Sevmek bir başkasının yaşamını yaşamaktır. -Balzac |
|
||||||||||
|
Cahillikten inleyen yüreğe, fetvası dünden okunmuş küçük bir sesleniştir gece. Ne ukde kaldı dokuz boğum, ne de süzgün. Yalın ayaklara saplanmış, kıvamsız hasretler alnın güncesinde. ... Sıradan bir Şubat sabahı, gün çırılçıplak doğarken köyün üzerine, gensi bir is kokusuyla minik gözlerini açtı 7 yaşındaki İrem. Bir taraftan dağınık saçlarını aralıyor, diğer taraftan Güneş’ten acışan gözlerimi ovuşturuyordu. Yüzünü yıllanmış ahşap evin minik pencerelerinden içeriye doluşmak için koşuşturan ışınlara çevirdi. Ne kadar da göz alıcıydılar. ( Hey, içimi sevinç buketlerine boğan Güneş, anladın değil mi? ) Derken annesinin sesini duydu: _ Uyandıy mı gızım. _ Hıı... Pas içinde kıvranan tel örgülerin, yaban gülü; küçücük yüreğinde, koca dağları devirecek haz ile kalkıverdi yataktan. Aralıklı tahtaların gıcırtılarına aldırmadan lavobaya koşmaya başladı. Gocanası öğretmişti, besmelesiz güne başlanmaz, diye. Unuttuğunu düşünerek hem içinden söylüyor, hem karşıda kırık pencereden görünen, yarı kızıl eğreltilerle kaplı, yaban toprağın altında yatanlara bakıyordu... İnancını katlayan ulvi kuvvet ile sarıldı tok gülümsemesine. Sonra korkusunu, içine sığamayan sevinç dalgalarının körpecik ellerine bırakıverdi, gizlice. Sahi gece şeytan yalarmıydı yüzünü? En nazlısından omuz attıktan sonra, minik beton depodan, kısık açtığı suyla yıkamaya başladı yüzünü. Kıymeti bilinmeliydi; “bu suya muhtaç olacaksınız”derdi, ninesi. Her musluğun başına gelişinde dua ederdi... Ellerini sudan çekmeden, çocukluğundan vazgeçmiş edayla kapıya doğru döndürdü yüzünü ve kendisiyle yaşıt soğuk betondaki bebek izlerine göz attı, ne kadarda büyümüştü. Ilık meltem gibi ruhunu okşuyordu dışarıdan gelen ötkün sesler. Ten örtülü kına türküsüydü, içinden yükselen suskun tınılar. “İrem, seni seviyorum”, dedi kendisine. Sömestr tatili bitmek üzereydi. Tekrar tebeşir tozunu koklamaya, şuracıkta ne kalmıştı... Çıplak ayaklarını, yere su dökerek şıpırdattı. Soğukta tadını çıkarta çıkarta oynaştı suyla... Sonra köşede, tahta sekmelerin üstünde duran, ince ve küçük havluyu soğuktan kızarmış eliyle alarak, alev kusan yüzünü sildi. Sol yandaki odanın davetine itiraz etmeden eşikten hoplayınca, içerideki odun sobasını düşecek zannedip ürperiverdi. Tahtaları nasılda sallamıştı, şaşırdı kendisine. Duraksamadan, ilk görüyormuş gibi heyecan ile pencereye koştu. Bir daha hiç gelmeyecekmişçesine, doya doya bakındı kimsesiz sokağa. Çamur yoğurduğu kanala, üstünde tayyare oynadığı erik ağacına, uçmanın tadına vardığı dut ağacının en tepesine göz gezdirip, özlemle iç geçirdi sıra dışı yaramazlıklarına. Annesinin sofraya çağıran sesi çınlıyordu sofada, aç değildi aslında. Üst yana bakan, ocaklı odaya girdiğinde, az önce yattığı pamuk şilte yerinde yoktu, köşeye yuvarlanıp, itinayla üstüne yorgan ve yastıklar dizilmişti. Sıcacık oda mis gibi ıhlamur kokuyordu, zaten başkada çay bilmezlerdiki. Ocakta tarhana çorbası da ısınıyordu. Kız kardeşleri ve babasıyla birlikte tahtadan yapılmış yer sofrasına oturdular. Zeytin, peynir yoktu, annesi hamur kızartmıştı kahvaltıya, belli ki özenmişti. Mısır ekmeğini çayın içine sokup ıslatıyor, bebek gibi somuruyordu suyunu, sonrada geri kalan kısmını yiyordu. Arada, dizinin dibine yaslanıp, onu taklit eden ortanca kardeşiyle, kaçamak cıvıldaşıyorlardı... Badem gözleriyle alttan alttan ailesini süzerken, babasının da biraz heyecanlı olduğunu fark etti. Uzaktan horoz sesleri geliyordu, gözlerini kapatıp yine dua etti içinden, son anda gitmesine bir engel çıkmazdı inşallah. Küçük yüreği yarı heyecan, yarı kaygıdan çırpınmaya başladı. Kardeşinin üzerini çekiştirmesiyle kendine geldi: _ Aba yeseya… ( Abla yesene.) Tam bu esnada; bahçede sarıbaşın mırıltıları duyuldu ve anne ağzındaki lokmaya bakmadan hemen sese bakındı. Ahmet öğretmen geliyordu. Hepsi birden sofradan kalkıp, zamanla grileşen ahşap merdivenlerin başına koşuştular. Zaten, her misafir gelişinde böyle yapmazlar mıydı? Baba öne geçti, telaşla sıraya dizildiler... ... Yıllar sonra, koca kız İrem, hakkını verdiği koltukta, hastalarından birine sonrasını şöyle anlatacaktı: “Ahmet öğretmen merdivenlerden o kadar ağır ve vakur edayla çıkıyordu ki hayran hayran yüzüne bakıyordum. Merdiven başına geldiğinde, babam saygı ile eline doğru yöneldi ama o eğilip ilk saçlarımı okşadı, “hazır mısın”, diye sordu. Ben utandım ve başımı eğerek gözlerimi yere kaydırdım. Oysa ne kadar çok isterdim saatlerce saçlarımı okşamasını, hele hele diz çöküp gözlerimin içine kocaman insanmışım gibi bakmasını. Sol kaşını “hımm” der gibi kaldırması yok mu, işte o zamanlar, dibinde yaralı bir kedi gibi saatlerce kalmak isterdim. (Hala kıvır kıvır saçları, kapkara gözleriyle gün gibi karşımda durur.) Neyse, hep birlikte, yarı çıplak ve tavansız sofadan odaya geçtik. Kızarmış hamur ve ıhlamurun iştah açıcı buğuları insanın genzine doluyordu. Odanın başköşesinde, Ahmet öğretmen’e yer gösterildi. “ Nasılsınız” dedi, annem ve babama dönerek. Sıcak ve bir o kadar hüzünlü havada, hoşbeş yapıldı. Sofra, hemen öğretmen beyin önüne çekildi, sıcak Anadolu insanı nasıl durabilirdi ki... Ben kimse ile göz göze gelmemeye çabalıyordum. Bu ortam içimi kabarttı ve tedirgin olmaya başladım. Yemek sonrası sofra çarçabuk ortadan kaldırıldı. Annem eli hızlı ve kıvrak bir hanımdı, yoksa nasıl baş ederdi; dört çocuk, damda hayvanlar, tarla, odun, her kadının harcı değildi bu işler. Kardeşlerimle birlikte, ocağın çıtırtısıyla sıçrayan kıvılcımlardan ve ateşin, hafif alevlerinin üzerinden ayaklarımızı geçirerek yarış yapmaya başladık. Oyun, aramızda bir nebze güç gösterisiydi aslında. Bu arada, büyükler tekrar konuşmaya başlamışlardı. Annem dayanamadı, yarı dolgun gözlerini öğretmene dikerek: __ Heç eyi yapmadıy mualim bey, hemide heç. Okuyupta ne olacaksa, başıma möhendis mi kesilecek. Şehirli olup sokaklarda fingirdese, oğlannan gezse ben nereye sıvarın, kimiy yüzüne bakarın. Hem savını, solunu açıp kötü kız olusa, şapkamı yere eyese ben ne yaparın, dedi. Babam, kırgın ve yarı kızgın bakışlarını anneme çevirdi: Annemin gözleri, kuşatılmış azgın nehir, içinin gel-gitleriyle dalgalanıyordu, esef bakışlara sabitlenince duruldu. Kolaymıydı ana kuzusundan ayrılmak. ... Bu olayların hepsi İrem’in evden kaçıp okula, arkadaşlarının yanına gitmesi, onlar dersteyken okulun kapısında beklemesiyle başladı. Ahmet öğretmen badem gözlerinden zekâ fışkıran çitlembiğe uzun süre dayanamadı ve beş sınıfın bir arada okuduğu sınıfa onuda aldı. İlk zamanlar biraz ayakta kalmasına rağmen vazgeçmedi, vazgeçemedi yaban gülü. Bu sınıfın sıcacık, ruha işleyen değişik bir kokusu vardı. Annesi ne kadar kızarsa kızsın, her ne kadar öğretmen evlerine gönderirse göndersin, kendisinden esirgenen binanın kapısında beklemekten asla yılmadı ki o zamanlar 6 yaşını bile bitirmemişti. Gün güne eklendikçe bizim cingöz, yeni başlayanlarla birlikte, kalemsiz, deftersiz, kenardan okumayı öğrendi. Yanı sıra, cevap veremeyenlere için için kızıyor, konuşmamak için kendini zor tutuyordu. Bir gün; üçüncü sınıflara tahtada sorulan bir soruda herkes susunca, cimcimenin dilinden dökülüverdi, beklenilen cevap. Ahmet öğretmen baka kalmıştı İrem’e. Oysa boyundan büyük işi başarmıştı. Herkes şaşkın olmasına şaşkındı ama İrem, tavırlara bir anlam konduramıyordu. Kendince o kadar sıradandı ki sadece tatlı bir tebessümle karşılık veriyordu bakışlara. __ Sen ne zaman öğrendin kızım okuma, yazmayı. __ ..... O günden sonra defter ve kalem öğretmenden, sınıftan çıkmadı İrem. Okula gitmeye yaşı tutmazken, kaderi garip bir yol çizmeye başlamıştı talihine. Ahmet Bey 1970’li yıllarda yedek öğretmenlik yaptırılan lise mezunu gençlerdendi. Nihayetinde mühendislik fakültesini kazanmıştı. Dağ köylerince kanıksanmış mücrim vahamet, bu olay ile tekrardan kapılarını çalmıştı işte. Asabı bozuk düzenin esaretinde, eğitim öksüzü kuşağa gebeydi yine gelecek. Gelişmeden dolayı, Şerife kadın çok mutluydu; tüm engellemelerine rağmen neredeyse kızı okuyacaktı. Yazık, son anda hevesi kursağında kalıverdi. Genç öğretmen asla vazgeçme taraftarı değildi ki İrem’in babaannesinin ve büyükbabasının kasabada yaşadığını biliyordu. Bunu kullanmaya karar verdi. Böylesi bir cevheri harcayamazdı. İlk önce kayıt yapmalıydı ama kimliğe ulaşamıyordu. Buna rağmen yılmadı, muhtardan bilgileri alarak, kimlik var gibi öğrenci işlemlerini yaptı ve 2. sınıftan okula başlattı yaban gülünü. Nihayetinde, başardıklarının huzuru ve mutluluğu ile seher şakaklarından kurşun gibi süzülürken, İrem’i uğurlamak için evinden çıktı. Yol boyunca, doğudan kızıllığı delip geçen altın sarısı ışıkların, bulutların arasındaki dansını seyredip, dağın bol nemli, serin havasını derin derin içine çekti. Ayağının altındaki taşların arasında yol yapan sulara bakıp “ evet, yaşamda isteyen her kes için bir yol, bir çıkış mutlaka vardır, istemek yapmanın yarısıdır” diye düşünüyordu. ... Köye araç gelmediği için erken yola çıkmak gerekiyordu... İrem annesinin işaretiyle kalktı yerinden ve odadan çıktı. Ayazı şimdi hissetmeye başlamıştı küçük yüreğinde. Üzerinde ağırlığını hissettiği bir çift kan çanağı canını yaktı ama bir taraftan da okumaya göndermeyecekmiş gibi gelince korkuverdi. Şerife kadın şaşkın ve üzgündü, kış günü kızına ne giydirebileceğini bilmiyordu. Kendi elleriyle diktiği fistanı geçirdi başından, altına pijama, en üste de bayramda alınan beyaz, orlon bir kazak giydirdi. Çorapların altı yamalıydı ama naylon ayakkabının içinde ne kadar sıcak tutabilirdi ki bir çiğnem et, yavrusunu. Sonra, dar güne sakladığı; küçük, yün eşarbı başına sardı. “Üşüme gızım” derken, şefkatle ve kaygıyla sarıldı yavrusuna. İçinde, adını bilmediği burukluk ve sol yanına düşen, anlam veremediği ateş ile tek tek vedalaştı İrem herkesle. Ardındaki gözleri hiç bir zaman unutmayacak; kimi zaman yaralarına merhem yapacak, kimi zaman bu bakışların kendisi içine yara olacaktır artık. Önde babası, yetişkin ayağı 3–4 saatlik yola koyuldular. Daha kestirmeden gitmek için keçi yolu dedikleri tarla içindeki patikadan dereye kadar inmeye başladılar. İçindeki sevince inat, iki gündür deli gibi yağmur yağıyordu. Şimdi, arada çisi atıp İreme yol veriyordu gök ana. Islanmaktan gövdesi kararan ağaçların her birini insan zannediyor, her an eteğine yapışıp dön diye sesleneceklerini zannediyordu yavrucak... Peşine takıldığında çamurda saplanıp kalmamak için gocanası öğretmişti; önde gidenin ayak izlerine basmak gerektiğini. (Çok şey biliyordu gocanası.) Ne kadar kocamandı babasının adımları... Çoraplarının ıslanmasına, hatta bacaklarının acımasına hiç aldırış etmiyor, büyük adımların peşinden, tüm gücüyle yetişmeye çalışıyordu. Onurundan “beni kucağına al”, diye seslenmiyordu bile. Baba, arada kızı peşinden geliyor mu diye, arkasına göz atıyordu. Dere boyunca yol almaya başladılar. İrem arada içini coşturan suya göz atıyordu... Neden su gibi akıp gidemiyorlardı. Oysa ne kadar şımarıktı su... Şırıl şırıl, İrem gibi durduğu yerde duramazdı, birlikte hayal kurmaktan çok zevk alırdı. Sırf bunun için, aileden değirmene kim gitse peşine takılır, iş bitene kadar, çarkın suyla uslanmaz oynaşını izler, hırçın sesini dinler sevinirdi... Dağların arasından giderken, sanki iki yamacında kendini selamlayıp sevgiyle kucak açtığını düşündü. Garipti, yol boyu kimsecikler de yoktu. Sessizliğin müthiş, dilzar dansının içinde süzülürken, ruhu anı ve doğanın yalın çırpınışını kokluyor, dışı babasına kızmaya başlıyordu... Kesek kesek toprak, yağmurun damgasını tüm ihtişamıyla naylon yemenilerine basıyordu. Adımları, yapıştığı yerde kalıveriyor, cebelleşe cebelleşe iz takip etmeye çalışıyordu... Korkudan sesini çıkartamıyor, babası götürmekten vazgeçerse diye, endişeleniyordu. Okumak çok güzeldi, özel hissediyordu kendisini. O, çocuk değildi ki, tüm bedeninde gocanasının asırlık direncini hissediyordu. Ağlamayacaktı işte! Patikanın sonunda küçük köprüden geçerken eğilip bakındı, kendisini değirmendeki kadar neşeli hissetti. Suyla vedalaşma vakti gelmişti, kim bilir, tekrar ne zaman görüşeceklerdi. Eğleşemiyor, sesini çıkartmıyordu, hatta ardında kaybolan köyüne bile bakamıyordu, ürküyordu... Minik aklı karma karışık olmuştu. Kendilerini artık yokuşa vurdular, görünürde çamur daha azdı... O sırada, İlice köyünün yakınından geçerken; ta uzakta görünen, yağmurdan kararmış ahşap evlerini, gocanasına benzetti. Kara kara yüzler gülerken arkalarından, koruya doğru yol alıyorlardı. Yaban gülünün dizlerinde derman azaldı... Soğuktan, tüm parmakları uyuşmaya başlamıştı... Son dönemeçte, ağaçların arasında kaybolmadan önce, kuyudan su içtiler. “Az kaldı, az kaldı.” diyordu ya babası. Ah birde İrem’in çığlıklarının dili olsaydı. Artık korunun içindeydiler. Gün gece olup, başına çöktü sanki. Aklını dağıtmaya çalıştı. Kış ortası, her yer soyunmuştu kılıfından, kupkuruydu dallar. “Hepsi de sevinmek için baharı bekliyor” diye, düşündü. Etraf burcu burcu burnunu sızlatırken, gözünün ucu, önündeki kocaman izlerdeydi hala… Üçüncü köyün girişinde, şeytan çıkmazı bir bataklık vardı. Oraya yaklaştıkça, bedeninin acısını unuttu İrem. Çamur birikintisinin önüne geldiğinde kala kaldı. Kesif bir sessizliğe sarılan boncuk gibi yaşlar, yüzünün kızıl yamaçlarından aşağı sicim gibi süzülmeye başladı. Babası, geçmek için durup, ileri ileri sıçramıştı sıçramasına ama İremin minik adımlarının, babasının diğer ayak izine yetişmesi imkânsızdı. Gök yere indi yaban gülünün gözünde, başı dönmeye başladı; geriye dönmekten çok korkuyordu. “Düşmeycen düşmeycen”, diye sayıklıyordu içinden. Anda, zaman hükmünü yitirdi. İnancın devi, başı dik bir heykeldi şimdi... Bir adım bile geri atmayarak; aşılmaza, ben buradayım edasını salınıyordu, yaşama inat, cahilliğe inat... Baba, bir kaç adım gidip geriye döndü; çamurun başında kaskatı kesilerek, gözünden dolu gibi, köz toplarını döken kızını gördü.“Geçemediy mi”, “ Ağlayoy mu” gibi, saçma sözler savurdu, pişkin gülücüğün altından. En nihayet kucağına aldı ve karşıya geçirince yere bıraktı, yaban gülünü... Sabah sisinin kalktığı korudan, süzülen Güneş’in sıcacık gölgesini üzerinde hissediyordu, minik omuzlar. Tüm yorgunluğu bitiverdi... Artık üşümüyordu. Biliyordu, evet biliyordu, sol yanındaki acı yalnızlıktan başka hiç engel yoktu artık önünde. Ardına baktı; uzak tepenin ardındaki köyüne ve doruğuna çıkıp medeniyeti seyrettiği Asar’a el salladı. Bataklığı değil bir bölgenin kaderini geçmişti yaban gülü, farkındaydı. Önünde uzayan yolda; sanki Hıdrellez yarışlarında, bayrak elinde, tüm çocukları geçerken gördü, kendisini. Dönüş yoktu, korkmuyordu artık. ( Bundan sonraki yaşamı boyunca asla kimseden yardım istemedi ve hep olanaksızlıklar ile mücadele etti, önünden olmasa da peşinden çok kişi yürüdü. ) Demiri çoktan alındı lokma gözlü cahilliğin, haydi kalemin gemisi, fora… Uzaktan, medeniyetin dumanları göğü deliyordu. ... ( İrem masasının başında, hastasına “istemek yapmanın yarısıdır” diyerek, kendini rahat bırakıp, ağlamasını isterken, şu satırları karaladığının farkında değildi. ) “ Kimler sardı, süt kokulu bebenin bağrına bu soğuk mesnetsiz taşı. Çok ağır be annem, Dizlerimin bağı çözük, şefkatin elinin kırıldığı belimin güncesinde, Ellerim yaşlandı, dudaklarım felç sana sarılıp öpemediğim sabahın ertesinde. Kuruttum gözyaşımı uykusuz geçen gecelerin, kokuna hasret seher yellerinde. Kim demiş yürekleri ısıtırsın diye; Yalancı Güneş doğma üstüme, bu günde annemi getirmedin yine, Önce ölürsem vasiyetimdir, gömün beni koklayamadığım dağlı sinesine. Açık gitmez hüzün gözlerim medet bildiğim saralı günümde… ” ... Fiyakası bozuk ukdelere, boğunca acıları, çürürüm uyuyan gülün düşlerinde. Dilim ahraz... Kalemde kuruyan pınardan çağlarken hasret, mürekkepsiz medeniyet kalır elimde. __ Ağlamıyorum ki... Habibe Ağaçdelen
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Habibe Ağaçdelen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |