Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
Aklıma geldikçe canımı yakan bir şeyler var hâlâ. Neler olduğunu asla öğrenemeyeceğim sorulara eklenen, kime olduğunu çoktan unuttuğum özlemler. Kaç yaşında olduğumu çıkaramadığım, soğuğun iliklerime kadar işlediği bir kış sabahını hatırlıyorum, belli-belirsiz. En çok, karları gözyaşlarımla ıslattığım sokakların, bir gün önce el ele geçtiğimiz sokaklar olduğunu hatırlıyorum. Unutmak ne mümkün! Gökyüzüm olan mavi gözlerinin aydınlattığı, gece yolculuklarını... Arabamın güneşliğine ilişmiş bir fotoğrafın varken, yolun nasıl akıp gittiğini, gidişlerimin yavaşlığına inat, dönüşlerimin aceleciliğini de unutmadım. Asla unutmadım. Ve o gece, acele ettiğim birçok şey. Karşı çıkışlarına rağmen, pedalın ayağımdan kaydığını hissetmemin hazzını, önümüzde kayan kamyonun dörtlülerini ve dağlardan yankılanırcasına son haykırışını… Hastanede açacağımı sandığım gözlerimi, evimizde, yatak odasının bir kenarına iliştirilmiş hasta yatağında açınca, geçirdiğim şoku ben unuttum, şok unutturmadı. O şokla ikinci kattan kendimi atınca, hayat tekerlekler üzerinde bir sandalyede, dört dönüyordu çevremde artık. Söyledim ya! Hangi şehirdeydik, onu hatırlamıyorum. Artık, “yarım akıllı” da diyorlar bana. Geleceğin en iyi bilim projesini hazırlamamın kutlama gecesinin ödülü, aklını yitirmişlik oldu. Ne güzel değil mi? Ama haklılar! Aklımı hiçbir zaman doğru kullanmadım! Kullanamadım Kİ! Laboratuara her girişimde, sanki bir Einstein oluyor, yeni ufuklara yelken açmak için günleri unutuyordum. Bin bir yolunu buluyordum, istediğim şeyi yapamayışın. Yine de her bin, sanki büyülü bir el dokunmuşçasına, en çok ikinci denemede oluveriyordu. Ki ben o elin, “çık oradan artık, seni bekliyorum” diyen sesin olduğunu düşünüyordum. Susmuyor, susamıyordum da bir türlü, çoğu zaman… Sustuğum tek yer senin yanın, zaman, elini tuttuğum an oluyordu. Konuşamayacağım tek konu, senin konuşmaktan sıkıldığın anda sıranın bana geldiğini anladığımda karşıma çıkıyordu. Ne üzerine konuştuğunu bile hatırlamıyordum. O zamanlarda sık sık söylediğim gibi, yapamayacağım tek şey, yaşamı uzatmaktı. Ki uzatamadım. Bak iki ölü dünyada nefes alıyoruz. Uzatamadım bak, iki buçuk saatten fazla uyanık kalmama, izin bile vermiyorlar. Yarım akıllı da değil. Bir bitkinin içine yaşam enjekte ederek yaşatmaya çalışmak gibi bizimkisi. Düşünmeyecek, konuşmayacak ve duymayacaksın. Günün on dokuz saati uyuyacaksın. Üzerini hemşireler değiştirirken, sen itiraz bile edemeyeceksin. Banyo yaptırmaya dört hasta bakıcı gelecek. En mahrem saydığın çıplaklığını yok sayacaklar, sevineceksin. Uyumadığın o iki buçuk saatlik aralarda, yanında “bilinci açıldı mı?” diye, sürekli, yeni yetme bir doktor adayı bırakacaklar. Yarım akıl değil, benim aklımın tamamını çaldılar. Bir de diğer yarım akıllılarla aynı sınıfa koyuyorlar beni. Düşünsene! Ama öğrendim ve vücudum alıştı artık, her hafta arttırılan uyuşturuculara. Her iki buçuk saatin son beş dakikası tuvalete kendim gitmek istediğimi söylüyorum. Az da olsa açılan düşüncelerimi, Mike adlı siyahi öğrenciden çaldığım kalemle yazıyorum, ıslak tuvalet kâğıtlarına, Kullanmadığım o kelimeyi de ilk defa burada kullanıyorum, cömertçe. Bağıra çağıra söylüyorum hem de. Çaldığım, yazdığım kalemleri kimse bulmasın diye tuvaletten çıktığım anda bağırmaya başlıyorum adını. Tek bir benzetme yapmadan, tek bir lakap takmadan ve tek bir harfini değiştirmeden, eksiltmeden-arttırmadan haykırıyorum, hiç çekinmeden bütün koridorlara, onlar beni yeniden uyutana kadar. Senin o kazada bağırarak adımı ilk kez söylediğin an geliyor aklıma. Takısız ya da benzetmesiz kullandığın, hiç düşünmeden dağlardan yankılanırcasına söylediğin adım geliyor aklıma. Kendime soruyorum benim adım gerçekten bu muydu diye. Adımı bile sen öyle bağırmamış olsan unutacaktım, biliyorum. Ve biliyorum ki ben seni, hâlâ ve hâlâ çok seviyorum. Hangi şehrin kalbinde yaşamıştık bu deli aşkı bilmiyorum, ama unutmuyorum adını, anlamını. Hiç sorgusuz, hiç kuşkusuz hatırladığım en net şeyi, yıllardır bağıra çağıra söylüyor, haykırıyorum: Piraye, Piraye, Piraye…(1.bölüm) 29 Ocak 2009, İstanbul Erdal Kaya
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Erdal Kaya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |