Ulu Tolga’nın özel mekanına kondurulmuştu. Yanında getirdiği muhafız alayı ve bir kolordu, koca dağı ablukaya almış, yollarda ve tepelerde gece gündüz nöbet tutuluyordu. Nihayet bütün konuklar gelmiş, şölenler başlamıştı. Develer, sığırlar, koyun ve geyikler kesilmiş, kazanlar dolusu pilavlar yapılmıştı. Kımızlar içiliyor, yemekler yeniliyor, türlü dallarda yarışan gençler gönüllerince eğleniliyordu Bir akşam, Kağan ve en yakın adamları toplanmış, Akkartal ve Dünürü Karakoç ile Hızlıkurt onlara katılmışlardı. Türk Şad ile Gülbahar'ın nişanları takılıp, konuklara tanıştırıldıktan sonra gitmişlerdi. Ulutolga’nın maun makam masasında vakarla oturan Hakan Bazırarslan, yanlarında ve karşısında yer almış olanlara hitaben: -Değerli dostlarım, Türk Budununun yiğit savaşçı ve bilgeleri, sizlere son zamanlarda ülkemizde görülen bir takım gizli-açık rahatsızlardan söz edecek ve görüşlerinizi dinleyeceğim. Diyerek, söze başlamış, bir an ara verdikten sonra şöyle devam etmişti: - Bir kardeşimiz olduğunu bilirsiniz. Oğulcak Beğ, hakkında kötü haberler ulaşıp, yanıt istediğimizde, verdiği cevaplar bizi tatminden uzak, ama acizlik içerdikleri için düzelmesi şartıyla hep mühlet veririz. Bu hayli zamandır böyle sürüp gitmektedir. -Ulu Kağan, bu konuda bize ulaşan bilgiler de var ve bunlar size ulaşanlarla aynı yönde olmakla beraber, biraz daha detay içerir. Destur verilirse açıklamak isteriz? Bu sözler Akkartal'a ait idi. Kağanın başıyla işaret etmesinden sonra sözlerine devamla: -Öğrendik ki, Oğulcak Han'ın Talas şehrinde olan sarayını yeğeni Satuk Buğra'ya terk edip, Kaşgar'a geçmiş. Oysa bu daha önce tamamen keyfi bir seçim olarak duyurulmuştu. Şimdi anlaşılıyor ki, orada olan bitenden sorumlu tutulacağını düşünüyormuş. Kendisi yok ama, orada neler olduğunu bilmeyen yok artık. Zira, ahalinin çoğu Müslüman olmuş, çünkü Satuk Buğra Beğ, sadece Müslümanlardan oluşan ordusunu düzenli maaşa bağlamış, bunlar arasında bütün uluslardan asker varmış. -Doğrudur Akkartal Hocam, bunun gerekçesini sordurduğumuzda bize verilen cevap: Samanîler iç savaşa girdiklerinden, ülke artık kimsenin hakimiyet ve sorumluluk alanı sayılmıyor. Bizimle yapılan anlaşmayı uygulamakla yükümlü kişiler, bu arada yönetme erkini kaybettikleri için, bunu yeniden kazanmak çabasındalar. Biz de, bunca zamandır onlara yardım ederek, bu sorumluluklarını bir an önce yerine getirmelerini sağlamak istiyoruz, diyorlar. Bu ifadeleri Oğulcak Beğ de aynen onaylıyor. -Ulu Hakan, görünüşe bakılırsa, orada her şey çok iyi ayarlanıp, dışarıdan müdahaleye fırsat verilmeyen bir oyuna dönüştürülmüş. Bir de, halkın yığınla Müslüman olmasına ne diyorlar? Onca parayı nereden buluyorlar? Kendisinin Müslüman olup olmadığı da belli değil. -Beni asıl kuşkulandıran da işte bu. Aralarında bulunan, sözde bize bağlı adamlar, kanımca ikili oynuyor ve bu bize yarardan ziyade, zarar veriyor. -Sanırım düşündüğünüz gibidir ulu Kağan. Doğru bilgi edinme gereği ortada ve bu uğurda bize düşeni yapmaya hazırız. -Bir yolunu bulup, aralarına güvenilir birkaç adam sokmalıyız. Aksi halde hakikati açığa çıkarmamız mümkün olmayacak. -Bu konuda yardımcı olmak için gereken neyse yaparız ulu kağan, yeter ki siz destur verin. -Destur verilmiştir. Ne gerekiyorsa yapılsın, ne lazımsa devlet hazinesinden alınsın. - Elimizde yeterince adam ve imkan mevcuttur bu işler için, o yanını bize bırakabilirsiniz ulu Hakan. -Sağ olunuz Akkartal Beğ, bu konuda çok değerli yardımlarınızı umuyor ve Size, bu kutlu Dergahın gelmiş geçmiş bütün ahfadı adına, her zaman olduğu gibi, yine minnet duyacağımızı belirtmek istiyorum… -Siz var olunuz ulu Kağan, bu görev bizlere, Budunumuz adına, onur vesilesi olacaktır. Aradan bir hafta geçip, şölen bitmiş, konuklar ayrılmışlardı. Bütün hocalara talimat veren Akkartal, kağana verilen sözün gereğini yerine getirecek elamanları seçmek için bir yoklama sınavı yaptırmıştı. İki yüz kişi arasında yapılan ön seçimde üstün başarı gösterenler on kişi idi. Bunlar bir hafta süren özel bir kursa tabi tutulup, tekrar eleme yapılmış ve sayı üçe kadar indirilmişti. Bu birim Pulatoğlu, Karakuş ve Türk Şad'dan oluşuyordu. Onlara Akkartal tarafından ve üç gün süren son bir tamamlama kursu verilmiş, bu esnada Müslümanlığın temel ilkeleri ve bazı detaylarına dair konular belletilmişti. Nitekim göreve hazır hale geldiğine kanaat getirilen özel birim, Akkartal beraber olmak üzere, bir sabah erkenden yola çıkmıştı. Akkartal, Balasagun-Talas yol ayrımına kadar birlikte gitmiş, orada vedalaşarak ayrılmışlardı. O, kağana bilgi vermek için Balasagun'a gidecek, birlik Talas'a ulaşıp, bir yolunu bularak saraya girmeğe çalışacaktı. Üç kafadar, kendi atlarını Dergah ahırlarında bırakmış, sıradan birer atla yola çıkmışlardı. Her ne kadar Türk Şad onlara buyruk vermiyorsa da, onu önderleri sayıyor, şakalarında aşırıya gitmiyorlardı. Talas'a vardıklarında doğruca, çarşıya uzak olmayan bir hana gitmiş, atlarını ahıra teslim ederek, karınlarını doyurduktan sonra, çıkmışlardı. Yanlarında, herkeste olduğu gibi, birer kılıç ve hançerden başka silah bulunmuyordu. Bir birlerini uzaktan izleyerek, şehri dolaşacaklardı. Şehir çarşısı, uzun dört ana caddenin ortasında yer alan büyük bir meydanda oluşmuştu. Bu meydanın kenarlarını saran kagir, ikişer üçer katlı binaların çoğu beyaz kireç badanalı veya tamamen ahşaptı. Bina giriş katları iş yerleri, dükkanlar, aş ve berhanelere ayrılmış, üst katlar meskendi. Sokaklar nispeten kalabalıktı. Çarşının güney yönüne giden cadde, iki yüz adım ilerisinde kurulu bir ahşap köprü ile Talas ırmağının iki yakasını bir birine bağlıyordu. Bu caddede şehrin ileri gelenleri oturmaktaydı. Köprüden karşıya geçmek, gece gündüz yanı başında nöbet bekleyen nöbetçilerin iznine bağlıydı. Çünkü karşı yakada, yüksek çınar, ceviz ve servi ağaçlar arasında muazzam duvar, revakları ve çatısı görünen Satuk Buğra Beğ'in sarayı vardı. O yüzden bu caddeye Saray yolu adı veriliyordu. Dükkanlar alış veriş yapan insanlarla doluydu. Seyyar satıcılar her türlü yiyecek, giyecek ve silah malzemelerini satmak için yüksek sesle müşteri çağırıyorlardı. Çocuklar ve finolar bir oyana bir buyana koşuşturuyor, çarşı meydanının ortasında yükselen devasa çınarın dalları saksağan ve alakargaların sesleriyle çınlıyordu. Geçen atlıların ahenkli nal seslerinin yükseldiği caddeler taş döşeli, meydan çimenle kaplıydı. Etrafa göz atan serdengeçti hafiyeler, şehri çok beğenmişlerdi. Çevrede dolaşırken, bir birlerini kolluyor, onlara dikkat eden var mı, diye bakıyorlardı. Türk Şad, uzun ve gür kumral saçlarını örten tilki postu bir börk taşıyor, sırtında geyik derisinden yapılma bir yelek, belinde manda gönü bir kılıç kemeri ve zıvga adını verdikleri deri ve yün karışımı pantolonu diz kapağına ulaşan uzun konçlu deri çizmelerinin içinde bitiyordu. Karakuş'un kuzguni renkli saçları tepesinde topuz, iki dudağının üstünden yanlara sarkan ince bıyıkları, deri yeleğinin kemerinden hançeri asılıydı. Pulatoğlu'nun giysileri de ona benzemekle beraber, bıyıkları daha gür ve başındaki örülü bir tutam saçı, arkasından sırtına doğru sarkıyordu. İlk etapta bunu arzu etmiyorlardı gerçi, ama, ister istemez dikkat çekiyorlardı. Onlara ilk dikkat edenler, etrafta ki evlerin tündükleri arkasından bakan, evlenme çağına gelmiş genç kızlar ve sokaklarda oynayan haşarı çocuklardı. Yanlarına sokulup, kılıç ya da hançerlerine ellemek istiyorlardı. Böyle bir anda, çocuklardan en gelişkin olana seslenen Türk Şad: - Yanıma gel, bak sana ne diyeceğim! - İşte geldim, ne var? - Şu orta yerdeki çınar ağacına tırmana bilirsen sana bir gümüşüm var. - Tırmanırım, ama sözünü tutacaksın, tamam mı? - Tamam. Derken meydanın ortasında bulunan dev çınarın yanına gelmişlerdi. Onları gören diğer çocuklar da aynı yere yürümüşlerdi. Çınar çok kalın ve tutunacak budaklar çok yukarıdaydı. Çocuk etrafında dolaşıp, ulaşabileceği bir budak arandı, ama yoktu. - Ben buna tırmanamam. - Neden kabul ettin peki iddiayı, sen er kişi değil misin? - Er kişiyim elbet, ama baksana hiç budağı yok. - Ben anlamam arkadaş, ne edersen et, tırman, yoksa sözünde durmamış olacaksın. - Yapma ya ağa Beğ, sen büyük ve de akıllısın, hoş gör, bırak yakamı gideyim. - Bir şartla bırakırım. - Neymiş o, sakın yine böyle imkansız bir şey olmasın? - Yok, bu olası bir şey. - İyi, söyle bakalım neymiş? - Şu karşıdaki köprü yok mu? - E, eh, ne olmuş o köprüye? - Oradan geçeceksin, tamam mı? -Tamam, ama askerler beni döver. - Dayak yemekten de mi korkuyorsun? - Yok, dayaktan korkmam, ama karşıya geçemeyebilirim. - Denemekten ne çıkar? -Tamam, deneyeceğim. Böylece, önde iddiacı, arkasında Türk Şad ve diğer çocuk sürüsü köprüye doğru yürümeğe başlamışlardı. Ellerinde kargılar, bellerinde kılıçlar, başları miğferli esmer tenli nöbetçiler gelenleri görünce, afallamışlardı. Nöbetçilerin yanına varan iddiacı çocuk: - Sizden bir isteğim var nöbetçi ağa beyler! - Öyle mi, peki neymiş o? - Şu köprüden karşıya geçip, sonra hemen geri dönmek istiyorum. - Olmaz, bu yasaktır. - Ama mecburum buna, onurum söz konusu çünkü. - Onurun mu? Deme ya, onun bununla ne alakası olabilir ki? - Var, şu ağa beye söz verdim, iddiaya girdim. - Senin gibi bir sabi ile iddiaya giren o densiz de kim imiş? - İddianın aslı bu değil, meydandaki şu ulu çınara tırmanmak idi, ama onu başaramayınca, çıkar yol olarak bunu önerdi. Yoksa beraat ettirmeyecek beni. Hadi, ne olur bırakın geçip, geleyim… - Hımm. Anlaşıldı, ama olmaz. Nöbetçi başı inatçı, ya da üstlerinden azar işitmekten korkuyor, izin vermiyordu bir türlü. Ama çocuğun haline de acıyordu. Türk Şad’ı kast ederek: - Hey sen, utanmıyor musun şu bacak kadar çocukla iddialaşmağa? - Ne o, yoksa sen mi buna talipsin? - Beni iddiaya mı davet ediyorsun yoksa? - Neden olmasın? Örneğin bilek güreşine var mısın? - Varım tabi, ama bu öyle bedava olmaz. - Tamam, karşılık bedelini sen biç! - O belinden sarkan kılıcı bırakırsın! - Evet, bileğimi yıkabilirsen? Sen kaybedersen ama ben isteğimde serbestim, tamam mı? - Tamam, gel de boyunun ölçüsünü al bakalım. Bu ders olur sana. Derken Türk Şad gelmiş ve bilek güreşi için müsait görünen bir taşın iki yanına çömelmişlerdi. Asker en azından yirminci baharında olmalı ve yapılıydı. Rakibini gözü hiç görmüyordu. Fakat daha tutar tutmaz bileğinin taşa çat diye indiğini görünce mosmor olmuştu. İtiraz ederek: - Olmaz, hile yaptın, ben tutmadan bastırdın, yeniden deneyeceğiz! - Tamam, tamam, hemen kızma bakalım. Tekrar tuttuklarında Türk Şad işi biraz daha ağırdan almayı yeğledi. Bir an onun yüklenmesini bekledikten sonra, yavaş yavaş bastırmağa başlamış ve nöbetçinin yüzü aldan mora, renkten renge girerek, bileği taş yüzeyine yeniden yapışmıştı. Güreşi seyreden üç arkadaşına mahcup düştüğü yetmiyormuş gibi, bir de çocuk sürüsü önünde rezil olmuştu. Suratını limon yemiş gibi ekşiterek: - Sen ne istiyorsan söyle ve bas git hemen. - Ben karşıya geçmek istiyorum. - Neden, ne yapmak istiyorsun orada? - Beğinize benim gibi muhafızlar yaraşır, senin gibi içi geçmiş, halsizler değil. - Durup dururken tepemi attırdığın yetmiyormuş gibi, bir de bana hakaret mi ediyorsun? - Neden hakaret olsun ki, bileğinin nasıl bir şey olduğunu gördük, halini tarif ettim, hepsi bu kadar. - Ya, demek öyle, peki sen o belinde sallanan şeyi kullanmayı bilir misin, istersen onunla ölçüşelim bu kez de. - Olur, neden olmasın? - Ama bunda kaybedilen kelle olur, biliyor muydun? - Sen nasıl istersen. Böylece kılıçlar kından çekilip, karşılıklı hamleler başlamıştı. Nöbetçi giderek kızıyordu. Esmer yüzündeki öfkeyle açılan ağzından sıkılan beyaz dişleri dikkat çekiyor, gözlerinden ateşler saçıyordu. Türk Şad birkaç eskiv ile onun hamlelerini boşa göndermiş, hiç bloke etmemiş, kılıçlar hiç çatışmamıştı. Bir an rakibinin elinde duran kılıca ters bir vuruş yapıp, onu yere düşürmüş ve kendi kılıcını onun çene altına dayamıştı. Kılıç oyunu böylece sona ermişti. Bilekte kaybeden arkadaşlarının öfkesine gülen öteki nöbetçiler, bu kez surat asmış, ellerini kılıç kabzalarına atmışlardı. Bunu gören Türk Şad, sırıtarak: - Ne o baylar, yoksa siz de mi boy ölçüsü aldırmak istersiniz? - Şu ukalaya bak, kendini Akkartal mı sanıyor bu velet, nedir? - Vay, demek siz Akkartal'ı da tanıyordunuz, öyle mi? - Siz sakın karışmayın arkadaşlar, ben bu küstaha haddini bildiririm şimdi. - Durun! Bu emirle olaya müdahale eden uzun boylu, kaftanlı, başında ipek sarık bulunan bir saraylı idi. Meğer köprübaşında durmuş ve kılıçlı karşılaşmayı izlemişti. Sonra yanlarına gelerek: - Ne oldu, niçin kavgaya tutuştunuz? - Hiç vezirim, durup dururken bu küstah bize sataşmak istedi. - Ama iyi de sataştı yani. Söyle bakalım Cengaver, kimsin, karşıya neden geçmek istersin? - Demek siz Vezirsiniz, o da ne demekse? - Beğ yaverlerine bizde Vezir derler! - Burası Arabistan mı ki, böyle diyorsunuz? - Fazla uzatma, iş arıyorsan sana verecek işimiz olur. - Bunu bir vaat olarak sayalım mı? - Elbette, yarın sabah gelir kayıt yaptırırsın. Haydi şimdi git. - Öyleyse sağ ol Vezirim. Kusura da bakmayınız. - Tamam, tamam, yarın sabah erkenden gelirsin. Böylece hana dönen Türk Şad'ı arkadaşları hayretle izlemiş, hemen arkasından gelmişlerdi. Karakuş memnuniyetle gülerek omzunu sıvazlarken: - Helalin var be Türk Şad. Bir an kaygılanıp, kan dökülecek sandık, ama işi çok güzel bitirdin. - Ben de kutlarım, çok iyi bir atak yaptın Türk Şad. Artık bize de bir yer ayarlarsın, değil mi? - Olabilir. Durun bakalım hele yarın nasıl olacak. Yemeği odalarına aldırmış ve o akşam dışarı çıkmamışlardı. Yarın olabilecekler konusunda konuşmuş ve yatmışlardı. Sabah erken kalkan Türk Şad, kahvaltıdan sonra doğruca köprüye gitmiş ve bu kez hiç beklemeden karşıya geçmişti. Refakat eden bir nöbetçi, sarayın çift kanatlı yüksek avlu kapısından içeri girilince, sağdaki taş yapıda kayıt işleri yapılan bölüme gitmesini sağlamıştı. Sonra bir masa başında, yanında telek kalem, mürekkep okkası ve kara ciltli bir defter bulunan adama: - Baş vezirimizin emridir, bu arkadaşı muhafız alayına kayd edeceksin katip efendi! - Öyle mi, peki baş üstüne. Demiş ve çıkıp gitmişti. Kayıtlara adı yazılan Türk Şad, ilk maaşını peşin alıp, çıkmıştı. Dışarıda bekleyen başka bir adam, kendisini izlemesini istemiş ve birlikte muhafız alayı koğuşuna gitmişlerdi. Orayı tanıtan adam, o gün izinli olduğunu, isterse akşam gelip, gösterilen yatakta yatabileceğini söylemişti. Saraydan çıkan Türk Şad, hana gelmiş ve durumu anlatıp, arkadaşlarından ayrılmıştı. Mümkün olduğu kadar sarayda kalacak, bir an önce yeni dostluklar kurmağa bakacaktı. Sahip olduğu birçok yetenek sayesinde bunun çok zor olmayacağını biliyordu. İlk tanıştığı kişinin Vezir Şirzat olması bir şanstı. Onun kayıt yaptırdığını duyunca görüşmek için çağırtmıştı. Vezirin makam odası sarayın en süslü köşelerinden biriydi. İçeri girerken başıyla selam verirken, eli kılıç kabzasındaydı. Vezir askerle işi sıkı tutmak için onda hemen bir kusur bularak: - Bizde makama girerken kılıç taşınmaz, ama madem öyle yaptın, o halde sağ elin sol göğsünde olarak selam durmalısın. - Bağışlayın vezirim, bilmiyordum, ama artık öğrendim. - Tamam, bu mesele değil. E, söyle bakalım, burayı nasıl buldun, çünkü uzun zaman burada yaşayacaksın artık? - Memnuniyetle vezirim. Bu yüzden size daima minnettar kalacağım. İşsiz güçsüz bir serseri gibi dolaşmaktan bıkıp, usanmıştım. Vezirim, sizden bir ricam olacak, destur olursa? - Tabii, söyle bakalım neymiş? - Benim gibi bir yoldaşım daha var, o da iş arıyor. İyi çeri olur, görevde kusur etmez, şayet mümkünse onu da işe alır mıydınız? - Olabilir, ama muhafız alayında mevcut şimdilik tamamdır. Ona göre yer ve yatağımız var. Bakalım, gözüm tutarsa, başka bölümlere alabiliriz. Ona haber ver, yarın sabah müracaata gelsin. Ben haber bırakırım. - Tamam, çok teşekkür ederim sayın vezirim. Allah sizden razı olsun. - Allah mı dedin, yoksa sen Müslüman mıydın? - Tam sayılmaz, ama inşallah bir gün bu da olur. - Ya, çok güzel çok güzel. Arkadaşın nasıl, o da İslam’ı bilir mi? - Dedim ya vezirim, o da bana benzer. İslam’ı yolda bir bezirgandan dinleyip, akla çok yatkın bulduk. - Buna memnun oldum. Arkadaşına da görev verdireceğim. Umarım memnun olur. Tamam, şimdi git ve ona da haber ver, yarın birlikte gelirsiniz. Türk Şad'dan yeni haberi aldıklarında Karakuş ve Pulatoğlu'nun ağızları hayretten bir karış açık kalmıştı. Devresi gün, Pulatoğlu handa kalmağa devam ederken, zira posta işini o yapacaktı. Karakuş kayıt yaptırmış ve sarayın hassa askerleri arasına girmişti. Kendini Kağan yerinde gören Satuk Buğra'yı merak ediyor, ama iki günden beri göremiyorlardı. O ise Vezir yaptığı İranlı dostu ile kendince çok mühim stratejileri görüşüyor, ondan İslam dinini dinliyordu. Genelde oturup, özel konuştukları, nehre bakan balkondaydılar. Şirzat gülerek anlatıyordu: - Biliyor musun dostum. Sana iki yeni muhafız tedarik ettim. - Ya, nasıllar, nereden geliyorlar? - Yabancı değil, Ala Dağ veya Altaylar civarından geliyor olmalılar. - Bizim lisanı çok iyi kavramışsın dostum. İnsanları artık lehçelerinden de tanıyabiliyorsun. - Eh, idare eder işte, az zaman geçirmedim aranızda. Asıl söylemek istediğim bu çocukların İslamiyet'e meyilli olduklarıdır. - Bu güzel işte. Demek, yavaş yavaş Ulu Kağanlığın ardına da dolanıyoruz. - Evet. Şayet çalışmalarımız başarılı olursa sonunda olacak zaten budur. - Bağdat'a gönderdiğimiz habere müspet karşılık geldi. Halife istediğim yardımı yapacakmış. Yola çıkan kervan yakında burada olur. - Umarım gelenler arasında İslamı öğretecek kişiler de bulunur. Bu yönde büyük talep olduğunu biliyorsun. - Umarım. Mektubumda bundan bilhassa söz etmiş, ricada bulunmuştum. İki gün sonra beklenen kervan gerçekten gelmişti. Değerli hediyelere ek olarak, iki erkek, iki de kadın hoca gelmişlerdi. Bunlar aynı zamanda evli eşlerdi. Müslüman olan kadınlara kadın hocalar ders verecekti. Akşamın belli saatlerinde isteyen askerlere İslamiyet'i tanıtıcı konuşmalar yapılıyordu. Bizimkiler baş gönüllüler arasındaydı. Bu şekilde hem öteki askerlerle daha içli dışlı olabiliyor, hem de Vezirin gözüne giriyorlardı. Çok sürmeden bunun bir sonucu olarak, Türk Şad muhafız bölüğünün başkanı olmuş, Karakuş birlik komutanlığına terfi ettirilmişti. Yeni konumu Türk Şad'a saray içinde olabildiğince özgür dolaşma imkanı veriyor, herkesle görüşebiliyordu. Bir akşam Türk Şad'ı, Satuk Buğra ve Vezir Şirzat birlikte kabul etmiş, konuşuyorlardı. Niyetleri yeni komutanı gözden geçirmek ve ona yeni görevler vermekti. - Komutan, bölük komutalığını devraldığın günden beri sahip olduğun idare ve eğitim kabiliyeti sonucu gösterdiğin başarıyı takdir etmeyen yoktur. Çeriler eskisiyle kıyaslanamayacak denli atak ve disiplinli davranıyorlar. Bütün bu sırları nerede veya kimden öğrendiğini doğrusu çok merak ettik - Ulu Kağan ve sayın Veziri, gerçeği saklayacak değilim. Bendeniz beceri adına bütün bildiklerimi, sekizinci baharımda iken götürüldüğüm bir dergahta öğrenmiştim. - Deme, sakın bu Koca Tuğrul Dergahı olmasın? Diye merak ve hayretle soran Satuk Buğra’ydı. Türk şad sözlerine devam ederek: - Evet yüce Kağan, aynen tahmin ettiğiniz gibi. - E, sonra ne oldu peki? - Sonrası efendim, mezuniyete kadar orada kalamayıp, üç yıl sonra istemeden ayrılıp, bir daha dönemedim. - Peki buna sebep ne idi? Niçin ayrıldın oradan? - Size saçma gelecek belki ama, bendeniz Karaşar’da gördüğüm bir göçer kızına tutulmuş, onsuz yaşayamam kaygısıyla, dergaha dönmem gerekirken, guruptan ayrılıp, onların kervana katılmıştım. - Ya! Peki sonra? Bu soru Vezire ait idi. - Sonrası büyük hayal kırıklığı ve üzüntü oldu, sayın Vezirim. Çünkü kızın babası ve kardeşleri durumu öğrenince beni ret edip, kızın amcazadelerine beşik kertmesi olduğunu açıklayarak, bana yolu gösterdiler. - Vah vah, sonra ne oldu peki? Diye soran Satuk Buğra idi. - Bana başka bir kötülükleri olmadı. Atımı dağlara, boz kırlara doğru sürüp, rastladığım sürü sahiplerine karın tokluğuna bir zaman çobanlık, kervanlara muhafızlık ettim. Bu arada işte diğer arkadaşımla tanışıp, bildiklerimi ona da öğrettim. Bu duruma erişince işte yolumuz buralara kadar geldi. - Meğer, çok hazin, bir o kadar da ilginç hikayen varmış Komutan. - Sağ olunuz Kağanım, beni sabır ve anlayışla dinlediniz. - Müslümanlıkla ilk olarak nerede ve nasıl tanıştınız peki? Soran vezirdi. - Arkadaşımla birlikte, bütün varlığımız olan atlarımıza binip, pusatlarımızı kuşanarak, bize görev vereceğini umduğumuz beylere rastlamak için yola revan olmuştuk. Mola esnasında uğruların baskınına maruz kalan bir ticaret kervanına yardım edip, onları kovaladık. Bundan memnun olup, bizi sofralarına davet ettiler. Burada sohbetlerine katılıp, merak ettiklerimizi sorduk. İlgimizi görünce molayı üç gün uzatıp, bize Müslümanlığı anlattılar. - Peki ikna olup, iman edebildiniz mi İslam Peygamberine? - Buna o an için evet demek mümkün değildi, ama aralarındaki davranış tarzı, bağlılık, adalet ve hoş görüyü çok takdir etmiştik. Bütün iyi hasletlerinin müsebbibi olarak, Allah rızası ve Peygamber sevgisini zikretmeleri bizi hayli etkilemiş, bu isimleri gözümüzde daha öznel bir hale getirip, anlam kazandırmıştır. - Sevgi değer Komutanım, bu anlattıkların değerli ve makul ifadelerdi, çok memnun olduk, bu vesile ile seni tebrik ediyor, görevinde başarılarının devamını diliyoruz. Şimdi istersen gidebilirsin. Böylece huzurdan ayrılan Türk Şad, bütün bunları arkadaşı Karakuş'a nakletmekte gecikmemişti. Kursta öğretildiğinden, esasen bunları o da biliyordu, lakin bu sorgunun yapıldığını bilmesi, hazırlıklı olmasına sağlayacaktı. Türk Şad yanlarından ayrıldıktan sonra konuşmalarına devam eden Vezir ve Satuk Buğra arasında şunlar geçiyordu.: - Aziz dostum, hatırlarsan, daha önceki bir konuşmamızda o dergahtan arzu ettiğin adamlardan bahsetmiştin. Gördün mü, bak işte yüce Allah bu dileğine böylece karşılık vermiş oldu. - Gerçekten öyle. Bu dergah ki, sen bilemezsin, yüce yaratan Tanrı'nın, sizin ifadenizle Allah'ın inanılmaz lütuflarına yüz yıllar öncesinden beri nail olmaktadır. Orada eğitilmiş bir Türk cengaveri bana hazineler değerindedir. - Bununla ne demek isteğini tam anlayamadım, biraz açıklar mısın dostum? - Tam değilse bile, bir şeyler anladığın muhakkak, sen onları söylemeden benim yapacağım açıklama eksik olur. Sen şimdi ne anladığını söyler misin? - Tabii, e, şey, nasıl desem bilmem ki, evet, anladığıma göre, bu dergaha yüce Yaratıcı, bizim lisanımız Farisi ifadesiyle Huda, eğer böyle bir lütuf bahşetmiş ise, ki bu inanılmaz denli sürpriz olurdu, oradan gelen bilgiler bütünü ile doğrudur, demek istiyordunuz, değil mi? - Aynen öyle dostum, dost gibi konuştuğun için sağ ol, aksi halde hemen katlini buyuracaktım. - Samimiyetimden hala kuşku mu duymaktasınız yoksa Kağanım? - Şirzat, doğruyu bulmanın yegane yolu, daima kuşku duyabilecek kuvvet ve kudrete sahip olmaktır. Bunu bildiğin halde, neden sorarsın hala? - Lütfen bağışlayın Kağanım, bir an yanıldı bu serkeş dilim! - Ama bu son olacak vezir. Aksi halde ecelinle oynarsın. - Tanrı, sizden razı olsun. - Şimdi git, yarın bir karara varmış oluruz. Satuk Buğra'nın nasırına basan Şirzat, allak bullak bir suratla ayrılmıştı. Yanlış ön yargılarını, hâkim olamadığı diline ifşa ettirip, akıbetini muğlak ve vahim bir vaziyete sokmuştu. Satuk Buğra onun sandığının ötesinde bir kişiliğin sahibiydi. İranlı, kendini zekaca ondan ilerde sanıp, kendisine tanınan uzatmalı misafirliğin tolerans sınırını aşmakta beis görmeyip, onun, kendisine daima ihtiyaç duyacağını sanmıştı. Oysaki Satuk Buğra, geleceği, madde ve mananın sergilediği bütün emarelerden okuyup, neyin, nasıl olacağını göremeyecek biri olsa, kuşkusuz ki, böyle pervasız davranamazdı. Bağdat halifesiyle kurulan irtibatı bundan sonra bizzat yürütecek, bunun için başka milletten vasıta kullanmayacaktı. Bu aşamadan sonra İranlı’nın yarardan çok zarar getireceğini tahmin ediyor, yarın onu ülkesine gönderme kararı alıyordu. Devresi gün bu kararını yürürlüğe koyan Satuk Buğra Han, onu ülkesine götürme görevini Karakuş komutasındaki birliğe veriyor ve herkesi bir kez daha şaşırtıyordu. Sabah erken yola çıkan kafile Narin ırmağı boyunca ve güney batı yönünde ilerliyordu. Menzilde Semerkant vardı. Önde ve arkada okçular gidiyordu. Onların arasında iki kızı ve karısı şahsi eşyalarını taşıyan develerle Şirzat vardı. Ağızlarını bıçak açmıyordu. Semerkant'ta güvende olacakları kanısındaydılar. Orada kendilerini destekleyen Şia yanlıları çoğunluktaydı. Atını bir an mahmuzlayan Şirzat, Komutan Karakuş'a yaklaşarak: -Sayın Komutan, içimde bir sıkıntı var, yolda bir saldırı olacakmış gibi ürperiyorum. Sizce ne kadar güvendeyiz? - Bence çekinecek bir şey yok Şehzadem, neden kuşkulandığınızı anlayamadım. - Sebebini kestirmek zor, ama düşmanlarımızın yolda olduğumuzu bir şekilde öğrenmiş olmaları imkansız değil. Kendimden ziyade eşim ve çocuklarım için kaygılanıyorum. Tam bu sırada öncülerden biri: - Arkadaşlar, şuraya bakın. Karşı tepelerin üzerinde bir gözcü var, işaret veriyor kollarıyla. Diyerek ötekileri uyarmıştı. Aynı şeyi hepsi teyit edince dizgin çekip, durmuşlardı. Yanlarına gelen Karakuş: - Ne oldu, neden durdunuz? - Komutanım, galiba izleniyoruz. Az önce karşı tepelerde bir gözcü vardı. İşaretini verip gözden kayboldu. - Gördünüz mü Komutan, içimde ki sıkıntı boşuna değilmiş. Haklısınız galiba, ama bir çaresini buluruz elbet. Kaygılanmayın. O an bulunulan yer, bir yanı ormanlık, karşı yanı giderek yükselen tepelerin uzayıp gittiği derin bir vadi konumundaydı. Irmağın karşı tarafında yükselen bu tepelere siperlenmiş başka gözcüler de olmalıydı. Muhtemelen, asıl tehlike biraz daha ilerde olmalıydı. Bu bir bölük olabileceği gibi, birkaç yüz kişiden oluşan bir çapulcu sürüsü de olabilirdi. Durum tespiti yapmak için kafile durup, develer ormanın kuytusuna çekilmişti. Karakuş adamlarını beşerli dört birime ayırıp, her bir gruba ayrı görevler vermişti. Birinci gurup, üzerinde bulunulan güzergahı izlerken, diğer gruplar ikiye ayrılıp, atlarını ırmağın iki yakasından ve yamaçlardan süreceklerdi. Diğer grupsa önde gidenleri biraz geriden ve aralıklı, tek sıra halinde izleyecekti. Önce yancılar hareket etmişlerdi. Keçi gibi çevik ve dayanıklı atlarıyla ırmağı sığ yerinden geçip, karşı yakadaki engebeli, çalılıklarla kaplı yamaçlara doğru sürmüşlerdi. Diğer yancılar kenardaki ormana dalmış, nispeten kıyıyı izleyerek harekete geçmişti. Onlardan bir müddet sonra ana güzergahta gidecek olanlar atlarını mahmuzlamışlardı. Karakuş, Şirzat'ın biri kızları ve eşinin yanında kalmıştı. Karşı yakadan harekete geçenler bir süre sonra iki gözcüyü yakalamış ama adamlar tek kelime etmiyorlardı. Israr edilince bir tanesi kendini hançerleyip, intihar etmişti. Diğeri bunu yapamamış, ama öldürülse bile konuşmak istemiyordu. Onu yanına alan bir er, elini kolunu bağlayarak kafilenin bulunduğu yere getirmiş, bacaklarından ve omuzlarından bir çam ağacına bağlamıştı. Adamı gören Şirzat ve Karakuş hemen yanına gelmiş ve sormağa başlamışlardı. - Kimsin, kimin adına çalışıyorsun? -! - Konuş yoksa dilini şu hançerle keserim! Diyen Şirzat idi. Çok heyecanlı, bir o kadar da öfkeli idi. -! Onlar böylece gözcüyü sorgulamağa çalışırken, güzergah öncülerinden biri atını tozu dumana kattırarak gelmiş ve böğrüne saplanan bir okun tesiri ile atından yere düşmüştü. Zorlukla konuşarak yaşadıklarını aktarmıştı. Biraz ilerde kendilerinin on misli bir grupla çatışıp, birkaç arkadaşının ağır yaralandığını ve saldıranların kim olduklarını anlamadıklarını söylemiş ve son nefesini vermişti. Biraz sonra diğerleri gelmişti. Ama sayıları yarıya inmiş, kimisi yaralıydı. Onları takip edenler vardı. Az sonra takipçilerin gürültüleri duyulmağa başlamıştı. Ormanda gizlenmiş olan kafilenin yerini keşfetmeğe çalışıyorlardı. Karakuş adamlarını attan indirip, yaylarını kuşandırarak etrafa dağıtmıştı. Korkunç bir insan avı başlıyordu. Takip edenlerin sayısı elli civarındaydı. Yol üzerinde duran atları ile ormanda savaşamayacakları için yere inmiş, etraftaki izleri inceliyorlardı. Üzerlerinde hafif savaş giysileri ve çoğunda Moğol işi kılıçtan başka silah yoktu. Üç okçuları vardı. Karakuş ve adamları biraz yukarda siperlenmiş, ağaçların arasından onları izliyor, yaklaşmalarını bekliyorlardı. Tam bu sırada ağzını bağlamayı unuttukları esir bağırarak yardım istemişti. Onu bir hançer darbesiyle öldüren Şirzat geç kalmıştı. Takipçiler sesin geldiği yöne hücum etmişlerdi. İlk etapta dokuzu uçuşan oklara hedef olarak yıkılmış, ama sayıları fazla olduğu için hepsini durdurmak mümkün olamamıştı. Kafileye ilk saldıranları Şirzat ve Karakuş kılıçlarıyla karşılamış, lakin üç kişinin aynı anda saldırısına uğrayan Şirzat omzundan yaralanmıştı. Diğerlerinin dördünü okçular, üçünü Karakuş kılıcıyla saf dışı etmiş, geriye teslim olarak canını kurtaran iki kişi kalmıştı. Şirzat, aldığı derin kılıç yarası nedeniyle çok kan kaybediyordu. Eşi ve kızları ağlayarak yanı başına gelmiş, yarasını sarmağa çalışıyorlardı. Utacılıktan anlayan erlerden biri hemen çevrede daima bulunan şifalı bitkilerden toplamış ve yaralılara yardım etmişti. Yarası sarılan Şirzat büyük tehlikeyi atlatmış, ama durumu iyi sayılmazdı. Esirleri sorgulamak isteyen Karakuş, konuşmadıklarını görünce sinirleniyordu. Erlerden birinin aklına gelmesi üzerine, üzerleri aranan esirlerden birinde kamışa sokulu bir mektup bulunmuştu. Bu Farsça yazılmış kısa bir buyrultu idi. Mektubu eline alan Karakuş, bu dili okuyamayınca, onu Şirzat'a uzatmıştı.. Bir an yazıya göz gezdiren Şirzat'ın rengi uçmuştu. Zira buyrultunun sahibi Oğulcak Han ve söz konusu kendi ölüm fermanı idi. Hitap ettiği kişi, saldıranların önderiydi. Bu durumda Karakuş esirleri serbest bırakmak gerektiğini düşünüyordu. Fakat Şehzadenin: -Bunları serbest bırakırsan durumu haber verirler ve sonra başınız benim yüzümden başka dertlere girer Komutan. Demesi üzerine. - Galiba haklısın Şehzade. O halde onlar da bizimle gelecekler. Ölmek mi, yoksa birlikte mi gelmek istersiniz? - Görevimizi başarmadan döndüğümüzde zaten yaşatmazlar bizi. Sizinle geliyoruz. Bu karar üzerine yeniden toparlanan kafile günler sonra menziline varmış ve taraftarlarının gösterdiği büyük bir konağa yerleşmişlerdi. Onları göndermek istemeyen Şehzade Şirzat, önce yorgunluk ve misafirliklerini öne sürüp, bir hafta alıkoymuş, sonra asıl fikrini açıklamıştı Karakuşa. - Size güveniyorum, daha doğrusu sizden çok güvenebileceğim kimse yok Komutan. Lütfen bizimle kalın. - Fakat nasıl olur Şehzadem, burada sizi sayan ve geleceğin Hükümdarı olarak kabul eden binlerce taraftarınız var? - Görünüşe aldanma komutan, onlar durumu bilmiyor, Turan kağanlığı ile hala sıkı ilişkim var, sanıyorlar, bu itibarın asıl nedeni budur. - Hımm, galiba anlıyorum. Şehzade Şirzat'ın diğer muhalifleri Horasan, Harezm ve Merv şehirlerini üs tutmuş, ülke idaresini ele geçirmek için çalışıyorlardı. Gerek daha önce sahip olduğu ve gerekse Satuk Buğra’nın vezirliğini yaparken kazandığı paralar Şirzat'ın çok geçmeden hatırı sayılır bir ordu kurmasını sağlamıştı. Niyeti, Karakuş'u yetişkin kızı Mahpeyker ile evlendirmekti. Karakuş, nasılsa istediği zaman buradan ayrılabileceklerini düşünerek, ona damat ve başkomutan olma teklifini kabul etmişti. Zaten Mahpeyker, kara, uzun saçları, yay kaşları altında pırıldayan kara gözleri, muntazam bedeni ile türlü bahaneler yaratarak onunla görüşüyor, ona olan alakasını göstermekten çekinmiyordu. Ancak bir sorun vardı, o da din farklılığından kaynaklanıyordu. Şirzat, nikahın Müslüman adetleri doğrultusunda yapılmasını daha uygun buluyordu. Bu arada Talas'da, Türk Şad'ın dalgın hallerini merak edip, soran Satuk Buğra Han: -Ne o Komutan, düşünceli bir halin var. Yoksa gizli bir derdin mi var, söyle de çare bulalım? - Ayıptır söylemesi, lakin Han'ım, sıla ve yar özlemidir bunun sebebi. Bir yavuklum, bir de anam vardı, yoluma bakan. - Veda etmeği mi düşünüyordun Türk Şad? -Evet, izin verirseniz? - Olur, lakin bir şartım var. -Tabii, buyurunuz. Baba ocağına varınca bizden çok selam söylemendir Akkartal'a. -!? - Neden şaşırdın? -Demek ta başından beri beni tanımıştınız Han'ım. - Elbette, yoksa sana ne diye Komutanlık verdik sanıyorsun? Niyetiniz neyse, onu öğrendiniz sanırım artık. Burayı, bizi nasıl tanıdıysanız, öyle anlatacağınızdan eminim. - Bunun için benim oraya gitmeme hiç gerek yok Han'ım. Bütün bunları çoktandır biliyorlar zaten. -Ya, demek öyle? Peki bundan nasıl haberimiz olmadı bizim? -Size tanıştırmadığım, Karakuş’tan başka bir arkadaşımız daha vardı. Biz ona ilettik, o da Dergaha ulaştırdı ve oradan da tabii ki ulu Hakan Bazırarslan ve Oğulcak Han'a… - Hımm, anlıyorum. Desene ki bir yerlerden hayır duaya nail olmuş ve kimi yanlışlarımızdan kendiliğimizden dönmüşüz. - Evet Hanım, aynen öyle olmuştur… Devresi gün Türk Şad yine yoldaydı. Aradan aylar geçmiş, bütün sevdiklerini çok özlemişti. Satuk Buğra Han'ın hediye ettiği soylu atı, onun bu sabırsızlığını içsel bir duyu ile algılamış gibi, olanca süratiyle ilerliyor, menzile bir an önce ulaşmak istiyordu. Mağaralı, kayalık bir yerden geçiyorlardı ki, kaya oyuklarında yankılanan bir sesle durmuş, dinlemeğe başlamıştı bu sesi Türk Şad. Birinci ses: - Kendim başta, insanoğlunu aciz ve hakir görürüm! İkinci ses kahkaha atarak; - Bunu, yüksek feragat ve tevazu gibi söylüyorsun ya. Başta ben, yani sen, olduktan sonra, nerede olacağımın hiç önemi yok. Bu düsturun erdemi neresinde ki yoldaş? - Vallahi ben onu, bunu bilmem, peygamberimiz böyle buyurmuş. - Sakın bir yanlışın olmasın? - Ne derler peki? - İnsan, kendisinin aciz ve küçük olduğunu düşündüğü kadar erdem kazanır, ve bununla büyür, derler, aslında. Şu halde, nereye varacağından emin olduğun için böyle diyordun, peki ya bundan emin olmasaydın ne yapacaktın? - Bilmem. Her halde aklıma ilk geleni. -Aklına ilk gelenin ne olacağını demediğine göre, biz buna her şey, diyebilir miyiz şimdi peki? - Lütfen, böyle bir şey yapmayınız. - Neden korkuyorsun ki, yoksa inancından kuşkun mu vardı? Doğru yolda ve doğru yaptığından emin olanlarda korku bulunmaz oysa… - Doğrudur. Ama ya yanlış çıkarsa? - Tamam, tamam, sen baştan beri kuşku kıskacında imişsin. -Elimden gelip, gücümün yettiğince inanmağa çalıştım. Demek eksiğim kalmış, ne yapabilirdim ki buna karşı... - Hah, bütün mesele işte burada odaklanıyor; eksiğini biliyor muydun da yapmadın, bilmiyor muydun da? - Ne kadar bilsem de, benden iyi bilenler olabileceğini düşündüm. -Peki, sence, mutlak, doğru ve hakikat yol hiç mi yok? Nasıl yaşayacaksın bu sorunun karşılığını bulamadan; hep arayacaksın bunu çünkü? - Bilmem, belki vardır? - Bana inanacağına, beni inandırmadan, bundan söz etmeyeceğimi belirtmiş olayım. -Be hey yoldaş, bunu senden başkasının bilemeyeceğine inanmam, neden bu denli imkansız olsun ki, anlamıyorum?! - Beni buna ikna etmen, hayli zor görünüyor dostum, bilesin. - O halde yüce Yaratan aşkına rica edeyim, lütfen, bana bundan bahseder misin ey Pir-i fani? -Beni şaşırtıyorsun. Meğer bu yetenek sende varmış. O halde dinle. Bizde insan, bir takım temel değerlerle ölçülür. Bunların başında Cürüm ve Bilgi düzeyi gelir. Beden ve Tin ile yaşayana Kişi, yani Adam denir. Cürümü büyüdükçe, buna bağlı olarak, bilgi ve tecrübesi de büyüyüp, yaratı ve söyleme kudreti artar. - Bilim düsturu bizde iki türlüdür. İlki, kendini tanımak, ikincisi diğerlerini tanımaktır. Kendini tanımağa merak saranların rotası uzaklardır. Tanıdıkça herkes ve her şeyden uzaklaşır, sonunda salt yalnızlığa varmak isterler, ki bu hal ölüm değilse bile, insana hapislik gibidir. Onun için, yaşarken, genelde ılımlı bir tarz içinde olunur. Bu sağlanıp, orta yol tutulunca, umumi hayat ve bunun yaşanmasına dair ilkeler öğrenilir… Konuşulanları ilgiyle izleyen Türk Şad, bu seslerin sahiplerini yakından görmek için atından inmiş, yaya ilerliyordu. Meğer bunlardan biri, meşhur Bilge Ata ile Müslüman olma eğiliminde olan biriydi. Gayesi, son bir kez de ona danışmaktı. Az sonra Türk Şad, iri bir kaya yarığından onları cismen görebilecek durumdaydı. Bir an konuşmak üzere ağzını açan Bilge Ata’yı, Türk Şadın seslenişi susturmuştu: - Esenbolzin Ulular! Bağışlayın sözünüzü böldüğüm için. Seslenmeden durmayı evla saymayıp, konuşarak, kendimi belli ettiğimin sebebi, sizleri, sayın Bilge Atam, tanımış olduğumdandır. - Berhudar olasın ey oğul! Buyur, yaklaş da görüşelim hele. Fakat tam bu sırada, gürültüyle sarsılan yer ve ard arda başlarına düşmeye başlayan kaya, toz ve topraklar... Bir an yer yarılıp, üstünde bulunanları altına çekmek isterken, şimdi ortasında kurulu mermer sütunlu çeşmenin altında, çimenlere oturan Bilge Ata’yı yalnız görmüştü -Bu neydi böyle Bilge Atam? Usum, izanım şaştı… - Çekinme evladım, gel Ne oldu, ne gördün ki? - Az önce yanınızda, birlikte konuştuğunuz kişi ne oldu, uçuruma mı yuvarlandı? - Ha, şu durum o benim aynadaki yansıyan resmimdi. Ayna düştü, o da kaybolup, gitti. Ama bu seni hiç taciz etmesin evlat. - Bilge Ata, lütfen, bana burada ikinci bir şahıs yoktu, kendi kendime konuşuyordum, demeyiniz… - Hah hah haaa! Demek inandırmak kolay değildir seni? - Hâşâ, yanlış anlamayın Bilge Atam, siz yok, diyorsanız yok demektir. Fakat, var idiyse, nasıl olduğunu açıklamayı, sizin lütuf ve kereminize bırakırız. - Güldürme adamı behey Deli kartal’ın oğlu. Biri kaybolacaktıysa, onun biz olmayışına sevinmekten başka ne yapabilir, neyi sorabiliriz ki? - Haklısın, çok haklısın Bilge Atam. - Pekala, mademki ısrarlı olmadın, o halde sana olayın aslını söyleyim oğul. - Lütfunuz olur Bilge Atam. - Yapmadığı olaydan ötürü sorum taşımayana, nasıl yaptın? Denemez. Tanrının işi ve onun takdiri böyle imiş. Ha, o bir gerçek kişi idi. Bir adı, soyu-sopu ve bir cismi vardı. - Hayret bir olay...? - Tevatür olarak hayrete şayan, ama gerçek. Duygu ve akıl yönlü kararlarında sabit olmadığı için, hiç bir noktaya tutunamayıp, uçuruma yuvarlandı o garip. Ben ise, şu arkamdaki ardıç ağacına tutunmakta tereddüt etmeyince yerimde, olduğum gibi kaldım oğul. Sen ne ararsın, nerden gelir, nere gidersin böyle? - Doğrusu, Bilge Ata, Samanîler diyarından gelip, iki seçenek arasında seçimsiz kalıp, nereye önce gideceğimi bilmiyordum. İyi ki talih seni rastlattı. - Eeeh, sonra? - Orada tekmil bilgileri edinerek dönmekti görevim, bu bitti, lakin, eve yalnız mı, yoksa bir gelin ile mi dönmek arasında kararsızım. - Ah hah haaaaa! Anladım oğul, anladım ki, hem nasıl. En iyisi bir gelinle dönmektir elbet. Ama bunu nasıl yaparsın, bilmem? - O konuda müsterih olabilirsiniz Bilge Atam. - O halde, haydi rast gelip, uğur ola ey oğul. Ocağında, atan ve soranlara selam eyle. Böylece ayrılan Türk Şad, yola koyulmuş, bir an önce Gülbahar'a ulaşmak içi atını mahmuzluyordu... Saatlerdir yol alırken, atı yorulmuş, bir dere kenarında mola vermişti. Etrafta kuş sesinden başka ses yoktu. Bir kervana ait olan deve katarı görüldüğünde, Türk Şad, tuttuğu balıkları kızartarak, az önce karın doyurmuş, şimdi gölgelikte dinleniyordu. Kervan büyük ve zengindi. Onun için de iyi korunuyordu. Tepeden tırnağa silahlı muhafızlar at oynatarak öne çıktıklarında, dere kenarında otlamakta olan cins ata dikkat etmişlerdi. İki kişi aynı anda; - Vay anasını be! Bir at işte bu kadar güzel olur, kimin ola ki? Dedikten sonra, atlarını ona doğru sürmüşlerdi. Yanına varmışlardı ki, ansızın vızıldayan oklara hedef olan diğer muhafızların feryatlarıyla geri döndüler. Türk Şad ayağa fırlamış, yay ve sadağına el atmıştı. Az önce yanına yaklaşan muhafızlardan birini, vurularak attan düşerken görmüş, onu vuranların kervanı talan etmek isteyen haydutlar olduğunu anlamıştı. Yüzü aşkın haydut sürüsü kervanın etrafını sarmış, muhafızlarla aralarında ölümcül bir savaş başlamıştı. Sayı bakımından haydutlar daha kalabalık, fakat muhafızlar kadar iyi savaşçı değillerdi. İlk baskın anında verdikleri zayiata karşılık gelecek sayıda adam kaybetmişlerdi. Şu anda eşit görünüyorlardı. Kılıçlar, hançerler konuşuyor, her kalkıp inişte bir feryat duyuluyor, yağız yer kızıla boyanıyordu. Türk Şad yüz adım ilerisinde sürmekte olan bu kavgayı eli tetikte izliyor, namert bulduğu sinsi saldırı sahiplerini taraf gözetmeden vuruyordu. Bunu izleyen birkaç kişiden biri de haydutların lideriydi. Doratını ona doğru mahmuzlarken, bir eli dizginde, diğeri silahsız ve havadaydı. Türk Şad onu izliyordu. Yanına gelince gem kasmış, atı şaha kalkarak durmuştu; - Selam sana ey mert savaşçı! Niyetim sadece tanışmaktır. Kimsin, diye merak ederim. - Adamları can pahasına vuruşan bir önderin sohbet aşkına şaşarım. Önce işini yap, sonra konuşuruz, olmaz mı? - Seni, bizi desteklemeğe çağırsam ne dersin ey yabancı? - Hımm, niyetin anlaşıldı harami başı, ama işin zor. Çünkü beni buna zorlamaktan başka çaren yok. - Yo, sandığın gibi değil. Bu kervanın kime ait olduğunu ve bizim kim olduğumuzu bilmiyorsun çünkü henüz. - Tez cevabını ver de bir düşünelim bunu. - Bunlar Samanilerdir, Bağdat'a gitmekteler. Bize Türgişler derler. Bu dağlar ve tüm bozkırda bizim sözümüz geçer, Han, Kağan tanımayız. Bana Ulukurt derler. - Tamam, anlaşıldı Ulukurt, ardından geliyorum, sür atını! Çok sürmeden savaş sona ermiş, kervan muhafızları silah bırakıp, teslim olmuşlardı. Esirlerin elleri arkalarından bağlanıp, bir zincir oluşturmuşlardı. Kervancı başını yakalayıp, ifadesi alınacaktı. Sorgu ve yargı görevi Türk Şad'a verilmişti. - Söyle bakalım Bezirganbaşı, ağırlığınız nedir? - Üç yüz deve yükü kumaş, baharat ve mücevherat vardır, mal olarak. Bunun yanında elli kadın ve yetmiş atlı köleden ibaretiz ey Yargıç. - Nereli, hangi ulustansınız peki? - Biz Filistin Musevîlerindeniz. İşimiz ticarettir sadece. - Ve istihbarat ülkeler arasında, değil mi? - Buna, evet demekten başkası yalan olurdu, evet, ey Yargıç. - Pekala Bezirganbaşı, de bakalım, geldiğin diyardan, Bağdat'a götürdüğün en mühim, en değerli istihbarat ne idi? - Bu ulus, yani Türkistan'da yaşayan sizler, öndersiz, başıbozuk zamanlarda ve zafiyet içindesiniz. Zafiyetiniz, beylerinizin bir bayrak altında toplanmamasından kaynaklanıyor. Koca bir kıtayı titreten Göktürk Ordusu parçalanıp, tek başına yetersiz bölüklere ayrılmış durumdadır. Bu özgüven eksikliği, her ulus gibi, sizi de çekingen yapacak, kendinizi koruma güdüsünün kölesi olacaksınız bu gidişle. Bunun sonu malum; başka ulusların iradelerine ram olmanızdır... - Dediklerin yanlış değil, ama mükemmel de sayılmaz. Bağdat'ın istediği, Türklerin Müslüman olmasıdır, değil mi? - Evet, çünkü Bağdat Halifesi ancak böyle hâkim olabilir Turan diyarına. Zira bu milleti savaşta yenmek imkansızdır. O halde, Türkleri ikna için kutsal değerler üzerine kurulu Müslümanlık bu amaca en uygunudur. Çünkü onurlarına düşkün olan Türkler, insan nefsini yerdiği kadar öven, erkek dini sayılan, İslamlığı kabulde pek zorlanmayacaklardır. - Türklerin onurlarına düşkünlüğü neyse, ama, kadınları ayıran, muhalif bir din arayışı içinde olduklarını nerden çıkarıyorsun bre Bezirgan? - Fakat Yargıç Beğ, bu teklifle karşılaşan Türkler, Müslümanlığa hayır dedirten kadın hakimiyeti altında zaten yaşamıyorlar. Ben bütün Türk illerinde, saraylarında bunu gördüm. - Kadınlarımız, her şeye rağmen baş tacımızdır. İlahelerimiz gibi onlara değer verir, onlar için yaşar, onlar uğruna ölmekten kaçınmayız biz… - Fakat sayın Yargıç, Türk kadınları, erkeklerine doğan güneşe bakar gibi bakar, taparcasına severken, bir başkasını görmezler. - Bize dair gözlemlerin hayatını bağışlatıp, yaşayabileceğin kadar mal ve vasıta ile serbest bırakılmana karar verilmesine amil oldu. Şimdi gidebilirsin. Türk Şad'ın kararını izleyenler arasından ileri çıkan Ulukurt; - Yargınız hemen uygulanacaktır efendi, lakin şimdi kıymetli adını söyleyip, bizleri şerefyap etmez misin? - Evet, adım Türk Şad, Tanrı dağlı Akkartal'ın oğluyum. - Başkası olsaydın zaten şaşardık yiğidim. Babanıza bizden de selam götür… Bu açıklamadan sonra oradan ayrılmak üzere harekete geçen Türk Şad, izleyenlerin sevinç ve methiye nidaları altında, atını alıp, tekrar yola revan olmuştu. Hava, güzeldi. Yüce bir dağ eteğinde, uçurumlarla dolu bir vadide güneş çalıyor, gök yüzü bulutsuz, nal seslerinden başka ses duyulmuyordu. Bir ara, iki devasa kayanın kapılık ettiği büyük bir mağara çekmişti dikkatini. Atını duraksatıp, sonra o tarafa sürdü. İçerden ses, seda gelmiyordu. Bir ıslık çalıp , bekledi. Karşılık veren olmayınca atından inip, mağaraya doğru yürüdü. İçeri girdi. Beş adım sonra loş mekanı aydınlatan bir ateş gördü. Biraz ilerde, korları görünüyordu. Yanı başında bağdaş kurmuş, oturan kişiyi fark ettiği an eli kılıç kabzasına gidip, iki adım mesafede durdu. Ateşin kızıl ışıkları altında deruni âlemlere dalmış bu garip kişiye seslendi: - Esen bulasın ey Derviş han! Yerinden kıpırdayan adamın sol eli ona, hemen karşında serili pösteki üzerine oturmasını işaret ederken, gözleri halen elinde çektiği uzun tespih tanelerinde sakindi. Türk Şad bu sükunet karşısında işaret edilen yere oturup, beklemeğe başladı. Bu arada, bu kişinin, toplumdan uzak, dağlarda yaşayan bir münzevi olduğunu düşünüyordu. Az sonra tefekkür ve zikrini tamamlamış olmalı ki, Derviş: - Hoş geldin yiğidim, sefa geldin. Kalkıp seni karşılayamadığım için kusura bakma. - Ziyanı yok Derviş baba, asıl sen kusura bakma. Destursuz girip, belki ibadetini taciz ettim? - Yok evladım, bilakis çok memnun ettin. Nicedir bir insanoğlu ile konuşmuşluğum yoktu. - Sevindim öyleyse. Buyur sor, ne sormak istiyorsan Derviş baba. - Ey oğul, kimi kimseyi tanımam. Hem bana verdiğin o adı da hiç duymadım. - Batı illerinde, senin gibi, yalnız, Tanrı ile arkadaş olan insanlara Derviş derler. - Hımm… - Derviş baba, sen kendini peki ne olarak bilirdin? - Baksı, baksı derlerdi bana bir zamanlar. Gençlikte yaşadığım toplum böyle bilirdi. -Kimdi bu toplum? - Bize Göktürkler, derlerdi. - Nasıl, anlayamadım. Şimdi kaç yaşındasın peki Derviş baba? - Bilmem ki, iki yüzden sonrasını saymadım oğul. - Dede, sende bir sır, bir ilaç olmalı, insanı ölümsüz yapan? - Başka türlü olmaz mı bu diyorsun yoksa oğul? - Her halde olmaz, olur mu yani?. - İnsanı ölümsüz yapan bir şey yok, ama ömrünü uzatan çok şeyler vardır oğul. - Nelerdir bunlar dede? -Birincisi, kadın dırdırından uzak, kalbini hiç yormayacaksın sinirlenerek. -Ya? Başka ? - İkincisi, en az bir sanat bilip, onda işlemekten büyük haz duyacaksın. -Deme, çünkü benim bildiğim sanat kılıç sallayıp, ok atmak, adam öldürmek, dede. - Öyle ise, en kısa zamanda bir de yaratıcılık sanatı öğrenmen gerek oğul. -Evet, anlıyorum dede. - İster yazı, ister çizi veya boya, istersen musiki ile, görüp duyduklarını, idrakinde olanı, tarif ve tasvir yapamayan kişi, eksiği bulunandır oğul. - Haklısın dede. Bana tavsiyen nedir peki? - Bunu kendin bilip, seçmelisin. - Evet ama, şimdi hal vaktim yok bunlar için. İşin kötüsü, ne zaman vakit bulacağımda kuşkuludur. - Madem öyle, aklında bulunsun yeter. - Dede, başkaca bir şey yok mu bu işte? - Var elbet, bu hepsinden ziyade hem. - Nedir o? - Bu inanmaktır oğul. Acunu kendi içinde taşıdığına inanabilmektir hem. - Bu imkansız değil mi derviş dede? Bütün acunu kişi nasıl içine sığdıra bilir? - O halde dimağını açmalı, bilmiyorsa öğrenmeli. En büyük hacim zenginliği ruhtadır çünkü oğul. Ruh, kapsadığı kainatı içinde hissetmekten aciz olup ve bilmiyorsa ne taşıdığını; kuşku ile rahatsızlık duyar, hastalanıp, tedaviye muhtaç kalır her zaman… - Anlaşıldı ama, kadınlara hiç mi yaklaşmamalı? Ya birini seviyorsak dede? Kırışık yüz hatları bir an gerilen Baksı dede, ilk kez gülerek: - Ölçü seçiminde hür olduğuna göre, yediğine, içtiğine dikkat edersin artık. - Nasıl yani Baksı Dede? - Ölçülü olmayı bilirsen, bir şey olmaz. Sevmek, ilmini haiz olmak kaydıyla, insan ömrünü kısaltmaz, uzatır aynı zamanda oğul. - Sevmenin de ilmi mi vardır dede? - Tabii ki ve her halde oğul. Asıl ilim işte burada olup, insanoğlunun bu dünyadaki en mühim işi de bunu başarabilmektir oğul. Bu ayarı iyi yapamayanın hayatına törpü girer, çok sürmez, bitirir çünkü onu... - Haklısın dede. Bir yavuklum var. Yanımda olması haz verse de, uzak kalışın acısı fazla oluyor. Ya onu yanıma almalı, ya da unutmalıyım hepten. - Bunu sen bileceksin. - Tamam dede. Destur verirsen şimdi kalkıp, yavuklumun yurduna gideceğim. Belki onu da alıp, birlikte dönerim. Nasihatlerin için teşekkür ederim Baksı dede... Böylece yola çıkan Türk Şad, üç gün üç gece sonra nişanlısını alıp, baba ocağına dönmüş, yapılan düğüne, başta Satuk Buğra Beğ, Turan ülkesinin diğer beyleri, ulu Hakanı dahi katılarak, bilmem ne zamana kadar sürecek olan yeni bir dirlik çağı başlamıştı… -Son – Hüsrev Özel
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hüsrev Özel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |