..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Geçmiş ölmedi. Henüz geçmedi bile. -William Faulkner
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Karakterler Üzerine > Necat Dilaver




31 Mart 2010
Sarı Bank - Hayat  
Necat Dilaver
Romanın fikri alt yapısını Nietzcshe'nin oluşturduğunu söyleyebilirim. Gerek Nietzsche'nin hayatının gerekse fikirlerinin bu romanda oldukça etkili olduğunu belirtmeliyim. Nietzcshe'nin çoğunlukça ve çokça yanlış anlaşıldığından eminim... Sonrasız dönüş ve üst insan kavramları, biraz gizli de olsa romanın zeminini oluşturuyor. Ayrıca varoluşçu sorunlar olan: ölüm, intihar ve önemli olanın o 'an' olduğu fikri, zeminin bir üst katını oluşturuyor. En üstte ise gündelik hayatın uyuşturuculuğu ve devamlılığı var...


:EAFE:











BÖLÜM: 1


Arada
Her şeyin, herkesin arasında gibiyim
Yüzyıllardır burada yaşıyor gibiyim

Her zaman
Her şeyin
Herkesin arasında
Evrenin merkezinde gibiyim










Perşembe, Akşama Doğru…

Yağmur öyle yağıyordu ki, damlalar bile kendini kaybetmişti. İnsanlar birbirine yaklaşmış, kaderlerini gizliyorlardı. Yol boyunca uzanan ağaçların yalnızlıkları, insanlara inat mutluydu. Yapraklar yağmurca yağmalanıyor, dünya ve hayat damlalarca dövülüyordu...
Seyyar satıcıların bu ani yağmuru hesaplamadıkları, arkalarında bıraktıklarından belliydi. Naylon örtüler, belediyenin temizleme mecburiyeti getirdiği genelde müşterilere ait çöpler, bir bebek arabası, rastlantısal bir şekilde etrafa serpilmiş çeşitli meyve ve sebzeler; öyle dağılmıştı ki ortalık. Çoğu da yiyecekti, neredeyse bir evin bir haftalık yiyeceği vardı yağmurun altında. Islanıyordu.
Kimi Ağaçlı yol derdi bu yola kimi de Kader yolu. Bir tarafı Garip Sokak, bir tarafı Dert Sokaktı. Karşılıklı ağaçların dizildiği bu yolun her iki tarafında, ağaçların arkasında apartmanlar yükseliyordu. Apartmanlara inat yaşardı bu ağaçlar. Bu yolda haftanın bir günü, perşembe günleri pazar kurulurdu. Ağaçların dallarından yararlanan pazarcılar, tüm yolu üstü kapalı hale getirirlerdi. Ama bazen yağmur bugünkü gibi öyle ani ve kuvvetli yağardı ki, ne bu örtü ne de ağaçlar yağmurun etkisini azaltabilirdi.
Yağmurun bu kadar şiddetli yağdığı zamanlarda zemin katlarda yaşayanlar biraz telaşlanırdı. Yıllar önce burada bir sel olmuş ve bir sürü eve, iş yerine zarar vermiş, bir kişinin de ölümüne yol açmıştı. Olayın üstünden bir insan ömrünün yarısı kadar zaman geçmesine rağmen kimse unutmamıştı bu mağlubiyeti. Ölen insanın herkesin gözü önünde sürüklenmesi, şiddetli yağmurların mahallelide ölümü hatırlatmasına yol açmıştı. Peki, bu insanlar neden kaderlerine razı olurlardı da hep aynı başkanı seçerlerdi, anlamak zor. Belki de buradaki insanların gizli bir ölme istekleri vardı. Gerçi her insanda vardır bu ölüm isteği ama Kader Sokağında yaşayanlar sanki daha da bir yalvarıyordu hayata. Herkesin bildiği ama kimsenin itiraf etmediği bu yakarış, ölmek içindi...
Hem sebepsiz yere ölmek istemediğini dile getirmek hem de gizlice bu hayattan kurtulmak istemek ne demekti? Nasıl olurdu? Bir insan hayatından memnun değilse ama tüm yazılanlara, söylenenlere rağmen ölünce de ne olacağından bir türlü emin olamıyorsa; en iyisi pasif intihardı, kaderine razı olmaktı. Bunu kimi hiçbir şeyi değiştirmek istememekle, değiştirmek için çalışmamakla yapardı, kimi de işi zamana bırakırdı.
Yıllar gelir geçer, insanlar gelir geçer ve hiçbir şey değişmezdi kader yolunda. Bu değişmeme neden kaynaklanırdı, kimse bilmez ama herkes anlardı.


***

Yağmur şiddetini artık iyice kaybetmişti. İnsanlar neyden ve niye sakladıklarını veya neden saklandıkları yerlerden çıkmak istediklerini düşünmeden koşuşturmaya başladılar. Kimi eve, kimi otobüse koşuyordu. Düzensiz, amaçsız ve rastlantısal bir tören gibiydi bu koşuşturma. Yağmur tamamen durunca, seyyar satıcılar, diğer insanların telaşlı hallerine inat oldukça sakin ve özenli hareketlerle tezgâhlarını kurmaya başladılar. Bu satıcıların bir lideri vardı. O yönetiyordu her şeyi. Hangi tezgâh nerede olacak, kimin tezgâhı daha büyük olacak, kim ne satacak. Bunların hepsine o karar veriyordu. Şimdi de bir yönetmen edasıyla her tezgâhı dolaşıyor, kurulmasına yardım ediyor, bazen sesini yükselterek bazen de el şakaları ile kendince düzeni sağlıyordu.
Önce sokağın üstünü ağaç dallarından destek alarak örttüler, sonra sokağın ortasındaki tezgâhları kurdular. En önemli ve en pahalı tezgâhlar bunlardı. Artık yağmur durduktan sonraki sakinlikten eser kalmamıştı. Herkes acele ediyordu. Bir an önce tezgâhlar kurulmalı, alış veriş başlamalıydı. Ekmek parası; gözyaşı gibi, yağmur gibi bir şeydi… Her ikisi de pazarcıların içine akardı…
Hava kararmadan tezgâhlar hazırdı. Yarım saat önce hiç kimsenin olmadığı sokak dolmaya başladı. İnsanlar telepati yoluyla anlaşmış gibi geliyorlardı. Hatta yıllardır birbirini görmeyen bir kadın ve erkek burada, bu ‘an’larda karşılaşıp, kucaklaştılar…
Hava karardıkça insanlar azalırdı. Gerçi bazıları özellikle hava kararınca gelirdi. Amaçları ucuzluktan yararlanabilmekti. Günün sonuna doğru tezgâhlarda ya çürük meyve ve sebzeler ya da kimsenin beğenmediği kıyafetler kalırdı. Esnaf da bunları elinden çıkarabilmek için fiyatı yarıya indirirdi. Alan bunu bilirdi, satan bunu bilirdi. Yani ancak bu saate alan memnun, satan memnundu…
Gün, tezgâhların toplanması, mıntıka temizliği, pazar malzemelerinin araçlara yüklenmesi ve hâsılatın paylaşılması ile biterdi…
Pazarcıların yüzlerinde tatlı bir yorgunluk belirirdi bu saatlerde. Evi uzak olanlar acele de katardı bu tatlı yorgunluğa…


***

Akşam hava güzel olunca çocuklar oynardı bu sokakta. Ta ki annenin biri balkona çıkıp ‘oğlum eve gel, geç oldu’ diyene kadar. Erkek çocuklar aralarında maç yaparlardı. Gece daha bir zevkli olurdu bu maç. Hava güzel olunca sokak lambalarının aydınlattığı herkese açık bir stadyuma dönüşürdü Kader Sokağı. Balkonlar dolar, anneler endişeyle, bazı babalar hırsla bazı babalar ise umutla seyrederdi çocuklarının maçlarını. Bu gece yağmura rağmen hava iyiydi. Yağmur şiddetliydi ama kısa sürmüştü. Havada yaşama sevici uçuşuyordu. Bu sevinci kimse göremiyor ama herkes hissedebiliyordu. Bu durum belki de yağmura tapma, şükretme gibi bir şeydi. Sokak maç yapmaya müsaitti…
Maç işini organize eden iki çocuk vardı. Onlar olmazsa maç da olmazdı. Biri apartmanların zillerini çalar, arkadaşlarını çağırırdı. Diğeri ise topunu getirir, kaleleri kurardı. Bu futbol topu babasının ona ortaokula geçme hediyesiydi. Tüm mahalle o topa gözü gibi bakardı. Kaleler ise bazen taşlardan, bazen bisikletlerden kurulurdu…
Ziller çalınmaya başlandığında topu olan çocuk kaleleri kurmuştu bile. Kale direkleri; sarı bank, bisikleti ve pazarcıların bıraktığı iki sopadan oluşuyordu. Bu bir ilkti. Genelde dört adet taştan yaparlardı kale direklerini. Ama bu sefer pazarcılar o taşları toplamıştı.
Çocuğun bunu sorgulayacak zamanı yoktu. Zaten bunun gereği de yoktu. Maç başlamalıydı…
Balkonlar dolmuştu. Kimi çayını yudumluyor, kimi tavla oynuyor, kimi de memleketi kurtarıyordu. Ama herkesin bir gözü sokaktaydı, maçtaydı…

***

Gece yarısı yaklaşıyordu. Yağmur yağdıktan sonra oluşan toprak kokusu en çok geceleri hissedilirdi. O keskin toprak kokusu evlerin içine çoktan girmişti bile. Sabaha kadar da çıkmayacaktı. Kimine yalnızlığını, kimine hayatı hatırlatacaktı. Belki birini intihardan vazgeçirecek belki de sadece geçip gidecekti.
Şehrin mezarlıklar dışında toprak kokan tek yeriydi burası.
Bazı geceler polisler devriye gezer, bağırarak sohbet ederlerdi. Bu gece de bir polis arabası devriye geziyordu. Islak havada yanıp sönen polis lambasının yansıması, sokak boyunca kaldırımları yalıyordu. Bu gece devriye gezen polisler efendiydi. Sohbeti sessizliğe dikkat ederek devam ettiriyorlardı. Biri maaşlardan yakınıyor diğeri mesleğe saygı kalmadığından bahsediyordu. İkisi de farklı konuları aynı zamanda konuşuyordu…
Saat ilerledikçe dairelerin ışıkları sırayla sönüyordu. Bu sönme işleminin mutlaka belli bir matematiği olmalıydı…

***

Gece yarsını oldukça geçmişti. Hayat apartmanının önüne beyaz bir Broadway yanaştı. Sürücüsü bir kadındı. Sağ kapı açıldı, bir adam efendice iyi geceler dileyerek arabadan indi. Apartmana yöneldi, geri dönüp git anlamında el salladı. Arabanın hareket etmesini beklerken bir yandan da anahtarını arıyordu. Araba iyice uzaklaştığında adam apartmana nihayet girebilmişti. Önce apartmanın otomatiği, belli bir zaman sonraysa adamın oturduğu dairenin salon ışığı yandı…
Artık sadece bu adamın ışığı yanıyordu. Ya açık unutmuştu, ya da Broadwayli kadını düşünüyordu. Bir adam başka hangi sebeple uyumazdı ki…

***

Bazı geceler bazı sokak lambaları yanmazdı. Bu gece yağmura inat hepsi yanıyordu. Işığa üşüşen sinekler de yoktu. Bu sinekler kimine göre düzenli toplanmayan çöpler yüzündendi. Gece çöp tenekelerini gezen çöpçüler gençtiler, umutları vardı, hiçbir şeyi umursamazlardı, çöpçülüğü kendilerine yakıştırmazlardı. Bu yüzden işlerini doğru düzgün yapmazlardı. Çöplerin bir kısmı çöp arabası yerine dikkatsizlik sonucu sokağa dökülür, onlar da toplamazlardı. Gerçi gündüz bu civarı temizleyen çöpçü işini doğru dürüst yapan biriydi ama sabaha kadar bekleyen çöpler çoktan sineklenirdi.
Yağmurdan olsa gerek, çöp kamyonu bu gece iki saat geç geldi. Hayat apartmanının yanındaki çöp tenekesine yanaştı. İki çöpçü kamyondan indi. Çöp konteynırını kamyonun arkasına yanaştırırken bir yandan da konuşuyorlardı…
-Hak ettiğim bu mudur?
-Hadi tut şunu
-Kız ya yine kazanamazsa
-Vay be adamlara bak, koca peyniri çöpe atmışlar
-Keşke hanıma sabah öyle bakmasaydım
-Alooo, tut şunu dedim
-Hafta sonu olsa da şöyle bir…
-Devam et…
Sessizliği yağmalayan bu anlardan sonra, tüm sokak yine polis arabasının mavi-kırmızı yansımasına kaldı…

***

Sabah ilk önce dükkânlar açılırdı. Hangi dükkân önce açılırsa o dükkânda daha çok disiplin var demekti. Birçok çırak ustasını kandırır, ustasının işe gelmesine az bir zaman kala dükkâna gelir ve sabahtan beri oradaymış gibi yapardı. Aslında hiçbir dükkân sahibi bu numaraya kanmazdı ama genelde anlamamış gibi yaparlardı.
Her sabah ilk önce Hayal dükkân açılırdı. Bir haftadır yeni bir kız çalışıyordu Merve Hanımın yanında. Aynı disiplin devam ediyor ve bu sabah da ilk Hayal dükkân açılıyordu. Hava henüz tam aydınlanmamıştı. Babası, işe başladığından beri kızını Hayal dükkâna kendisi bırakıyordu. Sabahın karanlığından mıdır yoksa razı olmanın hüznünden midir bilinmez ama baba ve kızın yüzü her sabahki gibi yine gizemliydi. Baba kız sessizce gelip, dikkatlice dükkânı açtılar. Baba, kızına fısıldayarak bir şeyler söyledi ve akşam görmeyecekmiş gibi sarıldı, sonra da arkasını dönüp geldiği yöne doğru gitti.
Galiba sadece yeni açılan büyük oyuncakçıya inat açık tutuyorlardı burayı. Çünkü çok zahmetli işti. Her sabah bütün oyuncakların tozu alınacak, o günün konusuna göre raflar dizilecek ve yeni oyuncaklar için hazırlık yapılacaktı. Bunun karşılığında ise sadık bir iki müşteri dışında kimse gelmezdi Hayal dükkâna.
Hayal dükkânın o günkü konusu dükkânın camına dizilen oyuncaklardan anlaşılabilirdi. Konuyu kim belirlerdi bilinmez ama bugün raflara dizilen oyuncaklarda garip bir hüzün vardı. Kırmızı kartondan bir tabut, siyah yağmurluk giymiş sarı saçlı bir bebek, her birinde farklı desen bulunan kalemler, kartondan sarı bir ayıcık, boş bir saksı, kartondan arabalar ve artık koymaya mecbur kaldıkları modern oyuncaklar…

***

Hayal Dükkândan sonra yeni açılan modern oyuncakçıda çalışanlar gelir, kapıda şeflerini beklerlerdi. Bu sabah da aynı şey oluyordu. Yaşlı şefleri göründüğünde çalışanlar hemen sessizleşti, şefleri yaklaştıkça kapının önünü boşaltıyorlardı. On, on beş insandan oluşan minik bir koridor oluşturdular. Yaşlı adam sanki bir kral gibi, kimseye 'günaydın' bile demeden aralarından geçti. Bu oyuncakçı açıldı açılalı buralar kalabalıklaşmıştı. Bu yeni dükkâna buralarda hiç tanınmayan, buraları hiç görmeyenler de gelirdi…

***

Balıkçı ise bu sabah tezgâhını açmaya her zamankinden daha erken geldi. Önce demir parmaklıkları açtı, sonra hızla yandaki kovayı alarak içeri girdi. Az sonra kovadaki suyla tezgâhı yıkamaya başladı. Acele bir şeklide bu yıkama işini yaparken, hem bana bakan var mı diye etrafı gözetliyor hem de cep telefonuyla konuşmaya çalışıyordu…

-Neredesin oğlum
- Karadeniz hamsisi aldın inşallah
-İyi
-Ne zaman burada olursun
-Kaçtan versek hamsiyi
-Olabilir
-Levrek de alsaydın
-Çipura
-Tamam, tamam
-Ne zaman burada olursun…

Balıkçı baba oğul yıllardır beraberdi. Her sabah aynı şey olur; biri tezgâhı açar biri balıkları getirirdi. Genelde balıkları tezgâha dizerken herhangi bir sebeple kavga eder, ilk müşteri gelince de sessizce ve hem müşteriye hem de birbirlerine çaktırmadan barışırlardı. Sonra da güne hiçbir şey olmamış gibi devam ederlerdi…

***

Buralarda insanların evden çıkmaya hazırlandığını boyozcunun gelmesi ile anlayabilirsiniz. Boyoz ve yumurta işe gidenlerin sabah kahvaltısı için vazgeçilmeziydi. Önce, yumurta el çabukluğu ile soyulur, ip vasıtası ile eşit parçalara bölünür, isteyene tuz ve karabiber serpilir, sonra da boyozla birlikte aynı saman kâğıda sarılırdı. Gerçi gün içinde okuldan çıkan çocuklar da rağbet ederdi bu vazgeçilmez ikiliye ama sabahları kesinlikle çok daha insan, telaşlı ve heyecanlı olurdu boyoz sevenler. Ne de olsa 'gün' henüz insanlığın üzerine çökmemiş ve kimseyi mahkûm etmemiş olurdu bu saatlerde.
Çocuklar daha çok çıtır çıtır boyozu tercih eder, yumurtadan uzak dururlardı. Boyozcu da bazen boyozun yanına kumru getirirdi. Bir el büyüklüğünde özel bir ekmeği vardı kumrunun. Ekmeğin ortasında malzemenin gireceği bir yarık, kenarlarında ise susamlar olurdu. Ortadaki yarığa ise domates, peynir ve isteğe göre yeşilbiber konurdu. Her ne kadar çocuklar bazen bu eski tip kumrudan şikâyet etse ve sosisli, salamlı versiyonu talep etse de boyozcu bunu umursamazdı.
Boyozcu bugün de yerini almıştı. Yumurtalarını kutucuklara diziyor, boyozları üst üste sıralıyordu. Bu arada radyosunu açmış sabah haberlerine kulak kabartmıştı. Kimi haberde elleri yavaşlıyor, kimi haberde hızlanıyor, kimisinde ise başı sertçe sallanıyordu…

***

Boyozcu ve balıkçı yerini aldıktan sonra genelde bankanın güvenlik görevlisi gelir, önce boyozcudan yumurta ve boyozunu alır, sonra da bankayı temizlikçiler için açardı. Bugün ise gecikmişti. Temizlikçi üç kadın ondan önce gelmiş, kapıda beklemeye başlamışlardı. Aslında galiba kadınlar biraz erken gelmişti. Belli ki işleri çoktu. Beklerken kendi aralarında konuşuyor, biri diziden bahsediyor, biri hastalığından dem vuruyor, diğeri ise sadece dinliyordu. Fazla geçmeden güvenlik görevlisi köşe başından göründü. Siyah banka üniformasının üstüne sarı bir pardösü giymişti. Kadınlardan biri, dinlemeyi tercih edeni, bir başka bakıyordu güvenlikçiye. Güvenlikçi temizlikçi kadınların beklediğini görünce hızlandı, boyozcuya uğrayamadan bankaya yöneldi…

***

Mahallenin meşhur delisi ise bu sabah da yine yerini almış, insanları sessizce gözetliyordu. Gün gelir hükümeti protesto eder, gün gelir yıllar önce âşık olduğu kadına serenat yapar, gün gelir belediye başkanlığına aday olur, gün gelir çocuklarla top oynar, gün gelir başbakan gelecek diye gözaltına alınırdı. Herkesin ona deli gözüyle bakması, bakanların bu hayata çektiği teslim bayrağı olabilirdi ancak. Başka bir şey olamazdı. Kimsenin onun kadar cesur olmadığı açıktı. Kim aşkını, isyanını bu kadar fütursuzca ve aptalca dile getirebilirdi ki...
Moralinin iyi olduğu sabahlar boyozcunun on metre yanına konuşlanır, kimsenin cevap vermemesine rağmen herkese 'günaydın' derdi. Bu sabah ise garip bir sessizlik vardı delide. Belli ki bir protesto planlıyordu…

***

Buralara yabancılar pek gelmezdi. Gelenler de oyuncakçıya gelir, alış verişlerini yapar ve hemen giderlerdi. Kapitalizmin buradaki tek kalesi bu modern oyuncakçıydı. Ne büyük alış veriş merkezleri ne de fast food zincirleri vardı buralarda. Ama nedendir bilinmez zengin mahallelerde pek görünmeyen dilenciler bolca görünürdü buralarda. Bu buradakilerin merhametiyle mi yoksa kendini burjuva sanan insanların güvenlik kaygılarıyla mı ilgiliydi, bilinmez. Ama bu sabahki dilenci anne kız çoktan yerini almıştı bile…

***

Hayat, bu sabah da her an olduğu gibi tablonun fırça ve boyasını tamamlamıştı. Gerisi insanlara kalmıştı. İstediğin gibi boya, çiz. Ne istersen onu çiz, sonra neyi istersen sil. İnsanlar çokça tanrı derdi bu hayata...
İsteyen istediği kadar ve istediği gibi algılardı bu fırçayı, bu boyayı. Nasıl oluyor da herkes aynı fırça ve boyaya sahipken bu kadar farklı tablolar çıkıyordu. Bu farklılığın yaratıcılıkla ilgisi olmadığı savaşlardan, kavgalardan ve açlıktan belliydi.
Bu sabahki tabloda fonu; sarı bankın arkasındaki Hayal Dükkân, biraz yanındaki boyozcu, boyozcunun biraz yanındaki balıkçı, balıkçının hemen sağındaki kuaför, balıkçının daha solundaki bankanın güvenlik görevlisi oluşturuyordu. Tam önümde boyun eğmez ağaçlarıyla Kader Sokak uzanıyor, Garip ve Dert Sokağı büyük bir ‘H’ harfi oluşturacak şekilde birleştiriyordu. Tablonun değişken parçaları ise çoğu zaman insanlardan oluşuyordu…








Cuma Sabahı Geçerken

Yıllardır bu bank buradaydı. Üstüne belki de binlerce insan oturmuştu. Kimi ayakkabısını bağlar kimi sevgilisini beklerdi. Bu sarı bankın üzerinde bazen çocuklar tepinir bazen de kimsecikler olmazdı.
Artık çoktan özelleştirilen eski bir devlet bankası koymuştu bu bankı buraya. Mahallenin ileri gelenlerinden biri bu bankada çalışıyordu, o ayarlamıştı. Şimdiki bankalarsa böyle işlerle uğraşmazdı.
Kaliteli bir ağaçtan olduğu belliydi. Üstüne ne yağmurlar ne karlar yağmıştı ama o yine de ayaktaydı. Yalnızca insanların kendi elleriyle yaptıkları hasarlar vardı üzerinde. Gerçi arada bir tamir görmüştü ama bu tamirler de mecburen ve siyaset gereği olmuştu. Yıllar önce ‘tek yol devrim’ yazmıştı gencin biri. Önce o genci gözaltına aldılar, sonra da bankı boyadılar. Genç içeriden çıkar çıkmaz, bir kere daha yazdı bu banka ‘tek yol evrim’ diye. Ama sıkıyönetim anlamadı, her ihtimale karşı yine genci gözaltına aldı, bankı yine boyadı. O genç uzun zaman görünmedi ortalıklarda, neden sonra bir gün iyi para kazanmış bir iş adamı olarak oturdu bu sarı ve eski dostu, kendince komünist banka.
Aslında bu bank su gibiydi. Üstüne oturan neyse bank da o oluyordu. Bazen âşık, bazen çaresiz, bazen evsiz, bazen de katil... Seçebildiği hiçbir şey yoktu…















BÖLÜM: 2


Evsiz Bir Adam Banka Oturur; Cuma, Saat: 09.00

Nereden geliyor, nereye gidiyorum? Etrafımda bana bakan binlerce göz. Bu bankta ne kadar idare edebilirim ki… En fazla yarım saat. Kimseyle göz göze gelmemeli, hiç ses çıkarmamalıyım. Karnım o kadar aç ki. Şu boyozcu sorun çıkarmazsa kimse çıkarmaz. Acaba çöpte yine boyoz var mıdır?
Bu halde beni kimse tanımaz. Tanımaz, tanımaz. Polisler de bu saatlerde buralarda gezmez zaten. Gerçi, keşke gözaltına alınsam da sıcak bir yemek yesem; ne iyi olur. Hayat bu işte; eskiden trafikte bile polisten kaçardım, şimdi açım polisten korkmuyorum.
Boyozcu bir bakış attı galiba. Bugün satışı iyi, beni kovalamaz. Çocukları korkutuyormuşum. Benim de çocuğum var. Annesi öyle demişti. Erkekmiş. Bana benziyor mudur acaba? Gözlerine ne renktir, saçları annesine benzemiştir umarım…
Ben duymuyor muyum sanki bu kokuyu. Anlamıyor muyum yalnızlıklarınızı ki bana öyle acıyan gözlerle ve uzaktan bakıyorsunuz. Sizin yarın en olacağınız belli mi ki? Kıçımdaki çıban da iyileşmedi gitti. Bu pislik içinde nasıl iyileşecekti ki? Dünkü yağmur iyice azdırdı mı ne? O kadar kaşınıyor ki. Burada, herkesin çaktırmadan bana baktığı bir yerde kaşıyamam ki. Hay ebesini…
İçki, biraz içki olsa, tek seferde içerim, acımam. İspirtoya bile razıyım. Oğlum da içiyor mu acaba? Şöyle karşılıklı bir masa kursaydık; rakı, peynir, tarator, kavun… Âşık olsaydı birine. Dert yansaydı bana. Ben de çok şey biliyormuş gibi yapıp atsaydım, inanır mıydı bana? Ne masalarda oturdum, halimi görseler; kaçarlar. Arkalarına bakmadan kaçarlar. Ben ki sahibiydim o masaların, o muhabbetlerin.
Tahta bankları seviyorum. Metallerden daha rahat gibi geliyor, daha bank gibi hissediyor, daha insani buluyorum. En azından kıçım öyle sanıyor. Fakat benim onu sevmem ona bir şey katmadığı gibi onu değersizleştiriyor. Ne saçmalıyorum, karnım aç, karnım…
Balıkçı mis gibi balık kokmaya başladı. Sabahın bu saatinde balık ızgara yaptıklarına göre, balık çok galiba. Bence sırf müşteri çekmek için yapıyorlar bunu. Kim dayanabilir ki bu kokuya. Çipura kokuyor, havuz çipurası. Kokusundan bile anlarım…
Basit bir derdi olmalı insanın. Örneğin yaşamak gibi bir derdi olmalı. Otomatik olmamalı bu hayat. Çareler bulmalı yaşayamama ihtimaline...
Çıban da öyle acıtıyor ki. Karnım da o kadar acıktı ki. En son çare olarak bir markete girip, müşterileri rahatsız etmeli. Ya market sahibi bir şeyler verir ya da çağırdığı polisler. Bazen çevredekiler acır ve yemem için bir şeyler verirlerdi. Bu zamanlarda garip bir şekilde sanki bu hale yeni düşmüşüm gibi hisseder, suçu kendim dışında herkeste arardım.
Aslında kimin mutlu olduğu asla kimin yalnız olduğu ile ilgili değildir. Kim kendini bir duvara yaslanmış gibi hissederse o mutludur. Her ne kadar o duvar, dört duvarlaşınca esaret getirse de, mutluluk ancak yaslanabilmekle sağlanır. Oğlum bana yaslansaydı, ben ona yaslansaydım, kendimi adam sansaydım; kendimi mutlu da sanırdım. Annesini o kadar sevdim ki. Aslı’yı o kadar sevdim ki. Oğlumu ne kadar severdim, bilemiyorum. Belki de şu anki duvarım arayışım...
Sarı uzun saçları vardı Aslı’nın. Her sokağım ona çıkar, her derdim ona yazardı. Tüm şehrin kadınları ona benzer, ona adanırdı. Ah beni böyle görse, acırdı. Sevmezdi. Nasıl oldu da vazgeçtim ondan, nasıl oldu da ellerimi kesmedim? O kadar sevdim ki sarı saçlarını, ellerim yerine onları kestim… Ne vardı sanki Aslı’nın saçlarında kaybolsam. Ne ilgilendiriyordu ki beni diğer her şey…
En iyisi çöpü karıştırmak, boyozcu da ters ters bakmaya başladı zaten…

Siyah pardösüsü ayaklarına kadar uzanan bir adam yaklaşır…
-Kalk kardeşim kalk
-Hadi yoksa polis çağıracağım
-Hadi dedim sana
Bu durumlarda en iyisi yavaş hareketlerle kalkmaktı. Çünkü hızlı hareket sağlık göstergesiydi. Benimse daima acınmaya ihtiyacım vardı. Hatta acınmadan hayatımı devam ettiremezdim.
Zaten buraya gelişim kötü bir fikirdi. Oğlumu görme umuduyla buraya gelmiştim ama ne değişecekti ki. Siyah pardösüsü ayaklarına kadar uzanan adam uyandırdı beni…
-Bu bank senin için değil…
-Defol…
Yavaşça banktan kalktım. Hasta izlenimi bu yavaşlığa bağlıydı. Çevreden itilip kakıldığımı gören olursa yiyecek bile koparabilirdim. Tam doğrulmadan, hafif eğik vaziyette ve kimsenin gözüne bakmadan yürümeye başladım. Kimse anlamadı, kimse görmedi… Herkes biliyordu…
Geldiğim yöne doğru, şehrin en yalnız yerine doğru yöneldim. Kimse bulamazdı beni orada, polis bile bilmiyordu oradaki zulamı. Yiyecek, giyecek boldu. Ben oraya bezen yalnızların yeri, bazense mağlupların yeri derdim; insanlarsa çöplük sanırlardı…

***

Hızlı adımlarla mabedime yani çöplüğe dönmeye çalışıyordum. Tanrının mabedi de dünya olsa gerek diye düşündüm.
Her zamanki gibi kimse yanıma yaklaşmıyor, kimse beni görmek istemiyordu. Bir zamanlar ben de öyleydim. Yadırgamıyorum o yüzden onları.
Arada oğlumu görme kararı verir, sonra bir bahaneyle vazgeçerdim. Hem bu kararı verdiğim hem de karardan vazgeçtiğim zamanlar ölüme çok yaklaşırdım.

***

Eve geldiğimde hava kararmaya başlamış, yeni çöpler çoktan gelmişti. Çöp arabaları çöpleri sokaklara göre dökerdi. Her sokağın yeri ayrıydı.
Kader sokağın çöplerinin yanındaki barakama geldiğimde, her zamanki gibi tarifsiz bir yenilgi kalbimi sızlatıyordu. Bu sızı sanırım doğuştandı…
Yeni çöplerde ne var diye bakmaya kalktım…
Umudum temiz yiyecek bulmaktı. Sarı çizmelerimle çöp yığınlarını aralıyor, gözümle de yiyecek arıyordum.
Ne garip şeydir ‘çöp’. İnsanoğlu neden çöp üretir?
Bu boş kutulara bakılırsa, dün biri bu mahalleye taşınmış. Evet, bu da taşınırken kırdıkları bir bardak olsa gerek…
Bu domatesler işime yaramaz, çürükler…
Yırtık bir adam resmi! Artık kim sevmiyor bu adamı acaba? Ya da kim kendini kandırıyor?
Biraz ekmek bulabilsem bana yeter aslında…
Bu yeni çöp poşetleri çıktı çıkalı işim kolaylaştı. Hangi poşetin içinde ne olabilir, az çok tahmin ediyorum. Poşet markaları ve renkleri bana yardım ediyor. Poşet kalınlaştıkça ve tepesinden büzgü fonksiyonu kazandıkça, içindekilerin değeri de artıyor. Ama market poşetleri çöp poşeti yapılırsa, o poşetten genelde hayır çıkmıyor…
Şu sarı poşete bakayım bakalım. Evet, tepesinden büzülüyor ve içindeki çöp de az gibi görünüyor, e o zaman kesin zengin bir evden geliyordur. Açalım bakalım. Tahminimde yanılmadım. Koca bir ekmeği ucu azıcık küflendi diye atmışlar, muz da var… Oh, bu günü de kurtardık…

***

Evimi seviyorum. Bana kendimi hatırlatıyor. Eksiği yok ama eski, sıradan ve kokuşmuş. Metal levhalardan dört duvar, içinde yine metalden bir divan ve kirden siyahlaşmış beyaz asıllı minder, tahta bir masa, küçük bir buzdolabı, camı kırık bir televizyon, vurunca çalışmaya başlayan bir radyo ve oldukça fonksiyonel bir leğen; başka ne ister ki insan…
Bugün bulduğum ekmek ve muzu güzelce yerken bir yandan da sabahki adamı düşünüyordum. ‘Kalk bu bank senin için değil’. Siyah pardösülü adam bana öyle demişti. ‘Kalk bu bank senin için değil’. Buna benim kıyafetime bakarak mı, kokumu çöpe benzeterek mi, yoksa sadece kendi için mi karar vermişti…
‘Kalk bu bank senin için değil’ demişti; pardösüsü ayaklarına kadar uzanan siyah pardösülü adam. Ben de kalmıştım…
Eskiden olsa ne oraya oturur ne de kalkardım…

***

Uyursam belki de Aslı’yı, oğlumu ve bugünü sonsuza kadar unuturum… Uyku bu çöplüğün kokusuyla birleşince öyle derinleşiyordu ki… Bazen kalktığımda adımı bile hatırlamıyordum…
Uyudum…

***

El arabası kendine has bir sesle; gıcırdayarak ve tek tekerinin önündeki engelleri aşarak çıkardığı o garip sesle yaklaşırken uyandım. Sanırım saat akşam yediyi bulmuştu. Hava kararmaya başlamış, genelde yaprakları süpüren adam da el arabasıyla gelmişti…
Susamıştım. Buzdolabına yöneldim. Şişeyi kafama diktim. Kana kana içtim. Aslı hep kızardı bu huyuma. Oğlun var senin demişti…
Yarın sabah görmeliyim oğlumu, karşısına dikilip ben senin babanım diyemesem de görmeliyim…

***

Geceye doğru yaklaşırken düşünüyor, sürekli alnıma karalıyor ve geçmişimi siliyordum. Küçük umutlar oluşturuyor sonra da bir toz bulutunu üfler gibi dağıtıyordum. Bu koku, bu çöplük kokusu mu beni böyle yapmıştı yoksa ben mi kendimi bu hale getirmiştim; kim bilebilir ki?
Böyle zamanlarda gözlerimi kapattığımda açmak istemiyor, açınca da hiçbir şey görmek istemiyordum.
Böyle zamanlarda kimseyi sevmedim ki ben. Benim sevdiğim zamanlarda buram buram aşk kokardı, insan kokardı tüm dünya. Oysa şimdi elimde bulanık birkaç anıdan başka sonu belli kaçışlarım var. O kadar…
Nasıl oldu da hala yaşıyorum, anlamıyorum. Nasıl oluyor da insanlar bana tahammül ediyor, anlamıyorum. Öldürmeli benim gibileri, yakmalı, parça parça etmeli. Yok olmalı benim gibiler ki diğerleri daha insan olsun…

***

Sabah oldu sanırım. Sabah kamyonlarının sesi kulakları sağır edecek kadar çok olurdu. Bu sabah da yine aynı ses, yine aynı huzursuzluk, yine aynı karaltıyla uyandım.
Yemek bulmak, oğlumu görmeye çalışmak, insanlardan kaçmak ve biraz daha ölüme yaklaşmak için her zamanki gibi güzel bir gündü…
Yolum nereye düşerse orada arardım bunları…
Ama bazen bu hayat için en iyisi hiçbir şey yapmamak oluyor. Nefes almak için bile gücüm olmuyor bazen. Ama mecburum işte, yaşamaya mecburum. Gün gelir, belki oğlum belki Aslı belki de her ikisi birden çalar bu barakanın kapısını. Kim bilir…

***

Barakanın kapısı dört polis tarafından kırıldı. Adamı yaka paça arabalarına bindirdiler. Bir tanesi o kadar sert davranıyordu ki. Sanki tüm bu pislik sadece onun yüzündendi…


***

Bir arabaya binmeyeli ne kadar olmuştu, hatırlamıyorum. Ya şehrin bu tarafına geçmeyeli ne kadar olmuştu, onu da hatırlamıyorum. Hızlı bir şekilde merkeze geldik. Komiser herhalde; sordu: Karını sen mi öldürdün…
-     'Hayır' dedim…
Başka da hiçbir soruya cevap vermedim…
Oysa Aslı’nın yalnızca sarı saçlarının katili benim. Bu bir suç mu? Söylemedim…



















İki Sevgili Banka Oturur; Cuma, Saat: 09.32

Erkek etrafı gözetleyerek, kadınsa oturacağı yere bakarak ve oturulmayan iki tarafta eşit mesafe kalacak şekilde ama senkronize olmayan hareketlerle banka yerleşti. Kimse yanlarına oturamazdı...

Erkek, iç ses…
Neden buraya getirdim ki? Şöyle bir sarılsa da öpsem dudaklarından…
Yuh bana. Bu kalabalıkta, sabahın bu vaktinde düşündüğüm şeye bak. Acaba hangi konuyu açarsam teslim alabilirim onu, hangi konuşmayla daha uzun süre yanımda kalır.
Ne düşünüyor acaba?
Ona yazdıklarımdan mı bahsetsem? Onun için yazdıklarımı söylesem mi? Bazıları yazar takımını sevmez, ciddi bulmaz ama... Ya komik duruma düşersem? Yazdıklarımı kimse görmedi ki. Ya çok kötüyse?
Garip, çok garip bir şey onu sevmek, onunla olmak. Tek dünyam onu sevmek, tek derdim onun yokluğu…
Hiç unutmuyorum en yakın arkadaşımla yemeğe çıkışını. Dost yemeğiymiş! Canını öyle acıtmalıyım ki benden vazgeçememeli. Aynı onun bana yaptığı gibi. Öyle seviyorum ki onu öldürebilirim. Öyle nefret ediyorum ki ondan vazgeçemiyorum.
Şu yobaz balıkçı ters ters bakıyor zaten…
Neden buraya geldim, neden bu banka oturdum; bilmiyorum. Hep gelir geçerdim buradan ama hiç durmazdım. Neden?
Yok olmayı istemeli insan. Ya ben yok olurum ya benim dışımdaki…
Bir kere sevdin mi bir daha bitmez o aşk. Ancak form değiştirir ama sonsuza kadar sürer. Tek çıkış yok olmaktır.
Elini tutamam ki, millet zaten ters ters bakıyor…
Neden geldim buraya, gerçek nedeni ne? Dünyada tek, Hayal dükkânı gösterme bahanesiyle geldim güya ama anladı mı acaba gerçek derdimi? Tek derdimin o olduğunu.
Ayrılmak istediğimi nasıl söylesem ki bana âşık olsa…

Kadın, iç ses…
Elimden neden tutmuyor. Utanıyor mu benden? Hayal dükkân dediği altı üstü oyuncakçıymış…
Onu kaybetmek istemiyorum. Ama ciddileşmek de istemiyorum. Engeller o kadar çok ki…
Garip bir şekilde onu sevmeye çalışıyorum. Neden? Bir gerçek varsa o da onu Mustafa gibi ve Mustafa kadar sevmediğim gerçeğidir…
Anlamadığım; onun beni sevme nedeni…
Evlenme mi teklif edecek? Oyuncakçıya ancak çocuk için gelinir çünkü. Umarım evlenme teklif etmez sabahın bu saatinde. Nasıl engellerim bu işi…

-Kadın: Tatlım bana boyoz alsana
-Erkek: Olur aşkım
-Erkek: Boyoz ne kadar?
-Boyozcu: Hediyem olsun ağabey, bugün işler iyi, bu da son boyoz
-Erkek: Eyvallah

Erkek sarı banka geri döner, kızdan biraz uzağa oturur…
Adam ol adam. Kızı bırak. Kaderine bırak. Baksana seni istemediği her halinden belli. İlla bu aşk bitecekse git kendini öldür. Boyozcunun insanlığından utan…
Evet, boyoz yemesi bittiğinde kalkalım, evine bırakayım, evime gideyim, öleyim, yazayım veya…

***

- Kalkalım mı?
- Sen bilirsin
-Evine bırakayım seni
- Sen bilirsin
Hızlı adımlarla kadının evine doğru yola çıktılar. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Kadın etrafa, adam yere baktı. Kadın düşünmeden yürüyor, adamsa düşündükçe adımlarını sertleşiyordu. En sonunda kadının evine geldiler. Kadın ‘güle güle’ dedi. Adamsa hiçbir şey demedi…

***

Kadın iç ses
Bana inanmıyor: biliyor, anlıyorum. Ama bu hayat benim, ona âşık değilim ama etrafımda olmasını istiyorum. Neden beni bu kadar istiyor ki. Neden verdiklerim ona yetmiyor ki. Bana yetmişti. Mustafa bana yetmişti. Mustafa’nın beni sevmemesi Mustafa’yla ilgili bir şey ve yalnızca onu ilgilendirir. Önemli olan benim Mustafa’yı sevmem değil mi? Onun beni sevmemesi veya benim kadar sevmemesi benim aşkımı bağlar mı? Aşk da insana yetmezse neden yaşar ki bu hayatta…

Adam iç ses
Benim farkım ne ona göstereceğim. Kimsenin onu benim kadar sevemeyeceğini göstereceğim…

***

Kadın sessizce banyoya yönelir. Akşam Mustafa’nın oğlu için düzenlediği birinci yaş günü partisine davetlidir…
Kadınlar banyoda sadece dışlarını değil içlerini de temizlerlermiş…
Adam, kadın banyodayken koşarak evine gider. Kapıyı açar. Günlerdir düşündüklerini yapmaya karar verir…
Kadın banyoda sürekli Mustafa ile adamı karşılaştırır…
Adam, çoktan kadının evine geri dönmüştür. Kadının kapısını çalar. Kadın telaşlı bir şekilde banyodan çıkar, yarı çıplak vaziyette ‘kim o’ der. Adam ‘benim’ diye cevaplar. Kadın güvenerek kapıyı açar. Karşısında kırmızı bir valiz ve adam vardır…
- Hayırdır
- Seni o kadar seviyorum ki; ne istersen yaparım
- Bunları defalarca konuştuk ya
- Evet, ama ben seni seviyorum
- Bu sorunu çözmüyor ki. Senin beni sevmen seninle ilgili bir durum
- Bu valiz sence ne?
- Bilmem
- Bu valizin içinde sana üç seçenek var
- Oyun oynama
- Oyun sırası bende
- Peki, neymiş o seçenekler
- Bu valizde: ya benim buralardan gitmek için hazırladığım siyah bir pardösü, garip bir 14’lü ve sana ayırdığım yalnızlığın var; ya artık tüm hayatımı senin yanında geçirmek için hazırladığım en sevdiğim birkaç elbisem ve yalnızlığım var; ya da senin intihar mektubun var… Sen karar ver. Hangisini istersen onu seç…
- İçeri girsene, biri duyacak…
Adam içeri girer. Adam, valiz ve kadın beraber salona geçerler. Kadının tüm kadınlığı adamın gözlerinin içindedir artık. Kanepeye otururlar. İlk lafı kadın eder…
- Akşam beraber Mustafa’lara gidelim mi? Oğlunun yaş günüymüş…

***

Sabah olduğunda adam:
Bu muymuş Mustafa? Ne benim kadar âşık ne de benim kadar adam. Bu kadın ne buldu ki bunda, hiç anlamadım. Dedikleri doğru herhalde: Aşk dedikleri ihtiyaçla ve doğru zamanlamayla sağlanan; insanın beyninde yarattığı karşı cinsle ilgili bir yanılsama olsa gerek…
Bu muymuş aşkım? Kâğıttan bir kule gibi dağıldı tüm yazdıklarım. Yarattığım o kadın artık benim, yalnızca benim…
Eski aşkım öldü yaşasın yeni hayatım…
Kahvaltıyı ne zaman yaparız acaba?

Sabah olduğunda kadın:
Artık seviyorum. Mustafa çok gerilerde kaldı. Mustafa’yı aştım. Öldü benim için. Zaten artık dün geceden sonra bu adamı sevmeliyim. Seviyorum, seveceğim…
Bir kadın başka ne ister ki. Ne istersem yaptı. Hem gece sevişirken, hem de Mustafa’larda her şeyi bana göre ayarladı. Uysal bir kedi gibiydi…
Bir kadın başka ne ister ki: Aşk dolu gözlerle kim sevişmez ki…
Bir kadın başka ne ister ki…



















Yaşlı Bir Adam Banka Oturur; Cuma, Saat: 10.15

Ayaklarım artık nefesimi taşıyamıyor. Bu bank çok iyi oldu. Bunu buraya koyanlardan Allah razı olsun. Yürürken daha iyi düşünürüm aslında ama çok yoruldum, çok… Oturmam lazım.
Artık yarım saatten fazla bir yerde oturduğumda içim geçiyor. Bu da bana ölümü hatırlatıyor. Ölümü duymam; ölüme yaklaştığımdan değil hayatı sevmemden kaynaklanıyor. Hem ölüme yaklaşan ben değilim ki ölüm bana yaklaşıyor…
Geriye, geldiğim yol kadar yolum var. Gideceğim ve diyeceğim ki ‘kızım annen beni dövüyor, beni bir bakım evine bırakır mısın?’
Demez mi kızım bana: Sıra onda…
Torunlarım için ölürüm, kendim için ölmem torunlarım için ölürüm. Ama en çok da zeytin gözlü, zeytin saçlı Gizem için ölürüm. Bana sarılışı diğer torunlarımdan çok farklı. Nedendir bilmiyorum ama öyle hissediyorum. Yine, yıllardır çocuklarıma yaptığım ayrımı mı yapıyorum? Ama elimde değil ki, ben böyle hissediyorum.
Hissettiğin gibi yaşa diyorlar ya. Doğrusu; doğru yaşa ve yaşadığın gibi hisset olmalı. Yoksa benim gibi olursunuz. Sen hissettiğin gibi yaşarsın ama dünya da sana senin için hissettiği gibi davranır. Gereksiz, yetersiz, anlamsız…
Yaşımdan olsa gerek bu bankta oturmamı kimse garipsemedi. Sanki yıllardır burada gibiyim. Bu bank gibi, buranın demirbaşı gibiyim. Ama biliyorum ki; banka ilk kim ihtiyaç duyarsa, ondan başlayan zincirleme bir reaksiyonla beni buranın dışına atacaklar. Birkaç göz atma bu işe yetecek…
- Kızım, annen beni dövüyor
- Zamanında sen de onu dövmedin mi baba?
Kafamda bu cümleler çınlıyor. İlk cümleyi söylemek mi, ikinci cümleyi duymak mı daha zor? Kızım söylemez bana böyle bir şey. Peki, ben ona nasıl söylerim ‘annen beni dövüyor’ diye. Nasıl geçmişte ben; iş stresi, sevgililerim, geçim derdi, kıskançlık falan filan diye anlamsız mazeretler uydurduysam, annesi de demez mi ‘beni dinlemiyor, altına ediyor, her gün ölmekten bahsediyor, başını alıp gidiyor sonra da dönmüyor’ diye.
Ne onurlu günlerdi. O zaman öyle sanırdım. Sokakta solcu avlardık. Her solcu yakaladığımızda amirimiz iki gün izin verirdi. O iki günü de meyhanede geçirirdik. Sokakta adam döv seni ödüllendirsinler, ne ala memleket. Gel de evde hanımı dövme…
Cahillik işte. Cahillik. Şimdi ne oldun bak bir kendine. Karısından dayak yiyen, altına yapan basit bir bunak oldun. O kadar. Karım bana her vurduğunda dayak attığım adamlar bana vuruyor gibi oluyor. Cahillik işte. Cahillik…
Elinde papatyalarla kırık saçlı bir kız yaklaşıyor ve papatya sandığım şeyler kız yaklaştıkça mendile dönüşüyordu.
Hiçbir şey demeden mendili bana doğru uzattı. Ben de hiçbir şey demeden parayı ona uzattım. Mendilden sesler geliyordu. Gizem demişti bana bunu. Bir şairinmiş, mendilinden kan sesleri gelen insanları yazan, bir şairin dizesiymiş bu. Bir mendil niye kanar diye soran bir şairin lafıymış bu. Şimdi anlıyorum bir mendil niye kanar…
Bankta daha fazla oturmamam gerektiğini hissettim ve doğrusunun eve geri dönmek olduğuna karar verdim. Kime ne benim kanayan hayatımdan, kime ne. Ne hakkım vardı kanamamı kızımla dindirmeye. Evet, eve geri dönmeliyim. Daha fazla gecikirsem dayak şiddeti artabilir…
Yavaşça doğruldum, geldiğim yere yöneldim…

***

Adımlarım boştu, mağluptu. Yürürken hep eskileri hatırlardım. Hayal dükkânın kurucusu ne iyi adamdı. Bir keresinde beni göstericilerden saklamıştı. Hak etmiştim aslında o gün dayağı ama… Bir seferinde de göstericinin birini benden saklamıştı. Bir önceki seferin hatırına görmezden gelmiştim. Buradan her geçtiğimde ilk önce bu iki olayı hatırlardım…
Bugünkü güneş, dükkân camlarının beni yansıtmasına izin vermiyordu. Zaten yok gibiydim...
Bu yolda hemen hemen her gün yürürdüm. Tüm tanıdıklarım beni her gün selamlardı, bense sadece söylenirdim. Hem de sadece kendi kendime söylenirdim.
Ben galiba garip huylu bir tümörüm. Tek tedavimse yokluğum. Böylece sadece ben değil benim çevremdekiler de tedavi olacaktı aslında ama gel de anlat bunu hanıma…

***

Biraz hızlansam iyi olacak, belki hanımın kahvaltıya yetişirim...
Sabahları altı gibi kalktığım için kahvaltımı her sabah yalnız yaparım. Bu yalnız kahvaltı işi bana öyle bir haz verir ki; sanırsın bekleyen hayat değil de beyaz tenli bir kadın… Hemen her sabah önce ocağa çay suyunu koyar sonra da o suyun kaynama sesi eşliğinde dolaptan kahvaltılıkları çıkarırım. Beyaz peynir, etsiz siyah zeytin, hanımın özel acısız ezmesi, incir reçeli, yeşil zeytin, domates, biber… Keyifli bir günün sabahında ise genelde biberleri ocakta közlerim. O közlenmiş biber kokusu iştahımı o kadar açar ki; her biber közlediğimde mutlaka yumurta da eklerim yalnız kahvaltıma…

***

Kapıyı açan yok. Yine anahtarımı kullanayım bari. Hanım nereye gitti acaba? Kahvaltı da yapmamış. Acaba istediğimi yapmak üzere mi ayrıldı bu sabah evden?
Aslında zamanında hoş ve yaşanır kadındı bizim hanım. Ama yıllarca anestezi doktoru olarak çalıştığı için artık biraz otoriterdi. Her ayrıntıyı düşünür, hatayı sıfıra indirmeye çalışırdı. Mesleğinden olsa gerek. Bu ülkede mesleklerimizi seçemediğimiz gibi mesleklerimiz bir süre sonra karakterimizi seçiyordu. Örneğin benden sevgisini gösterebilen biri yaratamamıştı bu hayat, bu ülke. Hanım da asosyal bir insan olmuştu. İnsan görmek istemiyordu. Bu ya mesleği boyunca çok insan gördüğünden ya da çok insanı ölü gördüğündendi.
Dün gece yaptığımız konuşma onu ikna etmiş olabilir miydi acaba? Tehditlerim işe yaramış mıydı?
Cüzdanını yanına almış. Peynir sabah bıraktığım gibi. Kahvaltı bile yapmadan evden çıkmış yani. Acil bir şey mi oldu acaba? Torunlarım, kızım? Ama o zaman beni cep telefonumdan arardı. Onun da cebi yok ki. Kızı arayıp telaşlandırmayayım şimdi.
Ev üstüme doğru geliyor…
En iyisi biraz uyumak…

***

Öğle olmuştur herhalde. Hanım, hanım geldi mi acaba? Mutfaktan tıkırtılar geliyor. Gelmiş anlaşılan…
- Sabah nereye gittin? Dün gece bir şey söylememiştin
- Senin istediğin şeyin en doğrusu olduğuna karar verdim
Yaşlı adam şaşkın gözlerle…
- Yapacaksın yani
Kadın kararlı bir baş sallamayla…
- Evet

***

Önce oturup eski güzel günlerden bahsettiler. Sonra torunlardan, kızdan, gelinden konuştular. Çaylar içildi, dünden yapılan kurabiyeler yendi. Zor günlerden konu açtılar. Maddi sıkıntıyla geçen zor günleri gülümseyerek anımsadılar. Güzel günleri ise sanki bu güne kopyaladılar...
Tüm bu hatıralar onlara akşamı yaptırmıştı. Yaşlı adam telefonun başına geçti. Kızını, oğullarını, torunlarını, birkaç arkadaşını aradı, halini hatırını sordu. Bunu zaten iki akşamda bir yapardı...
Akşam yemeğinde mercimek çorbası, karnıyarık, mantı ve baklava vardı. Bu adamın hayalindeki menüydü...

***

Sıra planlarını uygulamaya gelmişti. Adam hayatında ilk defa namaz kıldı. İnanmazdı aslında böyle şeylere. Zaten namaz sırasında dua etmek yerine düşündü. Geçmişi, sonrayı, kırdığı insanları, öldürdüğü gençleri, hanımını, Gizem’i, ilk aşkını… Hep gülümsedi bunları düşünürken. Bir problemin çözümünü bulmuş bir adam gibi gülümsedi.
Yaşlı adam yatağa yattı. Karısı yanına geldi…
Karısı da böyle bir ölüm isterdi aslında. O yüzden razı olmuştu bu işe…
Yaşlı adam kolunu sıyırdı. Karısına, altına ettiğinden beri yüzüne bakamadığı karısına baktı. Bu sefer baktı. Gururlu bir bakıştı bu bakış. Karısı gözlerini kaçırdı. Dayak atmaya başladığından beri ilk göz kaçırışıydı bu. Enjektörü damara ustalıkla yerleştirdi. İlacı yavaş yavaş damara verdi. Yaşlı adam tatlı bir uykuya daldı. En azından karısı öyle gördü…

***

Her şeyi düşünmüşlerdi. Kimse bir şeyden şüphelenemeyecekti. Kadın zaten bu işte ustaydı, doktordu. Yaşlı adam kalp hastasıydı, şekeri vardı, tansiyonu vardı; yani bu yaşta ölmesi normaldi.
Kadın kocasını sabah yatakta ölü bulacaktı. Otopsi falan gerekmeyecekti, şüpheli durum yoktu ki. Tatil sabahı ölecekti yaşlı adam. Böylece herkes cenazeye gelebilecekti…

***

Cumartesi sabahı ülkenin ve şehrin çeşitli yerlerinde belli aralıklarla, belli insanların telefonları çalmaya başladı…
Cenaze memlekete gidecekti…























Elinde Kitapla Bir Genç Banka Oturur; Cuma, Saat: 10.45

Böyle daha önce hiç oturmadığım ama çevredeki herkesin beni tanıdığı yerlerde oturmayı seviyorum. Değiştiriyor beni, yeniliyor. Böyle yerlerde tüm anlığımı bazen insanlar bazen mekânlar yağmalıyor. Buradaki bu durağanlığa, insanların yüzlerine ve günlük dertlerinin peşinde koşacak olmalarına bakacak olursam; oturduğum bu bank sanırım beni en çok tatmin edecek şey olacak.
Önce şöyle bankın bir kenarına oturayım. Sarı, tahtadan yapılmış bir bank bu. Üstünde bir yazı var. Sanırım banka reklamı. Kazımalar ise oldukça silinmiş, belli belirsiz. Gözle değil ancak dokunarak anlaşılabilir bu kazımalar. Bugün için ne kazındığını anlamak isteyenler dokunmalı bu banka; aynı zamanında buraya kendilerini kazıyanlar gibi…
İçime dolan oksijen o kadar özgür ki. Yine kaybolmayı başardım işte. Elimde bir kitapla şehrin burada yaşayanlar için en çıkmaz bölgesinde, sarı bir bankta kayboldum. Yazmak istediğim gibi bir kitabı okumak, bulmak için geldim buraya. Elimdeki kitabın fütürist bir tarzı olduğunu, gelecekte kitapların bunun gibi olacağını söylediler. Ben de inanmadım, okumaya karar verdim.
Herkesin ortasında ve etrafta ses varken okuduğumu daha iyi anlıyordum. Bu belki de yalnızlıkla ilgili bir şeydi, bilmiyorum…
Kitabı açtım okumaya başladım…
Kitap' Garip' adlı bir öyküyle başlıyordu…
‘‘Garip

Basit bir öykü bu…

Ellerini musluğun altından çektiğinde o hiç sevemediği sarı havlu gözüne ilişti. Ellerini havluyu içine sindirebildiği ölçüde kuruladı. Banyonun kapısını açarken ‘bu kapı kollarını yapan ustanın…’ diye düşündü.

Tanrım, bugün de bir geçse…

Başka bir kapıdan dışarı çıkmaya doğru giderken sağ gözünü kavanozundan alması gerektiğini hatırladı… Ah neydi o eski günler; sağ gözünün görmediği güzel günler…
Gözünü aldı, yerine taktı.

İnsanlar için cenaze kutlamaları organizasyonu yapan bir firmada çalışıyordu. İlk müşterisi gelmişti bile. Bir ay sonraya yetişmesi gereken bir kutlamanın ayrıntılarını konuşmaya başladılar… Önce her zamanki gibi kötü günler hafızadan silinmeliydi. Sanırım bunun için yarın müsaittiler, müdürüne danıştı, onay aldı. Sonra ölecek adama döndü ve sordu ‘sizin istekleriniz nelerdir’. Adam sıralamaya başladı, ama adamı duymuyordu, aklı sarı havluya ve kapı koluna takılmıştı…

‘Tanrım, bugün de bir geçse’ diye düşündü ve bunu sağlamak için müdüründen izin almaya karar verdi…’’


***

Başımı geriye doğru yasladım, kitabı kapattım, ellerimi yüzüme kapadım. Düşünmek için böyle yapardım. Ellerimi yüzüne kapatarak hayatı basitleştirmeye, anlamaya çalışırdım. Ellerim yüzümdeyken görmek istemediklerimi görmüyor, görmek istediklerimi hayal ediyordum…
Ellerimi yüzümden çektim. Laciverde boyadığım yalnızlıklar umut ediyordum. Ellerimi yüzümden çekene kadar istedim. İstedim ama tam karşımda Kader sokağın yeni asılan tabelası beni uyandırdı…
Uyaksız geri dönüşler yaşadım, Kader’i hatırladım. Eskiyi, sokakları, kitapları, hayatı, kendimi ve bir zamanlar taptığım her şeyi hatırladım…
Tarifsiz bir hüzün çöktü tüm yaşayacaklarıma. Banktan kalktım ve eve geri dönmeye karar verdim. Bankın sarı rengi galip gelmişti yaşama sevincime. Hiç sevmediğim Kader beni burada da bulmuştu…
Boyozcu, balıkçı, Hayal dükkân, mahallenin delisi, kimine göre çöp bana göre gözyaşı demek olan sarı yaprakları toplayan adam, iki çocuk, dilenci anne ile kızı; hepsi spontan bir şekilde arkamda kalıyordu. Kafam ayağımdan hızlıydı...


***

Kader, arabamla çarptığım kızın adıydı. Kız öldü mü, ölmedi mi bilmiyorum. Kaçtım çünkü. Ama birden önüme atılmıştı, hatam yoktu bana göre. Kimse görmemişti. Arabadan inip nabzını kontrol etmiştim, atmıyor gibi gelmişti. İsminin yazdığı kolye boğazına saplanmıştı. Öyle kanıyordu ki, paniğe kapıldım. Kaçtım işte kaçtım. Belki de benden sonra biri bulmuştur. Belki de kız hala yaşıyordur. Ama benim hatam yoktu ki…
Vicdan dediğin şey tamamen zamanla ilgili bir şey olsa gerek. Yoksa nasıl dayanırım ben bu kadere…

***

Evimin metal kapısını gıcırdaya gıcırdaya açtım. İlk hedefim viskimdi. Bir an önce birkaç yudum almam lazımdı. Şişeyi elime almamla bardağa doldurmam ve içmem arasındaki zamanda duyduğum şişe sesi, bardağa viski dolma sesi ve viskiyi içme sesim; kendi içime yaptığım kısa bir yolculuk gibi, hayatımın özeti gibiydi…
Çok sevdiğim siyah kanepeme oturdum. Elimde viski, kafamda hayat, sabah çıkarken açık bıraktığım bilgisayarda Mahler’in The Titans’ı, tam karşımda boy aynam, etrafımda sonsuz bir yankı ve ayaklarımda her zamanki titreme…
Herkes, her şey beni yargılıyordu. Sevmiyor, yargılıyordu…

***

Kendi içinde kaybolmak istemeli insan, derine ve daha derine, kimsenin bulamayacağı, ulaşamayacağı, gerçeğin yazılı olduğu sayfalara varmalı.

***

Bu yeni anlardan sonra, gözlerimi kapatmaya ve anlığımda derin bir yolculuğa çıkmaya karar verdim... Aslında buna zorunluydum…
Kim demişti ‘karanlığın en koyu anı aydınlığın en yakın olduğu andır’ diye. Anımsamıyorum ama şu anki durumumu o kadar iyi anlatıyor ki bu cümle…
Gözlerimi kapattım; ilk gördüğüm bir sis bulutu ve içinden çıkan bir el oldu. Bu el ne bana uzanıyordu ne de beni itiyordu. Her şey bana bağlıydı. Ele doğru gitmeye karar verdim. Ben gittikçe elin parmak sayısı artıyordu. Ben gittikçe sis dağılıyor ama karanlık artıyordu. Karşıma bir adam çıktı ‘vazgeç’ dedi ‘yanlış yoldasın’ dedi. Gözleri takmaydı. Yürümeye devam ettim. Karşıma bir gölge çıktı. Işıktan oluşan bir gölgeydi bu. ‘Sonu yok’ dedi bu ışıktan gölge, sonu yok bu yolun. İnanmalı mıyım diye düşündüm. Ama hala kafamda yanıtsız bir sürü soru: Tanrı, hayat, kader, Kader, ölüm, gülmek, ağlamak, varoluş, intihar… Yola devam etmeye karar verdim. Bir ses duydum yolun sonundan:
‘Ne farkın var diğer insanlardan, küçük bir andan başka’ diyordu. Anladım.
İtaat et diyordu. Anladım.
Düşünme inan diyordu. Anladım.
Tap diyordu. Anladım.
Ez diyordu. Anladım.
Öldür diyordu. Anladım.
Öl diyordu. Anladım.
Savaş diyordu. Anladım.
Görme diyordu. Anladım.
Anlama diyordu. Anladım.
Duyma diyordu. Anladım.
Yap diyordu. Anladım.
Yakar diyordu. Anladım.
Yardım et diyordu. Anladım.
Dur diyordu. Yoluma devam etmeye karar verdim.
Bu yolun sonu benim başlangıcım olabilirdi. Karanlık o kadar artmıştı ki…
Ya bu yolun sonu benim başlangıcım ama diğer her şeyin sonuysa.
Ya anlığımdaki her şey benim tanrımın özellikleriyse…
Nereye?
Neden?
Nasıl?
Gözlerimi açtım. Viskimden bir yudum aldım. Vazgeçtim böylece. Vazgeçtim işte. Her zamanki gibi, her insan gibi; vazgeçtim.
Gerçekler benim gördüklerim değil midir?
Aradığım Tanrı mıydı, Kader miydi?

***

Yalnız ölmeli her insan. Yalnız yaşamalı, yalnız nefes almalı. Yalnız olmasam nasıl dayanırdım bu hayata, bu gelip geçen insanlara, bu dertlere…

***

Siyah kanepeme uzandığımda başım o kadar ağrıyordu ki. Yine bir kriz geliyor herhalde diye düşündüm. Bir an önce sessizliği sağlamalı ve evin en karanlık yerine gitmeli, dinlenmeliyim diye geçirdim içimden.
Önce telefonun fişini çektim, sonra da kapı zilini devre dışı bıraktım. Mahler’i ise asla kapatmazdım. Evin en karanlık yeri tuvaletti. Boyayabildiğim her yeri siyaha boyamıştım. Yılda bir veya iki buraya çok ihtiyacım olurdu.
Siyah klozetin üstüne oturdum. Ayaklarım çıplaktı ve yerdeki siyah fayansa değiyordu. Fayansın soğukluğu çok önemliydi benim için. O yüzden tuvaletteki kalorifer peteğini iptal etmiştim. O soğukluk ve karanlık birleşince, sessizliği benim için var ediyorlardı. Sessizlik ancak bu şartlarda benim için ‘ben’ oluyordu.
En güzel şiirlerimi böyle zamanlarda ve burada yazardım. Klozetin yanındaki masada kâğıt ve kalem eksik olmazdı. Bu tekniği Nietzsche’den öğrenmiştim. Oysa bu karanlıkta yazdıklarımı çoğu zaman okuyamazdım ve sonradan uydururdum. Ama yine de o sessizlikte, o karanlıkta ve o yalnızlıkta kalemin kâğıt üzerinde çıkardığı ses; her zaman en iyi şiirimdi…
Bugün de terapim başlıyordu. Kaleme uzandığımda kalemin benim için önemini düşündüm…
Yazdım, yazdım, yazdım…
Ne yazdığımı ancak ışıkları açınca anlayabiliyordum…

***

Tuvaletten nasıl çıktım da buraya geldim hatırlamıyorum. Kâğıtlar yerde, kalem kâğıtların tam üstündeydi. Genelde böyle olurdu, hatırlamazdım. Terapi başarılı geçmişti yani. Yazdıklarımı merak ettim. Siyah kanepemde oturur vaziyetteyken yerdeki kâğıdı elime aldım…
Okumaya başladım. ‘Yaşadıklarımı ve yaşayacaklarımı yazıyorum’ diye başlamışım. ‘Kader’i öldürmekle sağladıklarımı anlayın’ diye devam etmişim…


***

Kader, Hayal dükkânda yeni işe başlayan kızın kardeşiydi. Kader’in ailesini aramış bulmuştum. Altı ay boyunca uzaktan izlemiş, ilk fırsatta babayla arkadaş olmuştum. Hiç sevmediğim halde aynı kahveye gider, bazen dertleşir, bazen de sessizce otururduk. Eğer biriyle hiçbir şey konuşmadan oturup, rahatsız olmuyorsanız aradaki mesafe oldukça azalmış demektir. Ama Kader’in babası yine de bana hiçbir zaman Kader’den bahsetmezdi. Birkaç kere çocuklarını sormama rağmen lafı hep geçiştirirdi. Geçim derdinden, karısından, diğer kızından bahsederdi ama Kader’i hiç ağzına almazdı…
Hayal Dükkânın sahibi Deniz benim yakın arkadaşımdı. Bir gün yanındaki kızın işi bırakacağını söyleyince benim de aklıma Kader’in kardeşi geldi. Babasına haber verdim ve kızın işe girmesini sağladım. Kız işe girdikten sonra da artık kahveye sadece adamın şüphelenmemesi için gidiyordum. Yavaş yavaş kahveye gitme sıklığımı azalttım ve en sonunda artık hiç gitmez oldum. Kader’in babası arada soruyordu ‘niye gelmiyorsun’ diye. Ben de onun yaptığı gibi yapıp, soruyu geçiştiriyordum.
Kader ölmüş müydü, yaşıyor muydu? Yaşıyorsa nasıl yaşıyordu? Öğrenemedim. Ama sanırım evin en azından babası tarafından sevilmeyen çocuğuydu. Aynı benim gibi. Öyle olmasaydı, ölmüş de olsa insan kızını anlatmaz mıydı? Anlamadığım; Kader’in babası bazen aynı benim gibi öyle bir sessizleşirdi ki öldü sanırdım. Sanırım o anlarda Kader’i, yaptığı hataları düşünür ölmek isterdi, aynı benim gibi…

***

Yine kriz, yine viski, yine Kader, yine yenilgi…
Bu sefer de yenildiğim kendimdi. Gözümü kapattım, açtığımda yenilmiştim. Yetmedi kriz geldi, engelleyemedim, yine yenildim…
Kader'in kardeşi de Kader'e çare olamamıştı, biliyordum...

***

Akşam oluyor, benimse başım dönüyordu. Hatırlamak istemediğim ne varsa kafamın içinde bir oraya bir buraya çarpıyordu…
Yazdıklarım yaşayamadıklarımdı, okudum...
Yarın sabah Hayal dükkândan bir oyuncak almalıyım; diye düşündüm ve gözlerimi kapattım…





















Biri Kasketli İki Adam Banka Yaklaşır; Cuma, Saat: 11. 17

-     Bizim Murtaza burada diyon sen şimdi
-     Evet, hatırladığım tarif buralar
-     Ne demeye geldiysek yanına, sanki yapcak işimizi
-     Başka çaremiz mi var?
-     Kaç para ister acep
-     Daha önce dedim ya; iki senelik maaşın bir senesini kendine, bir senesini vekile alıyormuş
-     İşin garanti olduğunu bilsem, sorun değil, ne yapalım. 550 aylık alcak kız şimdi ha. O zaman 6600 lira ona, 6600 vekile. Yarısını şimdi versek de yarısını işe başlayınca versek olur mu acep?
-     Ne bileyim, sorcaz, konuşcaz işte
-     Yav kız şöyle sağlam bir işe girse de, gerisi önemli değil. Varsın asgari ücret alsın. Ne yapalım.
-     Tabi canım. Sonunda bir ticaret olarak varsay bu işi
-     Şu bankta azcık nefeslenek, daha zamanımız var
-     Olur
-     Karnın aç mı muhtar emmi?
-     Yok, sağ ol
-     Ben bildim bileli, bu Murtaza hep böyle işlerle uğraşır. O parti senin bu parti benim gezer. Bir gün gelip de şükrettiğini görmedim. Küçük kız da almış ha, hanımının üstüne.
-     Öyle diyorlar valla. Ben diyenlerin yalancısıyım. Ama Murtaza’nın dini bütünmüş, hacca filan gitmiş, namazını da kılarmış
-     İyi, iyi o zaman. Mübarek adam yani
-     Hadi kalk geç kalmayalım, partide bizi bekliyordur
-     Yav bence biz yanlış yerdeyiz
-     Niye?
-     Sen gitceğimiz sokağın adını ne demiştin?
-     Şehit Muhammet Sadri
-     Bak tam karşımızda Kader Sokak yazıyor. Kalk, kalk geç kalcaz…
-     Yok, yok doğru yerdeyiz, iyi hatırlıyom ben buraları, on dakikalık yürüyüş mesafemiz kaldı. Hem niye geç kalalım ki? Bankaya mı gidiyoz?






-     Ne bileyim? Acemilik işte.
-     Sen bize su alıversene
-     Alırım tabi, yiyecek bir şey de ister misin? Şurada peynir, domates var
-     Yok, boşa masraf etme. Partide yeriz
-     Ayıp ettin muhtar, ne masrafı?
-     Yok, yok valla alma. Su al yeter
-     Peki…

***

-     İki su versene
-     Hangisini isterin
-     Fark etmez, ver işte. Ne kadar?
-     İkisi 1 lira

***

-     Al muhtar
-     Sağ olasın
-     Sen şimdi bu Murtaza işimizi yapar diyon yani
-     İnşallah diyom, başka bir şey demiyom
-     Kızma hemen
-     Yok, niye kızayım ama konuştuk ya bunu
-     Ne bileyim ilk defa rüşvetle iş yapacam da, inanamıyom
-     Bir şey olmaz, alışırsın. Alış zaten yoksa hep mağdur olursun. Bak sana bir şey anlatayım. Hani biz çok güveniyoz ya hâkime, savcıya falan. Ben birini tanıyom. Adı Abdullah. Adliyeden emekli olmuş. Bu Abdullah, bazı hâkim ve savcılara karı pazarlıyor. Böylece istediği kararı aldırıyor. Bizzat şahit oldum. Yemin de ederim istersen.
-     Ya ne bileyim, inanmak istemiyor insan.
-     Yok, valla doğru
-     Ne olacak ki, kanun dediğin; insanların yazdıkları değil mi? Bir gün biri yazar başka bir gün biri siler. Kızını gözlerinin önünde öldürene sen suçlu dediğinde, ben sen kâbus gördün ve adam suçsuz desem ve ben hâkim olsam kim haklı gelir? O yüzden takma kafana, ver paranı, yürü yolunda.
-     Ne bileyim biz böyle görmedik atamızdan, dinimizden. Bize dürüst ol dediler, haksızlık yapma dediler
-     İyi diyon da yaşadığın yerin kurallarına da uy demediler mi? Bu rüşveti de öyle düşün. Hadi kalk gidelim artık partiye. Unutma, konuşmayı bana bırak. Sen karışma.

***

-     Evlat bizim randevumuz vardı Murtaza Beyle. Köyünün muhtarı dersin
-     Buyurun
-     Hoş geldiniz, muhtar otur hele, sen de kardeşim, otur otur. Nasıl bizim oralar, anlatın bakalım. Ama dur önce bir çay söyleyeyim.
-     Valla efendim bizim oralar iyidir sayenizde. Yeni cami de bitti. Bir de ocağa doktor ayarlarsanız tamamdır. Adınızı kimse silemez artık oralardan
-     Tamam, muhtar tamam hallederiz
-     Efendim bizim geliş nedenimiz malum. Köyümüzün yaşlılarından Topal Efendi’nin kızının işi için geldik buraya. Bu kızı şehirdeki hastaneye işe koysak diyorum
-     Ne demek, ben köylüme yardımcı olmayacağım da kime yardımcı olacağım
-     Efendim üstümüze düşen neyse yaparız
-     Üstünüze düşen bir şey yok, siz bana kızın bilgilerini verin, ben sizi aratırım
-     Aman efendim çok sağ olun
-     O iş kolay da muhtar, sen de bize seçimde yardımcı olursun demi. Hani geçen yapmıştık ya.
-     Tabi tabi, boynumuzun borcu
-     Topal Efendi’yi kızın bilgilerini vermek için sekreterime gönderelim de biz sohbete devam edelim
-     Tabi ki. Hadi Topal emmi.
-     Muhtar, konuştuğumuz gibi, adamım seni bulacak, emaneti unutmayın


***

-     Ya muhtar, adamın bir de günahını aldın, bak bir şey istemedi bizden
-     Ah Topal Efendi ah. İstemez olur mu? Seni niye dışarı çıkardı sanıyon
-     Ne diyon ya. Vay be helal olsun. Bu işler tam rayına oturmuş yani, bravo

***

Muhtar ve Topal Efendi aynı yoldan geri döndüler. Aynı bankta oturup soluklandılar. Bu sefer ikisi de konuşmuyordu. Yabancılaştıkları, ürettikleri bu rüşvet çarkıydı. Bu dünya onları, en çok da Topal Efendi’yi rahatsız etmişti. Aynı büfeden alış veriş yaptılar. Köye götürmek için şehir ekmeği ve çikolata aldılar. Köydeki çocuklar içinse modern oyuncakçıdan birkaç pilli oyuncak aldılar.
Akşam olduğunda otogara gelmişlerdi. Partiden beri bir iki mecburu laf dışında hiç konuşmamışlardı. Otobüse binerken, şehre gelirken yaptıkları gibi özenli değillerdi. Takım elbiseleri buruşmuş, ayakkabıları tozlanmıştı. Topal Efendi’nin kasketi kaymış, Muhtarınsa yorgunluktan olsa gerek suratı iyice düşmüştü.

***

Topal Efendi İç Ses
Allah’ım sana yalvarıyorum. Kızım işe girsin. Ömrümü ibadetle geçireceğim. Tek çocuğum o benim. Pişmanım, çok pişmanım diğer çocuklarımı öldürdüğüm için. Ama gençtim, bakamam sandım. Devlet de izin verdi, kanuni dediler. Nereden bilebilirdim ki senin kanunlarınla hayatın kanunlarının aynı olmadığını. Şimdi anlıyorum. Bu hayat ayrı, öbür taraf ayrı, şimdi anlıyorum…
Allah’ım sanadır tüm hayatım. Sana yazar, sana okurum. Dertlerime tek şifa sensin. Ne demiştin: Bize kavuşacaklarını ummayanlar, "Bize melekler indirilseydi yahut Rabbimizi görseydik ya!" dediler. Andolsun, onlar kendi benliklerinde büyüklük tasladılar ve büyük bir taşkınlık gösterdiler. Ben de bugün kendi benliğimde büyüklük tasladıysam sana sığınırım...
Biliyorum: Her canlı ölümü tadacaktır. Ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı bize tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete sokulursa gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir. Biliyorum. Af diliyorum.

***

Muhtar iç ses
Bahane, her şey bahane. Öyle ki gizlenen sebep bile unutulmuş durumda…
En iyisi köy, toprak…
Şehir dedikleri insanın düşmanı…
Bir de utanmadan mezarlıkları şehrin en güzel yerlerine yapmışlar…

***

Hayat: Sunum Adı: Anlayanlara ortak iç ses...

Anahtar cümle: Yeni bir sperm ne katarsa yumurtalığa, insan da hayattan onu anlar ancak...

Yeni bir Tanrı ne isterse kullarından, onu isteriz ancak

Yeni bir penis ne kadar kuvvetli olabilirse, o kadar kuvvetliyiz

Yeni bir kadın ne kadar sadıksa, o kadar seviliriz

Yeni olan ne varsa yağmalayın ki; yeni olmasın

İstemez kimse yeniyi

Oysa
Her şey yenidir
Her şey değişir
Her yaşayan bilir ki
Kör bir yalan yazıcı kadar ünlenmeli
Yıkmalı o en son yargıları ve güvenmeli
Sevmeli o şehirleri, ön yargı dolu o boş şehirleri
Kaçmalı kırlardan, çiçeklerden
Yaslanmalı mezarlıklara
Hem kim istemez sonrasız karanlıkları, sonrasız olanlardan başka.
Sormalı her canlı kendine
Nasıl dayanırım Tanrı olmamaya hem de yaşarken
Anlat bakalım
Sonun ilki olmaya kim dayanır ey insanoğlu
Beyinsiz bir kambur kadar yaşamalı
Her akşam aynı yoldan aynı saatte geçmeli
Her akşam aynı yere gitmeli
Ve bilin ki yazıldığı gibi ‘cehalet erdemdir’
Dayanın ey insanlar gelecek kurtarıcınız
Ama size başka bir kurtarıcı vaat edecek
Dayanın...
Ve
Yazın kendi yalanlarınızı, nasıl olsa yine siz sileceksiniz...

***

Muhtar ve Topal Efendi köye geldiklerinde gün yeni başlıyordu. Güneş her zamanki gibi her evi ziyaret etmiyor, bazı evleri öğlene, bazı evleri akşama bırakıyordu.
Köy meydanına bakan kahvede henüz hareket yoktu. Ama kahvenin hemen altındaki bakkalın önünde çocuklar sıraya girmişti bile. Oyuncaklarını bekliyorlardı. Muhtardaki oyuncaklar yetecek miydi?














Modern Oyuncakçıda Çalışan İki Kız ve Bir Erkek Banka Oturur; Cuma, Saat: 11.30

Forması aynı tip üç genç, ezbere hareketlerle oyuncakçıdan çıkar ve farklı amaçlarla banka doğru ilerlerler…

Banka otururlar…
Sarı saçlı kız, ellerini göğsünün üstünde kenetlemiş bir vaziyette, kırmızı saçlı kızla, mavi gözlü erkeğin birbirine ne kadar yakın oturduğunu göz ucuyla anlamaya çalışıyordu…

Sarı saçlı kız
Ne fark eder ki benim evrenin bu noktasında olmam. Yanımdaki olmasa ne fark eder. Aslında sadece benim için fark eder. Yanımdaki, ben olmasam yanındakine daha fazla yanaşmaz mı?
Bir şeyler yapmalıyım. Bir şeyleri değiştirmeliyim. Değişmek için önce neye dönüşmek istediğimi tespit etmeli sonra olmak istediğim halimin özelliklerini araştırmalı sonra da taklit etmeliyim. Olmak istediğim halime ancak böyle ulaşabilirim. Yeni halimin özelliklerini bilirsem, öyleymişim gibi rol yaparak bir süre sonra öyle olurum.
Güçlü bir kadın olmak istiyorum. Benim için, yanımdakinin kimliğinin fark etmemesini istiyorum. O zaman hemen şimdi başlamalıyım rolüme. Yanımdakini umursamıyormuş gibi yapmalı, muhabbetlerine katılmalı, hatta aralarını yapmaya çalışmalıyım…
Her an kaybedilebilir ama güvenilir olmak istiyorum. Başkasını sevme ve sır tutma fonksiyonu rolü ile bu özellikleri de zamanla kazanabilirim.
Kardeşim para istemişti, unutmasam da iş çıkışı göndersem…
Dizi dizine değdi mi ne?
Kaybolmak istiyorum. Bazen şehrin derinliklerinde, bazen anlığımda, bazen de beni seven birinin kollarında kaybolmak istiyorum. Bunu için de âşıkmışım gibi davranmak yeterli olur sanıyorum.
Kalbim sızlıyor. Mavi gözleri o kıza her baktığında kalbim sızlıyor. İntikam almak istiyorum. Bir de gülmüyor mu kızın gözünün içine doğru, ölüyorum.
Kırmızı saçlarını yanarken hayal ediyorum…
Garip şey bu hayat. Sen seversin seni sevmezler, seni severler sen sevmezsin. Basit aslında her şey; sevmezsen acı çekmezsin.
Bu anlamsız bakışmalar, konuşmalar ve gülüşmeler inadına, inadına…
Başım dönüyor. Hayır bayılmamalıyım. Çaktırmadan geriye yaslanmalı, derin bir nefes almalıyım…
Bıktım artık. Yok olmak istiyorum…

-     Ben içeri giriyorum, size afiyet olsun…

Mavi gözlü erkek
Bir yanımda nefsim bir yanımda vicdanım. Sarısı doğruluk meleği, kırmızısı hayat meleği gibi bir şey.
Anlıyorum, tüm oyunlarını anlıyorum…
Acaba önce kırmızıyı tadıp sonra sarıyla yaşlanabilir miyim? Bu tabi ki sarının beni ne kadar sevdiğine bağlı. Kimse aptal değil…
Anlamadığım kırmızının ten tadı…
Bir kadında en önemli şey bence ‘ten’. Kadın dediğin pürüzsüz ve bebek teni kadar tatlı olmalı. Ama yine de kırmızı da kırmızı yani…
Gerçi çoğu zaman görünenler aldatıcı oluyor diyorlar ama bir insanın içi nasılsa dışına da bunu yansıtması doğal değil mi? Derler ya ‘görünüşe aldanmayın’. Bence bir insan olduğundan farklı görünemez. Kırmızının içi yanmıyorsa bana neden öyle bakıyor?
Nasıl yapsam da önce…
-Tamamdır, görüşürüz…
Şimdi yalnız kaldık, çaktırmadan birkaç temasla anlarım ben…
Evet, karşılık veriyor ama sınırlı çünkü etraf kalabalık. Yani kimsenin asla bilmeyeceğine inandırırsam ve yalnız kalabilirsek ikimizin de aklımızda bir şey kalmaz. İleride keşke demekten kurtuluruz…
- Sen de mi kalkıyorsun, tamam ben de geliyorum…

Kırmızı saçlı kız     
Bilmiyorum. Tek kelimeyle bilmiyorum. Ne yapmalıyım. Ona bırakmamam gerektiği açık…
Bir kadının bir erkeği sadece zevk için istemesi garip mi?
Böyle desem beni asarlar herhalde…
İstiyorum. Onu istiyorum. Beni sarmasını, tokatlamasını ve keşfetmesini istiyorum. Bana bakıyor mudur acaba?
O gözlükler nereye baktığını resmen gizliyor
Yanımdaki salak da bana bakacağına diğer yanıyla ilgilense kendisi için daha iyi olacak. Gerçi böylesi benim için daha iyi. Bana bakıyor galiba…
- Ben de kalkıyorum…

***

Mesai bitmiş, sarı saçlı kızla kırmızı saçlı kız beraber yürüyorlardı. Aynı mahallede oturuyorlardı. Biri bir memur ailesinin kızıydı diğeri yalnız yaşıyordu. Yalnız yaşayanın ailesi hiç olmamıştı. Yetiştirme yurdunda büyümüş ve okumuştu. İşi de zaten yurt müdürü bulmuştu…
Mavi gözlü erkek hemen arkalarında ve yalnız yürüyordu. Etrafa bakmıyor sadece karşıya bakıyordu. Babası pazar esnafındandı. Kızların arka sokağında oturuyorlardı.
Mavi gözlü erkeğin babası, sarı saçlı kızın annesi ile zamanında ilişki yaşamıştı. Ama bu ilişki sadece platonikti.
Sarı saçlı kızın babası ise sarı saçlı kızın annesini hiç sevmemiş, babasının zoruyla evlenmişti. Zaten sarı saçlı kızın annesi de kocasını hiç sevmemişti...
Kırmızı saçlı kız bir cami önünde bulunmuş ve polise teslim edilmişti. Kızı bulan Hayal Dükkân’ın ilk sahibiydi.
Kırmızı saçlı kız, sarı saçlı kızın babası bildiği adamla bir fahişenin çocuğuydu. Fahişe, kırmızı saçlı kızın babasını tabi ki bilemezdi.
Kırmızı saçlı kız, modern oyuncakçıda çalışan gözlüklü erkeği seviyordu.
Sarı saçlı kız, mavi gözlü erkeği seviyordu.
Mavi gözlü erkekse, cinsel açıdan kırmızı saçlı kızı istiyor ama sarı saçlı kızdan hoşlanıyordu.
Gözlüklü erkekse kimseyi sevmiyor. Yaşamaya çalışıyordu.
Gözlüklü erkeğin dedesi balıkçıydı. Babası, mavi gözlü erkeğin babasıyla aynı kahveye giderdi.
Sarı saçlı kız, babasının annesine evliliğin üçüncü haftasında tecavüzü sonrası dünyaya gelmişti. Bu yüzden olsa gerek, evde kardeşi daha çok sevilirdi.
Kırmızı saçlı kız, saçını kırmızıya boyayalı üç sene olmuştu.
Gözlüklü erkeğin en büyük hayali yaşamaktı.
Mavi gözlü erkeğin, Nietzsche diye birinden haberi yoktu
Gözlüklü erkek iki işte çalıştığı için o kadar yorulurdu ki, akşam yemeğini yerken bu sonsuz yorgunluktan midesi bulanırdı, başı ağrırdı.
Kırmızı saçlı kız, şu ana kadar bu hayatta en çok yurdun bahçesindeki köpeğin ölümüne üzülmüştü. Babasını bilse belki en çok onu severdi.
Sarı saçlı kızın annesi, kırmızı saçlı kızı hiç sevmezdi. Zaten kendi kızını da yeterince sevmezdi.
Gözlüklü erkek, modern oyuncakçıdan en geç çıkan çalışandı.


***

Yalnızlık; sarı veya kırmızı saçlı kızlarla, gözü olmayan erkeklerin derdi değil de, nedir?


***


Gözlüklü erkek, balıkçı dedesinin yanına doğru giderken bir an önce su içmekten başka bir şey düşünmüyordu. Dedesi dükkânın dışında onu gülen gözlerle karşıladı. Gözlüklü erkekse hafif bir baş selamıyla dedesinin yanından geçip, dükkânın içine girdi. Çeşmeye uzandı. Bardaksa sanki 'a priori' şeklinde elindeydi.

Suyu, önce bardağına doldurdu
Sonra yavaş yavaş yavaş içti.
Gözleri kapalıydı.
Bardağını tekrar doldurmayı hayal ederken,
tüm yaşamı aklından geçti...


***


Sarı saçlı kız evine gittiğinde annesi kapıyı açtı, gülümsedi, gel dedi. Sarı saçlı kız her aşığın yaptığı gibi önce odasına gitti. Günün artı ve eksilerini çıkaracaktı. Mavi gözlü erkeğin onu sevdiğine ve sevmediğine dair gün içinde topladığı verileri, her gün bir kâğıda yazar, karşılaştırırdı. Bir bakış, bazen sevgi bazen nefret hanesine yazılırdı. Bugünse, öğle tatilinde, sarı banktan kalktıktan sonra, kırmızı saçlı kızla mavi gözlü erkeğin hemen oyuncakçıya dönmelerini; mavi gözlü erkeğin onu sevdiğine dair oluşturduğu yere bir işaret olarak yazdı... Bu anlar onun en yalnız ve en mutlu anlarıydı...
İnsanlığın en yüce - aslında -tek duygusu aşk değil mi. İnsan aşkını sevdiği ile bile paylaşamaz. Tam tersi aşk yalnızlıkla doğrulanır. Aşk iki kişilik yalnızlıktır belki, çoğumuzun içinden geçirdiği ya da zannettiği gibi. Ama aslında aşk, yalnızlığa insanlığın bulduğu tek ilaçtır, içeriği ise steroittir. Sarı saçlı kız neden tahammül etsin ki kırmızı saçlı kıza...
Seven o kadar bencildir ki kimseye tahammül edemez. Gerekirse tüm ömrünü yalnız yaşamayı göze alır, tek derdi sevdiği onu aradığında 'ben hazırım' diyebilmektir. İşte o an başlar asıl yalnızlık, çünkü bulamayacaktır bıraktığı yerde duygularını. Yalnızlık çoktan yağmalamıştır hayatındaki her şeyi, gerçekte iyi olan budur ama sıradan insanlar anlamaz ve hayatları böyle sürüp gider. Mavi gözlü erkek anlayabilecek miydi sarı saçlı kızı?
Aşkın tarifini yapabilen varsa yalnızlığı da ondan öğrenebiliriz. Bu ikisi sonsuza uzanan ve sürekli kesişen iki eğri gibidir. Kesişmedikleri dönemlerde yaşar ancak insan. Sarı saçlı kız âşıktı da mavi gözlü erkek yalnız mıydı?

***

Kırmızı saçlı kız, evine geldiğinde sabah açık bıraktığı banyo ışığı tüm gücüyle kızı selamladı. Televizyonu açtı. Adile Naşit selamlıyordu herkesi. Hemen pijamalarını giymeli, aşklarına şerefe demeliydi. Eline bir kitap almalı, belki Nazım'ı belki Nietzsche'yi okumalıydı.
Nedir ki insan? Nedir ki zaman? Sarı bankın farkına varmayana insan mı der, kırmızı saçlı kız...
Her nefesi onu hayata bağlıyor, kaderini yeniyor ve hayatını hayallerinin önündeki engel olmaktan kurtarıyordu.
Gözlüklü erkek bir pas verse ona...

***

Mavi gözlü erkek evine gittiğinde gece olmuştu bile. Herkes uyumuştu. O da sessizce odasına çekildi. Yatağa uzandı ve uyudu...

Gece bir vakit kapıları çaldı. Yan komşu ölmüştü...


Komşu Mustafa ölmüştür...

Gece
Bir sürü borç
Arkada iki çocuk
Bir kadın
Bir sürü borç
Birikmiş altı aylık kira
Geldi geçti işte
Geldi geçti
Ne güzeldir hayat
Mustafa’nın öldüğünü seslerden anlayan komşuları için
Aslında
Ne güzeldir hayat
Mustafa’nın karısı için
Çocukları için
Mustafa için
Ne güzeldi hayat...

Mavi gözlü erkek yatağından hiç kalkmadı, sadece konuşulanları dinledi. Sesler azalınca tekrar uyudu...




.














Elinde Bir Gazeteyle, Bir Adam Banka Oturur; Cuma, Saat: 12.00


Ne iyi oldu da dışarı çıktım. Günlerdir evde sıkılmışım, şimdi anlıyorum. Bakalım bu gün hangi tarihe ait gazeteyi okuyacağım. En son üç sene önceki gazete denk gelmişti elime. Bu işi keşfettiğimden beri en iyi okumamdı o gazete…
Hım, gazete bu senenin… İlk haber neymiş?
‘Annelerinden üç haftadır hiç haber alamayan, komşularının getirdiği yiyeceklerle hayatta kalmaya çalışan dört kardeş, oturdukları semtte komşuların büyük bölümünün dar gelirli olması nedeniyle çoğu kez destek alamayıp, bazı günleri aç geçirmek zorunda kaldı.
Dört kardeşin dramı, geçen Perşembe günü, Halkkent İlköğretim Okulu beşinci sınıf öğrencisi Ali Ö.’nün derste fenalaşıp, bayılmasıyla ortaya çıktı.
Öğretmenleri tarafından okulun yakınındaki sağlık ocağına götürülen Ali Ö.’nün açlıktan fenalık geçirdiği anlaşıldı’

Değişen hiçbir şey yok bu memlekette. Ne demişti Demirel ‘açlıktan kim ölmüş ki’. Büyük adammış vesselam. Yoksa bu kadar basit bir şekilde, bu kadar acı bir gerçeği nasıl saklayabilir ki…
Bu eski gazete okuma işi bazen çok sevimsiz oluyor…
Akşam torunuma mı gitsem? Bana her şeyi unutturuyor bu velet…
Haberdeki Ali’nin de dedesi var mıydı acaba?
Babamın balıkçılık yaptığı zamanlarda, sabahları beni de balığa götürmesi için erkenden kalkmam ve yalvarmam geldi aklıma. Koca denizin ortasında, evrenin ortasında gibi ve tanrıya inat tutardık balıkları. Elma kokulu yenilgiler olmazdı oralarda. Gözyaşım denize akardı. Şimdiki gibi kimseden saklamazdım…
En iyisi balıkçıdan bir balık almak ve eve geri dönmek…

***

Önce gazeteyi güzelce katlamalıyım. Aynı tuvalete gider gibi katlamalıyım ki diğer elimde balığı rahatça tutabileyim.
Akşam nasıl bir balık yemeği yapsam? Çam sakızlı levrek? Ya da Karadeniz hamsisi varsa, hamsi mi yapsam? Hanım kızıyor gerçi hamsiye, ev kokuyormuş. Koksa ne olacak ki. Gel de anlat…
- Levrek ver bana, büyüklerinden iki tane yeter.
Hayal Dükkân, boyozcu, oyuncakçı, banka… Oğluma bir uğrasam mı? Ne iyi oldu da ayarladık bu banka işini. Üniforma da yakışıyor şerefsize. Bir de evlense…
Neyse, hızlıca eve gideyim de balığın kremasını falan hazırlayayım. Hem çam sakızı var mıydı, ona da bakarım…
‘Hava ağır’ demişti Nazım, bu sabah okuduğum haberden sonra, Nazım’ın devam ettiği gibi bağırmak istiyorum. Ama unutmak için bağırmak…
En iyisi bir de rakı alayım…

***

Merdivenler artık beni zorlamıyor. Dizim iyice iyileşti demek ki. Bu ayna niye bana öyle bakıyorsa. Aynada gördüklerimiz göremediklerimizdir. Kırışmış bir geçmiş var yüzümde. Pişmanlıklarım, gezdiğim şehirler, yaşadığım odalar, garip dertlerim, saklı gözyaşlarım, saklayamadığım gözyaşlarım, hepsi yüzümde, bu aynada bana bakıyor.
Bazı sabahlar gözümdeki çapaklar o kadar çok olurdu ki bugünkü gibi bütün günümü etkiler, böyle bulanık ve saçma şeyler görürdüm. Çapak da zaten gözyaşının kristalize olmuş hali değil mi? Gece boyunca neye ağlıyorsa gözlerim, sabah aklım hiçbir şey hatırlamıyordu. O günlerde tek bildiğim ince bir sızıyla geçen saatlerdi.
Önce balıkları mı temizlesem…


***

Biraz dinlensem. Bir kahve iyi olur. Bu saatte de televizyonda bir şey olmaz ama…
Son dakika: Bir baba taksimde oğlunu rehin aldı, başbakanla görüşmek istiyor.
Çam sakızına bakmayı unuttum. Beyaz dolaptaydı herhalde. Evet, yeter bu…
Son dakika: Polis, adamı vurarak etkisiz hale getirdi…
Kahve olmuştur herhalde…
Son dakika: Başbakan, durmak yok yola devam dedi.
Oysa durmak o kadar güzeldir ki. Belki dimdik, belki yalnız, belki de güzel bir anıya sarılıp durmak, o kadar güzeldir ki.
Ben yine eski gazete okumaya devam edeyim. Akşama daha var.

***

Ucuz ve ıslak bir ses gibidir yaşamamak. An gelir bir dert sarar her yanını, an gelir içinde bir kıpırtı belirir. Yaşadığını veya öldüğünü sanırsın. Bu balıklar gibi. Yaşarken yaşadığını sanırsın, ölürsün kimse anlamaz…
Orada olmayan adamın filmini kim yapmıştı. Cohen kardeşlerdi herhalde. Berber Ed’in sigara içişi ölümünü içine çekişi gibiydi. Ya o saç üzerine söyledikleri, meşhur sahne. Tam da şu an benim balıkları temizlerken anladıklarımı anlatmaya çalışıyordu…
Galiba en iyisi hanım gelmeden ‘A Clock Work Orange’…







***

Kapı zilinin zamanlaması harika. Tam film bitti kapı çaldı.
- Merhaba
- Buyurun
- Siz bilirsiniz, cenaze için neler yapıyorduk?

***

Adam, belediye cenaze bölümünde ölü yıkama işinden emekli olmuştu. Ölüme hep dışarıdan ve sonradan şahit olmuştu…
Bebekleri, kadınları, erkekleri, yaşlıları, sarı saçlıları, kafasızları, siyahları, kumralları, gözü olmayanları, eli olmayanları, başbakanları, sanatçıları, kimsesi olmayanları ve daha bir sürü insan çeşidini yıkamıştı. Ölenlerin akrabaları o kadar minnettar olurlardı ki, bahşişi eksik olmazdı. Bazı aylar bahşişler maaşını ikiye katlardı. En çok parayı en çok üzülenler verir, bu yüzden de adam bu paranın hakkı olduğunu düşünürdü… Severdi işini. Yaş haddinden yani mecburen emekli olmuştu. Hani bu işin özel sektörü olsa, emeklilikten sonra da çalışacaktı ama yoktu işte.
İnsanların soğuk ve beyaz hallerini gördükçe Tanrıdan daha da uzaklaşır, Tanrının kendi yaptığı işi bile yapamadığını düşünürdü. Özellikle bebekleri yıkadığında; Tanrının varlığı ile ölümün varlığının çeliştiğini, tanrı varsa ölmenin anlamsızlığını sayıklar dururdu. Sakatları yıkarken ise; öbür dünya diye bir şeyin o büyük Tanrı tarafından neden bu dünyada gerçekleştirilmediğini, o herkesin inandığı yüce yaratıcının neden insanı yaratmaya ihtiyaç duyduğunu, ihtiyaç duymadıysa yalnızca ‘bir’ Tanrının olamayacağını, hep yaptığı gibi kimse anlamadan sayıklar ve Tanrıya çaktırmadan düşünmeye çalışırdı. Tanıdık birini yıkarken önce kendi ölümünü düşünür, bu yüzden daha özenli davranır ve daha narin hareketlerle yıkardı insanları.
Genelde bu isyanlar evde son bulurdu. Hayat, onu her seferinde bu isyandan vazgeçtirirdi. Gerçi sırf bu isyanlar yüzünden, Turan Dursun okumaya başlamış ve isyanlarına dayanak bulmaya çalışmıştı. Dursun’u kendine, kendini de yanlışlıkları düzeltemeye çalışan Hz. Ömer’e benzetmiş ve bilmeyenleri, okumayanları zavallı ilan etmişti... İnanmadan, ibadet etmeden önce herkesin onun gibi ölü yıkaması gerektiğine karar vermişti…
Tanrıya en büyük isyanı, Hayal Dükkân’ın kurucusu olan ‘babasını’ yıkarken olmuştu. Ona baba derdi ama oğlu değildi. Onu, öz oğlu gibi kollayan, bu kadar inançlı ve temiz bir adam da öldükten sonra, nasıl inanabilirdi ki Tanrının adaletine. Bu hayattaki babası tam istenilen gibi bir adamdı. Tanrının uygun gördüğü sersem bir sperme, yani hiç tanımadığı gerçek babasına inat, Tanrıya inat ‘baba’ derdi ona. Baba gibi severdi. O, Tanrının bu dünyada istediği gibi bir adamdı. Zaten hiç anlamamıştı bu ölüm işini. Bu hayattaki babası, kanser olduğunu Hayal Dükkânda yıllardır çalışan kız dışında kimseye söylememişti. Ona da mecburen söylemiş, cenazede lazım olabileceğini düşünmüştü. Çünkü kimsenin yapabileceği bir şey yoktu. Tanrının bile yapabileceği bir şey yoktu. Tabi üvey babasını kanser hastası yapmak ve öldürmek dışında. Hayallerini, ondan oyuncak alan çocukların hayallerini öldürmek dışında…
Döneminin başbakanını yıkadığında ise; zamandan bağımsız bir şeyin nasıl olup da zamanın belli bir anında kendi dışındaki her şeyi yarattığını anlamadı… Bir gün Tanrıyı da yıkayacağını belki de çoktan yıkadığını düşündü…
İşi yüzünden Tanrıya duyduğu umarsız ve garip Tanrısal nefret emekli olunca geçmişti. Bu, ölüme yaklaştığından mı yoksa Tanrının bu hayat için olduğunu anladığından mı olmuştu: hiç sorgulamadı. Yaşadı.
Bazen sabah okuduğu gibi haberleri okuduğunda ve Ali Ö. gibi çocukları duyduğunda eski günleri hatırlar, onları yıkamak ister ama elinden bir şey gelemeyeceğini bildiği için Allah’a dua ederdi. Belki de sırf bu yüzden yalnızca eski gazete okur, kendince zamanı yenmeye çalışırdı…

***

Kapıyı kapattı. Mutfağa gitti. Balıkları temizlemeye karar verdi. Balıkçı temizlemişti ama yetmezdi. Levrekleri önce bol suyla sonra da teker teker ve en ince ayrıntısına kadar temizlemeliydi. İki balık da aynı boyda aynı ağırlıktaydı. Yalnızca pullarının tonu farklıydı. Balıkların altına süzgeç koydu ki suyu aksın…
Balıkları yıkamaya başladı…


















Saat: 13.00. Banka, Bıyıkları Alt Dudağını Bile Kapatan Hatta Yüzünün Neredeyse Yarısı Bu Bıyık Denen Tüylerden Oluşan, Kısa Boylu Bir Adam Oturur…

Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, gözlerini kırpmadan yerdeki kelebek ölüsüne bakıyor görünüyordu. İki bacağının tam ortasında yatıyordu bu kelebek. Adamın anlayamadığı; sarı kanatların üstündeki siyah beneklerdi.
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, sadece duyabiliyordu. Bu duyma, bazen kulakla bazen de elle yani dokunarak oluyordu. Ne koku duyusu ne de görme duyusu vardı, bu bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adamın.
Etraftaki sesleri istemese de dinliyordu. Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam mecburdu: Boyozcunun tezgâh arabasını sürme sesine, insanların yürüme sesine, balıkçıdaki müşterinin pazarlık sesine, kelebeğin ölüm sesine…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, bu seslerden vazgeçti…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, kendisine benzettiği sarı banktan kalktı…
Saat 13.02’ydi…
Sessizce, kimseyle herhangi bir temas kurmadan evine yöneldi…
Evi, tabutu olacaktı… Karar verdi…

Saat: 13.02

Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adamın, banktan kalkmasıyla çöpçünün sarı yapraklarla beraber kelebek ölüsünü de temizlemesi arasında otuz saniye vardı.
Çöpçü, her gün birkaç sefer bu bankın çevresindeki çöplükleri temizlerdi. Mevsim bahar olduğundan yapraklar insanlarca çöp olarak algılanır, çöpçüye de onları süpürmek düşerdi. O da bugün sarı kanatlı kelebeği yaprak olarak algılamıştı; çok muydu?
Bankın çevresi, Hayal dükkânın önü, bankanın önü, kaldırımlar, en son da Kader Sokak… Hemen her gün hep aynı sıra izlenirdi çöpçü tarafından. Yılların emektarı bu çöpçü, titizliği ve işine bağlılığı sayesinde herkesin saygısını kazanmıştı. Herkes onu yalnızca uzaktan sayardı…
Çöpçü için bugünün diğer günlerden bir farkı yoktu…


Saat: 13.22, Cuma…

İnsanlar gelip geçiyordu. Doğar doğmaz içgüdüsel bir yönelişle denize giden kaplumbağalar gibiydiler. Nedense bankı sanki özenle boş bırakıyorlardı…
13.23: Çarşaflı bir kadın olabildiğince hızla bankın önünden geçti…
13.23.35: Üç çocuk bankın üstünden geçti…
13.24: Balıkçının oğlu bankaya doğru giderken, bankın arkasından geçti…
13.32: Bir böcek bankın altından geçti…
13.32.17: Siyah bir kedi, çaktırmadan ve sinerek bankın yanından geçti, balıkçıya doğru yöneldi…
13.48: Bankanın güvenlik görevlisi bankın arkasından geçti…
13.50: Bankanın güvenlik görevlisi, elinde siyah ve dolu bir poşetle bankın önünden geçti…
13.50.09: Sarı bir serçe, bankın balıkçı tarafındaki sırt dayama kısmının köşesine kondu
13.50.10: Sarı serçe uçtu…
13.53: Banktan başka hiçbir şeyin duyamadığı hafif bir rüzgâr esti…
13.54: Kör bir adam, sopasıyla bankı yoklayarak arkasından geçti…
14.00: Hızlı adımlarla zabıtalardan kaçan bir simitçi bankın üstünden geçmek zorunda kaldı…
















On İki Yaşında Bir Çocuk Banka Oturur, Saat: 14.38

Mehmet nefes nefese kalmıştı. Camiden geliyordu. Oradan hayır çıkmamıştı. İki haftadır pek bir hayır çıkmıyordu zaten…
Başını ellerinin arasına aldı, arkaya yaslandı, gökyüzüne baktı… Aniden yerinden kalktı. Banka oturmasıyla kalkması arasında bir nefes kadar zaman ancak geçti. Cesaretini topladı, arkadaki Hayal dükkâna yöneldi. Hızlı yürüyordu. Kapıyı açtı, içeri girdi. İçeride bir kız vardı. Mehmet, başını öne eğdi…

-Benim işe ihtiyacım var
-Maalesef bizim işçiye ihtiyacımız yok
-Anlamadınız, ben sürekli bir iş istemiyorum
-Nasıl yani?
-Bugünlük bir iş istiyorum. Yerleri silerim, çöpünüzü atarım, siparişlerinizi alırım, ne isterseniz yaparım
-Bunları ben yapıyorum zaten
-On liraya ya da bir akşam yemeğine yaparım
Kız konuşmadan olmaz anlamında başını sallar
-Ne olur, size yalvarıyorum
Kız konuşmadan başını sallar
Mehmet, yere bakan başını kaldırır ve kıza bakar, hiçbir şey demeden arkasını döner, dükkândan çıkar…
Dükkânın sahibi Deniz Merve Sarı konuşulanları duymuştur. Yanında çalışan kızı çağırır…
-Ne diyor o
-İş istiyormuş
-Yazık…

***

Mehmet dükkândan çıkar, bir daha buralara gelmeyecektir… Ne o camiye ne bu banka ne de Hayal dükkâna bir daha gelmemelidir. Her zamanki gibi utanır. Parasının olmamasından, muhtaç olmasından, güçsüzlüğünden utanır; zaten bu çaresizlikler yüzünden bir çalıştığı yerde bir daha çalışmaz, bir kere reddedildiği yere bir daha gitmezdi… Burada da hem camide hem de Hayal dükkânda iş ve aş bulamamıştı…
Siyah gözleri esmer tenine hiç bakamamıştı ki Mehmet’in… Mehmet’in anladığı ölümü, hayatının anladığı ise kızılcık sopasıydı…
Mehmet bir gün bir yerde ölecekti, herkes biliyordu. Bunu kimse önemsemeyecekti. Bazıları anlamayacaktı, bazıları bilmeyecekti, çoğu görmeyecekti. ‘Yazık’ olacaktı Mehmet’e…

***

Mehmet Kader sokağın içine yöneldi. Ne yaprakları ne de sarılıklarını anlamadı. Yürüdü. Bu yol onun yoluydu…

















Yüzünün Bir Tarafı Kulağından Ağzına Kadar Bıçak Yarası Olan Bir Kadın Banka Oturur, Saat: 14.59

Garip bir şey bu dünya.
Anılar üzerine kurulu bir hayattır insanoğlu.
Sonrasız bir yalnızlık denemesinin kobayı gibi yaşadım. Öyle yaşattı bu hayat beni.
Kendine sordu:
Nasıl yaşanır bu dünyada: yalnız, boş, gerzekçe, aristokrat, dürüst, gözleri kapalı, arkası dönük, yalnız, gözü yaşlı, burun havada, dilenerek, aç, yan gelip yatarak, yalnız, çoluk çocukla, çalışarak, yalnız, ikiyüzlü, amacın olduğunu zannederek, tanrıya taparak, yanarak, yalnız, kral gibi, cariye olarak, namaz kılarak, makineleşerek, el öperek, yalnız, etek yalayarak, ölerek, sevişerek, bakire, yalnız, gülerek, samimi, tokalaşarak, âşık olarak, yalnız, aileyle, oyun oynayarak, savaşarak, yazarak, yalnız, okuyarak, kitap yakarak, adam asarak, yalnız, köle gibi, kendini efendi sanarak, âşık, salakça, yalnız, yalnız, sürünerek, yalnız, bayat, yalnız, yalnız, tesadüfen, yalnız, yalnız, yalnız, biri gibi, herkes gibi, elleri kelepçeli, özgür, yalnız...

***

Leyla, seksen darbesinde işkencelere maruz kalmış, hapisten çıktıktan sonra yurt dışına kaçmak zorunda kalmış eski bir komünistti. Şimdilerde ise yalnızca kendi yaşamını sorgulayan bir kadına dönüşmüş ve bu duruma savunmalar üretir halde ama yalnız yaşar dururdu…
Eskiden düşündüklerini ve geleceği düşünmek istemiyor, yalnızca günü ve anı yaşamak için çalışıyordu. Bu yüzden de yalnızdı...

***

Tam burası sınırdı. Evet, tam burası, tam bu bank sınırımızı oluşturuyordu. Faşistler ve biz. Mahalleyi bölmüştük de dünyayı ve hayatı paylaşamamıştık...
Ben kimseyi öldürmedim Allah’ım. Yine de affet beni. Yıllar sonra buraya ancak tesadüfen gelmiş olabilirim. Başka ne olabilir ki?
Yaralı bir tanrı gibiydim o zamanlar. O zamanlar yalnızca insandım, gençtim, kızdım, âşıktım, ellerim buruşmamış, beynim teslim olmamıştı.
Yaram sızlıyor, yağmur yağdı ya dün gece, yaram sızlıyor. Üşütmeden evime gitsem mi? Soğuk da değil ama…














     





Saat: 15.15

Güneş, bankı eşit olmayan bir şeklide ikiye bölerek girdiği bulutun arkasından çıkar…
Saat: 15.16: Bankın üstündeki karınca güneşe doğru yönelir…
Saat: 15.17: Bir adam simit yiyerek bankın arkasından geçer…
Saat: 15.20: Elinde koca bir yemek tepsisiyle bir garson bankın arkasından hızlıca geçer…
Saat: 15.20.54: Bir kedi bankın altından geçer…
Saat: 15.23: Yüzünde bir maskeyle, annesinin elini sıkıca tutan bir çocuk bankın önünden geçer…
Saat: 15.30: Sarı saçlı, uzun boylu, oldukça güzel bir kız bakın arkasından cep telefonuyla konuşarak geçer…
Saat: 15.30.03: Bir adam bankın önünden geçer…
Saat: 15.39: Beş çocuğun ikisi bankın önünden, ikisi arkasından, biri de üstünden geçer…
Saat: 15.47: Balıkçı bankın arkasından hızlıca geçer…
Saat: 15.48: İki polis bankın önünden geçer…
Saat: 15.53: Balıkçı bankın önünden yavaşça geçer…
Saat: 15.59: Balıkçının oğlu bankın önünden geçer…
Saat: 16.02: Karınca banktan yere ulaşmıştır…
Saat: 16.02.45: Güneş bankı terk eder…





Saat: 16.05

İki adam banka doğru yaklaşır…
Adamlardan biri tam bankın önünde durur. Diğeri ise uzaklaşır. Elinde teodolit yani yol ölçüm aleti vardır…
Bankın yanındaki, elini havaya kaldırdığında diğer adam durur. Bankın yanındaki teodolitten bakarak, diğer adama havadaki sağ eli yardımıyla yön vermeye başlar…
Yaklaşık beş dakika bu yön verme işlemi sürer. Sonrasında ise uzaktaki adam bankın yanına gelir…

***

Bankın arkasını göstererek…
-Bunların ruhsatı var mı ki?
-Bazılarının yok. Olanların bazılarını da bu yol halk yararına olduğu için istimlâk ederiz. Dere de sürekli taştığı için mazeretimiz olur.
-Mazeret?
-E ne yapacaksın, bu işler böyle. Hem bu yol çok lazım bize. Ulaşım çok rahatlayacak
-Ne zaman başlar bu iş?
-Burayı niye bu kadar önemsedin ki?
-Bu mahallede bir tanıdığım oturuyor da
-Ne kadar tanıyorsun?
-Arkadaşım
-Akraban, annen baban değil yani
-Değil, biliyorsun ki kimse akrabalarını seçemez ama arkadaşlarını seçebilir ve bu yüzden de benim için dostlarım daha önemlidir…
-Bu dünyada seçebildiğimiz bir şey olduğuna inanıyorsun yani. Senin bu kadar saf olabileceğini düşünmezdim. Dostlarını seçebildiğini nereden çıkardın, anlamadım. Bu dünyada seçtiğimiz tek şey; ölmemek…
-O işin felsefi boyutu. Pratikte sürekli seçim yapmıyor muyuz? Domates alırken, evlenirken, araba alırken, yemek yerken, sevişirken, hatta osururken bile en azından bazen osurma zamanımızı seçmiyor muyuz?
-Bence sadece seçtiğimizi sanıyoruz. Bir yaratana inanan sen, nasıl olur da seçim hakkımız olduğunu düşünürsün, anlamadım…
-Sen de her konuyu buna bağlamasan olmaz…
-Seçmek işlemi öyle kolay değil. Seçebilmek için bilmek gerekmez mi? İnsanın bu dünyada bildiği ne ki?
-Ya tamam neyse, ne zaman yıkılacak burası. Burada, Hayat apartmanında benim hayatımı borçlu olduğum bir kadın oturuyor. Ölen kocasının böbreğini bana bağışladı da ben hala yaşıyorum. O yüzden benim için önemli burası…
-Pazartesi sabaha karşı ilk ekip gelir herhalde. Öyle konuşuyordu başkan bu sabah. Zaten bu kaçıncı ölçüşümüz burayı. Burada kimse inanmıyor artık bize ama bu sefer ciddiler, yıkacaklar…
-Ben hemen kadına haber vereyim…
-Bence de haber ver, ama başka kimseye söylemsin ki ekipler dirençle karşılaşmasın…

***

İki mühendis banka oturmadan ayakta konuşmuş ve işlerini yapmışlardı. Biri siyah pardösülü, biri sarı hırkalıydı. İkisi de insan, ikisi de yalnızdı…

***

Tabula rasa yalnızlığı bizimkisi
Ne yazdıysak birbirimizin alnına onu yaşıyoruz…





















Saat: 16.12

Garip bir bekleyiş vardı. Anlamsız, kaba, saygısız…
Her hayatın her hücresiyle bu dünyaya bağlı olduğunu düşünürsek: Ufak bir değişikliğin bile dünyayı değiştirdiğini veya baştan yarattığını kabul etmemiz gerekmez mi?
İki mühendis arasında geçen bu konuşmadan sonra da değişim şart olmuştu. İlk önce değişimin ilk aşaması yani psikolojik aşaması gerçekleşecek sonrasında gelen engellenemez eylem aşaması ile yeni bir bank, yeni bir mahalle, yeni bir dünya oluşacaktı… Tabi anlayana...
Bu konuşmaya sadece sarı bank şahit olmuştu ama önemli olanın ‘duymak’, ‘algılamak’ olduğu bir dünyada ne bu kadar savaş, ne bu kadar din ne de bu kadar garip bir Tanrı yani hayat var olurdu…
Bu konuşmanın yarattığı hüzün bir sis bulutu halinde mahalleye çökecek ve etkilerine derhal başlayacaktı…
Banka oturanlar belki farklılaşacak belki de başladıkları yere döneceklerdi… Bankın değişimi üstüne oturanlara yansıyacaktı, bu kaçınılmazdı. Ama bu değişimin bu aşamada zamanla ve oturanın cesareti yani şartları ile ilgisi olduğu da yadsınamazdı…























BÖLÜM: 3


Sedat, Banka Oturur; Cuma, Saat: 16.28

İç ses

Nasıl sorusu ile başlar aslında her hayat. Nasıl?
'Nasıl oldu da ben böyle oldum' dediğim andı ilk göz açışım. Etrafta garip bir sessizlik vardı. Sarı bir bankta oturuyordum. Bir banka reklamına yaslanmıştım. Tırnaklarım bir yazıyı kemiriyordu.
-Okan, Merve'yi seviyormuş.
Bu yazı ellerimi daha da yalnızlaştırdı. Nasıl sorusu daha da anlam kazandı.
'Okan'ın Merve'yi sevmesi şu an bana bağlıydı. Benim tırnaklarım olmasa Okan Merve'yi sevemezdi. Ayrıca Okan Merve’yi niye seviyordu ki? Okan olmazsa Merve de olmazdı. Benim tırnaklarım olmazsa bu aşk hiç olmazdı. Merve olmasaydı Okan onu sevemezdi. Öyleyse Okan, kendini seviyor. Yani, Okan Merve’yi değil onun özelliklerine sahip her hangi birini de sevebilirdi. Örneğin, Merve Okan’da bir patlıcan yemeğinin yarattığı hisleri yaratıyorsa: Okan bir patlıcanı da aynı şekilde sevebilir miydi? Peki, Okan Merve’yi sevmeden yaşayamaz mıydı? Bu patlıcana yani Merve’ye olan ihtiyacına bağlı değil midir? Diye düşündüm durdum...

***

Ellerimi yüzümden çektiğimde çoktan o banktan kalkmıştım. Ayaklarım bir şeyleri eziyordu, otuz altı yaşındaydım. Ancak anlayabiliyordum yaprakları, sarılıklarını. Bir çöpçü omzuma dokundu. Islaktı, çöp kokuyordu.
-Çekilsen de şu yaprakları temizlesem...
Çekildim. Ta başladığım yere kadar. Ayaklarımın yaprakları çiğnerken çıkardığı sesi daha iyi anladım. 'O ses sadece aşkın değil ekmeğin de sesiymiş' diye düşündüm. Farkında olmanın dayanılmaz mutluluğu ile tekrar yola koyuldum. Her adımım diğerinden farklıydı. Ya da bana öyle geliyordu.

***

Oysa nasıl bir başlangıç bu hayatı anlar. Nasıl yaşanır bu dünyada. Nedir doğumların anlamı...
Doğum dediğim…

Dairesel yalnızlıklar bütünü?
Kırıntıların bir araya gelişi?

Olası yanılgıların temeli?
Tasa mucidi?
Vazgeçiş?

Kurallar bütününe hizmet?
Sistem doğrulayıcı?
Son?

Nedir bu ellerin doğmasının ve yaşamasının nedeni, nedir?
Ellerimi yüzüme kapadım…

***

Artık ruhumda üç günlük sakalın bıraktığı dağınıklıktan başka şeyler de vardı. Yürüdüğüm bu yol artık benimdi. Benden başkası bu yolu benim gibi anlayamazdı.

***

Şehrin tam ortasındaki evimin sarı renkli kapısını açtığımda, yüzüme ufak sandığım bir yalnızlık çöktü. Işığı yaktım. Her şey aynı gibiydi. Tam karşımda üst üste dizilmiş giysiler vardı. Sanki her giyside farklı bir ben vardı. İçeri girdim, mantomu en üste koydum. En son, bu ayaklarıma kadar uzanan siyah pardösüyü giymiştim. Bütün giysilerimi kapladı bu siyah pardösü.
Radyo açıktı. Kapattım. Işığı da söndürdüm…

***

Tahta ayakları olan metal masamın siyah sandalyesine oturdum. Sandalye gıcırdadı, sustu. Karanlıktı. Sessizlik yağmalıyordu her şeyi. Kaleme uzandım. Kâğıt, zaten hep kalemin altındaydı. Kitabı kâğıdın altına koydum. Cevap bekleyerek yazmaya başladım…
Bu eller ancak yaşayacaklarıma yakarır. Sevmemeliyim hiçbir şey uğruna. Yaşamalıyım insan adına. Nasıl oluyor da sen yokken ben var oluyorum. Hem senin insan dediğin, sana göre kanalizasyondaki bok değil midir? Oysa tapmadı mı bu yaratıklar sana, hem de sana rağmen. Korkmadı mı senden, sevmedi mi seni? Beni bana göndersene. Yak beni, yıka veya. Sevdir ve öldürme beni. Nasıl dayanırım senin varlığına. Katilin ben olacağım…

Tanrının suskunluğunu not etme çabası olarak düşündüm. Gülümsedim. Işığı yaktım. Dışarıda yine hüzün yağıyordu. Böyle yağmaya devam ederse şehir evlere çekilecek, herkes benim yaptığımın bir benzerini yapmaya başlayacaktı. Uyumaya karar verdim…

***

Sabah zille uyandım. Kapıyı açmadım. Zaten zil de bir kere çalmıştı. Yatakta doğrulurken aklımda nedense kırmızı yapraklı bir yoldan başka bir şey yoktu. Kapıyı açtığımda yerde bir zarf duruyordu. Bu benim hayatımdaki ilk mektubumdu. Açmasam mı, diye düşündüm. Durup dururken bu mektup niye gelmişti ki. Gönderen kısmında hiç tanımadığım bir isim yazıyordu. Alıcı yazmıyordu. Pul da yoktu. Yalnızca adres vardı. Hayat Apartmanı, No: 9, Kat: 5…
Evet, evet daire numarası yazmıyordu. Belki de postacı yanlışlıkla benim kapıma bırakmıştı. Evet, evet bu mektup kesinlikle karşı daireye aitti. E o zaman açmamam gerekirdi. Mektubu tahta ayaklı metal masamın üstüne, dün gece insanlaşmak için yazdığım saçmalıkların yanına bıraktım.
Bir yandan evden çıkmaya hazırlanıyor bir yandan sürekli düşünüyordum. Bu mektup ya benimse ve içinde onarılamaz yalnızlık duyguma bir çare varsa. Ya güzel gözlü o kızdansa bu mektup. Ne bileyim, belki de açmam lazım. Evet, kesinlikle açmalıyım. Bana ait olmama ihtimaline karşı özenli bir şekilde açmalıyım.
Çaydanlıktan gelen buhar sesi bazı sabahlar yalnızlığımı bazı sabahlar hayatı hatırlatırdı. Bu sabah ise mektubu açmam gerektiğine ikna etti. Bütün günümü bu mektuba ayırmalıydım. İş yerini aradım. Sesime biraz buğu katarak; hasta olduğumu, bugün gelemeyeceğimi söyledim. Telefonu kapattığımda tüm dertlerimi garip bir heyecan kapladı.
Tahta ayaklı metal masamın siyah sandalyesine oturdum. Mektubu elime aldım. Garip Sokak, Hayat Apartmanı, No: 9, Kat: 5. ...
Adres, daire numarası yazmaması dışında doğruydu. Bir de şu ‘no’ yerine ‘numara’ yazsa ne güzel olurdu diye düşündüm. Gönderen kısmında ‘Deniz Merve Sarı’ yazıyordu. Böyle bir ismi hiç duymamıştım. Mektubu o kadar özenli açtım ki bana ait değilse aynen kapatabilirdim. Okumaya başladım…

‘Sana karşı bir şeyler hissettiğimi ama bunun ne olduğunu bilmediğimi ve bunu sorgulamadığımı öğrenmiştin. Ama seni daha çok görmeye başladıktan sonra duygularımı anlamaya karar verdim. Bu kötü bir karardı. Sanki her sokak sana çıkıyor, her dert seninle şifa buluyordu. Kokunu her yerde tanır olmuştum. Kendime seninle dolu sanal bir dünya yaratmıştım.
Oysa benimle olmayan bir aşkın beni bitireceği açıktı. Hep öyle olmuştu. Seni içimde çoğaltmamak için bilinçli ya da bilinçsiz engeller koymaya çalıştım. Bu engelleri bazen sende, bazen kendimde aradım. Aptalca şeyler yaptım.
Tüm bunların nedeni; senden karşılık gelmeyeceğini sanmamdı. Aslında istediğim karşılığı, aşkın doğası gereği hiçbir zaman bulamayacağımı biliyordum. Yetmeyecektin bana. Kim kime yetmişti ki. İlk kim âşık olursa en çok o acı çeker, derler. Belki de bundadır.
Yani, artık mümkün olduğunca seni görmemeye, duymamaya, koklamamaya çalışacağım. Bunun ancak bir daha ki sana kadar mümkün olduğunu biliyorum. Ama aklımın bir köşesinde, senin sayende ve seninle kalbime yazmaya çalıştığım şu cümle hep olacak.
‘Ben hayatta en çok beni seveni seveceğim’
Elveda
Hayatın...’
Not: Bu mektup bu zamana ait değildir...
Deniz M. Sarı, Dert Sokak, Hüzün Apartmanı, No: 3, Kat: 1

İki sokak ilerdeydi bu Hüzün apartmanı. Garip Sokak, Kader Sokağı, Dert Sokak…
Garip bir mutluluk kapladı içimi. Mektup bana ait değildi. Ama ben okumuştum. İlk ben okumuştum. Karşı komşum erkek olduğuna göre bu mektup ona ait olabilir diye düşündüm. Karşı komşum gibi cevap vermeye karar verdim. Öyle veya böyle mektup benim kapımdaydı. Mektubu tekrar okudum. Kararım kesindi. Mektubu ezberleyene kadar okudum...
Peki, geçmişi bilmeden cevap yazabilecek miydim? Geçmiş dediğin bir kaç basit ‘an’dan ibaretti. Ama o ‘an’larda sever, o ‘an’larda yaşardık; biliyordum...
Kendimi düşündüm. Kendi ‘an’larımı. Her yerde kimsesiz ayak izlerim ve dertsiz ve yarınsal ve bengisel. Oturduğum zaman diliminde kıç izlerim, ‘en’lerle dolu egom. Hep yok olmayı istedim, yok olmayı. Hangi ‘an’ları fark ettim de buradayım. Hangi ‘an’ları hala yaşıyorum. Bilmiyorum.
Kimsenin ‘an’larını anlayamam, kimse kimsenin ‘an’larını anlayamaz. Hem mektuba verdiğim cevap bana yetecek miydi? Sonrasını istemeyecek miydim? Riske girmeye değer miydi? Değerdi ama ya çuvallarsam diye düşündüm. Karar değiştirdim. Cevap vermeyecektim.
Deniz. Evet, Deniz. Ne güzel söyleniyordu, Deniz. Deniz’i tanımaya ve peşinden koşmaya karar verdim. Nasıl olsa adresini biliyordum. Mektup da asıl yerine ulaşmadığına göre, şansım vardı. Hatta bu mektuba cevap alamayan Deniz’in hayal kırıklığını ve nefretini kullanabileceğimi bile düşündüm. Ne kaybederdim ki zamandan başka. Bir elimin iki parmağıyla iki gözümü kapattım. Kafamda tekrar eden pişmanlıklardan başka bir şey yoktu. Bu pişmanlık dolu anlarıma yeni anlar eklemek istemedim. Hem, Deniz beni mektuptaki kadar sevmese de olur. Ben onu onun karşı dairedeki adamı sevdiği kadar ve kendim gibi sevsem bana yeter diye düşündüm.
Bu ne hızlı bir gündü. Ne çabuk hava kararmaya başlamıştı. Bu gece uyuyabilecek miydim? Karnım da açtı. Açık bir yerler bulmak umuduyla dışarı çıkmaya karar verdim. Sürekli Deniz’i düşünüyordum. Yalnızca bir mektuba bakarak nasıl bu kadar etkilenebilirdim? Bu saçmalıktı. Ne diyordu Deniz ‘ben hayatta en çok beni seveni seveceğim’. Ne güzel diyordu. Belli bir eğitim seviyesi olduğu belliydi. Ne de olsa herkes Can Yücel’i bilmezdi. ‘Ben hayatta en çok babamı sevdim’ dememiş miydi, Can Yücel. Belli ki Deniz, babası kadar güvenebileceği bir sevgili istiyordu. Aslında sevgiliden çok, eş istiyordu bence. Her kadın babasını ararmış ya. Acaba neyi arar kadınlar? Babalarındaki güveni mi, otoriteyi mi? Aslında ikisi de aynı şey değil mi?

Ben bir şeyler yemeye çıkmamış mıydım?

Bu şehir bu akşam daha bir düşünceliydi. Herkesin, her şeyin kafası karışıktı. Karışık işlerdi zaten bu hayat işleri, bu aşk işleri. Karışıktı işte, karışık, karmakarışık. Öyle olmasa bu şehir bu gece bu kadar sessiz olur muydu? Tek duyduğum ses, sarı üniformalı çöpçünün ağaç yapraklarını temizleme sesiydi. Nedense o sese doğru yöneldim. Çöpçü kendi kendine söyleniyordu. Tüm şehir onu dinliyor gibiydi. Yürümeye devam ettim. Ayaklarım yapraklara kavuştuğunda çöpçü sustu. Koşmaya başladı...

Benim karnım aç değil miydi?

Garip bir tesadüf isteğinden başka bir şey değildi bu gece dışarı çıkışım. Bu çöpçü, bu yapraklar, hep burada değiller miydi? Deniz’le karşılaşmayı mı umuyordum? Mektubu okuduğum andan sonraki hayatım bu umutla mı geçecekti? Deniz’in yaptığı gibi ben de mi engeller koyuyordum? Tanrısal, rastlantısal bir aşk umudu, engellerin en büyüğü değil miydi? Umut aşkın en büyük düşmanı değil miydi?

Çöpçünün de karnı aç mıydı acaba?

İşimi kaderime bırakmamaya bir kez daha karar verdim. Yarın hafta sonuydu, işe gitmeyecektim. Adresi biliyordum. Ama nasıl bir yöntem izlemeliydim? Eve dönmüştüm bile, karnım hala açtı, gece yaklaşıyordu, yatağa girdim, uyumaya çalıştım…
Uyuyamadım. Kalktım. Mektubu yırttım, çöpe attım, unuttum, uyudum…
Horul horul uyudum...

















Deniz Merve Sarı Banka Oturur; Cuma, Saat: 16.38

İç ses

Yaslanmalı bir şeylere. Bazen bir adama, bazen bir yılana. Aslında yalnızca hayata yaslanmalı. Ne pahasına olursa olsun yaşamalı. Tırnaklarınla yapışmalı hayatın soğuk duvarlarına. Tırnakların ne kadar güçlüyse o kadar yaşarsın.
Bir kadın ancak yalnızlığına yaslanabilir. Zaten bu memlekette kadın dediğin; doğarken yalnızdır, büyürken yalnızdır, severken yalnızdır, sevişirken yalnızdır, doğururken yalnızdır, dayak yerken de yedikten sonra da hep yalnızdır...

***

Yalnızlığını fark edebilmek?
Mutluluk mu getirir, dert mi?
Oysa var mı varlığımızın yalnızlıktan başka bir anlamı? Arar dururuz bir ömür boyu. Bulduk sanırız, ölürüz.
Ne mutlu sondur yalnız ölmek.

***

Kadın dediğin kırbaçlanırken doğurandır.


***

Ne zaman okumuştum bu cümleyi. Hatırlamıyordum. Hangi anlarda ve niye aklıma geliyordu bu cümle; Bilmiyordum.
Yine aynı cümle, yine aynı onarılmaz yalnızlık duygusu, yine aynı kader.

***

Geriye doğru yaslandım. Ne kadardır burada oturuyordum, önemi yoktu. Ne bu bank, ne bu zaman yabancı değildi bana. Her gün önünden geçiyordum bu sarı bankın. Çocukluktan beri buralarda yaşıyor, buralarda ölüyordum. Ama ilk defa oturmuştum bu banka. İlk defa bu ben vardı, bu bankta.
Kafamı kaldırdığımda insanları gördüm. Gelip geçen insancıkları gördüm. Kimi koşuyordu, kimi topallıyordu. Kimse farkında değildi. Ya da ben herkesin farkındaydım. Kusursuzluk buydu. Fark etmekti. Anladım… Banktaki yazı dışında her şeyi fark ettim…

***

Gitme vaktimin geldiğini hissettim. Banktan kalktım. Yürümeye başladım. Ayaklarımın altındaki yaprakların rengini hiç merak etmedim. Amacım bir an önce eve gitmekti. Yaşlıca bir adam yaklaştı. Yerdeki yaprakları süpürüyordu. Korktum. Otuz altı yaşındaydım. Hızlandım. Arkama baktığımda, çöpçü yaprakların hepsini toplamıştı. Yaprakların yarısı sarı, yarısı kırmızıydı. Anladım…


***

Ateş olmalı insanın ruhunda
Yakmalı kendini
Yıkamalı tüm dünyayı
Sevmeli, sevişmeli
Dert olmalı kaderinde
Yaşamalı
Yaşamalı
Yaşamalı
Ateş olmalı insanın ruhunda
Acı olmalı
O ateş ki…
O acı ki…
Anlayana dert olur, zevk olur…

***

Artık ruhumda üç günlük yalnızlığın bıraktığı dağınıklıktan başka şeyler de vardı. Yürüdüğüm bu yol artık benimdi. Benden başkası bu yolu benim gibi anlayamazdı.

***

Şehrimin en yalnız evinin en yalnız odasına girdiğimde fesleğen beni selamlıyordu. Evimin en masum yeriydi bu portmanto, üstünde fesleğen. Elimi uzattım, fesleğeni okşadım. O da beni okşadı.
Garip bir sessizlik vardı. Radyoyu açtım…

***

Genelde unutmadığım küçük şeyleri hatırlamak için, buzdolabının üstüne sarı küçük kâğıtlar yapıştırırdım. Fesleğenin bende yarattığı hayat isteği kokusuyla birlikte uzaklaşınca, bu kâğıtlara yöneldim.
Peynir, yumurta, winx (layla)…
Tekrar dışarı çıkmam gerekecekti. Ama önce günün ağırlığından ve kirinden kurtulmaya karar verdim. Banyoya yöneldim. Radyonun sesini açtım. Bir yandan duş yaparken bir yandan da eve girdiğimden beri kulağıma gelen ama anlamaya çalışmadığım oyunu dinlemeye karar verdim. Su sesi radyodaki kadın sesiyle karışıyordu. Hoşuma gitti. Radyoya iyice kulak verdim…
-Radyodaki kadın: Basit olmalı her şey, basit. Fesleğen kokulu bir hayat dilemeli. Hayat isimli bir kız yapmalı. Vazgeçmemeli, direnmeli.
-Radyodaki adam: Ama her şey senin elinde değil ki, senin dışında da bir dünya var. Bunu hep unutuyorsun.
-Radyodaki kadın: Önemli olan benim. Benim yaptıklarım. Ben olmasam benim dışımda da bir dünya olamaz ki.
-Radyodaki adam: Sen bilirsin
-Radyodaki kadın: Ben bilirim tabi. Aşkı yaratan da biziz, aşkı nefrete dönüştüren de. Ben, benliğimin bana yüklediği sorumlulukları yerine getireceğim ve tüm dünya karşı çıksa da ona yalvaracağım. Bu benim için hayata yalvarmaktır. Beni kim suçlayabilir ki hayatım için. Ona hayatımı sunacağım, hayatımı isteyeceğim…
Radyo oyunu aniden bitti…
Bu sessizlik şu an için ne ifade ediyorsa içimdeki boşlukta da o yankılanıyordu. Biliyordum; bu boşluğun bir duvarı da Okan’dı… Sessizlik içimdeki boşlukta acımasızca yankılanıyordu...

***

Dışarı çıkmam artık şarttı. Bu oyun beni hatırlattı bana. Dışarıdan sadece winx kızı değil zarf da almam lazımdı. Hatırlar mı bilmem ama. Öyle demişti bana. O her zamanki gibi her şeyi bilen sevimli edasıyla ‘mektubun yüzyıllardır çok şeyleri değiştirdiğini, yazanın gerçek fikirlerini yansıttığını, çünkü ciddi bir emek gerektirdiğini' söylemişti...

***

Annem her ağladığında benim de ağladığım yıllardı. Babam öleli üç ay olmuştu. Sonbahardı. Babamın ‘Hayal’ isimli dükkânını devam ettiriyordum. Kâğıttan oyuncaklar yapıyorduk.
Aslında uzun zamandır bu iş para kazandırmıyordu. Ama babam ısrar ediyordu. Bu ısrarının nedenini yıllar sonra kızım sayesinde anlayacaktım. Zamane oyuncakları, hayal gücünü yani geleceğimizi yok ediyordu. Oysa belki de dünyada bir tek babamın satmaya çalıştığı kâğıttan oyuncaklarla; birkaç şekilde katlama yapabiliyor, üstüne istediğinizi yazabiliyor hatta tekrar bizim oyuncak marketine satabiliyordunuz.
Bir gün bu dükkâna bir adam girdi. Kızının kelebeğinin öldüğünü, bu kelebek için bir tabut istediğini söyledi. Babamın eski müşterilerindenmiş. Babama üzüldüğünü de söyledi ama sanki kelebeğe daha çok üzülmüştü.
Kâğıdın ana katlanma biçiminin tabut olmasını istediğini, rengini kırmızı istediğini, kâğıdın diğer katlanma biçimlerinin ise önemli olmadığını söyledi. Beklerse yarım saat içinde oyuncağını ona verebileceğimi söyledim.
Bir yandan siparişi hazırlıyor bir yandan da adamı süzüyordum.
İlk Okan konuşmaya başladı…
-Babanız gibi güvenilir ve güler yüzlü insanlar bu devirde zor bulunuyor
-Evet, maalesef
-Ben yıllardır kızıma buradan oyuncak alırım, hiçbir zaman benden ve kızımdan babacan tavrını ve gülümsemesini eksik etmedi.
-Teşekkür ederim. Biraz ani oldu ölümü. Bizi üzen sadece o. Yoksa mutlu bir hayat yaşadı.
-Evet, zaten önemli olan da o. Nietzsche demişti sanırım ‘bir insanın babası öldüğünde yarısı ölür dünyanın’. Nietzsche’yi tanır mısınız?
-Hayır
-Yazık, hemen size arabamdan bir kitabını getiriyorum.
Hızlı adımlarla dükkândan çıktı, dükkânın hemen önündeki sarı bankın üstünden atladı, arabasının kapısını açtı ve içinden bir kitap aldı. Geri dönerken bu sefer bankın çevresinden dolaştı, daha yavaştı…
-Buyurun. Bende birkaç çevirisi var. Bu elimdeki tam size göre.
Kitabı aldım. Kapağına baktım. ‘Zerdüşt Böyle Diyordu’, Nietzsche.
-Çok teşekkür ederim. Okumaya çalışacağım.
-Mutlaka okuyun; ya hayatınız ya da hayata bakışınız değişir. -Gülümseyerek- Yalnız kitabımı mutlaka geri isterim.
-Tabi ki. Sanırım üç günde okurum.
-Evet, üç günde ilk okumanızı yapabilirsiniz. Önümüzdeki hafta tekrar gelirim. Kızım, gene ister herhalde sizin oyuncaklardan. O zaman alırım kitabı.
-Teşekkür ederim dedim ama bu kabul o anda sadece müşteri kaybetmemek içindi.
Okan’a kırmızı tabutu uzattım. Ücretini aldım…
Nedense hayatımda birçok önemli şeyi bu kadar ayrıntılı hatırlayamıyordum. Ama bu cümleler, bu anlar hayatımdan çıkmıyordu.
Kitabı okudum. Anlamadım. ‘Bir insanın babası öldüğünde yarısı ölür dünyanın’ cümlesine de rastlamadım. Okan geldiğinde ise anlamış ve çok memnun kalmış gibi yaparak tekrar teşekkür ettim. O da kitabı bana hediye etti. Sonrasında her hafta düzenli şekilde benden oyuncak almaya geldi. Her geldiğinde sohbet süremiz biraz daha uzadı. Karısının doğumda öldüğünü, kızını, ona yalnız baktığını ve daha bir sürü şey öğrendim. O da benim hakkımda bir sürü şey öğrendi.
Bazen oyuncak aldıktan sonra dışarıya kahve içmeye çıkardık. O zamanlarda sanki babamı görür gibi olurdum. O sonsuz güven duygusu kaplardı tüm benliğimi. Okan, bir süre sonra artık benim için vazgeçilmez olmuştu. Ama onu sevdiğimi kabul etmek istemiyordum.
Çünkü onu o kadar çok sevmeye başlamıştım ki; onun beni yeterince sevmediğini düşünüyordum. Saçma sapan şeyler yaptım. Hatırlamak bile istemiyorum.
Ayrıldığımız günü hiç unutmuyorum. Sarı bankın üstünde beni bekliyordu. Sırtını dönmüş bir şeylerle uğraşıyordu. Omzuna sarı bir yaprak düşmüştü.
Yalnızca ben gidiyorum dedi. Ben gidiyorum. O kadar.
Üzülmedim. Çünkü bana göre o beni sevmiyordu.
Başka bir şey konuşmadık. Benim dilim tutulmuştu sanki. Söyleyeceğim o kadar çok şey vardı ki. Sonradan her an pişman oldum onları söyleyemediğim için. Çok etkili acı dolu oklarım, sitem dolu cümlelerim vardı. Söyleyemedim. O kadar hüzünlü ve geri dönülmez veda etmeliydim ki bana âşık olmalıydı. Bunu planlıyordum. Çünkü bana göre o beni yeterince sevmiyordu.
Günler günleri kovaladı. Evlendim. Âşık olmadım. Kızım oldu. Ayrıldım. Babamın dükkânını devam ettirdim. Yaşadım işte. Nefes alıp verdim. Ama aklımdan hatta kalbimden Okan, veda edemeyişim ve kırmızı tabut hiç çıkmadı. Aslında veda benim son silahımdı. Amacım veda etmek değildi…
Zaten Okan’dan sürekli haber alıyordum. Ne yapar, nerede yaşar biliyordum. Elbet bu veda elbet olacaktı…


***

Mektup fikri iyiydi. Zaten kızıma winx kızı da alacaktım. Benim oyuncaklarımı beğenmiyordu. Dışarı çıkmak için çabucak hazırlandım. Fesleğeni geçtim, kapıyı açtım, kendimi dışarı attım…
Dükkânlar henüz kapanmamıştı. Önce o meşhur oyuncakçıdan kızımın oyuncağını aldım. Layla’yı istemişti. Sonra hızlı adımlarla Hayal dükkânın yani benim dükkânın iki sokak arkasındaki kırtasiyeye yöneldim.
Sarı bankın önüne geldiğimde babamı hatırladım. Bir çöpçü yerdeki yaprakları topluyordu. Sarıdan hafif kırmızıya doğru dönen yapraklar bana Okan’ın kızını hatırlattı. Hiç görmemiştim. Zaten kırmızı tabut yeterince korkutmuştu beni.
Hızla kırtasiyeye gittim, zarfı aldım. Bir elimde winx kızı bir elimde zarf. Eve doğru yöneldim.
Şehir benden kaçıyor, insanlar yüzüme bakmıyordu. Bu kent bana daha önce hiç böyle davranmamıştı.
Adımlarım gittikçe hızlandı. Okan’ı kovalıyor gibiydim. Kızı beni kovalıyor gibiydi.
Eve geldim. Birkaç kâğıt, bir kalemle tahta masama oturdum. Malum kitabı kenara çektim. Yazmalıydım. Zamanında söyleyemediklerimi yazmalıydım. Umuttan mıydı, nefretten miydi? Bilmiyorum. Ama karşısına çıkamazdım artık. Kızım vardı. Postayı da bekleyemezdim. Bunca yıl bekledim zaten. Yazıp kapısına bırakmalıydım.
Yazmaya başladım…
‘‘Sana karşı bir şeyler hissettiğimi ama bunun ne olduğunu bilmediğimi ve bunu sorgulamadığımı öğrenmiştin. Ama seni daha çok görmeye başladıktan sonra duygularımı anlamaya karar verdim. Bu kötü bir karardı. Sanki her sokak sana çıkıyor, her dert seninle şifa buluyordu. Kokunu her yerde tanır olmuştum. Kendime seninle dolu sanal bir dünya yaratmıştım.
Oysa benimle olmayan bir aşkın beni bitireceği açıktı. Hep öyle olmuştu. Seni içimde çoğaltmamak için bilinçli ya da bilinçsiz engeller koymaya çalıştım. Bu engelleri bazen sende bazen kendimde aradım. Aptalca şeyler yaptım.
Tüm bunların nedeni; senden karşılık gelmeyeceğini sanmamdı. Aslında istediğim karşılığı, aşkın doğası gereği hiçbir zaman bulamayacağımı biliyordum. Yetmeyecektin bana. Kim kime yetmişti ki. İlk kim âşık olursa en çok o acı çeker, derler. Belki de bundadır.
Yani, artık mümkün olduğunca seni görmemeye, duymamaya, koklamamaya çalışacağım. Bunun ancak bir daha ki sana kadar mümkün olduğunu biliyorum. Ama aklımın bir köşesinde, senin sayende ve seninle kalbime yazmaya çalıştığım şu cümle hep olacak.
‘Ben hayatta en çok beni seveni seveceğim’
Elveda
Hayatın...’
Not: Bu mektup bu zamana ait değildir...
Deniz Merve Sarı, Dert Sokak, Hüzün Apartmanı, No: 3, Kat: 1
Tekrar, tekrar okudum. Bunlar mıydı o zamandaki duygularım? O zamandaki, o andaki, o sarı banktaki duygularımı yazmalıydım. Sonrasından veya şu andan bir şey katmamalıydım. Sanırım başarmıştım.
Kâğıdı zarfa koydum. Güzelce kapattım. Gönderen kısmını doldurdum ki okumadan atmasın. Adres kısmına da önceden öğrendiğim ‘Garip Sokak, Hayat apartmanı, No: 9, Kat: 5’ adresini yazdım. Birkaç kez önünden geçtim aslında bu adresin. Ama daireyi tam öğrenememiştim. Hem bu yüzden, hem de bana ulaşabilsin diye zarfın arkasına adres de yazdım. Zaten yüzde elli şansım vardı. Eğer yanlışlıkla karşı dairenin önüne bırakırsam gönderenin adından anlaşılır diye de düşündüm.
Artık gece olmuştu. Yarın kızım gelecekti. Babasının günüydü bugün. Sabah ilk iş Hüzün apartmanından Hayat apartmanına gitmeliydim. Yattım. Uyumaya çalıştım. Uyuyamadım.
Sabah çok zor olmuştu. Birkaç geceye bedeldi bu sabah. Fesleğene dokunup çıktım. Garip sokağa geldim, adımlarım kararsızlaştı. Hayat apartmanın önüne geldim. Kapı açıktı. Girdim. Beşinci kata çıktım. Gözüme kestirdiğim kapının eşiğine zarfı bıraktım. Aşağıya indim. Apartmanın girişinden bir kez zile bastım ki; bir an önce uyanıp okusun.
Eve gitmeliydim. Kızım gelecekti. Ne umuyordum ki bu mektuptan. O da beni takip etmiş miydi? Benim hatırladıklarımı benim gibi mi hatırlıyordu?
Veda etmeden aşk bitmezdi ki…
Mektubumu okursa ancak o zaman biterdi, bu kırmızı tabutlu aşk…
Belki de yeniden başlardı…
Eve geldiğimde kızım dış kapıda bekliyordu…






















Okan, Banka Oturur; Cuma, Saat: 16.58

İç ses

Doğmuşsak ölümlerin ardından kim sevmez ölmeyi
Unutma
Ucuz ve ıslak bir ses gibidir yaşamamak
Yaslan
Yaşadıklarından ötürü yaşayacaklarına
Basit olmalı aslında her şey, basit bir yalnızlığı olmalı her adamın. Basit yaşamalı, basit ölmeli. Basit nefesler almalı…
En iyisi eve git. Annenin karnına. Unutma; Tanrın kovdu oradan seni. İnadına boş ver. İnadına kapan geleceğine, yaslan kendine. Eve git. Kendine git. Öl. Doğacaksın nasılsa…
Ya da bir böcek gibi yaşa.
Bir kadın gibi uyu.
Oysa ben size yaşamayı emrediyorum. İnsanca çok insanca. İnanmayın doğrulara ve dilencilere. Ölmeyin hiçbir şey uğruna. Hiçbir şeysiniz çünkü. İnanmayın bana bile. Sakının insancıklardan ama öldürmeyin onları. Onlar sizin yolunuza gelecektir. Yolunuz yol ise. Öyle ki sizin her şeye gücünüz yeter. Her şey ve hiçbir şeysiniz. Ama unutmayın elbet vardır sizden daha siz ve çoktur. Öğrenin: Hiçbir şey bilmiyormuş gibi. Ama bilin ki yapmadan öğrenilmez.
Size yaşamayı emrediyorum. İnsanca daha insanca…

***

Yenilgi dolu bir gözyaşı aktı içime doğru. Kimseye göstermedim. Kimse görmedi. Kimse anlamadı.
Çöpçüye selam verdim. Bunu hak ediyordu. İşini çok iyi yapıyordu. Bu bank, bu sokak yıllardır onun sayesinde ayakta kalabilmişti, en azından o öyle sanıyordu...
Bu sarı bank bana bazen kızımın saçlarını, bazen ölümü hatırlatırdı. Bu yaşlı ve sarı bank gençken aşklarımı anlıyor, anlatıyordu; şimdilerde ise içimi gizliyordu.

***

Uzun zamandır, ruhumda yılların bıraktığı dağınıklıktan başka şeyler de vardı. Yürüdüğüm her yol artık benimdi. Benden başkası anlayamazdı beni…

***

Kızıma…
Saçların kadar nefes alırım ben. Ruhumu ince bir yalnızlık sarar kalbinin her atışında. Her hayat sana çıkar, sana güler.
Kızıma yol açan hüzünlerim var benim. Kaç gamzesi var bu ölümün. Kaçını ben yaptım. Bilmiyorum.

***
Otuz altı yaşındayım. Aslında kimine göre genç sayılabilecek bir yaştayım. Ama tüm dünyayı sanki tek başıma sırtımda taşıyorum. Sanıyorum ki; dünyanın dönmesi benim ayaklarımın çevirdiği kocaman ama görünmez bir düzeneğe bağlı pedallarla oluyor.
Düşündüm de; Oturduğum bu sarı bankın yerinde olmayı çok isterdim. Yıllar geldi geçti. O, hep burada. Dimdik ayakta. İnsanlar değişti, hava değişti, yeri geldi tanrı değişti; o hep burada. Varsın anlamasın. Hissetmesin. Görmesin. Duymasın. Sevmesin. Ne fark eder. Ben bunları yaptım da ne fark etti.
Bildiğim; bu sarı bankın benden daha çok bildiğidir. Yeri geldi üstüne, belki de kalbine kazıdım, aşkımı kazıdım. Hiçbir şey demedi. Benden daha cesurdu bu bank. Bunu da biliyordum.
Yeri geldi yalnızlık savdım. Oturdum. Gelen geçenleri seyrettim. Sandım ki herkes benim gibi. Anladımki herkes benim gibi. Gelip geçti işte. Bir sürü dert, bir sürü insan gelip geçti önümden.

***

Nedense bu banka oturduğumda hep böyle hüzünlü şeyler düşünüyorum. Hoşuma da gidiyor hani bu garip ve anlamsız durum...
Çöpçü iyice yaklaşmıştı. Selam vermem şarttı. Kibarca başımı salladım, aynı şeklide karşılık verdi.
Evim bu banka çok yakındı. Sağlı sollu ağaç dolu bir yolu geçtikten sonra oturduğum apartmana ulaşılabilirdi. Kader yolu derlerdi bu yola. Sanırım resmi bir ad değildi ama herkes bilirdi bu adı. Şehrin tam ortasındaki bu yol, hep garip ama huzurlu gelirdi bana. Nasıl oldu da, bu yol büyük binaların arasında bu kadar bakir kalmıştı. Anlamazdım. Bir görevi vardır belki de diye düşünürdüm. Aynı çöpçü bu kader yolunu da temizlerdi.
'Çöpçü' kelimesini yalnızca kendi kendime düşünürken aklımdan geçirirdim. Belki de bu kendimi daha üstün görmemdendi, bilmiyorum. Çöpçüyle konuşurken ise ona adıyla seslenirdim.
Çöpçü Mehmet Bey yalnızca baş selamıyla yetinmedi. Nasılsınız dedi.
Bu soru artık bu banktan kalkma zamanımın geldiğini gösterdi.
Kısaca ''iyiyim'' dedim. Gözümü kaçırdım. Amacım muhabbetin ilerlememesiydi. Çünkü bu bank benim bacamdı. Ruhumdaki kurumları boşalttığım bacamdı. Ne bu kurumları başkasının görmesini isterdim ne de baca temizliğimin yarım kalmasını.
Mehmet Bey ısrarlıydı...
-Kaç kere söyledim belediyeye, şu bankı değiştirsinler diye. Ama beni dinleyen yok ki. Oysa benden daha iyi bilen olur mu buraları, bu işleri? Eskidi bu bank Okan Bey, eskidi.
-Ellerimi yana açarak, samimiyetsizce 'Evet, bence de' dedim.
Çöpçü, bir baş selamıyla ve benden zoraki de olsa onay almanın saçmalığı ile uzaklaştı.
Bu bankı değiştirmek neyi değiştirirdi ki?

***

Artık büyü bozulmuştu. Hayal dükkânın önündeki sarı banktan kalktım. Kader sokağına, oradan Garip sokağa, oradan da evime gidecektim.
Kızım okuldan gelecekti.

***

Sarı saçlı Busem.
Uzun zamandır hayatım onunla doluydu. On iki yaşına gelmişti. Bir kız için problemli dönemlerdi. Ama benim için daha da problemdi bu ergenlik zamanları. Ona ne yakın ne de uzak olabiliyordum. Anlayabiliyor muydu acaba beni? Ya da ancak çocuğu olunca mı anlayacaktı. Ama o baba olmayacaktı ki!
On iki sene önce annesi, Buse için sancı çekerken, ben annesi için acı çekiyordum. Tam başka bir kadının bedeninin kapılarını açma çalışmalarını tamamlamıştım ki; annesi aradı. Sancım çoğaldı, suyum da geliyor galiba, dedi. Yıllarca kendimi; sıradan, öylesine, aşk olmadan yapılan seksin ihanet sayılmayacağını, bunun mastürbasyondan farkı olmadığına inandırmaya çalıştım. Zaten bu ihanet girişimi veya ihaneti; ilk ve sondu.
Annesi doğumda öldü. Beni aramasaydı, telefonu açmasaydım, duymasaydım, yetişmeseydim; Busem de ölecekti. Öyle dedi doktorlar...

***

Anımsamak istemediğim şeyler aklıma gelince ne yapıyorsam daha hızlı yapardım. Daha hızlı yürümeye başladım. Kader sokağın girişine gelmiştim. Tam girişte bir anne ve kızı dileniyordu. Görünmez bir kapının bekçileri gibiydiler. Dilenciler konusunda çok katı değildim. Bazıları gibi 'çalışsana, sapasağlamsın' kolaycılığına düşmezdim. Kim ister ki dilenmeyi diye düşünürdüm.
Adımlarım yavaşladı. Cebimde bozuk para aramaya başladım. Sağ cebimde yoktu. Solda da bulamadım. Cüzdanımda vardı ama uzun işti. Vazgeçtim. Hızlandım. Göz göze gelmeden geçecektim ki, dilenci annenin kucağındaki kızın ağlamasını duydum. Kafamı çevirdiğimde kızın bana bakışı öyle yalındı ki. Benden bir şey istemiyordu. Yalnızca annesini istiyordu. Tıpkı benim kızım gibi.
Durdum. Cüzdanımdan en büyük parayı çıkarıp dilenci anneye uzattım. Anne, saçma sapan bir kaç kelime söyledi, dua etti kendince. Eliyle parayı aldı. Göğsüne attı.
Vermenin mutluluğu ile almanın nefreti çarpıştı. Biliyordum. Eskiden dilenci kadın için ona yardım etmeyen biriydim. Şimdi ise artık onu aşağılayan, yeterince yardım etmeyen hatta onun bu halde olmasına sebep olan biriyim. Aslında vermenin mutluluk olmadığını da biliyordum. Karşılıksız verme diye bir şey olamayacağını da biliyordum. Çünkü 'karşılıksız verme' insanın kendini bir üst sınıfta hissetmesine, kendini yardım sever sanmasına yani kendini daha insan sanmasına olanak sağlar. O kadar. Amaç çoğunlukla budur...
Ama dilenci annenin kucağındaki kız bunları bilemezdi. Çok küçüktü. Hissedebilirdi ama bilemezdi. Hisler de unutulurdu zamanla. Belki, anne kızına yiyecek bir şeyler alır da, dilenci kızın karnı doyar, sarı saçları daha da parlar, diye; kendimi rahatlattım.
Başımı tekrar öne doğru çevirdim. Yürümeye başladım. Kader yolu önümde uzanıyordu. Yerdeki sarı yapraklar ayaklarımın altında eziliyordu. Ses sonbaharın sesiydi.
Kızım da okuldan çıkınca bu yoldan yürürdü. Bu yol bizim oturduğumuz, Hayat apartmanına çıkardı. Kızımın eve gelmesine daha çok var diye yavaş adımlarla yürüyordum ki bir ses duydum. Bir çığlık sesi. Arkamdan geliyordu. Bir kız çocuğunun sesiydi bu. Dilenci kadın kızını dövüyor diye düşündüm, yine de arkamı döndüm. Dilenci kadın ve kızı yerinde yoktu. Biri yerde yatıyordu. Biraz korkarak ve yavaş adımlarla ilerlemeye başladım. Ses kesilmişti. Yerdeki insana yaklaştıkça sarı yapraklar kırmızıya boyanıyordu. Düşünmeye başladım ''112'yi aramalıyım, polisi aramalıyım'' diye. Yerdeki insana geldiğimde artık tüm yapraklar kırmızıydı. Bu bir kız çocuğuydu. Aklıma getirmek istemediğim şeyler artmıştı. Yüz üstü yatıyordu. Sırtından bıçaklanmıştı. Nefes alıyordu...
Eğildim. Kızı çevirdim. Çevirmemle kızımın gamzelerinin kanla dolduğunu görmem bir oldu. Bu bir kâbus olmalıydı. Gözlerimi kapattım, açtım. Hayır, bu gerçekti...

-Baba
-Kızım
-Beden para istediler baba, vermedim baba
-Kızım
-Baba...

Devamını getiremedi. Çöpçü Mehmet Bey yetişti. Ambulansı, polisi aradı. Kızım kollarımdaydı. Aynı annesi gibi. Ambulans geldi, Kader sokağına giremedi. Çok dardı bu sokak. İki kişi geldi. Kızımı benden aldılar. Masaj, suni solunum yapmaya başladılar. Ben donmuş kalmıştım. Ağlayamıyordum...
İnsanlar toplanmıştı. Pazar yerindeki sinekler gibiydiler. Herkes bir şeyler görmeye, bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Herkesin yüzü birbirine benziyordu. Çöpçü, balıkçı, polis, bankanın güvenlik görevlisi, kızımın kuaförü, oyuncakçıda çalışan yaşlı adam, boyozcu, mahallenin delisi, bankta oturan yeni taşınan karşı komşu, hepsi aynıydı. Hepsi aynı mesafedeydi. Yoktular...
Kızımı ambulansa taşıdılar. Ben de ambulansın arkasına bindim. Tüm dünya durmuş gibiydi. Şehrin en gürültülü, en telaşlı zamanıydı, siren çalıyordu ve sanki çevre rahatsız oluyordu...
Kızımın saçlarını avuçlarıma aldım. Soğuk sarı saçları vardı. Bana elveda der gibiydiler...
Hastaneye geldiğimizde göstermelik bir kaç müdahale yapıldı, serum falan takıldı. Yarım saat sonra kızımın öldüğünü söylediler. Hava kararmıştı. Hiçbir şey söylemeden hastaneden çıktım...

***

Tiksinti duyuyordum. Tiksinti. Kendime karşı, dünyaya karşı, tanrıya karşı, her şeye karşı tiksinti duyuyordum. Yürüdüğüm bu yol sonumdu. Bir an önce eve gitmeliyim diye düşündüm. Koşmaya başladım. Düşünmeme fırsat kalmamalıydı. Hızlı koşmalıydım. Daha hızlı, daha hızlı koşmalıydım. Koştum...
Şehir ayrıntılarını yitirmişti. Çöpçüye çarptım. Kader sokağını kırmızı yaprakları ezerek geçtim. Hayat apartmanına geldim. Merdivenlere yöneldim. Koşarak merdivenleri çıktım, kapımı açtım...
Kızımın aldığı fesleğen karşıladı beni. Aldırmadım. Yatak odasına gittim, silahımı aldım, alnıma dayadım...
Bir kelebeğin intihar gülümsemesi belirdi yüzümde...
Garip bir mutluluktu bu. Ölüme çare bulmuştum. Kendimi öldürdüğümde kızımın ölüm acısı yok olacaktı. Yaşamasaydım kızım da ölemezdi. Aslında sadece kızım için değil tüm hayatım için iyi olacaktı bu intihar.
Gözümü kapattığımda, aklıma sırayla; kızımın bana bir şeylerden kaçar gibi sıkıca sarılışı, sarı bank, Kader sokak, kızımın ağlayan gözleri, kanı, kızımın annesini aldatmayı düşündüğüm orospu, Merve, kızımın soğuk sarı saçları, dilenci kadın, dilenci kadının kızı, kızımın kartondan oyuncakları, kızımın gülen gözleri, Deniz adını verdiğimiz fesleğen, insanlar, kızımın kanını seyreden insanlar, kızımı öldüren insanlar, yenilgilerim, bir tek kızımdan gizlemediğim gözyaşlarım, yalnızlıklarım, kızım ve ben geldi…
Tüm gece intihar etmeye çalıştım. Yapamadım. Beni engelleyen kızımın ‘an’larıydı. O ‘an’lar ki bazen yalnızlığımı bölmüştü bazen hayatımı. Şimdi de öyle oluyordu…
Kızımın ‘an’ları artık sonsuza kadar benimdi, bana emanetti…

***

Sabaha karşı hastaneye, kızımın bıraktığı yeni anlara gittim…
Sabah eksikti. Yeni amacım kızımın cenazesiydi…



























BÖLÜM: 4

Sarı Bank, Cuma, Saat: 18.00…

Belediye ekipleri Pazartesi operasyonun ön keşfini yapmak için bir kamyonet ve içindeki dört adamla, gürültülü bir şekilde bankın yanına geldiler. Yıkılması planlanan evleri planlayıp, önlemleri son bir kez gözden geçireceklerdi. Dozerlerin nereden gireceğini, nasıl yıkacaklarını, direnç halinde ne yapacaklarını konuştular. Fikir birliğine vardıkları konularsa: sabaha karşı burada olmaları gerektiği, üç polis ekibinin yeteceği, direnç olmasının mümkün olmadığı, hızlı davranırlarsa öğle yemeğine yetişebilecekleri, bu mahallenin artık eskidiği, suçluların hep buradan çıktığı, sarı bankın dozerlerin manevrasını engelleyebileceği, en iyisinin sarı bankı kendi binalarının önüne koymak olduğu ve bunu hemen yapmaları gerektiği, Pazar günü buranın trafiğe kapatılması gerektiği, başkanın oy kaybedeceği ama artık bu yıkıma mecbur olduğu gibi başlıklardan oluşuyordu…
Keşif bitip dönmeye karar verdiklerinde, iki kişi bankı karşılıklı bir şekilde tuttular. Sarı bankı kamyonetin arkasına yerleştirmek istiyorlardı ama bank ağırdı. Diğer ikisi de yardım etti ama yine de bankı kamyonetin arkasına gelecek şekilde yeterli yüksekliğe kaldıramadılar…
Çevreden bunu gören insanların yardımıyla bankı kamyonetin arkasına yerleşirdirler. Kimse bir şey sormadı, kimse bir şey demedi…
















BÖLÜM: 5
Cumartesi, Cenaze…

Duyan gelmişti. Kimi Busem’i kimi Okan’ı kimi de her ikisini tanıyordu. Bir kısım insan da saladan duymuştu, sevabına nail olacaklardı…
Cami avlusunun çepeçevre dört duvarı vardı. Bu duvarlar boyunca belli aralıklarla dizilen çam ağaçları, kalabalık cenazelerde gelenlerin sohbet ettikleri yerlere dönüşüyordu. Avlunun tam ortasında ise söğüt ağacı vardı. İnadına tam ortada, inadına yaşıyordu.
Okan, Okan’ın babası, Okan’ın konuşmadığı Busem’in amcası, Busem’in anne tarafından dedesi ve Busem’in dayısı; tabutun arkasında tek sıra olmuş taziyeleri kabul ediyorlardı. Tabut kırmızıydı, üstü ise tabi ki yeşil örtüyle örtülmüştü. El sıkan, kendince görevini yapıp cenaze sahiplerine göründüğünden garip bir huzurla caminin avlusundaki yerini alıyordu. Avlu kalabalıktı. İnsanlar Busem’in ölümüyle ilgili dedikodu yapıyor, babasını yeterince ilgilenmemekle suçluyor, dayının da babayı suçladığını söylüyor; böylece kendilerince garip bir zevk alıyorlardı. Dilencinin varlığı kendi toplumsal suçları değilmiş gibi konuşuyor ve bu suçun üstünü bilerek veya bilmeyerek örtmenin huzuru ile çaktırmadan gülüyorlardı. Aslında cenazelerde en az konuşulan şey ölümdür. Burada da böyle oluyor, Busem’in ölümü hiç konuşulmuyordu. Ya Okan’la ilgili dedikodu yapılıyor ya da ilgisiz başka konular konuşuluyordu. Belki de cenazedeki insanlar ölümü konuşmayarak kendi ölümlerini göz ardı etmeye, ertelemeye, düşünmemeye çalışıyorlardı…

***

Evsiz adam, cenazeden çıkanlar belki biraz para verir diye kapıda bekliyordu. Busem ona yardım etmişti ama adam Busem’i hatırlamıyordu…
Mustafa’dan vazgeçen kadının sevgilisi Okan’ın arkadaşıydı. O da cemaatin içindeydi. Bir an önce bitse de gitsek havası etrafı incelemesinden belliydi…
Kader’e çarpan genç camiye yalnızca cenaze için gelirdi. Busem ve Okan’la göz aşinalığı dışında bir bağı yoktu. Busem’e gerçekten üzüldüğü, yüzünden, başını öne eğmesinden, tabuta yaklaşamamasından ve uzakta durmasından belliydi…
Modern oyuncakçıda çalışan, mavi gözlü erkek ve gözlüklü erkek, Busem’in cenazesine patronları istediği için katılmışlardı. İkisi de işten yırtmanın mutluluğunu gizlemeye çalışarak üzülüyor numarası yapıyorlardı…
Emekli ölü yıkayıcı Busem’in annesini düşünüyordu. O cenazeyi de görmüştü bunu da. Bağırsaklarından gelen garip sesler dün akşam yediği balığın eseriydi…
Mehmet bu camiye bir daha gelmeyeceğine dair kendine söz vermişti ama Busem onun platonik aşkıydı… Cemaate karışmadan uzaktan seyrediyordu…
Çöpçü en öndeydi. En güçlü ‘helal olsun' onun ağzından çıkacaktı. Çünkü kendince Busem'i kurtarmaya çalışmıştı ve bunu bilmeyenlerin de bilmesini istiyordu…
Balıkçı ve oğlu yan yana saf tutmuştu. Busem balık sevmezdi. Yalnızca biraz hamsi yerdi. Bu yüzden hamsi geldiğinde mutlaka Okan’a haber verirlerdi. Bu bağ, ne kadar üzülmeyi gerektirirse o kadar üzülüyorlardı…
Bankanın güvenlik görevlisi ise tesadüfen ve meraktan oradaydı…
Pazarcıların lideri ise ileride siyasete atılmayı düşünüyordu. Bu yüzden tüm cenazelere giderdi. Nasıl üzülmesi gerektiğini iyi bilirdi. Üzülür ama bükülmezdi. Siyasetçi güçlü olmalıydı…
Komşular, akrabalar, üç kedi, bir sürü kuş, bir sürü böcek…
Saat gelmişti. Hak helal edilecekti. Tanıyan, tanımayan herkes otomatik bir biçimde hakkını helal edecekti…
















BÖLÜM: 6

Bazı Hayatların Devamı...


Evsiz adam...

Nedensiz bir şekilde oğlunu, aslında karısını aramaktan vazgeçti. Uzunca bir süre çöplükteki evine kapandı. Dışarı hiç çıkmadı. Polis, delil yetersizliğinden serbest bıraktıktan sonra yalnızca Busem’in cenazesine gitmiş, sekiz yıl boyunca da yalnızca orada insan görmüştü…
Bu sekiz yıl boyunca evindeki eşyalarla konuşur, böceklerle dertleşir hale gelmişti. Duydukları: çöp arabalarının rahatsız edici sesi, böcekleri ezerken çıkan ‘vıcık’ diye acı dolu bir ses, ayaklarının özellikle geceleri çıkardığı rastlantısal yürüme sesi, karnının gurultusu, çöplerden yiyecek arama sesi, belli periyotlarla onu gizlice kontrol eden polisin ayak sesi ve bir sürü gereksiz ama içinden gelen pişmanlık dolu kelimeler yüklü kendi sesiydi…
Sekiz yıl boyunca hiç düşünmedi. Yaşadı. Nefes aldı, yemek yedi, tuvaletini yaptı; o kadar. Mutlu muydu? Öncesi olmasaydı olabilirdi ama nasıl silebilirdi ki geçmişini. Bunun için sekiz yıl uğraştı. Bir nevi hafıza silme işlemiydi bu sekiz yıl. Böcekleşti. Bir tavaya dönüşmeye çalıştı…
Bazen üç gün boyunca uyurdu. Onu uyandıransa genelde susuzluğu olurdu. O susuzluk ki uyandırdıktan sonra bu sefer de en az otuz gün uyutmazdı. Gözlerini kapatır ama uyuyamazdı…
Sekiz yıl boyunca yıkanmadı, tıraş olmadı, tırnaklarını kesmedi. Düzenli yaptığı tek şey nefes almaktı…

***

Bir gün çöplüğe bir grup geldi. Grup, sekiz kişiden oluşuyordu. Bir çetenin an alt grubuydu. Genelde pis işleri bu grup yapardı. Çetenin kurucusu belli değildi ama her şey gibi bu çete de bir ihtiyaç sonucu doğmuştu…
Çöplüğe gelen bu alt grup bazen banka soyar, bazen cinayet işler, bazen de toplumsal eylemlerde başrolü oynardı…
Çöplüğe polisin isteği sonucu gelmişlerdi. Devlet, yeni bir çalışma başlatmış ve işe yaramaz insanları işe yarar hale getirmeye karar vermişti. Örneğin; bu çöplükte yaşayan evsiz adamın organları, ne çok gerekli hayatı kurtaracaktı. Tabi hangi insanın işe yaramaz olduğu uzun incelemeler sonucu karara bağlanıyordu. Bu karar için profesörlerden oluşan gizli bir heyetin onayı şarttı. Devletin bu işi açıkça yapamayacağı açıktı. Bu yüzden de böyle çetelerden destek alırlardı. Zaten genelde ölümünü kimsenin bilmeyeceği, anlamayacağı insanları işe yaramaz ilan ederlerdi. Bu olmasa ölümüne kimsenin üzülmeyeceği insanlar işe yaramaz seçilirdi. O da olmazsa bir iç karışıklık veya bol ölümlü bir kaza organizasyonu gerekirdi…
Sekiz kişilik grubun yedisi kadındı. Kadınların görev bilinçleri ve acımasızlıkları daha yüksek olduğundan bu tür alt gruplar genelde kadınlardan seçilirdi. Bu gruptaki tek erkek de yönetimin ispiyoncusu ve kadınların damızlığı, aslında zevk aracıydı…

***

Grup çöplüğe geldiğinde adam uyuyordu. Bu organlar için iyi bir durumdu. Sessizce eve girdiler, yatağında yatan adamı bayılttılar. Böylece organlar canlı canlı alınabilecekti. Grupta bir sevinç hâkimdi. Ellere eldivenler giyildi. Aletler çıkarıldı. Herkesin görevi farklıydı. Kimi kalbi, kimi böbreği, kimi de gözü alıyordu. Kan, yatağı kırmızıya boyamıştı. Yataktaki yılların biriktirdiği kir, artık görünmüyordu. Soğuk taşıma çantaları zaten hazırdı. İşlerini yarım saatte bitirdiler ve ayrı ayrı yönlere hareket ettiler…


***

Evsiz adamın kalbi, kalp krizi geçiren komşu ülkenin maliye bakanına nakledildi. Bakan, yaşamaya kaldığı yerden devam etti…
Evsiz adamın gözleri, trafik kazasında gözlerini kaybeden Aslı adındaki bir kadının oğluna nakledildi. Oğul, babasını aramaktan vazgeçti…
Evsiz adamın böbreği, böbrek yetmezliği ile doğmuş, geleceğin en büyük bilim adamlarından olacak yirmi altı yaşındaki bir gence nakledildi. Genç, enerjiyi sonsuzlaştırma çalışmalarına devam etti…
Evsiz adamın beyni, birkaç sene daha yaşaması gereken bir şaire nakledildi. Şair, yazmaya, âşık olmaya devam etti…
Evsiz adamın derisi, ülkenin en zengin adamına nakledildi. Zengin adam paralara dokunmaya devam etti…
Evsiz adamın tırnakları, bir polis köpeğine nakledildi. Köpek, acıdan kurtulduğu için havlamayı kesti…
Evsiz adamın akciğeri, ömrü boyunca sigara içmiş, rekortmen bir yüzücüye nakledildi. Yüzücü, rekorlara ve sigaraya devam etti…







İki sevgili...

Adam, mahallede yıkılan binaların yerine yenilerinin yapımını üstlendi. On yıllık ballı bir işti bu iş. İyi para kazandı.
Kadının Mustafa’dan vazgeçmesi ve adamı sevmesi, adamın kadından soğumaya başlamasına yol açmıştı. Ama kadın ve adam her şeye rağmen birlikte yaşamaya başlamışlardı...
Adam, yıllarca hiç evlenme teklif etmedi, kadın da beklemiyor gibi yapıp çaktırmamaya çalışarak; bekledi. Çocuk yapmaya karar verdiler. Olmadı. Adam kadını aldatmaya başladı. Akşamları eve geç gelmeye, kadını umursamamaya ve gözlerine bakamamaya başladı. Kadın adamın onu aldattığını biliyordu. Ama aldatmayı farklı tanımlıyordu. Kadına göre bu aldatma mastürbasyondan farksızdı. Çünkü adam âşık değildi…
Bir gün kadın adama dedi ki ‘bebek klonluyorlarmış, alalım mı?’
Adam dedi ki ‘kaça’
Kadın dedi ki ‘yüz bin dolar’
Adam dedi ki ‘olur, sen seç ve hallet ama bir aksilik olursa mızıldanma’
Kadın dedi ki ‘tamam’…
Kadın katalogdan sarı saçlı bir kız çocuğu beğendi. Biraz pahalıydı ama önemli değildi. Sarı saçlı kız ölmeyecekti ki, sadece bir benzeri olacaktı, o kadar. Adam tekrar ikna oldu, imzayı attı. Klon merkezinde kadının karnına çocuğu yerleştirmek için gün ayarladılar. Bu onay imzasından ve alınan tarihten sonra kadın adamdan iyice uzaklaşmıştı. Adamsa kendi dünyasında nefsini aramakla meşguldü…
Aslında klon yasa dışıydı ama…
Klonlamayı yapacak doktorla kadının karşılaşması garipti. Çünkü o doktor; Mustafa’ydı. Kadın, Mustafa’yı yıllar sonra ilk gördüğünde hemen eşini aldatmayı düşündü. Mustafa ve kadın adamı aldattı. Kadın hamile kaldı. Çocuk Mustafa’dandı. Klonlamaya gerek kalmamıştı. Kadın, Mustafa’yla ilişkiye hamileliğinde bile devam etti…
Adam ikisini klon merkezinde sevişirken yakaladı… Mustafa ve kadın adamı görmedi. Adam çocuğu için görmezden geldi. Dokuz ay bekledi. Çocuk doğdu. Adam önce Mustafa’yı sonra da kadını zehirledi. Çocuğunu alıp, polis uyanmadan yurt dışına kaçtı. Parası vardı…
Çocuk annesini doğumda öldü sandı, ölene kadar yaşadı…




Yaşlı kocasını ötenazi ile öldüren emekli anestezi uzmanı...

Memlekette yapılan cenazeden dönüşünde yıkılmış evini gören kadın, bu durumu umursamadı. Zaten günlerdir masum rolü yapıyordu. Belki de masumdu…
Evin yerle bir olması hiçbir şeyi silmiyordu...
Kadın, yeni bir evle uğraşmamak için şehrin öbür ucundaki bir otele yerleşti. Burada genelde odasından çıkmıyor, sürekli uyuyordu. Bu uyku hali yıllardır ameliyatlarda maruz kaldığı anestezik maddelerin yan etkisinden başka bir şey değildi. Bu zoraki uykunun getirdiği kâbuslar ise durumu daha da zorlaştırıyordu…
Bir süre sonra kadının tüm kâbusları, eşinin ötenazi sırasındaki bakışı ile başlıyor ve adamın gözlerinin kadına saldırması ile son buluyordu… Kadın, uyanmak istiyor ama yapamıyordu. Günün ancak beş saati uyanık kalıyor, onda da yalnızca yemek yiyor, boş boş duvara bakıyor ve öldürdüğü kocasıyla ilk sevişmelerini düşünüyordu…
Kadın bu kısır döngüye fazla dayanamadı. Üç gündür odasından çıkmaması bir otel çalışanının dikkatini çekmişti. Otel yetkilileri yedek anahtarla kapıyı açtılar ve kadının kendini astığını gördüler. Ama polis onlardan şüphelenmesin diye kapıyı kapatıp, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranmayı kararlaştırdılar ve polisi çağırdılar…
Polis geldiğinde ise kadını asılı vaziyette ilk defa görüyormuş gibi rol yaptılar…



Kader' e arabasıyla çarpan genç...

Kağan, yıkımın etkilemediği evlerden birinde yaşıyordu. Hayatındaki pişmanlıkları kitaba çevirmeye çalışan orta sınıf bir yazardı. Kendince bir şeyler yazıyor, dergilere gönderiyor, yayınlanmadığında ise kızıyordu. Eserlerini herkese açık İnternet sitelerinden başka hiçbir yerde yayınlatamamıştı. En büyük zevki, sitede ne kadar okunduğuna bakmak ve kendini her şekilde tatmin etmekti...
Kağan'ın yüzünün yarısını ve penisini kaplayan egzama lekeleri, onu daha da toplum dışına itmişti... Bir yazar başka ne isterdi ki...
Ahlaksal ön yargılarının ve hayatının hediyesiydi bu lekeler. Kader, bu lekelerin bir kısmını oluşturuyordu...
Yıkım Kağan'ın gündemine bile gelmemişti, çünkü Busem'in cenazesinden sonra on beş gün hiç dışarı çıkmamıştı. Bu on beş gün 'Sarı' adını verdiği kitabını yazmaya çalıştı. Otuz sayfalık bu çaba, evdeki yemek malzemelerinin bitmesiyle son bulmuştu...
Kağan kitabını bir senede bitirdi. Üç sene yayın evlerine yayınlatmakla uğraştı. Olmadı. Kitabı kendi imkânlarıyla bastırdı. Üç sene kitabının tanıtımı için uğraştı. Bin beş yüz adetlik satış rakamına ulaştı. Televizyondaki hiç bir kitap tanıtım programına çıkamadı. Hiç bir gazete röportaj için gelmedi. Ona göre bu mağlubiyetin nedeni eş cinsel olmamasıydı. Egzamaları aynıydı, ne artış ne de azalma oluştu...
Yaklaşık on senelik bu uğraş kimine göre koca bir hiçe çıkmıştı. Oysa, Kağan yazar olamamanın, hayalini gerçekleştirememenin huzurunu yaşıyordu. Hayaller iyiydi de koşturmak, yetenek gibi faktörlere ne demeliydi?
Kağan, bir Perşembe günü, artık tamamen değişen, eski adıyla Ağaçlı yol yeni adıyla Çapak caddesinde yürürken, bir adamla çarpıştı. Adam aldırmadan yoluna devam etti ve hızla tam karşıdaki Hayal dükkâna girdi. Kağan, adamın elindeki silahı görmüştü. Peşinden hem de hiç düşünmeden Hayal dükkâna girdi. Adam, silahı kıza doğrultmuştu. Kağan, Kader'e çarptığı anı hatırladı ve adamın üstüne atladı. Boğuştular, Kağan vuruldu, adam kaçtı. Hayal Dükkânda para var mıydı ki sanki...
Kağan yerde can çekişirken Kader'in kardeşi ağlıyordu. Kağan kıza döndü, yüzüne baktı ve aklından 'çapağın kristalleşmiş gözyaşı olduğunu' geçirdi. Sonra da öldü...





Topal Efendi...

Muhtarla köye döndüklerinde aldıkları oyuncaklar köyün çocuklarına yetmedi. Çocuklar bu yüzden yaklaşık yarım saat kavga ettiler, oyuncakların bir kısmı bu kavgada bozuldu, kırıldı...
Kızını, iki sene çeşitli yerlerde rüşvet verdikten sonra ancak işe koyabildi.
Muhtarla beraber ilk rüşvetini verdiği il başkanı üç sene sonra Tarım Bakanı oldu... Kızının işini de bu adamın yaptığını söylediler. Seçimde oyunu onun partisine verdi...
Hükümet küresel bir tarım politikası belirledi. Topal efendinin ektiği pirince yasak koydu. Olmadı. Pirinç ekmemek kaydıyla dönüm başına teşvik verdi. Oldu. Herkes gibi Topal Efendi de parayı aldı ve zamanını kahvede geçirdi. Zaten pirinç kalitesizmiş, o topraklarda başka şey ekmek lazımmış, falan, filan... Sekiz sene sonra hükümet teşviki kesti... Topal Efendi de zaten pirinci şehirdeki marketten alıyordu... Çin pirincini...
Sekiz sene sonra, Topal efendinin diğer kızını işe sokmak için vereceği rüşvet parası; artık yoktu...
Oyunu başka partiye vermeye karar verdi...




Muhtar...

Ömrü boyunca rüşvete aracılık yaptı. İktidarlar değişti, o hiç değişmedi...
Seksen iki yaşında incir ağacından düştü, öldü...




Sarı saçlı kız ve mavi gözlü erkek…

Yıllar, her zamanki zorbalığıyla, herkese yaptığı gibi malum üçlüyü de şekillendirmekle kalmadı, aynı zamanda sonsuzluğa doğru umarsızca yağmaladı. Kırmızı saçlı kızın sayesinde, sarı saçlı kız mavi gözlü erkekle evlendi. Sarı saçlı kız daha mutluydu. Yaşadılar. İlk çocukları evliliklerinin ikinci yılında oldu. Doktor 'özürlü olabilir' demesine rağmen sarı saçlı kızın ısrarıyla çocuk doğdu. Çocuk ileri derecede mental reatarde yani zekâ özürlüydü. İkinci ve üçüncü çocukta da aynı şey oldu...
On iki senenin sonunda mavi gözlü adam, artık beyaz saçlı karısını yalnızca yemeğini yapan biri olarak görüyordu...
Bir Perşembe günü, adamın ürün müdürlüğüne kadar yükseldiği oyuncakçı zinciri battı...
Yalnızca altı ay idare edebildiler...
Bir gece, adam yeterince içtikten sonra, çocukların gürültüsüne dayanamayarak, silahını eline aldı ve önce ak saçlı karısını, sonra ilk oğlunu, sonra ilk kızını, sonra da ikinci kızını öldürdü. Silahını ağzına götürmek için düşünmedi bile. Tetiği çekmesiyle beyninin kıvrımlarının duvara yapışması arasında geçen sürede henüz can çekişen ilk oğlu adama uzanmaya çalıştı. İlk oğul da adam da öldü...
Ertesi gün bir gazetenin üçüncü sayfası: Geçim sıkıntısı geçiren adam, cinnet getirerek, üç özürlü çocuğunu ve karısını öldürdükten sonra intihar etti...




Kırmızı saçlı kız…

Yıkımdan sonra işten atıldı...
Uzun süre iş aradı, bulamadı...
Önce marketten ekmek çalmaya başladı...
Sonra cüzdanları çalmaya başladı...
Bir çeteye girdi...
Artık daha büyük işlere karışıyordu...
Çetenin lideri ve ikinci adamı kırmızı saçlı kızı sevdi. Kız ikisini de sevmedi. Bir gün, bir soygun sonrası, paraları paylaştıktan sonra, içkiler içildikten sonra, tüm çete kıza tecavüz etti. Yetmedi, parasını aldılar, öldürdüler...



Emekli ölü yıkayıcı…

Yıkımın etkilemediği evlerden biri de ona aitti...
Unutamadığı tek şey yıkadığı ölülerin yüzleriydi. Öyle bir bağımlılık yaratmıştı ki o ölü yüzler; artık hiç kâbus görmüyordu. O yüzlerden daha ötesi yoktu ki. Neyi hayal edecek, neyden korkacaktı?
Busem'in cenazesi ona özel bir cenaze evi açabileceğini, bunun iş yapabileceğini düşündürmüştü... Aslında öyle bolca ve gereksiz harcayacağı bir parası yoktu ama hayatının da anlamı kalmamıştı. O yüzler onu sürekli rahatsız ediyor, sürekli eski günleri arıyordu...
Ne yaptı etti bu cenaze evini açtı. Önceleri, bu özel cenaze evi fikri basının çok dikkatini çektiğinden işleri iyiydi. Röportajlar onun için iyi bir reklam oldu. Hatta özel bir televizyon kanalının ana haberine canlı konuk oldu ve cenaze evini tanıttı. Temizlikten, ölüye saygıdan bahsetti. Fakat basının ilgisinin azalmasıyla işler de azaldı. Kimse ölüye fazladan para harcamak istemiyordu. Devlet bu işi çok ucuza yapıyordu zaten...
Cenaze evi, yıllarca direnmesine rağmen, çalışanların maaşlarını veremez hale gelince kapandı. Üç sene sonunda emekli ölü yıkayıcının elinde koca bir dükkân ve içinde bir kaç tabuttan başka bir şey kalmamıştı. Evini, arabasını çoktan satmıştı. Cenaze evinde yatıp kalkmaya başlamıştı...
Artık ölülerin yüzlerini görmüyor, eskiye göre daha çok uyuyordu. Okumadığı kutsal kitap kalmamıştı...
Hayatının sonuna yaklaştığını anladıkça garip ve nedensiz ama önlenemez bir şekilde Allah'a yaklaşıyordu. O eski isyanlar son bulmuştu. İflastan bir sene sonra namaza başladı. Artık bu dünya onun için basit bir sınav yeriydi. Günah olabilecek şeyleri düşünmemeye çalışıyordu. Günleri ibadetle ve zorunlu ihtiyaçlarını gidermekle geçiriyordu. Hiç olmadığı kadar huzur doluydu. Mutluydu. Ölümünü beklemek ona zevk veriyordu...
Ama bu bekleme işi üç seneyi geçtiğinde artık dayanamaz hale gelmişti. Okumadığı fıkıh kitabı, bilmediği ve anlamadığı evliya kalmamıştı. Bir an önce Allah'a kavuşmak istiyordu. Ama intiharın günah olduğunu da biliyordu. Kendince bir şey yemeyerek ve içmeyerek, ölmeye karar verdi. Yani intihar etmeyecek ama yaşamak için de çaba sarf etmeyecekti. Altı gün sonunda artık nefesi bile zor alır hale gelmişti. Bir tabutun içine girdi ve Allah'ını beklemeye başladı...
Yirmi iki saat sonra öldü...




Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam…

Ne anlamı var bu hayatın; bu hayatı bilmedikten sonra… Nasıl yaşanır herkes gibi anlayamadan? Örneğin; bir çiçek sizin dışınızdaki herkese kokusunu veriyorsa, ne önemi var o çiçeğin? Sarıyı ancak dokunarak anlayabiliyorsanız, ne anlarsınız ‘hüzün’den?
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, bilmem kaçıncı kez intihar denemesinden nedensiz vazgeçti… Neredeyse haftada bir intihara karar veriyor ve vazgeçiyordu… Bu yalnızlık ona aitti… Bu intihar yalnızlığı onunla ilgiliydi…
Devletten aldığı yardımlarla yaşayan bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam; dünyayı görmemenin, koklamamanın verdiği tarif edilemez yalnızlığı içinde mutluydu. İntihar kararları kendini tatmin etmekten başka bir şey değildi…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, yıkımı görmedi… Duyduğu gürültüden başka bir şey değildi…
Bir böcek ne anlarsa hayattan o da onu anlıyordu. Mutluydu. Bazen bir böcek kadar cesur bazen de bir o kadar masumdu. Görmedikleri ona hayat veriyordu. Koklamadığı her pislik onu yaşama daha çok bağlıyordu…
Neyi görecekti ki: Her sabah çöpleri karıştıran teyzenin çocuklarının bilmeden annelerine isyanını mı? Yoksa bir sürü saçma gerekçeyle birbirinden gittikçe uzaklaşan, birbirini dinlemeyen, birbirini öldüren insanları mı görecekti? Ya da aynada kendini mi görecek ve sorgulayacaktı?
Neyin kokusu onu bu hayata daha da bağlardı ki? Yalnızlık kokar mıydı? Hüzün kokar mıydı? Ya elleri, elleri kokar mıydı?
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, sekiz sene boyunca aynı evde oturdu. Bu süre boyunca hiç sevgilisi olmadı. Geçmiştekilerin hayali ve pişmanlıkları ile idare etti…
Dokuzuncu senenin ortasında lösemiye yakalandı, iyileşti, anlamadı çünkü. Halsizlik falan diye geçiştirdi doktorlar. Görmedi ki saçlarını, görmedi ki insanların ona bakışlarını, iyileşti… Zaten ölüm dediğin karanlık değil miydi?
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, doğduğundan beri görmüyordu ama bir kadını üç boyutlu çizebiliyordu. Kendince ressamdı. Derinliği dokunarak kavrayabiliyordu… Bu yüzden de bu hayatta en çok sarı saçlı, mavi gözlü bir kadının dolgun memelerinin arasını koklamak ve orgazmı sırasında o kadının gözlerine bakmak istiyordu. Bu olmazsa çok sevdiği demlenmiş çayın kokusunu içine çekmek ya da bir kavak yaprağın düşüşünü görmek istiyordu… Bu hayattan başka da umudu yoktu…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, yıkımdan on beş yıl sonra, yıkılan balıkçının yerine açılan sanat galerisinde resim sergisi açtı. Konu umuttu…
Resimlerinde kadınlar vardı. Bir bardak çay ve buharı vardı. Sarı, kurumuş bir kavak yaprağının portresi vardı. En çok da bu yaprak resmi ilgi çekti. Yapraktaki derinlik ve yaprağın kıvrımları bir kör tarafından nasıl böyle ayrıntılı çizilebilirdi ki? Ya o kadınların kokusu nasıl resmedilirdi ki?
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, sergiden üç sene sonra artık ünlü bir ressamdı. Aslında bu onu rahatsız ediyordu ama elinde olan bir şey yoktu. Zaten bu rastlantısal şöhretin getirdikleri götürdüklerinden fazlaydı. Bu şöhret sayesinde ne kadınlar tanıdı: Saçları kıvrım kıvrım, memeleri dolgun kadınlar tanıdı. Ne yalnızlıklar, ne hüzünler yaşattılar o kadınlar ona. Ne sesler tattırdılar…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, seksen üç yaşında baba oldu. Mecburen evlendi…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, oğluna eşek de oldu, dede de, baba da…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, seksen sekiz yaşında New York’un siyah Müslümanlara ait kısmında yani Demokratik Amerika İslam Cumhuriyetin en görkemli sanat galerisinde on sekizinci sergisini açtı. Beyazlar ve dinsizler de özel ilgi göstermişti bu sergiye…
Bıyıkları alt dudağını bile kapatan hatta yüzünün neredeyse yarısı bu bıyık denen tüylerden oluşan kısa boylu adam, yüz yaşında, oğlunun portesini çizerken, kalp krizi sonucu öldü, yüzü gülümsüyordu…




Mehmet...

Mehmet, Busem’in ölümüne evdeki faresinin ölümünden daha az üzülmüştü. Busem onun için karşı köyün kızıydı…
Mehmet, uzun bir süre yaşamaya çalıştı… Simit sattı, ayakkabı boyadı, zenginlerin çimlerini biçti, bahçelerindeki köpek dışkılarını temizledi, su sattı, maçlarda çiğdem sattı, en çok da tişört sattı… Yetmedi; annesini babasının dayağından korudu, kız kardeşini okuttu, avukat yaptı…
Mehmet, en çok tişört işinden para kazandı. Dükkân açtı, dükkânların sayısını arttırdı. Para kazandı. ‘M’ tişörtleri tüm ülkede kalite demekti. Öyle ki ülkedeki gençler firmayı yabancı sanarak ‘em’ tişörtleri derdi ama Mehmet hep Mehmet olarak kaldı…
Mehmet hep aradı…
Mehmet hep arada kaldı…
Fakirken hayatını aradı, büyüdü, para kazandı; aşkı aradı…
Onu seven oldu aslında. Ama ya o seveni sevmedi ya da onu seven başkasını sever gibi sevdi…

***

Mehmet’e göre aşkın ispatı yoktu…
Beyinde akıntı
Göğüste hafif ağrı
Ve yalnızlıkla belli ederdi kendini
Mehmet
Öyle sevmeliydi ki, yoksul düşmeliydi…
Sonsuz bir yatak
Ve sahipsiz yalnızlıklar biriktirmeli
Gerekirse yaşamamalıydı…

***

Garip bir şeydir bu hayat. Bir sürü dert edinir, bir sürü insan tanır sonra da ölürüz… İnsanların kimini sever kimini sevmeyiz. Bazen de bazı insanlar bizi sever; anlamayız…
Bu yalnızlıkların, bu aşkların, bu ellerin çaresi var mıdır?
Kimi üşür soğuktan, kimi donar yalnızlıktan. Kimi de insanlıktan çıkar, âşık olamayınca. Nedir insanı insan yapan? Tanrı mı, aşk mı?
Annen ne anlattıysa, hangi masalları anlattıysa, hangi gözyaşını sildiyse onu ararsın; bulamazsın. Kulağında oğlunun kalp atımı. Nerede duysan tanırsın…
Annen kimi anlattıysa onu ararsın, bulamazsan; anlayamazsın. Bazen bir kalp atımı kadar uzak, bir kalp atımı kadar yakınsındır ama göremezsin…
Gün olur güneşi örter, gün olur gözünden güneş icat edersin. Gün olur sarı uzun bir saça tapar, gün olur güneşi o mavi gözlerden doğurursun…
Bir nefesle başlar, başka bir nefesle biter bu hayat
Seven sever
Sevemeyen üşür…
Bilirsin, bilirsin de…

***

Mehmet, Atlas’ın dünyayı sırtında taşımaktan vazgeçmesi gibi zorla vazgeçmişti kendinden… Aradığı yeni bir Mehmet’ti…
Mehmet evlendi. Çocuğu olsun istemişti. Oğlu ona tapıyordu…
Beklemenin aşkı öldürdüğünü biliyordu; o da evlendi, sonra boşandı…
Kırk sekiz yaşında, tinercilere içinde para olmayan cüzdanını vermek istemediği için bıçaklandı…
Ölümü altı ay sürdü. Altı ay bitkisel hayatta kaldı…
Tek duyduğu, kimseyle dolduramadığı içindeki boşluğun sonsuz sesiydi…




Leyla…

Oldukça iyi bir şirkette insan kaynakları müdürü olarak çalışan Leyla hep ‘en’lerde yaşıyordu…
Otuz yedi yaşında, bir dizi estetik ameliyatla yüzündeki yara izini kapattı. Zaten yarası da üç yıldır sızlamıyordu. O eski komünist günler çoktan geride kalmış, artık küçük burjuva olmuştu. İnsanları gözlerinin içine baka baka işten atıyordu. Ağlamalar, sızlamalar onu hiç etkilemiyor, hatta uzun süredir kendine ‘zamanında sizin için mücadele ederken neredeydiniz’ cümlesini bile kurmuyordu…
Bazen işten çıkma konuşması bile yapmıyor, yani herkesin bildiği yalanlarla dolu mazeretlere bile başvurmuyor, sadece ‘işten çıkarıldınız’ diyor ve gözünü karşısındakinin gözüne bir şeyler arıyormuş gibi dikiyordu. Bir tür düello…
Bir Perşembe günü, yeni bir işten çıkma konuşması yapmak için, işe üç ay önce yalvar yakar ve bir sürü torpille girmiş, sosyal güvencesi, yeni iş kanunu yüzünden bu işten atılırsa iptal olacak bir genç kızı sekreteri aracılığıyla çağırır…
Sekreterinin kızın raporlu olduğu bilgisini vermesi Leyla’yı durdurmaz ve kızı hasta hasta evinden çağırır. Kız, apar topar ve panik bir halde, yarım saat içinde Leyla’nın karşısındadır. Kız gerçekten hastadır ve sürekli öksürür. Leyla, kızın bir hayat dersi aldığını düşünmesini istediğinden konuşmayı uzatır da uzatır. Gözleri kızın gözlerinde gezinir, kızın geleceğiyle düello yapar gibidir. Kıza, davranışlarının dengesiz olduğunu, giyiminin kötü olduğunu, işinde isteksiz olduğunu, ayrıca saçına taktığı haham şapkasının şirketin politikasına ters olmakla beraber imajını da kötü etkilediğini ama inancına saygı duyduklarını ve etrafıyla gereksiz tartışmalara girerek şirketteki huzuru baltaladığını söyler…
Konuşma yarım saat sürer ve en sonunda kız yüzü asık bir şekilde Leyla’nın bürosundan ayrılır…
Bu konuşmanın gecesinde Leyla’da öksürmeye başlar…
Bundan sonrasında Leyla artık tamamen değişmiştir…
Kendine yıllar önce işkence yapıp, yüzünü yaralayan polisin çocuğunu işe alır…
Şirketin yeni ortağı Murat’la çıkmaya başlar, ilk buluşmalarının gecesinde sevişirler…
İçinden bir ses, Murat’ın onu aldattığını söylese de ilişkiye devam eder…
İşten atma diyaloglarının süresini iyice kısaltır ve artık kimseye uzun konuşma yapmaz…
Geceleri alkol almaya, bazen işe sarhoş ve özensiz kıyafetlerle gelmeye başlar…
Kilo kaybını ise forma girmek olarak değerlendirir…
Bazen eve gitmez ve iş yerindeki bürosunda yatar. Murat’ın karısının onu takip ettiğini ve onu öldüreceğini düşünür. Bu yüzden de eve gitse bile her seferinde farklı bir yol kullanır…
Kutsal kitapları iniş tarihine göre okumaya ve Tanrı’yla direkt konuşmaya başlar…
Ona göre önceki hayatında umarsız sarı bir banktır. Ölünce de yine o bank olacaktır…
Leyla’nın bu garip davranışları genel müdürün dikkatini çeker ve durumu şirket doktoruna danışır. Şirket doktoru Leyla’nın davranışlarını çaktırmadan tahlil eder ve daha ileri bir merkeze götürülmesi gerektiğini rapor eder…
Bunun üzerine Leyle ikna edilerek, sağlık yerleşkesindeki Psikiyatri kliniğine götürülür. Gerekli incelemelerden sonra doktor; son üç yılda açığa çıkan yeni bir tür virüsün, beyindeki dopamin miktarını bazı bölgelerde arttırdığını ve böylece şizofreniye yol açtığını ve bu virüsün öksürükle veya dokunarak bile bulaşabileceğini söyler. Leyla’nın da artık şizofreni hastası olduğunu ve şirkette bu tür belirti gösteren herkesin kendilerine başvurması gerektiğini söyler…
Şirket yöneticileri, yaptıkları gizli bir toplantının sonucunda; bu bilgiyi gizli tutmaları gerektiğini, Leyla’yı şizofren oldukları düşünülen diğer çalışanları da işten çıkardıktan sonra ve mektupla ancak işten atabileceklerini, bunun kontaminasyon riskini minimuma indireceğini ve gerekirse şirkete bir ay gelmemeleri gerektiğini kararlaştırırlar…


***

Leyla, bu toplantıdan bir ay sonra Psikiyatri kliniğine yatar. Ondan bir ay sonra da işten attığı bazı arkadaşları yanına gelir…
Leyla, bu yeni işinde kendini öldürmek isteyenlerin çoğaldığını düşünmeye başlar… Ona göre eski arkadaşları onu mutlaka öldürecektir… Onları işten de atamaması, durumu Leyla açısından daha da kötüleştirir…
Leyla, bir gün, kipa takıyor diye işten attığı kızdan kaçarken, pencereden düşer…
Ölür…



Mühendisler…

Sarı bankı belediyenin bahçesine koyma talimatı verirler…
Hayat apartmanındaki kadına bir adet böbrek borçlu olanı seçimden sonra derhal işten atılır… Diğeri ise bir seçim daha idare eder…
Dokuz yıl sonra ise başka bir semtin belediyesinde buluşurlar…
Geçen sürede sarı bank da koydukları yerden alınıp, şu an çalıştıkları semte, deniz kıyısına koyulmuştur…
Bir Perşembe akşamüstü sahilde gezerken bu banka rastlarlar. Aynı anda bankı görüp aynı anda birbirlerine bakarlar. Bankı tanırlar. Çünkü eski çalıştıkları belediyede bol bol üstünde oturmuş, kahvaltılarını atıştırmış, Nietzsche’den konuşmuş ve dertleşmişlerdir. Bankın üstündeki yazıların bir kısmı ise inadına silinmemiştir…
Banka otururlar. Silinen yazıları anında hatırlar ve tekrar banka kazırlar… Hiçbir şey eklemeden, hiçbir şey çıkarmadan yaptıkları bu kazıma işi sanki bir tören gibidir… Kaybettikleri 'an'ların cenaze töreni gibi...
Değişen; yazanların kimliği ve bankın yeridir…
Bank, taşlarla döşenmiş bir yolun üstünde ve gariptir ki oturanın sırtı denize gelecek şekilde konumlandırılmıştır. Denizle bankın arasındaki korkuluklar ise hali hazır düzende ne kadar simetrik olabilirse o kadar simetrik ve o kadar sarıdır…

***

Oralarda, o anda yalnızca denizin sesi vardır… Bunu her ikisi de o an olamasa bile anlar...

***


İki mühendisten biri yetmiş bir yaşında pankreas kanserinden, diğeri ise elli beş yaşında kronik böbrek yetmezliğine bağlı kalp yetmezliğinin sonucu, ani bir kalp krizinden ölür…
Sonra ölen önce ölenin cenazesine gider...




Sedat, Okan ve Deniz…


Hüzün apartmanı yıkımda yerle bir olmuştur. Deniz’in acilen bir ev bulması gerekir. Yoksa nasıl dayanır kızının babasına?

Deniz, eski eşinin kendisini hala sevdiğini biliyordu ama ona karşı abartılı ve kimseye karşı duymadığı garip bir tiksinti duyuyordu…

Deniz, geçici bir süre kızının da baskısıyla eski eşinin evinde kaldı. Bu sürede sürekli kiralık ev aradı. Bir gün iş çıkışı Hayat apartmanında bir evin boşaldığını gördü. Tam iki ay düşündü. Bu arada, ev inşallah tutulmaz diye de içinden geçirmedi değil. En sonunda evi tutmaya karar verdi. Böylece kızı da arkadaşlarından ve okulundan ayrılmayacaktı…

Yazdığı mektubu yıkımdan sonra hiç düşünmemişti bile. Zaten o mektup zamanda yolculuk fantezisinden başka bir şey değildi. Derenin altından çok su akmıştı. Hayat bunu yıkımdan sonra bizzat izah etmişti…

Hayal dükkân ise yıkımdan etkilenmemişti. Deniz Merve Sarı, bir kere daha babasına minnettardı. Bu dükkân da olmasa…

Deniz, dördüncü kata taşınırken, mektubu yanlış kapıya bıraktığını, kapıcıya çaktırmadan komşularını sorduğunda anladı. Kapıcı, yalnızca bunu söylemekle kalmadı; Okan’ın kızının öldürüldüğünü, Okan’ın o günden sonra eve neredeyse ayda bir geldiğini, zaten kızın annesini hiç görmediklerini, Okan’ın kızına sahip çıkamadığı için kızın öldüğünü ve diğer komşular hakkında Deniz’in dinlemediği bir sürü gereksiz şey de söyledi…

Deniz bir kere daha çok şeyin değiştiğini anladı…

Sedat, aradığı kadını aramaya devam etti. Bu konuda acımasızdı. Mektubu ve Deniz’i neredeyse hiç hatırlamadı. Böyle şeyleri hep yapardı çünkü… Yalnızca Okan’ın kızını duydu, cenazeye gitti. Mektubu yırtmanın isabet olduğuna kanaat getirdi, o kadar…

Okan, kızının katilini hiç aramadı. Hep kendini suçladı. Hayat apartmanındaki evine yalnızca fesleğenleri için geliyordu…

Sedat, korsan bir biçimde ve bencilce okuduğu mektup sayesinde, geçmişte Okan’ın Deniz’i sevdiğini ama bunu Deniz’in bilmediğini, Deniz’in de Okan’ı sevdiğini ve bunu her ikisin de bildiğini biliyordu. Ayrıca Deniz’in yazdığı mektubun Okan’a ulaşmadığını da bizzat biliyordu…

Deniz, mektubunun Okan’a ulaşıp ulaşmadığından emin değildi. Zaten artık önemi de kalmamıştı…

Okan, hiçbir şey bilmiyordu. Tek bildiği kızının ölümü yüzünden silmek istediği geçmişti…



***


Bu üçlü arasında, yıllar içinde önce zoraki karşılaşmalar ve selamlaşmalar sonra da fırtınalı bir arkadaşlık gerçekleşecekti…

Okan ve Deniz Merve Sarı’nın ilk karşılaşması oldukça sıcak geçmiş, Deniz, Okan’a kızı için çok üzüldüğünü, ancak buraya taşınınca haberi olduğunu söylemiş ve özenle geçmişten bahsetmemişti. Okan’sa her zamanki gibi kızından ve geçmişten hiç konuşmamış bu tavrı da Deniz’e Okan’ın mektubu almadığını düşündürmüştü…

Sedat ise bu üçlü arasındaki arkadaşlığa; rastlantısal karşılaşmaların birikmesi ve apartman işleriyle ilgili mecburi toplantıların katkısıyla, sıradan bir başlangıç yapacaktı…

Aynı apartmanda, Sedat ve Okan karşı karşıya, Deniz’se Sedat’ın alt dairesinde oturuyordu. Buna rağmen zamane arkadaşlıkları genelde bilgisayar başında geliştiğinden önceleri daha çok internet aracılığı ile görüşeceklerdi. Bu internetten görüşme işi Okan’ın eve ender geldiği, kızının ölümünden sonraki ilk bir yıl içinde daha çok tercih edilecek, sonraları bu sanallık kimseye yetmeyecek ve Okan’ın eve daha sık gelmesiyle arkadaşlık daha derinlere doğru ilerleyecekti…

Deniz, internette önceleri her zaman Okan’ı tercih edecek, Okan’la yazışmalarını kaydedecek ve tekrar tekrar okuyacaktı... Amacı: Anlamaktı…

Sedat’ınsa amacı ilk aşamada Deniz’e daha da yaklaşmak olduğundan ve elde edilemeyen kadın olmadığını, bunun sadece zaman meselesi olduğunu ve yeterli mesafeye geldikten sonra yani kadın için artık vazgeçilmez bir ‘şeye’ dönüştükten sonra harekete geçmesi gerektiğini bildiğinden; genelde iyi arkadaş gibi davranıp hiçbir konuda ısrarcı ve zorlayıcı olmuyordu. En farklı düşündüğü konularda bile uysal davranıyordu…

Okan’ınsa en önemli derdi yaşamaktı. Kızı öldüğünden beri yalnızca nefes alıp veriyordu. Her ne kadar kızı ölünce intiharı çokça düşünmüş olsa da bu düşünme işinin artık bir anlamı kalmamıştı. İntihar fikri, o zamanlar onu rahatlatmıştı ama şimdilik çare bulamayacağı bir derdi yoktu ve dolayısıyla da intihar düşüncesine ihtiyacı kalmamıştı. Yani, intihar edip yaşadığı ve yaşayacağı umarsız acılardan tamamen kurtulma hissine artık gerek yoktu. Gerçi o hissi çok sevmişti ama biliyordu ki; o arada kalma hissi uyuşturucu gibiydi, bağımlılık yapıyordu. Deniz, geçmişte ona böyle bir acı ve dolayısıyla böyle bir his yaşatmamıştı, güvenliydi. Hatta kendisinin Deniz’de çaresiz bir acı yarattığını sanıyordu. Sedat ise Deniz’le yalnız kalmamak için gerekliydi. Zaten yetişkin bir erkek ona nasıl bir acı verebilirdi ki…

Sedat ve Okan, Deniz sayesinde arkadaşlıklarını derinleştirecekler; Sedat, Deniz’le her kadınla ilgilendiği gibi ilgilenmeye başlayacak, tesadüflerin sıklığını, centilmenliğinse yoğunluğunu arttıracak fakat Deniz’in mektuptaki Deniz Merve Sarı olduğunu anlaması zaman alacaktı. Öyle ki bunu anladığında üçlü artık ‘iyi arkadaş’ ilişkisine başlamış olacaklardı…

Sedat, mektubu yazan Deniz’in alt kattaki Deniz olduğunu anladığında Okan’a biraz daha yaklaşacaktı… Sedat, başlangıçta bunu vicdanının rahat etmesi için yapsa da sonraları bu arkadaşlığı Okan’ı kontrol altında tutmak için kullanacaktı…

Sedat, aşkı yani bugünü; Deniz, kendini yani geçmişi; Okan’sa hayatı yani geleceği arıyordu…

***

Okan, kızının ölümünden iki sene sonra, Hayat apartmanındaki dairesinde sürekli kalmaya başlamıştı. Deniz’in kızı artık büyümüş ve arkadaşlarıyla zaman geçirir hale gelmişti. Dolayısıyla Sedat, Deniz ve Okan daha sık görüşür olmuştu. Her akşam en azından telefonla araşır, olmazsa kapılar çalınır, o da olmazsa messenger listesinde çevrimiçi durumuna bakılır, genelde yüz yüze ve üçü beraberken görüşmeye uğraşırlardı…

Sedat, oyunu iyi oynuyor ve anlık düşünüp, anlık yaşamaya çalışıyordu. Deniz’se Okan’ı merak ediyor ama Okan’a ulaştıkça ondan soğuyordu. Okan, yaşayıp gidiyordu, aradığı bildiği bir şey değildi…

Üçünün de en sevdiği yer yeni açılan Nietzsche bardı. Oturdukları semt son iki yılda çok değişmişti. Bu değişimin iyi taraflarından biriydi bu bar. İş çıkışı genelde burada buluşur, konuşur ve stres atarlardı. Bar, Nietzsche’nin yaşamına uygun tasarlanmıştı. Ortam karanlık ve sessizdi, hafiften Wagner çalardı, o kadar… Masaların ortasında, masanın içine gömülmüş bir ampul vardı. Bu ampul ancak ona dokununca yanıyordu. Barın mönüsü içkilerden ve her içkiye uydurulan Nietzsche aforizmalarından oluşuyordu…

Sedat, Nietzsche’nin faşizme yol açtığını; Okan, öyle olmadığını, diğer filozofların olması gerekeni yazdığını, Nietzsche’nin ise olanı veya olacak olanı yazdığını, bu yüzden de faşizmi doğurmasının imkânsız olduğunu düşünüyordu. Deniz’se ‘üst insan’ ve ‘sonrasız dönüş’ kavramlarının birbirinden ayrılmasının mümkün olmadığını söylüyordu. Nietzsche hakkında çok tartıştılar ama bu tartışmaların hiç birinde ne Okan ne de Deniz Hayal dükkândaki kitap alışverişini gündeme getirdiler. Okan, geçmişe dönmek istemiyor, Deniz’se Okan’ın konuyu açmasını bekliyordu…

Sedat, bu görüşmeler sayesinde bir süre sonra artık Deniz’in evindeki fesleğen gibi ve onun kadar Deniz için vazgeçilmez olmuştu…

Bir perşembe günü, Deniz’in Hayat apartmana taşınmasından yedi yıl sonra, Nietzsche barda, Sedat ve Deniz, Okan olmadan konuşuyorlardı. Bu durumu Sedat ayarlamış, Okan’a bu akşam bara gelmemesini söylemişti. Okan da kabul etmişti. Okan, arada kalmak istemezdi, hiçbir şeyin arasında kalmak istemezdi.

Okan, ne iki insanın ne de bu dünya ile öbür dünyanın arasında kalmak isterdi… Okan'ın istediği bilmediğiydi...

Viski ve çikolata Deniz’in en sevdiği ikiliydi. Önce viskiler söylendi. Viskiler masaya değdiği anda, Deniz Okan’ı sordu, Sedat bilmediğini söyledi, Deniz gülümsedi. Sedat, Deniz’e babasının duyduğu erdemlerinden, Hayal dükkânın büyük sermayeye hala direnmesinin tarif edilemez bir his olmasından bahsetti. Deniz, bu cümlelerin benzerlerini yıllar önce Okan’dan duyduğunu düşündü. Hafifçe gülümsedi…

Viskilerin yarısında, Deniz’in ağzında çikolata varken ve yıllar önce eliyle üstünden geçtiği, sarı banktaki ‘Okan, Merve’yi seviyor’ yazısı ve yırttığı mektup aklındayken; Sedat, Deniz’in gözlerinin içine değil de masanın ortasındaki lambaya bakarak ‘benimle evlen’ dedi… Deniz, çikolatayı derhal yuttu; yaşını hesapladı, Okan’ı düşündü, bunlara kızının yurt dışında olmasını ekledi, yalnızlığını tarttı, birden ve ilgisiz bir şekilde Okan’ın evindeki fesleğenle kendi evindeki fesleğeni karşılaştırdı, babasını hatırladı, eski eşine duyduğu tiksintiyi düşündü, yarın Hayal dükkânı kapatmak için muhasebeciyi araması gerektiğini içinden bir kez daha tekrarladı, şimdi bu Sedat’ın nereden çıktığını sorguladı, nasıl göründüğünü merak etti, makyajının akmamış olmasını umut etti, kırk üç yaşında tekrar evlenme fikrinden çok hala beğenilmek fikrini önemsedi ve teklifi başıyla kabul etti…


***

Okan’a bu kararı Deniz söyledi. Belki de Okan’a mektupla yapamadığını bu yolla yapmak istiyordu. Ne istediğini Deniz de bilmiyordu ki…
Sedat ve Deniz, Deniz’in kızının katılmadığı basit bir törenle evlendiler…
Doğaldır ki bu evlilikten sonra Nietzsche bara gidilmez ve dolayısıyla eskisi gibi görüşülmez olmuştu. Okan, bu durumdan hiç şikâyetçi değildi, hatta memnun bile olmuştu. Belli bir yaştan sonra, öyle çok derin arkadaşlıklar çekilmiyordu. Hem Deniz onun için geçmişte, bir ara sevdiği biriydi, o kadar. O kadar şeyden sonra artık ondan nefret bile edemezdi…
Fakat asıl sorun Deniz’in ilk eşiydi. Deniz’in ilk eşi, boşanmalarından hep Okan’ı sorumlu tutmuştu ve Deniz’i kendince hala seviyordu. Bu sorumlu tutma işi; Deniz’in geçmişte yazdıklarını gizlice okuduktan sonra başlamıştı. Deniz’e Okan’ı hiç sormamıştı. Çünkü Okan onun tam tersiydi ve o saplantı derecesinde Deniz’i seviyordu. Deniz’in kızlarına hamile kaldığı sevişmelerinden sonra uyurlarken; Deniz, Okan’ı sayıklamış ve temiz bir dayak yemişti. Bu dayak, boşanmaya doğru giden yolun damlalarının en büyüğü olmuştu…
Deniz’in ilk eşi, Deniz’in Okan’ın yaşadığı apartmana taşındığını biliyordu. Okan’ı araştırmıştı. Kızından Deniz’in apartman komşusuyla evlendiğini duyunca, beyninden ve vicdanından bir damla daha taştı…
Sonuçta; Deniz’in ilk eşi Okan’ı kadın bir kiralık katile öldürttü. Deniz ve Sedat iki yıl sonra ve Sedat Deniz’i hala severken ayrıldılar. Sedat, başka bir kente taşındı. Orada, bir gece, içkili vaziyette araba kullanırken polisin dur ihtarına uymadı, polis arkadan ateş etti ve Sedat kafasından vuruldu, öldü…
Deniz, kızının yanına, yurt dışına gitti, anılarla ve pişmanlıklarla yaşamaya çalıştı. Seksen yedi yaşında, bir huzur evinde, fesleğeniyle konuşurken, sessizce öldü…




Çöpçü Mehmet…

Çöpçü Mehmet, mahallenin çehresinin değişmesiyle eski işini yapamaz olmuştu. Yeni belediyecilik anlayışında ona yer yoktu. Başka birimlerde görev alsa da başarılı olamamış ve sürekli iş arkadaşlarıyla kavga etmişti. Çünkü eskisi gibi yalnız ve kafasına göre işini yapamıyordu…
Eskiden onu herkes tanırdı. Kimi selam verir, kimi görmezden gelirdi…
O sakin ve kusursuz süpürge darbeleri yoktu artık. Eskiden etrafı temizlerken bazen kendini, kendi beynini temizler gibi hisseder, bazen de tüm dünyayı temizlediğini hayal ederdi…
Mehmet’e, en çok kurumuş sarı yaprakların süpürgesiyle buluşması keyif verirdi. Yaprakların çıkardığı sesi ondan başka kim duyabilirdi ki. Sonbaharlarda insanlar etrafında telaşlı bir şekilde koştururken, o tüm bu telaştan uzak, sakince ve inadına melankolik darbelerle yaprakları temizlerdi…
Mehmet, yıkımdan sonra belediyede çok çalışamadı. Emekliliğini çoktan hak etmişti. Emekli oldu…
Mehmet’in bir ailesi yoktu, yalnız yaşardı. Yetiştirme yurdunda büyümüş, oranın kontenjanıyla işe girmişti…
Emeklilik Mehmet’e yaramamış ve iyice içine kapanmıştı. Sokağın sesi, yalnızlığı düşündürmeyen koşuşturması ve herkese işe yarar muamelesi yapması artık yoktu. Mehmet artık kendi evini bile temizlemiyordu…
Mehmet’e göre sokakta her şey bir işe yarardı. Hayat, hiçbir şeyi imha etmezdi. Dönüştürür ama yok etmezdi. Öyle olmasaydı, hayat her şeyi, lazım olacak her şeyi biriktirmeseydi; bu binalar, bu medeniyet nasıl bu hale gelirdi. İnsanoğlu nasıl uçar, nasıl uzaya giderdi…
Mehmet, emekli olduktan sonra uzak kaldığı bu hayatı kendi evinde kurdu. Hiçbir şeyi atmadı. Ara sıra dışarı çıktığında ise işe yarayacak her şeyi eve getirdi. Biriktirdi, biriktirdi. Yediği meyvenin kabuğunu, içtiği ayranın kabını biriktirdi. Her şey biriktirdi, hiç birini atmadı…
Bir perşembe sabahı, komşularının şikâyeti üzerine eve gelen belediye ekipleri, Mehmet’i evinde kurduğu çöp dağının içinden zorla çıkardılar…
Mehmet’i hastaneye yatırdılar…
Bu duruma dayanamayan Mehmet, endişelerine yenildi ve hastane enfeksiyonuna yakalanıp, üç ay içinde öldü…



Balıkçı…

Yıkımla ve zamanla beraber değişen, gelişen mahallede balıkçı dükkânına yer artık yoktur. Bu yüzden, balıkçı, belediyenin gösterdiği başka bir mahalleye taşınır. Balıkçı dükkânının yerine ise bar açılır…
Yeni yerde işler iyi değildir. Yeni yer kalabalığa uzaktır. Zaten insanlar da balıktan gittikçe soğumuştur. Televizyonların yaptığı, balıklardaki ağır metallerle ilgili yayınlar işleri iyice kötü hale sokar...
Balıkçının oğlu işi bırakır ve ailenin tüm itirazlarına rağmen, daha demokratik, çocukların geleceğini düşünen, daha insancıl bir ülkeye iltica eder…
Baba, didinip durur. Ama balıkçı dükkânı batar. Baba başka iş bilmediğinden memlekete dönüş kararı alır. Memlekette salaş bir balıkçı lokantası açar. Bir beş yılı da böyle kurtarır. Sonrasında ise oğlunun gönderdiği paralarla yaşayıp, eceliyle ve yetmiş iki yaşında ölür…




Bankanın güvenlik görevlisi…

Babasıyla, yani belediyenin ölü yıkama servisinden emekli adamla, seçtiği eş yüzünden arası açılır. Babasının cenazesine kadar görüşmezler. Cenazede babasının yüzüne son kez bakmak ister, bakar. Etrafa karşı ‘hiçbir şey hissetmedi’ görünümü vermeye çalışır. Oysa, oysa…
Babası temizlikçi kadını yani eşini istememiştir… Bunu hiç anlamaz…

***

Basit bir hayatı oldu Hasan’ın. Basit dertleri, basit yalnızlıkları, basit çareleri oldu. Sevdi, sevilmeyi umursamadı…
Basit günlerdi yaşadığı. Her gün yeniden gülümsedi. Belinde silah olmasına rağmen her gün ve herkese gülümsedi. Karşılık beklemeden gülümsedi. Her gülücüğünde umut vardı. Dudaklarının kıyısında, gülümsemeyle aydınlanan, bazıları dünden kalan bazıları yarından emanet umutlar vardı…
Onun için basit bir gündü her gün. Düşünmemesi gerekenleri düşünmedi. Yaşadı. Çayını yudumlarken yaşadı, elini yıkarken yaşadı, gözlerini ovarken yaşadı… O gözler ki hayatının haritasıdır her sabah. O gözler ki hayatına yazar. O gözler ki yaşar…
Düşünmedi. Belki dedi her an. Bekledi. Kim bilirdi ki? Belki bir çocuk ona dilenecekti. Belki annesini hatırlayacak, belki de geçip gidecekti…
Belki biri yine manolyalardan fısıldayacak, kendinden bahsedecekti. Yolculuk duygusu saracaktı belki tüm benliğini. Böylece tatlı bir mağlubiyet hissedecekti her nefesinde…
Kim bilir belki babasının eski bir arkadaşına rastlayacaktı. Sonrasız bir dert edinecekti belki kendine. Belki de sonrasız bir yalnızlık icat edecekti yaşadıklarından…
Kim bilir, bir an olacak, hiç duymadığı bir ses, hiç duymadığı bir şarkıyı söyleyecekti, kim bilir?

Basit bir gündü onun için her gün…

***

Hasan, bankada uzun yıllar çalıştı. Hiç çocuğu olmadı. Eşini hep sevdi ve yalnızca kafasında aldattı…
Yıkımdan dört sene sonra mahalle zenginlerin yeri oldu. Kirayı veremez hale geldiler ve başka bir semte taşındılar…
Hasan ve karısı, Hasan akşam eve geldiğinde önce sade kahvelerini içer sonra da beraber yemek hazırlarlardı. Bu merasim hiç şaşmadı. Kahvelerini içerken sessizce umut ederlerdi… Bu umut en çok Hasan’ı uyuştururdu…
Hasan, emekli olduktan iki saat sonra, evinde kahvesini içerken, öldü. Üç sene önce, doktorun ağzından yalnızca bir kere duyduğu hastalığını, kimseyi hayatıyla rahatsız etmek istemediği için, karısına bile söylemedi ve bir süre sonra da kendi bile unuttu. Tedaviyi araştırmamıştı bile…
Hasan’ın ölümünden sonra, karısı hemen anne evine döndü ve altı ay sonra da burada başka bir adamla evlendi. Hasan’a kırgınlığı, ölümünü haber vermediği için hiç geçmedi…
Hasan’ın karısı, Hasan’dan sonra on yedi sene daha yaşadı…



Kader’in kardeşi…

Bir arabanın çarpması sonucu bitkisel hayata giren kardeşinin yerine işe girdiği Hayal dükkânda, günlerin ona getirdiği, zaman kaybından başka bir şey değildi. Kendini derin bir bok çukurunda gibi hissediyordu. Geçen her gün üstüne yeni boklar dökülüyor, eskiler sertleşiyor, böylece de bu çukurdan çıkması gün geçtikçe zorlaşıyordu…
Her gün aynı saatte, aynı yere, aynı yoldan gelmek…
Her gün sabaha karşı onu işe getiren babasından ayrılmak, garip bir hüzün katardı sonraki bir saatine. Babasından sonraki bu bir saatte, vitrine dizeceği oyuncakları ve yerleri silerdi…
Babası, inşaatlarda çalışarak emekli olmuş bir duvar ustasıydı. İki kızını da okutamamıştı. Üniversitedeki masraf ve harçlara parası yetmemişti. Ancak karınlarını doyurabiliyorlardı. İki kız da, tek tencere yemeği yer sofrasında ürkekçe kaşıklayarak büyümüştü. Baba ve anne, her sofrada kızları kollar, kızların yemesi bitince ancak iştahla yerlerdi yemeklerini. Kızlar yemeklerini yerken, babanın boğazı veremediklerinden, annenin boğazı veremeyeceklerinden ötürü düğümlenir ama kızlara bir şey belli etmezlerdi… Kızlarsa her şeyin farkındaydılar…
Kader ve Kader’in kardeşi… Bu hayatta, aynı yoldan, aynı uçuruma itilen hurda bir kalp gibiydiler…
Kader, kazadan beri evde bilinçsiz ve yatağa mahkûm bir şekilde yatıyordu. Yaşam destek ünitesine bağlı bu yaşamın diğerlerinden ne farkı varsa?
Kaza, Hayal dükkânın önünde olmuştu…

***

Kader’in kardeşi, Hayal dükkânda oyuncaklarla yapay bir hayat kurmuştu. Aslında kurduğu hayat, Kader’in devamı gibiydi…
Katlanabilir kartondan ve iki kişilikli oyuncaklar nasıl olur da bu kadar büyük bir dünya hediye ederdi ona? En sevdiği oyuncak, kırmızı etekli bir kızdan kırmızı tabuta dönüşen, tabutçu kız oyuncağıydı… Bu oyuncağın alıcısı fazla olmazdı… En çok satılan oyuncaksa, ‘winx’ kızları ile ‘ben ten’ dedikleri oyuncaklardı…
Kader’in kardeşi, her sabah bir konu seçer ve ona göre oyuncakçının vitrinini süslerdi. Aynı Kader gibi, aynı Kader’den önceki kadın gibi…

***

Kader’in kardeşi Hayal dükkân kapanana kadar çalıştı. İşsiz kalmasıyla Kader’in fişini çekmesi arasında yalnızca iki saat vardı…
Baba, anne ve Kader’in kardeşi, Kader’in ölümünden sonra, hayırseverlerden gelen yardım da kesildiği için maddi sıkıntı içine girdiler. Babanın maaşı kiraya ancak yetiyordu. Bir akşam, açlıktan anne öldü, sabahında baba öldü, Kader’in kardeşiyse, baba ve annesinin cesedini almaya gelen ambulansın şoförüyle evlendi…
Ambulans şoförünün karısı, yetmiş üç yaşında eceliyle öldü…




Pazarcıların lideri…

Kader sokaktaki pazar yeri, yıkımdan sonra ancak altı ay daha kurulabildi. Pazarcılar tüm uğraşlarına rağmen bu bereketli yeri ellerinde tutamadılar…
Pazarcıların lideri Abdullah, her konuda fikri olan bir adamdı. Kendine pazarcı esnafından oluşan bir tür insan çiti kurarak, yanına ve yerine kimsenin yaklaşamamasını sağlamıştı…
Abdullah’ın hayatta bir hedefi yoktu. Fazla düşünmez sadece icra ederdi. Onun için önemli olan zaferdi. Kazanmanın kuralının olmadığını biliyordu…
Abdullah, Kader sokak pazar yeri liderliğinden sonra tüm ilin pazar yerlerinin ihalesini aldı. Artık örgüt büyümüştü. Sonra bir de esnaf odası başkanı seçildi…
En sevdiği şey umut dağıtmaktı…
Eşini, girdiği siyasi partinin seçim toplantısında, düşünce abisinin tavsiyesi üzerine seçmişti. Düşünce abisi, rüyasında ikisinin evlendiğini görmüştü…
Eşi de bir düşünce ablasının tavsiyesiyle Abdullah’la evlenmeyi kabul etmişti. Evlendiklerinde Abdullah, otuz sekiz yaşında eşi on dört yaşındaydı…
Abdullah, eşine yalnızca evin dışında kocalık yapabildi. Üç çocukları oldu. Abdullah, siyasi kariyeri için bu duruma göz yumdu…
Siyasi kariyeri üç aylık başbakanlığa kadar ilerledi. Üç ay iktidar sahibiydi…
Abdullah’ın ilk oğlunun babası, Abdullah’ı başbakanken öldürdü. Abdullah’a, eski günlerinden kalma pazarcı bir dostla görüşeceğini, bunun onu halktan biri gibi göstereceğini ve halk adamı imajının böylece pekiştirileceğini söylediler. O da kabul etti ama ilk oğlunun babası, tüm korumaları atlatarak Abdullah’ı tam kalbinden, glockla ve tek atışla vurdu. İlk oğlanın babası, esrar bağımlısı olmuş bir adamdı. Yıllar önce Abdullah’tan para istemiş ama karşılığında tehditkâr birkaç cümle dışında başka bir şey alamamıştı…
Abdullah’ı öldüren korku ve güvendi… Korkan, Abdullah’ın oğlunun babasıydı. Güvenen ve böylece güvenlik zaafı oluşturan ise Abdullah’tı…
Ertesi gün gazeteler; ‘demokrasi için büyük kayıp, halk adamı başbakan kalp krizinden öldü, acı çok acı, Allah rahmet eylesin, başbakan sabah spor yaparken kalp krizi geçirdi’ gibi başlıklarla çıktılar. Bu başlıklara genelde eşi ve çocuklarıyla çekilmiş mutlu günlerden birkaç resim eşlik etti…
Bir sonraki gün cenaze çok kalabalıktı. Herkes bu halk adamına ağlıyordu…
Abdullah’ı öldüren adamsa, öldürdüğü gün öldürülmüştü… Faili meçhule kurban gitmişti. Aynı başbakan gibi…
Abdullah, yıllarca demokrasi kahramanı olarak anıldı. Birkaç yazar Abdullah’ı derin devletin öldürdüğünü yazdı. Birkaç yazarsa dış ülke gizli servislerini sorumlu tuttu… Gerçeği bilen herkes sırayla öldü…




Brodveyli kadın…

Ela, Hayat apartmanının önünde, bir cuma gece yarısı, tüm engellerini aşarak boynuna sarıldığı, kokladığı ve nefesini nefesine bu sarılma işlemi boyunca eşitlediği adamı seviyordu, ama…
Brodveyinin havalandırması çalışmadığından camlar buğu içindeydi. Adam, arabadan indi. Evine gitti…
Aynı cumanın güneşi doğarken; Ela, yalnızlığını hüzne ve sarıya boyuyordu. O hüzün ki Ela’nın gözlerinin içi, hayatının ederiydi…
Hayat apartmanındaki adam, Ela’yı gamzelerinden severdi. O gamzelerden bakardı hayata. Gamzenin biri Ela güldüğünde, diğeri dünya döndüğünde görünürdü. O gamzeler aynı anda asla görünmezdi. Ela, güldüğünde dünya dönmezdi ki…
Ela, garip huylu bir tümördü… Bildiğini okur, duygularına hükmetmeye çalışırdı… Bir fesleğen ne anlarsa hayattan o da aşktan onu anlardı… Yoklukta severdi…
Ela ve Hayat apartmanındaki adamın hayalleri farklıydı…

***

Ela’nın Cuma gece yarısı Hayat apartmanındaki adama sarılması aralarındaki ilk ve tek yakınlaşma olarak kalacaktı. Adamın o ana kadarki en mutlu gecesi bu gece olacak, Ela ise onarılmaz yalnızlık zincirine yeni bir halka daha ekleyecekti…
Ela, ömrü boyunca beş kere daha âşık olacak ama hepsinde kaçacaktı. Nedenini bilmediği bir şekilde sevmekten korkuyordu. Aslında her seferinde seviyordu ama bunu kendine asla itiraf etmiyordu. Zamanla her şey değişecek ama bu değişmeyecekti…

***

Yıllar sonra, Hayat apartmanındaki adam, kucağında oğluyla hastanenin kapısını açar. Görev yaptığı ilde oğluna kanser teşhisi koymuşlar ve o da apar topar oğlunu arabaya atmış ve on dört saatlik yolculuk sonucu buraya gelmişti…
Onları karşılayan Ela hemşireydi. Ela, adamı görür görmez tanımıştı. Adamsa on dört saattir ağladığından gözleri buğulu görür olmuş ve bu yüzden de Ela’yı görememişti bile. Çocuğu adamın kucağından aldıkları anda adamın yere yığılması ve yığılırken çocuğuna bakması oradaki herkesi etkilemişti…
Ertesi gün, adam da Ela’yı hatırlamış ve daha çok çocuğun durumu hakkında sohbet etmişlerdi…
Bir hafta içinde çocuğun saçları kazınmış ve tedaviye başlanmıştı. Kemoterapi çok ağır geçiyor, adam sürekli çocuğun yanında kalıyor ve ziyarete gelen akrabalarını bazen tanımıyordu. Ela, o kadar yardımcı oluyor, o kadar üzülüyordu ki, gamzelerinin ikisi de kaybolmuştu… Çocuğun annesi olsa ancak bu kadar olurdu… Çocuğun annesi ise bir gece onları terk etmiş ve bir daha da gelmemişti… Dolayısıyla bu durumdan haberdar olma hakkı yoktu…
İlaçlar bulunuyor, bazen plazma gerekiyor ve her seferinde Ela adama yardımcı oluyordu…
Bir perşembe gece yarısı, Ela nöbetçi, adam da oğlunun başındayken ve oğlan uykudayken; oğlan öldü…
Adam, oğlunu uyuyor sandığından bunu anlayamadı. Aynı gecenin güneşi doğarken, Ela odanın kapısını açtı. İlaç saati gelmişti. Adama ‘günaydın’ dedi, adam ‘günaydın’ dedi ve ekledi ‘dün gece o kadar güzel uyudu ki’… Sonra oğlunu saçını okşayarak uyandırmaya çalıştı ama oğlunun başı yana düştü… Ela, doktoru çağırmaya gitti…
Adam, ertesi günün sabahı cenazeyi Ela’nın elinden aldı. Gözlerle vedalaşıp arkasını döndü ve gitti…




Dilenci anne ve kızı…

Busem’in katili dilenci kadın mıydı? Daha doğrusu; insanlığın yarattığı tüm bu dünyadan ve insanları yaratan Tanrı’dan bağımsız bir şekilde ve tek başına; dilenci kadın, yalnızca Busem’in katili miydi?
Busem’in katili, dilenci kadının kızının karnının aç olması mıydı? Ya da; Busem’in katili, dilenci kadının açlığa ve çaresizliğe dayanacak kadar ahlaklı olmaması mıydı? Yani gerek bu dünya düzeninin gerekse Tanrı’sının onu yeterince korkutamamış olması, ona ne kadar cesaret ne kadar çaresizlik sağlamıştı?
Busem’in katili, kucağında beraber dilendiği kızının, kendini Busem’le karşılaştırır bakışı mıydı? Dilenci kadında bu bakışı anlayacak ‘anlık’ ve ‘bilinç’ olsaydı bu cinayet olur muydu? Bu dünya böyle olurdu muydu?

***

Dilenci kadın, kızının aklı ermeye başlayınca genelevden kaçmış ve birçok iş denemesi sonrası, en iyi işin dilenmek olduğuna karar vermişti. Kızının babası muhtemelen sarı saçlıydı…
Cinayetten sonra acilen geneleve döndü. Amacı polisten kaçabilmekti. Kızını, biriktirdiği paralarla yurt dışındaki bir özel koleje gönderip aklınca onun temiz kalmasını sağladı…
Yedi yıl sonra, cinayetin peşinin bırakıldığını düşündüğü için genelevden ayrıldı. Bu sefer kaçmamıştı. Çünkü yaşlanmış ve ona olan talep azalmıştı ama dilenmesi artık daha kolaydı, kızına ihtiyacı yoktu…
Kızı bu sürede koleji ve aynı grubun üniversitesini bitirmiş, öğretmen olmuştu…
Kadın, elli dokuz yaşında, kendi yatırdığı primler sayesinde tüm onursuz işlerden emekli oldu…
Kızı aynı grubun okullarında öğretmenliğe başladı…
Dilenci kadın, yetmiş dört yaşında artık kızını aramaktan vazgeçti. Kızını yurt dışına gönderdiğinden beri göremiyor, yaklaşık on yıldır da haber alamıyordu…
Kızı bir düşüncenin ‘neferi’ olmuştu ve o yolda ölecekti…

***

Dilenci kadın, bir Perşembe akşamüstü, şehrin polisin kontrolünün dışında olan ve sekizinci derece suç oran bölgesi ilan edilen bölgesinden geçerken, iki gencin para istemesi ve kadının da üstünde para olmaması sonucu, vicdanlara seslenen tüm ölüm kokusuna rağmen öldürülür…
Kimse kadının katilini aramaz, kadın gömülmez bile. Çünkü bu bölge öyle bir bölgedir… Bunu herkes bilir…



Topu olan çocuk…

Yıkımdan sonra sokakta top oynanacak yer artık yoktu. Topu olan çocuk, evde bu zamana kadar ne işe yaradığı belli olmayan orta sehpalarını kullanarak yaptığı kalelerle ve birkaç çorabı birleştirerek oluşturduğu çevreye zararsız, evde hiçbir şey kırmayan post modern topla bir sürü maç organize etti. Ama maçlar en fazla dört kişiyle oynanabiliyordu. Saha dardı…
Gerek çocukların büyümesi gerek evlerin maç için yetersiz kalması gerekse oyun konsollarının futbol oyunları konusunda gerçeğe gittikçe yaklaşmaları; çocukları kendi kurdukları amatör ama insancıl dünyadan, başkalarının yani büyüklerin yani kapitalizmin kurduğu daha profesyonel ve acımasız ama yine insana özgü bir dünyaya transfer etti… Başrolden figüranlığa…
Kader sokak, Garip sokak ve Dert sokakta yaşayan, oynayan her çocuk kendi yoluna gitti. Beyinlerinin derinliklerinde ise kendilerine göre insancıl anlarla dolu silinmez izler oluştu. Yağmurda bile kurdukları futbol maçları, o telaş, o maçın içinde kullanılıp atılan ve o an için bir bağ yaratmayan arkadaşlık, balkonlardan babalarının onları izlemesi, maçlarda yaptıkları artistik futbol hareketleri; geleceği için daha ne isterdi ki bir çocuk, geçmişi için daha ne isterdi ki bir insan. Bu farkında olmadan oluşan izler, lazım olduğunda o derinliklerden çıkarılacaktı. Örneğin; biri büyüyünce o mahalledeki eski bir arkadaşına rastlayacak ve o anları hatırlayıp her şeye rağmen insanlaşacaktı. Belki de birini sevgilisi, ona göre sebepsiz terk edecek ve o yıllar önce beyninin zeminine hayat dolu maçlarla kurduğu yaşama isteği yeşerecek, ardından yoluna devam edecekti. Ya da birinin kalbi duracak, ölürken o anlara tutunacak ve yaşama dönecekti… Kim bilebilirdi ki…

***

Topu olan çocuk, üniversiteye kadar aynı evde yaşadı. Herkes nasıl yaşadıysa o da öyle yaşadı. Yemek yedi, kızları keşfetti, babaya isyan etti… Herkes gibi aynı yoldan aynı uçuruma doğru gitti ve itildi. O da herkes gibi, elbet bir gün öleceğini bilmesine rağmen dünyadaki saçmalıkları anlamaya çalıştı…
‘Ölümü en çok en mutlu olduğumuz anlardan sonra düşünürüz, değil mi?’ Demişti üniversitedeki ilk kız arkadaşı. Topu olan çocuksa bu lafı o an anlamamıştı, anlamaya çalışmamıştı. Amacı ergen her erkeğin amacı ile aynıydı. Belki de doğrusu buydu…
Topu olan çocuğun, ölümü en iyi; oynarken sonsuzluk hissi uyandıran geçmişteki mahalle maçlarından sonrasında hissettiğini ve anladığını anlaması, babasının tabutuna son tahtayı çaktığı anda oldu. Maçlardaki tasasızlık ve enerjinin devamı onu aşan bir şeydi. Babası tahtaların arasından ölü gözleriyle öyle diyordu… İlk kız arkadaşı da öyle dememiş miydi?
Babası, annesinin ölümüne dayanamayacak ve annesinden iki ay sonra ölecekti. Herkes biliyordu ki annesi, ölümünden beş yıl önce köylerinde patlayan mini termik santralin yaydığı radyasyon yüzünden kanser olmuştu. Ama hükümet bunu kabul etmiyor, geçmişin tersine, yeni teknolojiler sayesinde artık santrallerin kaza sonucu yaydığı radyasyonun insanlara zararı bırak faydalı olduğunu iddia ediyordu. Tüm dünya hükümetlerine göre, insanların evrimine hizmet eden kazalardı bunlar. Onlara göre insanlar kendi genetik kusurları yüzünden kanser oluyorlardı…

***

Topu olan çocuk, gıda teknolojisti oldu. Yeni gıdalar bulmak için teknoloji geliştiriyordu. İş arkadaşlarıyla eski tattan uzak olsa da halı saha maçları yaptı. Hiç evlenmedi. On sekiz yaşında serbest bırakmak koşuluyla üç çocuk evlat edindi…
Doksan altı yaşında, bir huzur yerleşkesindeki evinin odasında, bir Perşembe sabahı ölü bulundu. Ölüm nedeninin araştırılmamasını vasiyet etmişti. Araştırılmadı, merak eden de yoktu zaten…




Boyozcu…

Değişen şartlara ve yeni mahalleye uyum sağlayamadı. Yıkımdan sonra başka bir mahalleye gitmeye mecbur kalmıştı. Anlamadığı; bu dünyada onun boyozlarına yer olmadığıydı. Boyozun ağızda dağılan katmanlarıyla ilgilenen insanlar gün geçtikçe azalıyordu…
Yıkımdan sonraki beşinci yılında onuncu mahallede de iş tutturamayınca, boyozları aldığı fırına asgari ücretli işçi olarak girdi. Amacı altı sene daha prim ödeyip emekli olabilmekti…
Boyozcu, fırından emekli olmayı başardı. Karısı ve bir türlü iş bulamayan kızıyla memleketine döndü. Orada babadan kalma arazileri vardı. Bundan sonraki hayatını patates ekerek, domates toplayarak, yeşil ve acı sivri biber yetiştirerek, babasının diktiği ağaçlardan vişne, incir ve mandalina toplayarak, Süheyla kavununun büyümesini takip ederek ve torunu için zeytin ağacı dikerek geçirdi…
Ona zarar veren birçok derdi olmuştu boyozcunun. Ama şimdiki dertleri tamamen kendi kontrolü altındaydı. Domatese suyu az vermeli, sodyumunu dengelemeli, inciri her dalın güneş alacağı şekilde budamalı, vişne ağacının köklerine dikkat etmeliydi…
Boyozcu, doksan dokuz yaşında öldü. Fırında çalışırken ciğerlerine kaçan un yüzünden akciğeri enfeksiyon kapmış, bu da kalbini etkilemişti. Zaten köydekilere göre ‘doksan dokuz’ ölmek için iyi bir yaştı…



Kaleleri kuran çocuk…

Yıkımdan sonra ailesiyle beraber mahalleden taşındılar…
Hayat, ona hiçbir şey vaat etmedi. O da hayata hiç bağlanmadı…
Değersizliğin farkındaydı. Evrende, koca bir kumsalda bir kum tanesinin kapladığı yer kadar yer kaplayan dünyanın, ona sunduğu ne gibi bir önem olabilirdi ki…
Âşık oldu söyleyemedi…
Yaşamak, daha iyi yaşamak istedi; yapamadı…
Futbolcu olmak istedi, uğraştı ama beceremedi…
Soğuk sarı saçlı bir kızı olsun istedi; olamadı…
Tanınmak, sayılmak, sevilmek istedi; çok uzun sürmeden bunların gerçek anlamda mümkün olmadığını anladı. Bu dünyada kimse kimseyi tanımıyor, sevmiyordu. Sevilen, sayılan egolardı…
Annesine ev almak istedi; yapamadı…
Babasını gururlandırmak istedi; yalnızca üzdü…
Hayatını bir şeylere adamak istedi; o şeyi bulamadı…
Bir gün, bir Perşembe akşamüstü; vazgeçti…
Elinde umutları, yenilgileri, yalnızlıkları ve mutlu birkaç andan başka bir şey yoktu ki…
Kimin elinde bunlardan başka şeyler vardı ki…



İki polis…

Biri diğerini rüşvet aldığı için ihbar etti…
Rüşvet alan işini ayarladı. Ceza almadan mesleğine devam etti ve bir daha da rüşvet almadı. Bu yüzden de hayatı hep kıt kanaat yaşadı…
Rüşvet almayan sürüldü. Sürüldüğü yerde bir kıza âşık oldu ve onunla evlendi, çocukları oldu, hayatı ortalama ve sınırlar arasında yaşadı…
İkisi de öldüğünde yetmiş yedi yaşındaydı. Birinin cenazesine kimse gelmedi diğerininki ise kalabalıktı…




Çöpçü gençler…

Şoför aynı işten emekli oldu. İkramiyesini oğlunun eğitimi için harcadı. Oğlu askerde garip bir kurşunla, kendi ise bu haberi duyduğunda kalp krizinden öldü…
Konteynırları karşılıklı tutup, çöp arabasının arkasına yerleştiren iki gençten uzun boylu olanı, mesleğinin on ikinci yılında bilmeden tuttuğu ve yanlışlıkla eline batan enjektör yüzünden bir gün içinde öldü. Onu öldüren bir virüstü. Bu virüs yirmi dört saat içinde yavaş yavaş kanın yoğunluğunu arttırıyor ve akıcılığını azaltıyordu. Bu virüsle enfekte olan insan, kendini her zamankinden iyi hissediyor ve ölümüne on beş dakika kala mutlu bir gülümsemeyle uyuyakalıyordu. Virüs en sonunda insanı uykudayken hareketsiz bırakıyor yani resmen donduruyordu…
Konteynırları karşılıklı tutup, çöp arabasının arkasına yerleştiren iki gençten uzun boylu olanının öldüğünü ilk olarak onunla gece sevişmek isteyen karısı anladı…
Konteynırları karşılıklı tutup, çöp arabasının arkasına yerleştiren iki gençten kısa boylu olanı, iki sene çalıştıktan sonra istifa etti. Bir kuaförün yanına girdi, altı ay sonra atıldı. Büyük bir giyim mağazasında tezgâhtar oldu, iki sene sonra sebepsiz kovuldu. Çöp işine, başka bir ilçede geri döndü. Bir Perşembe gecesi, işe yeni giren şoförün yaptığı hatalı manevra yüzünden, çöp arabasıyla konteynır arasına sıkışarak öldü…





Sarı bankın altından geçen böcek…

Binlerce kez aynı yoldan gitmişti bu siyah böcek. Hayattan ne anladığını hangi insan bilebilirdi ki?
Siyah böcek, sarı bankın yerinden kaldırılmasından sonra daha fazla görünür hale gelmişti. Bu durum etraftaki insanları rahatsız etti. Aslında herkes biliyordu ama bu kadar da olmazdı ki…
Siyah böcek, insanlar için artık görmezden gelinemeyecek kadar ortalardaydı. Bu böceğin cesaretiyle ilgili olduğu kadar aptallığı ile de ilgiliydi…
Sarı bankın olmadığı üçüncü gün, boyozcu böceği sol ayağıyla ezdi, sağ ayağıyla da mazgala doğru itti…




Modern oyuncakçıda çalışan gözlüklü erkek…

Murat, ne aşkın ne yalnızlığının ne de varlığının farkında değildi. Sarı bankı, üstüne oturanları, hayatlarını, gelip geçen zamanı nasıl anlayabilirdi ki?
Her gün aynı zamanda aynı yerde oluyor, aynı şeyleri yapıyordu. En önemli derdi işinde sorun çıkmamasıydı. Duygusuz ve ifadesiz bir şekilde, tam otomatik bir robot gibi davranmak onun işi için geliştirdiği en önemli savunma mekanizmasıydı. İnsanların gözlerine bakmadan konuşur ve yalnızca işini yapardı…
Murat, kısaca yaşamaya çalışırdı…
Aklı; garip dertleri, hayat dolu yalnızlıkları ve kimseye göstermediği gözyaşlarıyla doluydu…
Sevdiği seveceğiydi…
Gözleri ellerini sığlaştırır, elleri kaderini tayin eder, hayatıysa dertlerine hükmederdi Murat’ın…
Bir insanın bir böcekten ne gibi bir farkı olabilirse, nasıl yaşayabilirse bir insan insan gibi, nasıl çareler bulursa bir sümüklü böcek bu hayata, neresinden yakalanırsa yalnızlıklar, neresinden vurulursa gariban bir asker, nasıl yalvarırsa ölüm tanrısına, nasıl gözyaşımız kâğıttan kuleleri kale sanırsa, nasıl basit dertler darağacımızın tahtalarını birleştiren çivilere benzerse ve nasıl bir insan nefes alıp hayata öyle atlarsa; Murat da öyle yaşar, öyle yapardı…
Murat, sıradan bir hastanede, sıradan bir gün doğmuş ve sıradan yalnızlıklara sıradan mutluluklar ekmişti...
Murat’ın oyuncakçıda çalışması ise ailesinin kış mevsimini sıcak geçirmesine yarıyordu. Kendini bildi bileli burada çalışıyordu…
Murat, aynı dükkânda çalışan ve kendine âşık kırmızı saçlı kızın varlığından bile haberdar değildi, olamazdı ki…
Murat, herkes gibi yaşadı, herkes gibi evlendi, herkes gibi sevişti, herkes gibi ağladı. Diğerlerinden farkını bulamadı, aramadı…
Farkını fark eden ancak insan olur kimine göre. Kimine göre de basit bir su damlası kadar şeffaf ve standart olmalı, en azından öyle görünmeli…
Bazen bütün gün iş olmaz, o da çalıştığı tezgâhtan dışarı, hiçbir şey düşünmeden bakar ama sadece sarı bankı görürdü…

***

Küçük saçlı güzel bir sevgilisi olsa, ondan sonra ölecek bir sevgili ve sarı saçlı bir yalnızlık dilese sevgilisinin gamzelerinden…
Elleriyle yazsa kaderini alnına, inadına yazsa, inadına…
Belki bir yerlere giderler, el ele yalvarırlar birbirlerine, el ele ezerler diğer her şeyi…
Belki tesadüfî temaslarda kalbi güm güm atar, çaktırmaz, belki…
Küçük gözlü basit bir sevgilisi olsa, dayasa başını göğüslerine, nefesini içine çekse, üşüse, kâğıttan umutlar vaat etse, her şeyi düşünse ve hiçbir şeyi düşünmese…

***

Murat, hayatın ona biçtiği rolü itirazsız oynayanlardandı. Buna rağmen oyuncakçının penceresinden bazen öyle derin ve anlamlı bakardı ki; dükkândaki diğer çalışanlar göremedikleri o şeyin en olduğunu diğerlerine fark ettirmeden anlamaya çalışırlardı…
Murat, oyuncakçıda yedi sene çalıştı. Aradığı aşkı, yalnızlığı ve hayatı bulamadı. Belki de buldu da anlamadı…
Otuz iki yaşında, elini tuttuğu ilk kızla birlikte oldu ve evlendi… Artık arayış alanı daralmıştı…
Oyuncakçıdaki işinden ayrıldıktan sonra evlere badana yapmaya başladı…
Fırça darbeleri sayesinde yabancılaştığı duvar ve duvardaki gölgesi ona ne anlatıyordu, o ne anlıyordu…
Murat, bir perşembe akşamüstü karısına âşık olurken, güneş karısının omzundan batıyor ve yalnızca onu selamlıyordu. Gözleriyse ilk defa dertlerini görmezden geliyordu…
Hiç çocukları olmadı…
Murat'ın bir hikâyesi yoktu bu dünyada. Yaşadı ve öldü. Her şey bu kadar basitti...
Küçük dertleri büyük sandı, kendini adam sandı... Belki de küçük dertleri gerçekten büyüktü ve Murat bu dünyadaki tek adamdı...
Yüzü olmayan insanlar gibiydi, bir bakteri gibi bir toz tanesi gibiydi...
Hiç emekli olmadı...

***

Bir gün, bir perşembe öğle üzeri, bir evin tavanını boyarken, fırçasından çıkan her darbe, ona hayatını, mutlu anlarını, mutsuzluklarını ve ev sahibinden parasını alıp alamayacağını düşündürdü...
İşi bittiğinde ev sahibinin beğenmediği yerler yüzünden parasını eksik aldı. Bir şey demedi. Eve gitmeli, bir an önce temizlenmeliydi. Boya kokusu onu hep rahatsız eder, hatta bazen hastanelik yapardı ama ekmek parasıydı işte, yaşamak için mecburdu...
Evine gitmek için arabasını park ettiği otoparka kadar yürümeliydi. Zengin bir semtti burası. Bütün evler denize bakıyordu. Deniz havası ciğerlerini rahatlatır diye deniz kenarından yürümeyi tercih etti...
Denize teğet geçen adımları ve fırça darbeleri arasındaki bağ, ona yalnızlık ve sonsuz ama çoğunlukça garip olarak sıfatlandırılan bir mutluluktan başka ne anlatabilirdi ki?
Bir yandan hızlı hızlı yürüyor bir yandan da akşam yemeğini düşünüyordu. Karısı bugün de yemek yapamazdı. Şöyle güzel bir menemen; soğanı az olmalıydı, pul biber sonradan ekildiği için keyfine bağlıydı, yumurta bir tane yeterdi...
Adımları arabasına yaklaştıkça hızlanacağına yavaşlıyordu. Bunu yorgunluğuna yordu. Dinlenmeliydi. Yanından geçerken fark ettiği sarı bir banka oturdu. Sırtı denize yüzüyse evlere bakıyordu. Zenginlerin mahallesiydi burası. Evlerden belliydi...
Arkaya yaslandı. Eski ve tahtadan bir banktı bu. Boyanmıştı ama o anlardı. Ne boyalı ne değil; anlardı, onun işi buydu... Bu bank boyanmıştı, hem de en az altı kere. Hepsinde farklı sarılar kullanılmış ama aslı bir türlü tutturulamamıştı...
Hava karamaya başlamıştı ama Murat'ın bu banktan kalkacak gücü yoktu. Nedeni ise zaten hiç olmamıştı...
Ne istiyordu ki bu hayattan bir menemenden başka. Ne istemişti bunca yıl; küçük, mutlu bir 'an'dan başka...
Tavanını boyadığı evden çıktığından itibaren ağzına sürekli boya partikülleri geliyordu. Yıllardır akciğerine kaçan boyalar bazen böyle ağzına gelirdi. Tansiyonun düştüğünü düşündü, banka uzandı, nefes almaya çalıştı. Denizden gelen havayı içine çekmeye, ciğerlerine doldurmaya çalıştı. Çevredeki insanlar gelip geçiyordu. Herkes onun gibi kendiyle meşguldü...
Banka uzanması ona on dakika daha sağladı, o kadar. On dakika daha yaşadı Murat. On dakika daha deniz kokusu çekti içine. Ciğerlerine, beynine, anlığına, anılarına, yalnızlıklarına, çarelerine, dertlerine ve mutlu anlarına on dakika daha deniz kokusu çekti, on dakika daha yaşadı Murat... On dakika daha insanca yaşadı Murat...

***

Karısı bir yıl önce zaten ölmüştü...
Murat niye öldü, karısı niye yaşamadı kimse sorgulamadı...
Cenazeyi belediye kaldırdı. Hakkını helal eden yalnızca topraktaki bakterilerdi...
Murat'tan daha mutlusu olmuş muydu bu hayatta? Ölürken bile yalnızca Murat'tı o. Murat...
Deniz kokulu Murat...




Sarı Bank…

Bilen ahlaksız olamaz...


Dünyadaki tüm insanların ortak öyküsüdür bu hayat. Bu garip ve rastlantısal öykülerse hayatın ortak paydalarına adanmıştır...

Sonu belli ve aynı olan bir romanın figüranlarıyız. Değişen birkaç madde. Örneğin; sarı bir bank, ne katar bu hayata…

Garip ve rastlantısal yalnızlıklarla mücadele eder, anlamlar arar ama ölürüz…

Dünyadan bir taşı yok etsek, hayattan geriye ne kalır? O taşın anlattıkları nasıl olur da önemsiz olur?

Değişen insansa, bu değişime mutlaka en az bir etken ve bir aktivatör lazım değil midir? O zaman insan nasıl olur da en önemli şey olur?

Değişen hayatsa onu değiştiren sadece insan olabilir mi?

Bilmek her şeyi başlatan temel etken değil midir?

Bilen, ahlakla ilgili yargılara boyun eğer mi, eğmez mi?

Bir şey bilen her şeye daha düzgün bakmaz mı?

Sarı bir bankın bildikleri, insan olsaydı ona ne sağlardı?

Ya hafızası olsaydı?



***


Sarı bank yıllarca yaşadı. Üstüne kimler oturmadı, neler olmadı ki...

Kimi aşkını ilan etti, kimi ayakkabısını bağladı, kimi öldü, kimi uyudu, kimi yemek yedi, kimi şarap içti, kimi intihara karar verdi, kimi ayağını çarptı, kimi mahalle maçında kale direği olarak kullandı, kimi üstüne diyemediklerini karaladı, kimi gazete okudu, kimi kitap yazdı, kimi altından geçen böceği ezdi, kimi üstüne işedi, kimi dertlerini zihninde temize çekti, kimi ağladı, kimi de yalnızca dinlendi...

İnat veya çaresizlik değildi onun derdi. Herkes gibi onun da amacı; yaşamak ve var olmak fonksiyonlu, her şeye rağmen kendince onurlu, kuralsız ama basit bir mücadeleydi...

Bildiği öğrenecekleriydi...

Bildiği gelen geçenlerdi...

Bildiği, değişenin bu gelen geçenlerin değerleri olduğuydu...

Yeni değerler ve yeni ahlak bir öncekini bilmeden topal kalıyordu; biliyordu... Sakat doğuyordu; görüyordu...


***

Sarı bank, Kader Sokağa bakan yerinden sonra gittiği, sırtına deniz rüzgârları esen hatta denizin dalgalı olduğu zamanlarda oturma yerine yani geleceğine bile deniz damlayan yeni yerinde de farklı şeyler gördü, yaşadı, anladı...

Burada daha sık boyandı...

Yeni yerine koyulduktan elli iki sene sonra metalle kaplandı...

Bundan yetmiş altı sene sonra, aynı yerde artık denizin altındaydı...

Bu sarı bank bu dünyadaki son sarı banktı...














BÖLÜM: 7

- Sarı bankın kelime atıştırması...

Ölçü
Sayı
Örneğin; bir kişi öldüren katil ama insan, binlerce kişi öldüren tanrı veya vatan ama insan değil...

Kurt
Bir insan ancak başka birkaç insan sayesinde güçlenebilir ama bazen sadece bir insan yüzünden bitebilir.
Yani, insan insanı kemirir...

Dert
İnsanın derdi enerjidir. Başka insanların üstüne basarak daha az enerji harcamak ister. O kadar.
Bir insan bir dert uydurur, birçok insan bu derdi sahiplenir...

Kural
Sayı
Bir insanın başka insanlardan anladıkları vasıtasıyla koyduğu kurala; biri uymazsa ceza, herkes uymazsa yeni kural...

Güzel
Bazen çok olan, bazen az olan, bazen olmayan...
İnsan: Kendine güzel...

Kutsal
İnanılan
Düşünülemeyen
Korkulan
‘Şimdi’nin genetik haritasında fahişe bir gendir kutsal kelimeler

Zaman
Kendine dönen örtü

Sarı bank
Sonsuz sayıda derdin en az bir kere oturduğu yer
Görülmeyen, anlaşılmayan bir kendine yazan...

***

- Sarı bankın bu hayattan insana dair anladıkları:

İnsan dediğin
Ancak köleyken mutlu
Sen en iyisi
Bas üstüne o kurbağa misali insanların
Çiğne ayaklarının altında
Onlar değil miydi kurallar yaratıp uymayan

Onlar değil miydi kitaplar yazıp bir daha yazan
Ve onlar değil midir yarattıklarına tapan

İnsan dediğin;
Kanalizasyondaki bok
Onlar değil midir aralarından en pisini 'baş' yapan
Onlar değil midir o baştan merhamet dilenen
Onlar değil midir o baş uğruna kıç olan

Nefret etmeli insan olmayan insandan
Nefret etmeli onlardan

İnsan dediğin
Satılık
Uydurduğu değerlere köle olan varlıktır insanoğlu
Hele 'halk' dediğin; eblehler topluluğu
Satılık eblehler topluluğundan ne beklersiniz ki
Savaş, ölüm, kirlilik, bayağılık, bencillik...
Ki bunlar asıl dostlarıdır insan olmak isteyen insanların

Nefret etmeli insan olmayan insanlardan
Nefret etmeli onların yapacaklarından...
Bir sinek kadar sevmemeli onları...

Ya da

İnsan dediğin
Aşk
Yalnızlık
Hayal
Ve sonrasızlık dolu bir yaratıktır

İnsan dediğin
Umut eden garip bir çaredir
Kime okunduğunu bilmeyen yalnızlık yüklü bir masaldır insanoğlu
Tatlı bir rüyadır hayat
Tatlı bir ağrıdır insan

İnsan dediğin
Bir ucubeye âşık olabilendir

Ölebilen bir yalnızlıktır insan
Sevmeyi öğrenemeyen basit bir mahluktur insan
Evet, öğrenemez çünkü genlerinde zaten vardır o aşk dedikleri sorumsuz çare

İnsan dediğinin
Elleri de vardır
Kalbi de

İnsan dediğin
Anlamsız dünyayı sonsuzlaştırabilendir



- Soru…

Ne anlamı var direnmenin, acılar dolu yolculuklar dünyasında?
Ne anlamı var yalnızlıkların?
Aşkın ne anlamı var bu garip sonlu dünyada?
Aradayız işte, her şeyin arasında... Peki, nedir o her şey?
Herkese göre değişir mi?
Kimi ölümle yaşam arasında, kimi iki kadın arasında, kimi iki dert arasında, kimi iki yalnızlık arasında, kimi iki kader arasında, kimi de hayat arasında yaşar, yaşar da anlar mı?
Koşutsal yaşanmışlıklar oluşturur tanrılarımızı. Bir sürü saçmalık var insanın içinde, ta içinde. Örneğin kan, ne saçma değil mi?
Rastlantısal ya da tanrısal ne fark eder yaşamak, dünyadan çıkarımımız ölümse…
Ter kokan parfümler üretmedik mi çağlar boyu?
Üstüne işemedik mi ölülerimizin?
1-2-3-4-5-6-7-8-9-10-11-12-13-14-15-16-17.........................
Küçük birer zavallı veya imparator veya fahişe veya musalla taşı olduk, sırayla. Yalvardık, ezdik, öldürdük, öldük, bir hiç pahasına, yaşamak ederine…
Şehirler dolusu saçmalıklar yazdık çocuklarımızın gözyaşlarına…
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 13, 13, 13, 13...............
Anlamsızlıklar komedisine işkencelerle dolu ‘özgürlük’ diye bir başlık attık. Sersem birer sperm olmaktan başka zevk almadık hayattan…
1234567899999999999999999999.........................................
Yine de yaşadık...
12345678888888888....................
Simetri sağlar ölüm, hayat ve insan arasında...
Simetri sağlar aslında aşk. Kendin ve o arasında… ,
Simetri sağlar 'an', insan ve insan arasında...
'An' dediğin bakire bir mazgaldır ki; kırmızıdır...
Aşk dediğin, hayat dediğim, ölüm dediğin, mutluluk dedikleri; 'an'dır... Birkaç 'an'...
O 'an'lar yargılar ve karar verir...
O 'an'lar anlar...
O 'an'lar sorar...
123456777777777.......................
Zamanın belli bir anında var olabilen zamandan bağımsız tanrımıza tapmaya çalıştık, korktukça ve yaşadıkça…
Sindik...
Bir kalp atımı yalnızlık için âşık olup, bir kalp atımı kadar basit, olağan ve istem dışı dertler büyüttük...
1 2 3 3 3 3 3 3 3 3...............................................
İyi de...
Bunu okuyan kim, kimsin sen?
Kim bunu okuyan?
Kim?
Nasıl olur da zamanın tüm yalnızlığını ve çarelerini ve dertlerini hem de kaygısızca bu kitapta ararsın?
Kimsin sen? Nerede duruyorsun? Boşlukta mı?
As o zaman kendini, durma...
Unutma, yaşamalısın...
Kim bunu okuyan?
Nasıl olur da uzun uzun yalvarır ve söversin kendi tanrına?
Kimsin sen, kim?
Kimde bu yolun anlamı?
Kim sever bizi?
Boşluk mu?
Kim bunu okuyan?
Sor kendine, kimsin sen?
Ne anlamın var benim için?
Ne anlamın var tanrın için?
Ne anlamın var kendin için?
Kimsin sen?
Kim bunu okuyan?
122222222............................................................
Oyun bitecek elbet. Kısa bir not olacak, olmayacak veya...
000000000000000000000000000000000000000000000000.
Sarı bir banka kazınmış basit bir nottur HAYAT...















Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın roman ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sarı Bank - Hayat / Özet

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Aç Aşk... [Şiir]
Umut Yok... [Şiir]
Umut Var... [Şiir]
Melanin [Şiir]
Yaş ve Aşk... [Şiir]
Hüzün [Şiir]
2022, Prozac [Şiir]
Yaşlı... [Şiir]
Gülüş... [Şiir]
Aşkın İspatı Hüzün [Şiir]


Necat Dilaver kimdir?

Ara-yış. . . Şiirde, öyküde ve yaşamda; 'ara' da kalma ederi: Arayış. . .

Etkilendiği Yazarlar:
Umut, ekmek, sömürü, tanrı, insan, hayat, hüzün...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Necat Dilaver, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.