Düşmekten yükselme doğar. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Yok et beni, Haydar Efendi! Parka girdiğimde, susuzluktan dilim damağıma yapışmıştı. Öyle yorgun, öyle bitkin düşmüştüm ki, gördüğüm ilk boş banka atıverdim kendimi. İki adımlık yol yürümeyle bile tükenmiş, dizlerimin bağı çözülmüştü. Başım dönüyor, kalbim bir acayip atıyordu. Gözlerimi kapatıp bir süre hiç kımıldamadan oturdum. Bu arada derin derin nefes alıp veriyor, kendime gelmeye çalışıyordum. Bol oksijen solumayı umarak havayı tekrar içime çektiğimde aldığım kokuyla gözlerim birden faltaşı gibi açılıverdi. Az ötemde bir kadın, kucağında duran torbadan çıkarttığı paketi açmış, arpa şehriyeli pilâvın içine minik parçalara bölerek karıştırdığı köfteleri sokak kedilerine ikram ediyordu. Üst üste yutkunduğumu fark ettim. Ağzıma sular dolmuştu. O tarafa bakmamaya çalışıyordum ama kendimi ne kadar zorlasam da yine gözüm kayıyordu, engel olamıyordum. Başımı çevirdim, olmadı. Arkamı dönemediğim için banka yan oturdum, olmadı. Midem isyanlardaydı ve ‘bana da, bana da’ diye bas bas bağırıyordu. Her yanımı ter basmıştı. Daha fazla dayanamayıp kalktım, ilerideki başka bir banka geçtim. Köfteler, pilâv, iyi kalpli kadın ve şanslı kediler artık görüş alanımın dışındaydılar. Nefesimi de kontrol edebilirsem sorun kalmayacaktı ama nasıl yapacaktım bunu? Dirseklerimi dizlerime dayayarak ellerimle yüzümü kapattım. Elim ayağım titriyordu. Ağlamak üzereydim. Şu yaşadıklarımdan nefret ediyor, düştüğüm durumdan utanç duyuyordum. Koskoca şehrin göbeğinde varlığını sürdüren sağlıklı –hayır, sağlığı bozulmak üzere olan- bir gençtim. Olanlara ve kendime inanamıyordum. Ne yapacaktım, nasıl kurtulacaktım bu açlıktan, sefillikten? Her işi yapmaya razıydım, ne olursa olsun her işi, ama yoktu. Nereye gittiysem elim boş döndüm, kimden iş istediysem yüzüme ağlamaklı gözlerle bakıp başını iki yana salladı, kiminle konuştuysam bin ah işittim. Yine de onlar benden daha şanslılardı; en azından, az da olsa erzaklarının geldiği, ileride dönebilecekleri bir köyleri, toprakları vardı. Oysa ben, bu devasa kentte kaybolmuştum; gidecek hiçbir yerim yoktu; ne bir köyüm, ne de bir avuç balçık parçası. Aslına bakarsanız, nüfus kayıtlarına göre tüm İstanbulluyla hemşeriydim, sayamayacak kadar köyüm, köylüm vardı ve buna rağmen kazara dünyaya düşmüş bir uzaylı gibi trajikomik bir şekilde yapayalnızdım işte. Oysa diğer insanların en küçük bir olumsuzlukta bile yardımlarına koşacak, dertlerine derman, yaralarına merhem olacak, olamasalar da el birliğiyle bir çare arayacak hemşerileri, köylüleri vardı; birbirlerine destek oluyorlardı. Ya benim, benim kimim vardı? Bakmak zorunda olduğum hasta, bir deri bir kemik, seksen küsurluk ninemden başka kimsem, hiçbir şeyim; ne işim, ne eşim, ne param, ne malım; canımdan başka hiçbir şeyim yok. Babamı hatırlamıyorum; iki yaşımdayken bir sabah işe gidiyorum diye evden çıkmış, çıkış o çıkış. Zavallı anneciğim, el pisliği temizleyerek büyüttü beni. Ninem evde, annem işde, kıt kanaat geçinerek, bir lokma bir hırkayla yaşayıp giderken beni okuttular. Geçen sene, yani ben lise son sınıftayken, bir gün, annem eve gelmedi. Ninem, annemin bunca yıldan sonra daha fazla dayanamayıp kocaya kaçtığını, o elin adamıyla fing atarken bizim bu mezbelelikte çürüyerek öleceğimizi bağırınırken kapı çaldı; yüreğim ağzımda açtım. Elindeki siyah poşeti uzatan bir polis memuru, “başınız sağolsun kardeşim” dedi, “çok üzgünüm. Karşıdan karşıya geçerken.... freni patlayan bir kamyon....”. Gerisini duymadım. Hayat devam ediyordu. Amelelik yaptım, yük taşıdım, aşağılandım, horlandım. Olsun, böylelikle ninemin karnını şimdiye kadar çorbayla da olsa doyurabildim. Az önce de bir yumurta kırdım, bayıla bayıla yedi, mesut memnun öğle uykusuna daldı. İki gündür kursağıma lokma girmediğini ninem bilmiyor. Sorduğunda, “dışarıda yedim” diyorum, kızıyor. “İtin dölü! Sen lokantalarda löp löp etleri ziftlen, bana, bu zavallıcık ihtiyara sade suya çorbayı kakala! Nankör! Kanı bozuk it! Sana verdiğim emekler haram olsun!”. Sesim çıkmıyor, üzülmesin kadıncağız. Parmaklarımı aralayıp bakıyorum; ne insanları görüyor gözüm, ne börtü böceği, ne ağaçları, ne çimeni, çiçeği. İki parmağımı biraz daha aralayıp çöp kutusunun etrafını görmeye çalışıyorum. Bir çocuğun yiyemeyip attığı simit parçası, bir şımarık veledin ısırıp fırlattığı hamburger artığı umudum. Kuru ekmeğe de razıyım. İki gündür lokma yemedim, midem sırtıma yapıştı. Açım, çok aç. Görünürde ağıza atacak bir şey yok; artık insanlar son kırıntısına kadar yiyorlar yiyeceklerini. Zaman, çok zor zaman. Son bir gayretle kalkıp yürüyüş yapıyor gibi çöp kutularının içine bir göz atsam mı? Düşüncesiyle bile tere bulandım; mümkün değil, yapamam. Öleyim, daha iyi! Öleyim mi! Öleyim mi? Fena fikir değil vallahi, böyle yaşamaktan iyidir. Ah! Ölemem ki! Nasıl öleyim? Ninem ne olacak? Annemin yadigârı, ikinci annem o. Bu kötülüğü nasıl yaparım ufacık tefeciğime! Bu yaşta, bu halde, bir başına nasıl bırakır da ölürüm? Arkamdan fazla kalmaz, o da gelir ya, cesedi bulununcaya kadar farelere yem olur kadıncağız. Yo, ölemem. Ölmek, bana yasak. İhtiyarı yoluyla yordamıyla toprağa vermeden, olmaz. Nerede kaldı bu Yılmaz? İkide burada buluşacaktık. Saat kaç oldu acaba? Saat mi? Benim mi? Yok, sattım. Zaten işporta malı, dandik bir şeydi; Mehter Takımı gibi çalışıyordu. O günü zor çıkartabildim parasıyla, ona da şükür. Yılmaz, “çok önemli” dedi sabah uğradığında. “Bütün gece düşündüm ve bir karara vardım. Şimdi anlatamam; annemi hastaneye götürüyorum. İkide muhakkak parkta ol.”. Gelir elbet. Geçenlerde bir arkadaş, (arkadaş dediğime bakmayın. Benim arkadaşım filân da yok. Öylesine biri işte bu sözünü ettiğim kişi.. Yılmaz mı? Ha, bak o arkadaşım ama dostum değil. Yani, öyle her şeyimi anlatmam ona. Hoş, kimseye anlatmam ya zaten.) “böyle hindi gibi düşünüp duracağına gidip de artist olsana! Boyun posun yerinde, tipin de değme esas oğlanlara beş basar, e bir de gözlerini hafif kısarak yandan çarklı sırıttın mıydı iş biter. Senin hiç kafan çalışmıyor be oğlum!” demez mi! Hiç gülesim yoktu ya, vallahi kendimi tutamayıp bastım kahkahayı. Sanki artist olmak tipleymiş gibi... Öyle mi? Sahi mi? Değil mi? Her neyse... Güldüm geçtim önce ama sonradan aklıma öyle bir takıldı ki, hemen eve koşup nineme “kırıklığım var, biraz uzanayım” numarası çektim bir an önce odaya kaçabilmek için. “Sakın hastalanayım deme. Sen yirmidört saat yatsan ben ölürüm be oğlum” diyerek emirle karışık sızlandı. Onbeş dakika içinde iyileşeceğime söz vererek odama daldım. ( Burada da parantez açmak zorundayım. Odam filân deyince herkesin ayrı odası olan yayla gibi bir evde oturuyoruz sanmayın sakın. Tarlabaşı’nı bilir misiniz bilmem; binaların hemen hemen hepsi viranedir bu semtte. Ninemle ben, o viranelerin en kıdemlisinde; ahşap, üç katlı bir karikatür evin girişindeki içiçe geçmiş iki odasında yaşıyoruz. Girişteki odada ninem yatar, herkes oturur; yani hem yatak hem oturma odası. Oradan açılan diğer oda, sandık odasından daha küçük bir yer. Tek kişilik somya üstü şilte, yanında küçücük, eskiciden alınma sehpa, duvarda ayna; oda tıklım tıkış dolu anlayacağınız. Elbiselerim -hepi topu ne ki zaten; bir üstümdekiler, bir askıdakiler- kapının arkasında asılı.) Gömleğimi çıkartıp sırları dökülmüş aynanın karşısına geçtim, şöyle bir alıcı gözüyle baktım, bir güzel inceledim kendimi. Valla, o arkadaş haksız sayılmazdı hani; gerçekten de fena değildim. İyi beslenememiştim ama ağır kaldırmak, yük taşımak vücudumu bayağı geliştirmişti; iyi kas yapmıştım. Kendimi methetmek gibi olmasın, pazularım taş gibidir. Takdir edersiniz ki boyumun uzunluğu kemiklerimin iyi gelişmesinden değil, soya çekimden. Sevgili pederim (ne sağolsun diyebiliyorum, ne rahmet dileyebiliyorum; işe bak!) sırık gibiymiş. Annem, rahmetli “elektrik direğinde de boy var. Üstelik o işe yarıyor ama o baban yok mu o baban, beş para etmezdi! Allah bir boy vermiş, gerisini tutmuş koyvermiş!” derdi kocası aklına geldikçe; daha doğrusu cinleri tepesine çıktığında. Ah anacığım, ah! Daha mezarını bile yaptıramadım; kahroluyorum! Nerede kalmıştık? Aynanın kalan sırlı yerlerine denk getirmeye çalışarak o arkadaşın dediği gibi gözlerimi kısıp çarpık çarpık gülümsedim kendime. Ne yalan söyleyeyim, ben bile bayıldım karşımdakine. Artık siz düşünün, kızlar ne hâle gelirler! Zaten “yakışıklım” diye lâf atar, kıkırdaşıp dururlar etrafımda. Aaaah! Ah! Artık onları bile gözüm görmüyor. Ertesi gün, nasıl artist olunur diye araştırdım; bir ajansa gitmem gerekiyormuş. Yüzlercesinin içinden rastgele birini seçip çaldım kapıyı. Hem boy, hem yüz fotoğrafı istediler hem yandan, hem cepheden. Bir de kayıt parası. Bir hesapladım, o parayla ninemi on gün tıka basa doyururum. Dolayısıyla jönlüğü başka bahara erteledim. Para filân da yoktu ha, hani olsaydı dediydim. Aman be teyzeciğim ya, ne olur karşımda yeme şu kurabiyeleri! Kucağına dökülen kırıntıları yere serpince bütün kuşlar üşüşüverdiler teyzenin ayaklarının dibine. Afiyet olsun canlarım, yarasın. İyice doldurun kursağınızı, doyurun karnınızı. Darısı bana. * * * - O kadar derine dalma aslanım, vurgun yersin. Ellerimi yüzümden çekerken çıkışıyorum. - Nerede kaldın be oğlum! - Ancak gelebildim. Devlet Hastanelerinin hâlini bilmiyorsun sanki! - Haklısın. Nesi varmış annenin? - O baş dönmeleri, çarpıntılar filân hep sinirselmiş. - Oh, neyse. - Oh, neyse mi! Ne diyorsun sen? Kadın, deliriyor be! - Kalbinde ya da beyninde bir şey olsaydı daha mı iyiydi yani? E, ne dediler? - Bir ton ilâç verdiler. İçip uyuyacak işte. Bana da verseler de ben de uyusam, hep uyusam. Hiç acıkmasam, hiç ağlamasam, hiç düşünmesem, kahrolmasam. - Hay Allah! Geçmiş olsun. - Umarım olur. Hadi kalk da biraz yürüyelim. Yürüyelim mi? Hâlim var mı da yürüyeceğiz? Tok, açın hâlinden anlar mı hiç? Hoş, Yılmaz da yarı aç, yarı tok yaşayanlardan ya, şimdi tok yarısında galiba. - Hadi be oğlum! Kadı mı oturttu seni buraya! Kalksana! - Kendimi pek iyi hissetmiyorum Yılmaz. Sen otursan daha iyi olur. Eğilip endişeyle yüzüme bakıyor. - Neyin var? Ne oldu? Sessizlik.... Ağzımı açıp diyemiyorum, gururuma dokunuyor. Ne o? Neden bakışları değişti? Anladı mı, ne? Eşek değil ya, anlayacak tabii. Ne de olsa, yegâne arkadaşım. Dikkatinizi çekerim; dostum değil, arkadaşım. Derin bir iç çekişle yanıma oturuyor. Birkaç dakika ne birbirimize bakıyoruz, ne de ağzımızdan bir lâf çıkıyor. Sonra birden kalkıp acele adımlarla caddeye doğru yürüyor, şaşırıyorum. Arkasından sesleniyorum; ne bakıyor, ne de cevap veriyor. Duymadı herhalde. Ya da duymamazlıktan geldi. Nereye gidiyor peki? Gelecek mi? Herhalde. Kafayı yemedi ya, böyle çekip gidilir mi? Elimiz mahkûm, bekleyeceğiz. Karşı bankta oturan teyze bana bakıyor. Gözlerimi kaçırıyorum ama sonra dayanamayıp yine bakıyorum; gülümsüyor. Mecburen ben de. Hayda! Kalktı, bana doğru geliyor. - Merhaba oğlum. Toparlanarak “merhaba” diyorum. Yanıma otururken, “biliyor musun” diyor, “seni görünce, Hasan’ımı görmüş gibi oldum. Ellerini yüzünden çekince farkettim ne çok benzediğinizi.” Çantasını karıştırıyor, içinden pırlımpırtık bir cüzdan çıkartıp açıyor. - Bak, aynı sen. Bir asker, eski bir fotoğraftan bana bakıyor. Benzer bir tarafımız yok ama yine de “haklısınız” diyorum. Teyzecik öyle görmek istemiş besbelli, ne diye üzeyim şimdi. - Şehit düştü evlâdım, Kıbrıs’ta. Kıbrıs’ta mı? Ben o zamanlar yoktum bile. - Başınız sağolsun teyzeciğim, çok üzüldüm. - Sen sağol... Kader yavrum, kader! N’apıcaksın, elden bir şey gelmiyor. Olanla ölene çare yok.... - Doğru diyorsunuz teyzeciğim. - Senin adın ne bakayım? - Selim. “Selim mi?” diyor hayıflanarak. “Yooo, Hasan’sın sen, Hasan!” Ne diyeceğimi şaşırıyorum. Üzülüyorum da bir yandan. Hasan’ım deyip de kadıncağızı kandırarak mutlu mu etsem yoksa kimliğimi çıkartıp da göstersem mi? “Ben Selim’im teyze” diyorum kırmamaya çalışarak. Yüzüme muzip muzip bakarak hınzırca gülüyor. “Hasan, Hasaaaan. Senin adın Hasan, biliyorum.” Başımı iki yana sallıyorum. Hayal kırıklığıyla iç çekiyor. “Hasan sandımdı, değil demek” Sonra uzun uzun yüzüme bakıyor, içine çökmüş küçücük gözleri doluveriyor. İki damla gözyaşı yüzünün kırışıklıkları arasından süzülüp çenesine inerken “Sanki” diyor dudakları titreyerek, “sanki oğlumun ruhu senin bedeninde; gözlerinden o bakıyor, görüyorum. O sende.” Bir anda dumura uğruyorum. Kalakalıyorum öyle bir şey diyemeden. Bunu ciddi mi söyledi? Yoksa, yoksa..... Ah teyzecik, sen de mi? İçim kopuyor. Derin bir iç çekişle, “Bak, bu kurabiyelere bayılırdı Hasan’ım” diyor torbadaki son kurabiyeyi çıkartırken. “Elcağızlarımla yapar yedirirdim hep. Al oğlum, al, ye. Hasan’ım yemiş gibi içim yağ bal bağlasın. Al, al, çekinme.” Alıyorum. - Hadi, at ağzına bakayım. Isırıyorum, ağzımda büyüyor. Çiğniyorum ya, bir türlü yutamıyorum. Anacığım geliyor gözümün önüne, sanki kokusunu duyuyorum; çok kötü oluyorum. Hasan’ı düşünüyorum; hayallerini, umutlarını. Gözlerimin önünde vuruluyor Hasan. Yanında savaşan er Mehmet, haykırıyor. Atılıyor Hasan’ın üstüne. Her yer toz duman. Kalbim sıkışıyor. Teyzeye sarılmak istiyorum, buruşuk yanaklarından öpmek, başını omzuna koyup ağlamak, ağlamak, ağlamak..... Hey! N’oluyor bana! Kendine gel oğlum! Saçmalama! Ulan Yılmaz, neredesin? Gitmeseydin, gelmeyecekti bu kadın yanıma! “Hasan’ım, Hasan’ım” diye dayamayacaktı kurabiyeleri ağzıma. Ah, ama az önce, şimdi ağzında evirip çevirdiğin kurabiyeye için gitmemiş miydi? İçin için kuşların yerinde olmak istememiş miydin? İşte, insanoğlu böyle de nankördür. Son bir gayretle, zorlanarak lokmamı yutuyorum. - Oh, afiyet olsun yavrum, yarasın. - Teşekkür ederim, teyze. Hasan kardeşin ruhuna değsin. - Amin oğlum, amin. Gülerek bakıyor gözümün bebeğine. “E, şimdi sen anlat bakalım; nerelisin, kimlerdensin?” diye soruyor beni rahatlatmak istercesine. Eyvah! Sorgu sual faslı başladı. Ne rahatlaması! Her şeye eyvallah ama işte buna dayanamam! Of! İyice daraldım! İşim var bahanesiyle kalkıp gitsem mi? Ya Yılmaz gelir de beni bulamazsa? Dur bakayım, geliyor mu ne? Vallahi de gelen o, billahi de o! - Anlatsana oğlum; kimsin, ne iş yaparsın? Tövbe, tövbeee! Paşazade Hayrullah Bey’in mirasyedi torunuyum. Benim vekilharç faturayı ödemeyi unuttuğu için konağımda havalar kesildi de, parka o yüzden geldim; havalanmaya. La havle! Yılmaz’ın bakışa bak! Amma da şaşırdı. - Hadisene oğlum, seni dinliyorum ama bir şey duyduğum yok. - Arkadaşım geldi de teyzeciğim; başka zaman anlatırım inşallah. - Arkadaşın mı? E, iyi madem. O zaman ben kalkayım. O elindekini bitir ama tamam mı? Hasan çok üzülür sonra. - Tabii, tabii. Elinize sağlık. - Ay, gördün mü bak, arkadaşına kurabiye kalmadı. Pay ediverin artık. - Merak etmeyin, ederiz. Yılmazla teyzenin arkasından bakıyoruz. - Hasan kim? - Oğlu. Şehit. - Ne! Üzülür dedi ama? - Hı, dedi ya. Yılmaz, durumu anlıyor. Çevremizde o kadar çok ki böyle gelgit akıllılar. Bu gidişle yakında biz de onlar gibi olacağız. Allah’ım, aklımızı koru! Yılmaz, elimdeki ucundan azıcık ısırdığım kurabiyeye bakıyor. - Neden yemedin? Karnın aç değil mi? Sesinde hayretle karışık hayal kırıklığı var. - Bilmem, yiyemedim işte. “Bırak onu. Bak, neler aldım” diyor poşettekileri bankın üstüne çıkarırken. “Hem yer, hem konuşuruz.” Sıkıntı içinde etrafıma bakıyorum. Ya benim gibi aç biri varsa çevrede... Ya az önce benim düşündüklerimi düşünen, hissettiklerimi hisseden, benim gibi ağzı sulanan, yutkunup duran biri varsa! Nasıl yerim ben şimdi bunları! - Hadisene be oğlum! Soğuyacaklar. “ Ya Yılmaz, tıkandım” diyorum özür dilercesine. Yılmaz’ın birden nevri dönüyor, yüzü karışıyor. Aman, o nasıl bakış öyle! Sanırsın, kanlısıyım. Dikti gözlerini gözlerime, gık desem üstüme atlayacak. N’oluyor be? Zaten hâlâ Hasan’ın etkisinden kurtulamadım! “ Ye, diyorum!” diye tıslıyor dişlerinin arasından. Öf! Tere bulandım. Bu kadar kızacak ne var, anlamadım. Ama ben de bozuluyorum. Gerildim iyice. - Yemezsem? Birden yakamdan kavrayarak beni kendine doğru çekiyor. Neye uğradığımı şaşırıyorum. “ Yemezsem ha? Yemezsem ha!” diye bağırıyor suratıma. “ Yeme de bak, ne oluyor!”. Beni geri itip yakamı bırakıyor. Aceleyle etrafıma bakınıyorum. Kimse olanları görmemiş anlaşılan; bakan yok. “ Kaç gündür açım, midem büzüşmüş; almıyor işte” diyorum suçlu gibi. Her hecede oturduğumuz bankın arkasına vurarak “yi-ye-cek-sin” diyor yüzüme bakmadan. “Yi-ye-cek-sin!”. Tamam, Allah razı olsun, açlığımı anlayıp gidip bir şeyler aldı ama bu kadar da baskı olmaz ki kardeşim! İş, inada bindi. Yemiyorum işte! “ Yemezsem ne olur?” diye dikleniyorum. Ensemi birden kavrayıp öne doğru çekiyor. Şimdi burun burunayız; aramızda yarım ekmeğe dönerler. “ Yemezsen” diyor kelimelerin üstüne basarak, ağır ağır, “ yemezsen, ibret-i âlem için, parkın orta yerinde seni evire çevire, eşek sudan gelinceye kadar döverim. Hem öyle bir döverim ki, değil etraftakiler, özel tim gelse seni elimden alamaz! Anlaşıldı mı!”. Geri çekilmek istiyorum, ensemden bastırıyor. - Duydun mu beni, hayvan herif! Ses çıkarmıyorum. Ne diyeceğimi bilmiyorum ki! Belli ki, arkadaşımın psikolojisi benimkinden bin beter. Deli, deliyi görünce çomağını saklarmış. Susmak, en iyisi. - Yüzüme bak, yüzüme! Ulan, nasıl bakayım? Zaten sinirler laçka, bir de girmiş burnumun dibine! Bir bakacağım; o şaşı, ben şaşı; tut ondan sonra kendini tutabilirsen. Haliyle koyvereceğim makaraları, basacağım kahkahayı. E, işte o zaman öldürür beni herhalde. Ensemi elinden kurtarırken “tamam, tamam” diyorum. - Ha, şöyle. Keyiflendi. - Tamam da, ne vardı bu kadar sinirlenecek? Dik dik yüzüme bakıyor yine. Ne değişken psikolojisi var bu adamın; dakikası dakikasına uymuyor. - Çok konuşma da, zıkkımlan. - Ya, gerçekten çok merak ettim. Neden bu kadar kızdın? Derin bir nefes alıyor; “ hadi canım kardeşim, ye. Zaten buz oldu.” diyor tatlı tatlı ama altında bir ton küfür var; anlamamak için geri zekâlı olmak lâzım. İçimden damarına basmak geliyor. “ Dediğin doğru, buz gibi oldu bunlar; artık yenmez.” diyorum gayet ciddi. Dememle birlikte üstüme atılıp mandal gibi parmaklarıyla burnumu sıkmaya başlıyor. “Aç ulan şu ağzını!” diye bağırıyor. Direniyorum ama nefessiz kalınca mecburen açıyorum tabii. Ölecek hâlim yok ya! Millet bize bakıyor şaşkın şaşkın. Şaka mı, ciddi mi, anlayamadılar. Ben de... Galiba ciddi çünkü Yılmaz, içi döner dolu ekmeği ağzıma tıkmaya çalışırken size yazamayacağım sözcükleri de peşpeşe, makinalı tüfek gibi sıralıyor. Kurtulmaya çalışıyorum, debeleniyorum; boğulacağım! Garip, anlamsız sesler, homurtular çıkarttığımı duyuyorum. Duyunca ben de şaşırıyorum. Vallahi farkında değilim. Ben can derdindeyim arkadaşlar. “ Öleceğini bilsem de yedireceğim ulan sana bunu! Son lokmasına kadar yeyip bitireceksin! Buz gibi değil, bok gibi de olsa yiyeceksin! Ben bunları nasıl aldım biliyor musun, ha? Biliyor musun? Anamın ilâçları bunlar, anladın mı! Anamın ilâçları! Hayvan herif!” A a! Ağlıyor! Ben ne halt ettim! Çok kötü oluyorum ama bir dakika sonra mevta olacağım, o da ayrı. Can havliyle bağırmaya çalışıyorum. Garip bir hırıltıyla sözcükler fırlıyor gırtlağımdan. - Ölüyorum Yılmaz! Birden nefes almaya başlıyorum. O mu beni bıraktı, insanlar mı onu üstümden aldılar, bilmiyorum. Etrafımız kalabalık. Yılmaz, bankın arkalığına kapanmış, ağlıyor. Elleri yumruk yumruk. Ben, hem yaşananlardan, hem söylenenlerden şoktayım. Çevremizdekiler, üzgün. Bir dede, sesi titreyerek “ah Atatürk, ah!” diyor. Milletin gözleri dolu dolu, dokunsan ağlayacaklar; bize mi, kendilerine mi, vatandaşın hâline mi, bilmem. Ben çoktan salya sümük gitmeye başlamışım, yeni farkediyorum. İçler acısı bir durum, film gibi.... Elimin tersiyle gözyaşlarımı silerken özür diliyorum. Yılmaz, burnunu çekiyor. - Yılmaz..... Cevap yok. İstifini bile bozmuyor. - Yılmaz..... Özür dilerim. Derin bir iç çekiş; kımıldamadan. - Hıyarım ben.... Affet. Bir şey dedi ya, anlamadım. Sanırım hıyarlığımı onayladı. Bir süre sessiz kalıyoruz. Önüme, bankın üstüne yayılmış yarım ekmek içine dönerlere, patates tavaya ve Amerikan salatalı, sosisli sandöviçlere bakıyorum; açlığım depreşiyor. Yemeğe korkuyorum. Bu herifin sağı solu belli olmaz! Dakikası dakikasına uymuyor ki! Bakarsın, şimdi de ‘yemeyeceksin ulan’ deyip ağzımdaki lokmayı çıkartmaya kalkar. Yapar mı, yapar! - Hadi be Yılmaz, uzatma artık! Başını kolundan isteksiz bir tavırla kaldırıyor. Doğrulurken bakıyorum, yüzündeki gülümseme, un ufak. Gözleri yerde. - Küs müyüz? - Yooo. Sesi, gülümsemesinden bin beter. - Niye yüzüme bakmıyorsun o zaman? Baktı, bakmaz olaydı; sanki atomlarıma ayrıldım. - Bok mu var yüzünde? Bak, yine sinirlenmeye başlıyorum ama. - Şimdiye kadar bok mu vardı! Ne görüyordun baktığın zaman? - Adam gibi adam! - Ben yine adam gibi adamım ama sen..... - Ne? Ne olmuş bana? Hadi, erkeksen sözünün arkasını getir! - Sen, kafayı yemişsin, oğlum! Manyak mısın, nesin! - Manyağım ya, manyağım! Var mı bir diyeceğin! Manyak ettiniz beni be! - Kim etti? Ben mi? N’aptım be seni manyak edecek? - Daha n’apıcaksın ulan! Sabahtan beri hastanelerde delirmişim zaten! Kadına ilâç alınacak, beş kuruş para yok. Pedere söylerim, kıçını kımıldatmaz. Ona ağla, ötekine yalvar; borç harç üç beş kuruş bulmuşum. Kalkmışım yanına gelmişim ki, konuşalım, eve dönerken de anamın ilâçlarını alıp götüreyim. Bir geliyorum, arkadaşım aç. Ne halt edeceğimi bilemiyorum, kafam karışıyor. Tamam mı? “Ya, nasıl olsa icraattan sonra paramız olacak; ilâçları o zaman alırım. Ben şimdi arkadaşımın karnını doyurayım bu parayla” diyorum ama diyene kadar da vicdanım beni oradan oraya vuruyor. - Ne icraatı? - Dur şimdi, lâfımı kesme! Kalkıp gidiyorum, arkadaşımın canı şunu da ister, bunu da ister diyorum. Paramın yettiğini alıp geliyorum ama bizim küçük beyde bir naz bir niyaz! Anam ilâç beklerken ben ne yapıyorum, senin yaptığına bak! Yok efendim, bunlar soğumuşmuş da, artık yenmezmiş! Zıkkımın kökünü ye, hayvan herif! - Ya, tamam ya, haklısın. Özür diledim ya... - Geberttirecektin kendini bana! - Hani, neredeyse...... Artık yiyebilir miyim? Yiyelim mi? Gülüyor. - Yiyeceğiz tabii. Bunların parasını kuruşuna kadar senden alacağım. - Hıh! Bulursan almamazlık etme. - Olacak, merak etme... Hem de çok yakında... - Ne! Nasıl? Ne zaman? - Dur hele, anlatacağım ama önce karnımızı doyuralım. Malûm, aç ayı oynamaz oğlum! Gülüşerek yemeğe başlıyoruz. Arada bir soran bakışlarla bakıyorum, “sonra” diyor, “sigaralarımızı içerken”. Farkına varmadan payıma düşen yiyeceklerin hepsini afiyetle götürmüşüm. Mideme sancılar saplanınca ayıldım; bir baktım, yemeklerin tamamı temize havale, maşallah. İnsan, yaptığının farkına bile varmıyor kafa meşgulken; aklım fikrim şu icraatta. Meraktan çatlayacağım. Sigaralarımızı yakıyoruz. Bekliyorum. “Bak Selim” diye söze giriyor, “sen de, ben de aylardır iş arıyoruz. O kadar dirsek çürütüp meslek sahibi olanların bile artık nefesi kokar oldu. İşi kim kaybetmiş de biz bulacağız? Yokoğlu yok işte, anasını satayım! Borçla harçla da bu gemi daha fazla yürümez. Zaten aldıklarımızı ödeyemedik. Kimsenin değil para, selâm verecek hâli kalmadı. Yani anlayacağın battıkça batıyoruz. E, biliyorsun pederin maaşına zam, işine son. Anam, hasta. Kardeşlerim, okuyorlar. İş başa düştü arkadaş.”. - Yine iyi, senin iş yeni başına düştü. Benim hep başımda ama artık bu bir işe yaramaz başı vuracak taş bile kalmadı Yılmaz. Ne halt edeceğimi bilemiyorum artık. Öyle çaresizim ki! Gözlerini gözlerime dikiyor, eğilip alçak sesle, “ demokrasilerde çare tükenmez” diyor. Umutla soruyorum; - N’apıcaz peki? Hadi, anlat. - Olandan alacağız. - Nasıl yani? - Basbayağı... Olandan alacağız işte. Dehşet içinde soruyorum; - Yani... yani... dilim varmıyor ama.... şimdi sen bana suç işlemeyi mi öneriyorsun? - Valla.... bakış açısına göre değişir. - Bunun açısı mı olurmuş be! Suç, suçtur! Beni unut! Aklın varsa, bu akıl almaz fikri de unut! Resmen şoktayım. Yılmaz’ı hiç böyle bilmezdim. Bir hapislerde çürümediğimiz kaldıydı. Hey Allah’ım! - Öyle unut munut diye kestirip atamazsın! - Niye? Mecbur muyum hırsızlık yapmaya? - Yavaş konuş ulan! Duyacaklar! “ İyi, tamam! “ diye fısıldıyorum, “mecbur muyum?”. - O da bakış açısına göre değişir. - Başlayacağım açından şimdi! - Bak, dar açıyla bakarsan, bir bok yiyemezsin arkadaş; ha bire gerilersin. Dik açılar genellikle sinir bozar, dışlanırlar, bilirsin. Yani, geniş açıyla bakacaksın koçum, oh feril ferah. - Biz ne koçlar gördük Yılmaz efendi, hapishanenin o süper dar açılı kasvetli hücrelerinde kuzuya döndüler. Yemezler. Ben yokum. Bir sigara daha yakıyor, dumanını öyle bir savuruyor ki, sanırsınız Bayrampaşa’dakilere selâm yolluyor. Gözleri, çok uzaklarda bir noktada takılı. “Mecbursun” diyor ‘Düşünen Adam’ edalarıyla; “annemin ilâcı alınacak.” Nutkum tutuluyor, cevap veremiyorum. Keşke açlıktan ölseydim de bunları yaşamasaydım! Yediklerim ağzıma geliyor. “Üzgünüm arkadaşım” diye devam ediyor, “başka bir çıkar yol gelmiyor aklıma.”. “Bu yol çıksa çıksa mahpus damlarına çıkar” diyerek çok şiddetle olmasa da karşı çıkıyorum. Annesine ilâç alınacak, mecburum. Dönüp derin anlamlar taşıdığını sandığı ama benim hiç bir mana veremediğim türde bakıyor gözlerime. Hafiften, gizemli gülümsüyor. “Akşama mönüde ne var?” diye soruyor alay eder gibi. Gibi değil, açık açık kafa buluyor benimle. “Somon füme” diyorum ters ters. Bildiğim başka sosyetik yemek yok. Bir de portakallı ördek var ama o ayağa düştü artık. - İhtiyar ne yiyecek; Hünkâr Beğendi mi? Peki, yarın? Öbür gün? “Ne demeye çalışıyorsun sen?” diye çıkışıyorum. “Bugüne kadar ninemin boğazından haram bir lokma bile geçirmedim, tamam mı!”. “Bana bak Selim,” diyor işaret parmağını yüzüme doğru uzatarak, “başka çaremiz yok! Anla artık şunu! Ninen de aç kalmaktansa haram yemeyi bayıla bayıla tercih edecektir; emin ol. Selim, nasıl kalkarız bu yükün altından başka türlü, söylesene! Sorumluluklarımız var, oğlum!”. Verecek cevabım yok, Allah kahretsin! Bizi bu hallere düşürenleri Allah kahretsin! “Peki,” diyorum çaresiz; nineme aş, Yılmaz’ın annesine ilâç lâzım. “Anlat, ne yapacağız? Ama bak, söylemedi deme, bu ilk ve son olacak. Eğer yüzümüze gözümüze bulaştırmadan ve enselenmeden bu rezilliğin altından kalkarsak bir daha böyle yasadışı fikirlerle ve önerilerle gelmeyeceksin. Ve dediğim gibi yakalanmazsak, iş bittikten sonra ölünceye kadar konuyu açmayacaksın; sanki hiç böyle bir şey olmamış gibi hayatımıza –en azından ben öyle yapacağım- devam edeceğiz. Söz mü?” “Söz” diyor düşünceli düşünceli. “Peki ya yakalanırsak? - Yakalanırsak mı? Allah korusun! Ninem ne olur o zaman! “Bilmiyorum” diyor iç çekerek, “bilmiyorum, bilmiyorum, bilmiyorum! Annem ölür herhalde.” İş ciddiye binince korktu mu ne? İnşallah! Allah biliyor ya ben de korkuyorum. Yılmaz’ın annesinin ilâçları olmasa hayatta girmem böyle kanunsuz işlere ama yemiş oldum bir kere ekmek içi dönerleri. Şimdi gerekeni yapıp kusar gibi borcumuzu ödeyeceğiz çaresiz. Hey Allah’ım! Çaresiz kullarına legal çareler ver! Amin! Bu arada Yılmaz endişelerinden kurtulmuş belli ki. Çünkü cebinden kibrit kutusunu, kutudan da iki kibrit çöpünü çıkartıp birinin ucunu kırıyor. - N’apıyorsun? - Kura çekeceğiz. - Niye ki? - Eylemi kimin gerçekleştireceğini saptamak için. - O da ne demek? Beraber yapmayacak mıyız? - Öyle tabii ama birimiz erketeye yatarken ötekimiz icraat eyleyecek. - Oooof! Of! Of! Ben ki, kırmızı ışıkta, millet babasının tarlasındaymış gibi caddenin ortasında salına salına yürürken karşıdan karşıya geçmeyen adam, şimdi soygun yapacağım ha! Kendimden utanıyorum! - Sen ne utanıyorsun be! Kader utansın! Hem oğlum, soygun moygun deyip de o kadar büyütme gözünde. Altı üstü basit bir kapkaç olayı yaşayacağız; hepsi bu. - Lânet olsun! Hadi uzat şu kibritleri! Kısa kibriti ben çekiyorum. * * * Dünyanın en berbat üç kokusunu sayın deseler hemen sıralarım; birincisi ceset, ikincisi dışkı, üçüncüsü de tere bulanmış ucuz parfüm kokusu. Ter, ayak, nefes, yellenme kokularını, değil işçi ve memur arkadaşların süründüğü açık kolonya, Paris’ten alınma en pahalı, marka parfüm bile bastıramaz. Beş dakika içinde otobüsten inmezsek bayılacağım. Neden bu otobüse bindik, nerede ineceğiz; en ufak bir bilgim ve fikrim yok. Sorduğumda, zorunlu suç ortağı olduğum sevgili arkadaşım, “soru sorma” dedi marifet yapmış gibi. “Ben ne diyorsam o olacak. Bu işin mimarı benim.”. Keşke tek sahibi de o olsa.... İçim içimi yiyor. Heyecandan tansiyonum cıva gibi; fırt aşağıda, fırt yukarıda; bir an bile durmuyor. Bir de bu kokular ve tıklım tıkış otobüste saatlerdir ayakta yol almak da cabası... Tam iş çıkışı saati, tek ayak üstünde zor duruyorum. İkide bir fren pedalını kökleyen şoförün sayesinde bayağı içli dışlı olduk hepimiz, bütün yolcular. Millet, ufak ufak söylenmeye başladı ama şoförün tındığı yok maşallah. Bazı yolcular durumdan bayağı memnunlar aslında. Şu sıkıntılarım olmasa ben de kendimi cennette sanacağım, ama olmuyor işte. Hele önümde duran kız, arkadaşıyla konuşurken saçlarını ha bire savurmuyor mu, savurdukça da ucu boncuklu incecik örgüler suratıma kamçı gibi çarpıp durmuyor mu; sinir oluyorum! Şeytan diyor ki, şu kızın örgülerini bileğine şöyle bir dola, başını arkaya çek, yüzünü bir gör, güzelse öp, çirkinse..... Allah! Kim vurdu sırtıma be? Ciğerlerim ağzımdan çıkacaktı neredeyse! Bir hışımla arkama bakıyorum. Yılmaz, eliyle “hadi” diyor. Hadi gene iyisin fıstık, şanslı günündeymişsin; gidiyorum. *** Şimdi neredeyim, biliyor musunuz? Yoo, söylemeyeceğim. Söylersem işin esprisi kaçar. Hem zaten hayatta da inanmazsınız. Ama şu kadarını açıklayabilirim; otobüsten indiğimden bu yana öyle şeyler yaşadım ki, kusura bakmayın, sizi yanımda taşıyamadım. Bir heyecan, bir hareket, bir .... Neyse, kısacası Hollywood filmlerini sollayacak bir ay geçti aradan. Neler mi oldu? Neler olmadı ki? Durun canım, anlatacağım. Öyle sıkboğaz etmeyin insanı! Hadi, yerinize iyice yerleşin; anlatmaya başlıyorum ***. Otobüsten inebildiğimde kan ter içindeydim. Kolumdan asılan Yılmaz, “yürü, gidiyoruz” diyerek beni çekiştirmeye başladı. Yüzü kâğıt gibi bembeyaz olmuştu. “N’oldu? Neyin var? Miden mi bulanıyor?” diye sordum endişeyle. “Yok be!” dedi beni Akmerkez’e doğru çekiştirirken. “İşi bitirdim.” “Ne işi?” “Yuh!” “Ne? Olamaz!Yoksa?” Başını aşağı yukarı doğru öyle manidar salladı ki, o an şaşkınlıktan beton kesiliverdim. “Ne zaman, nerede, ne ara?”. Daha soracaktım ya, Yılmaz sıkı bir dirsekle soruları böğürtüyle kesmemi sağladı. “ Sussana be oğlum! Kocakarı gibi car car car, çenen hiç durmuyor.” Bir telâş, gözlerimle arandım ama ortada çanta manta göremedim. “ E, hani, nerede?” “Gömleğimin içinde.” “Koca çantayı nasıl sığdırdın lan gömleğinin içine?” “Koca değil ki. Şu bele takılanlardan. Küçücük bir şey.” “Vallahi inanamıyorum sana.” Cevap vermeden beni yine sürüklemeye başladı. “Nereye gidiyoruz?” “Helâya.” Yine durdum. “Korkudan çişin geldi, değil mi?” dedim gülerek. “Altına yapacaktın.” “Gül, gül” dedi sinirle, “sen fordçuluk yaparken ben geleceğimi uçurumdan atıyordum. Ben de senin yerinde olsam, gülerim tabii.” “Ne fordçuluğu be! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu senin? Terbiyesiz herif! Oh, tabii, şaşmamak lâzım; kişi kendini nasıl bilirse, karşısındakini de öyle sanırmış.” Cinlerim tepeme çıkmıştı. Silkinip kolumu ondan kurtardım. “Helâya gittiğinde benim payıma düşenin üstüne bir sifon çekiver. Ben gelmiyorum.” “Saçmalama be! Şu halimize bak, minibüsçülere döndük; dura yürüye dura yürüye iki adım yolu gidemedik.” “Şeytan azapta gerek, oğlum. Yap altına.” Böyle itişe kakışa Akmerkez’in tuvaletine girdik. “Bak bakalım” dedi, yan yana iki boş tuvalet var mı?” “Niye? Bir tanesi yetmeyecek mi?” “Ulan, ne zevzeksin! Birine ben gireceğim, ötekine sen. İşini yaparken aşağıya bak. Alttan uzatacağım.” “Neyi?” “La havle” çekerek kapılardan birini açıp beni içeri itti. “Kapıyı kilitle!” İhtiyacım yoktu ya, hazır gelmişken boş durmayayım dedim. İcraatın tam orta yerinde, birden beliriveren siyah bir şey ayaklarıma atlamaz mı! Boş bulunup sıçramışım. E, haliyle etraf biraz ıslandı. Eğilip beni bu hâle getiren nesneye baktım, ölü sıçan gibi ayaklarımın dibinde yatan çantayı gördüm. O sırada “aldın mı?” diye fısıldadı Yılmaz. “ Hııı” diye yanıtladım aynı tonda fısıldayarak. “İyi. Senin payın, içinde. Aldıktan sonra çantayı tuvalet kağıdıyla iyice silip çöp kutusuna at.” “Tamam.” “Ben çıkıyorum. İşin bitince yukarıya, kafeye gel.” “Tamam.” Kirlettiğim yerleri silip klozetin kapağını kapattım. Üstüne bir güzel yerleştikten sonra çantayı açtım. İçinde cüzdan, anahtar, bir paket Winston light, bir de mavi çakmak vardı. Cüzdanı alıp açtım, paraları saydım. Arkadaşım, hakkım olarak bana ellibeş milyon uygun görmüştü. Ne yani, çantanın sahibinin topu topu yüzonmilyonu mu varmış? Bu kadarcık para için mi suç işledik yani? Ama ne bekliyorduk ki? Otobüse binen insanda para mı olur? Hırsımdan bastım gamatayı Yılmaz’a. Salak herif! Madem bir halt edeceksin, tumturaklı tarafından et de değsin bari!... Hem.... hem Allah biliyor ya, cüzdanda bulduğu parayı fifti fifti kırıştırdığına da hiç mi hiç inanmıyorum. Kalıbımı basarım ki, çoğunu o aldı; günahı vebali boynuna. “Amaaan! Taş atıp da kolum mu yoruldu sanki? Buna da şükür” diyerek paraları tek tek katlayıp cebime iyice yerleştirdim. Cüzdanın arka tarafını açtım; önce bir bankanın kredi kartını buldum, iki parmağımla kenarlarından tutup pantolonuma sildim, yerine yerleştirdim. Sonra telefon numaraları yazılı küçük kâğıtlar, üçgen katlanıp cüzdanın gözlerinden birinin dibine sıkıştırılmış naylona sarılı bir şey buldum. O üçgen şey, muskaya benziyordu. Annem de ben küçükken omzuma iğnelerdi buna benzer bir şey; “seni kötülüklerden, kazadan, belâdan koruyacak bu, sakın çıkarma” diye de sıkı sıkı tembihlerdi. “Hiii! Şimdi bu çantanın sahibi korunamayacak mı kötülüklerden? Peki, neden Yılmaz’ın şerrinden korumadı? Dur bakayım, kimliği de burada! Ay, ay, aaay! Ne de güzel kızmış! Dur, belki de gençlik resmidir. Doğum tarihi neymiş? 1981. Pek de gençmiş. Hay Allah! Üzüldüm bak şimdi. Adı neymiş? Betül. Ankara doğumlu. Vay, ana kütüğümden hemşom!”. Kimliği de iyice silip yerine koydum. Artık cüzdanla işim kalmamıştı. Çantaya koyarken bir baktım, fermuarlı bir cep. Durur muyum, tabii hemen açtım. İçinde dörde katlanmış bir kâğıt vardı. Muhtardan o gün alınmış bir ikâmetgah senediydi bu. Şişli’de oturuyormuş. Kâğıdı yerine koyarken bir şey parıldadı, baktım; o ne! Gözlerime inanamadım.. Heyecandan elim ayağıma dolanarak hemen fermuarı çekip kapattım. Çantayı da sıkıca kapattıktan sonra tuvalet kâğıdıyla iyice sildim. Sonra ruloyu açıp etrafında döndüre döndüre çantayı sardım; hani, çile yünü yumak yapar gibi. Çöp kutusunun kapağını açıp çantayı özenle içine yerleştirdim. Ruloda kalan kâğıtları da kopartıp kopartıp buruşturarak üstüne attım. Artık Sharlok Holmes bile orada çanta olduğunu anlayamazdı. Sifonu çekip dışarı çıktım. Ellerimi yıkarken kapıları sayıyordum. Benim çıktığım soldan üçüncüydü. Kafelerin olduğu en üst kata çıktığımda Yılmaz’ı önce göremedim. Nasıl görebilirdim ki? Tüm kat, kafeydi. Düşünsenize, göz alabildiğince hatta alamadığınca masalar ve insanlar; gel de ha deyince aradığını bul bulabilirsen! Bari dedim, şöyle bir tur atayım. Biraz ilerleyince kafaların arasından iki elin yükselip evrilip çevrildiğini gördüm. “Tamam” dedim kendi kendime, “böyle spastik hareketleri yapsa yapsa Yılmaz yapar.” O tarafa doğru seğirttiğimde yanılmadığımı anladım çünkü suç ortağım, ağzı kulaklarında sırtarıp dururken oturduğu, o katın en son değilse de sona yakın masalarından birinden elini kolunu sallayıp duruyordu hâlâ. Ben sandalyeyi çekerken, “ nerede kaldın be oğlum?” diye sordu. “Enselendin sandım.” “Sandın da ne demeye gelip bakmadın?” diye çıkıştım haklı olarak. Ne de olsa dava (yakalanırsak tabii) arkadaşıydık. Güldü. “Bak bakayım, alnımda geri zekâlı yazıyor mu? Gelip de ne yapacaktım yani? ‘Aman memur beyler, eksik iş yapmanıza gönlüm elvermiyor; beni de alın’ mı diyecektim? Amma safsın be Selim!” Saf mıyım sahiden? Kâğıt cola bardağını önüme sürerken “sana da aldım” dedi sanki mal bağışlıyormuş gibi. Teşekkür edip ilk yudumu aldıktan sonra, “nasıl yaptın, anlatsana” diye sordum kimse duymasın diye masanın üstünden öne eğilip fısıldayarak. Sandalyesinde kaykılarak “Çok basit” dedi. Bu halini ahvalini gören de, büyük bir ihaleyi almış iş adamı da, makam koltuğunda oturmuş ukalaca tevazu gösteriyor zanneder. - Basit masit, sen anlat. Merak ediyorum. Aslına dönerek sandalyesini bana doğru yaklaştırdı, yana yöreye bir göz attı ve başladı anlatmaya: - Yav, aslında otobüste icraat eylemek gibi bir niyetim yoktu. Ben burada halletmeyi planlamıştım ama baktım ki ortam müsait, herkes yakın temasta; nasıl olsa değil çantayı almak üstlerine çıksam anlamayacak durumdalar, kısmetimizde ne varsa deyip giriştim işe. - Ya uyansalardı be oğlum! - Mümkünatı yoktu. Ben deli miyim? Azıcık şüphem olsa yapar mıydım sanıyorsun? - Eee? Sonra? - Sonra, kararı verdikten sonra iş kurbanı seçmeye kalmıştı. Otobüsün ta öbür ucundakilerle işim olmazdı tabii. - Neden? Belki arkalarda daha ballısını bulabilirdin. Giyiminden, kuşamından belli olurdu. - Oğlum, öyle üstten baştan artık anlaşılmıyor; o eskidendi. En klas kıyafetin aynısını Terkos Pasajı’nda ya da Ulus Pazarı’nda bulabiliyorsun. - Vay be! Neler de bilirmiş, neler! - Tabii oğlum. Buna genel kültür diyorlar. - Hadi be! Yine de engin kültürün ucuza gitti diyorum, arkadaş. - Pahalıya ödemekten iyidir. Hem otobüsün öte ucunda ballısını aradım, buldum diyelim. Çaktırmadan icraatı da eyledim, meselâ. E, seni ne yapacaktım? - Ne demek, ne yapacaktım? Ekecek değildin herhalde. - Yakalanma riskini göze alarak milleti itiştire kakıştıra yanına gelip haber verecek de değildim herhalde. İlk durakta en yakın kapıdan kendimi otobüsten atacaktım haliyle. Sen de bir bakacaktın; ben yokum. Haydaaa, panik içinde otobüsü arayacaktın. Millet kıllanacaktı, kıllanınca da kurban, kurban olduğunu anlayacak, çığlığı basacaktı. Hadi bakalım, otobüsün kapıları karakolda açılmak üzere kapanacak, memur beylerle söyleşi sırasında da abilerim senden gıcık kapacaklardı. E, haliyle özel görüşmeler yapmak üzere kral dairesini açıp seni bir güzel ağırlayacaklardı. O kadar izzet-i ikramdan sonra da, eşek değilsin ya, altında kalmamak için tabii, hayat hikâyeni anlatacaktın. Döküldükçe dökülecektin, döküldükçe dökülecektin; sonra da bizi yerlerden toplayacaklardı. - Ba ba baaa! Oğlum, sen senaryo yazsana! - Yalan mı? Öyle olacaktı. Ben ileri görüşlü bir delikanlı arkadaşın olarak bütün bunları önledim işte. Yat, kalk da bana şükret! - Tapınayım istersen! - Yok, deve! O kadar da değil, ama bana çok şey borçlusun; kabul et. Bir kere, sen hiçbir şey yapmadın. - Doğru diyorsun ama haberim bile olmadı ki; nasıl, ne yapayım? Zaten kendimi önümdeki kızın işkence âleti gibi olan saçlarından sakınmaya çalışmaktan bir hâl oldum. Neyse, sadede gel; kimi çarptın? - Senin işkencecinin arkadaşını. - Ne! Hem de burnumun dibinde ha? Peki ben neden görmedim? - Oğlum, marifet, bu tür eylemleri çaktırmadan yapmak. İyi ki görmedin. Görseydin, heyecanlanıp belli ederdin. - Yok ya! Ben salak mıyım! - Eveeet! - Halt etmişsin sen onu! Ya, aklım almıyor; nasıl becerdin be oğlum? Bel çantası kullanın diye akıl verip duruyorlar ya; en sağlamı oymuş, kapılamazmış. - Normal şartlarda evet ama biliyorsun, hepimiz birbirimize çarpıp, sürtünüp duruyorduk. Hani, şoförün o en son yaptığı sıkı fren var ya, işte o sırada zaten şartlar iyice anormalleşmiş, zorunlu olarak kızın üstüne çıkmıştım. Aslında kötü bir niyetim yoktu inan ki... Düşmesin diye kızı tutayım dedim, elime çantanın klipsi geldi. Ben de basıverdim iki yandan, fırt diye açıldı. Ben ne yapayım yani? Çantayı hemen gömleğimin altına tıkıp yer değiştirdim, senin arkana geçtim. Herkes kendi derdine düşüp dengede kalmaya çalıştığından olanı biteni fark eden olmamıştı ama acilen mekanı terk etmemiz gerekiyordu. Onun için ilk durakta indik. - Vay be! Ne macera! Peki, neden kurban olarak onu seçtin ki? Rastgele mi? - Olur mu rastgele? Bir kere, tırnakları manikürlüydü. Bir de saçları yeni moda, yamalı yamalı boyalı ve fönlüydü. Kıyafet ucuzcudan alınma ya da eskiden kalma olabilir ama cebinde tiko paran yoksa saç, baş, tırnak, mırnak yaptıramazsın oğlum. - Yani zorunlu olduğundan değil, bilerek çıktın kızın üstüne. Peki, kız ne yaptı? ‘Höst ayı!’ filân demedi mi? - O hengâmede anlamadı bile. Zaten görmesin diye arkasına geçmiştim. Kafayı çalıştırıcan oğlum! - İyi de eksik çalıştırmışsın. - Nedenmiş o? - E, kuaföre ödediği parayı hesaba katmamışsın da ondan. Bize de kala kala ellibeşermilyoncuk kalır işte böyle. - Ne bileyim, o an düşünemedim nedense. Aman yav, boşver. Hadi olanı kutlayalım. Kâğıt bardaklarımızı bu yasadışı sefil başarımızın şerefine tokuşturup kolalarımızı içerken, “eh, paraları nasıl bölüştürdüğünü sormanın, gerçeği söyletmenin zamanı geldi” diye düşündüm. Tam ağzımı açıp, çantadan gerçekte kaç para çıktığını sormaya hazırlanıyordum ki, Yılmaz’ın, arkamda bir yere, gözleri yuvalarından fırlamış halde baktığını gördüm. İnanmazsınız, o anda metabolizmam sebze çorbasına döndü. “Tamam, şimdi kelepçelenip götürüleceğiz.” dedim kendi kendime. Yakalandığına mı yanarsın, bu kadar insana rezil olduğuna mı, televizyonlara çıkacağına mı, bütün bunların ellibeş milyon için başına geldiğine mi, nineme mi; hangi birine Allah’ım! Hangi birine! Korkudan karnım burum burum buruluyordu. Gözlerimi kapatıp enseme bir elin yapışmasını bekledim. Resmen havale geçiriyordum, midem bulanıyordu, iç organlarım bile zangır zangır titriyordu, ter içindeydim. O kadar kötü olmuştum ki, artık ne olacaksa bir an evvel olsun diyordum, ölecek gibiydim ama ne gelen vardı, ne giden. Korka korka tek gözümü araladım. Yılmaz, son gördüğüm haliyle sanki donmuş gibi duruyordu karşımda. - Yılmaz....... Şşşşt! Yılmaz! Yılmaz, kendine gelir gibi olup aval aval suratıma baktı. - N’oldu? Söylesene, n’oldu? Yüzünü saklamaya çalışarak “geldiler” dedi. “ Kim, kimler geldiler?” diye sordum yüreğim ağzımda. “Polisler, değil mi?” Şaşkın şaşkın yüzüme bakarak “ne polisi?” dedi. “Kızlar geldi, kızlar! Çarptığımız kızlar! Hadi, tüyüyoruz!” Birden bütün hastalık belirtilerim bıçakla kesilmiş gibi bitiverdi; yeniden doğmuş gibi oldum. Bir rahatladım, bir rahatladım ki; anlatamam. “İyi de, niye tüyüyoruz? Bizi tanımıyorlar ki!” dedim, “boşver, kırk yılda bir geldik şuraya, oturalım.” Aslında, oturmaya hiç de meraklı değildim; benim derdim başkaydı. “Olmaz, olmaz, gidelim” dedi Yılmaz endişeyle, “otobüsteyken kızla gözgöze gelmiştik; şimdi görürse hatırlar.” “Allah kahretsin seni!” diye çıkıştım; “kesmeye kalktığın kızı mı çarptın! Tü sana! Rezil herif!” “Yok yav! Ne kesmesi! Ay, yazık be! Bak, nasıl ağlıyor.” Hafif yan dönüp bir baktım ki, o ne; bir dünya güzeli! O titreyen gül dudaklar, o ırmak olup çağıl çağıl çağıldayan yemyeşil gözler, o saçlar, o endam; Allah Allah! Fotoğrafında da güzeldi ya aslı başka türlü bir şey yahu! “Dön önüne, dön! Bak dediysek, öküz gibi gözlerini dik demedik! Zorla enseleteceksin bizi!” “Ben kalıyorum” dedim üstüste yutkunarak. “Nasıl olsa benimle göz göze gelmedi, tanımaz.” “Saçmalama be oğlum, ya baktıysa, ya tanırsa.... Hem ne demeye kalıyorsun ki?” “Niye kalmayayım ki? Tanırsa tanısın! Çantadaki paraların seri numaraları poliste kayıtlı mı ki korkuyorsun? Özel eşyası yok ki üstümüzde... Yoksa... yoksa... var mı?” Dik dik yüzüme bakarak, “Ne vardı ki, ne olsun? Hayret bi şeysin ha!” diye diklendi. “Bak, doğruyu konuş Yılmaz.” “Adamı sinir etme de kaldır kıçını, gidiyoruz.” “Ben gelmiyorum. Gelmişken biraz daha takılayım diyorum. Tamam, kızlara yüzümü göstermeyeceğim; yemin sana, için rahat olsun. Sen de acele etsen fena olmayacak; biraz daha oyalanırsan eczaneler kapanacak, haberin olsun.” “Allah! Annemin ilâçları!” diyerek eyvallah bile demeden acele adımlarla gitti sevgili suç ortağım. Masada bir başıma kalınca bir garip oldum. Hani, sinemaya gidersiniz, acayip hızlı bir aksiyon filmini soluksuz, ya da sizi canevinizden vuran bir aşk filmini gözyaşları içinde salya sümük izlersiniz de film bitince bir süre koltukta kalakalırsınız, hemen kalkamazsınız ya, öyle bir şey hissettim. Gün boyu yaşadıklarım da film gibiydi ve Yılmaz’ın gidişiyle bitmişti sanki. Şimdi ne yapacaktım? Her şeyi göze alıp bu aklımı başımdan alan dünyanın gelmiş geçmiş en güzel kurbanının peşine mi düşecektim yoksa tuvalete bir ziyaret daha mı gerçekleştirecektim? Her ne kadar birinci şık daha cazipse de aklımı dinleyerek ikinciyi seçtim ve kolamı fondipleyip masadan kalktım. Kızların görüş açısına girmeden oradan nasıl sıvışacağımı hesaplamak üzere arkamı döndüğümde onların, oturdukları masanın üstünde horon tepsem bile farkına varmayacak kadar kendi dertlerine daldıklarını görünce yüreğime sular serpildi. Gayet sakin bir şekilde yanlarından geçerken işkencecinin arkadaşının ağlayarak “diğerleri umurumda değil vallahi, ama o rahmetliden yadigâr” dediğini duydum. Rahmetli, kim ola ki? Tuvalete girdiğimde doğruca soldan üçüncü kapıya gittim fakat doluydu; beklemeye başladım. O sırada saçını taramakta olan genç, “yanındaki boş” dedi, “az önce ben çıktım, giren de olmadı.”. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. “Yok, olmaz; ben ille de buraya sıçacağım” diyemezdim. Deli damgası yiyip dikkati çekmek istemiyordum. Gülümseyerek teşekkür ettim ve gösterdiği kapıdan girdim. Ayakta dikilip dururken dışarıyı dinliyordum. Yanımdakinin sifonu kullandığını duydum. Biraz sonra da çıktığını. Az bir şey bekleyip ben de çıktım. Malûm tuvaletten çıkan koca göbekliyle aynada gözgöze geldik. Adam, tebessüm etti, ben de. İyi günler dileyerek dışarı çıkar çıkmaz, onun çıktığı yere daldım. Hemen çöp kutusunu açtım ve.... ve beynimden vurulmuşa döndüm. Yoktu, çanta yoktu! Üstelik çöp kutusu da hepi topu yarısına kadar doluydu. Başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Ya, ben yukarıda lak lak ederken çöp kutularını boşaltmışlardı ya da Yılmaz, şu özel eşya muhabbetinden huylanmış, gelip çantayı almıştı. Ne yapacağımı bilemez halde bir süre içeride kaldım. Ne yapabilirdim ki? Hiç! Hiç! Hiç! Çaresiz kabinden çıkıp tekrar lavaboya doğru yürüdüm. Her yanımdan ateşler fışkırıyordu sanki. Aynada yüzüme baktım, aksime okkalı bir tükürük fırlattım. Nasıl olsa ortada kimseler yoktu. “Senin kafana edeyim, e mi!” dedim suratıma , “geri zekâlı! İşine yarayacakları koysaydın bari cebine!”. Ben böyle aynadaki bana verip veriştirirken bir adamın soldan üçüncü tuvalet kabininden çıktığını gördüm. İlk an sadece adamın aynadaki görüntüsüne takıldım ve kendime salak salak sordum; “şimdi ben oradan çıktım, bu adam ne ara girdi?” Bir anda jetonum beynimi yırtarak düştü. Birden arkamı dönüp kapıları saydım ve yumruğumu bütün gücümle kafama vurarak bağırdım; “Küt kafa! Küt kafa! Küt kafa!”. Adam şaşkın şaşkın bana baktı, başını üzüntüyle iki yana sallayarak dışarı çıktı. Ben hâlâ nasıl bu geri zekâlılığı yaptığıma, daha önce kapıları aynadan bakarak saydığımı ve tersten saymam gerektiğini nasıl düşünemediğime akıl erdiremiyor, kafama vurup duruyordum. Sağdan üçüncü kapıya yani az önce adamın çıktığı kapıya yani geldiğimde bir gencin “orası boş” dediği ve benim de mecburen girip kırk saat ayakta dikilip durduğum kapıya, sonra da çöp kutusuna atıldım. Evet! İşte, oradaydı! En üstte duran kağıtları dikkatlice kenara çektim, çantayı çıkartıp klozetin üstüne koydum. Sardığım tuvalet kâğıtlarını açtım, tekrar kutuya doldurdum. Buraya kadar iyiydi hoştu ya çantayı buradan nasıl çıkartacaktım? İçindekileri alıp çantayı bırakabilirdim ama bunu yapmak istemiyordum. E, omzuma asıp yürüyüp gidemezdim de. Tek çare kalıyordu, Yılmaz’ın yaptığı gibi gömleğin altında gizlemek. Çantayı belime takıp gömleği üstüne çıkarttım ama ne yalan söyleyeyim, midem de kalkmıştı. Ne kadar sarıp sarmalamış da olsam pis yerden almıştım. Düşünmemeye çalışarak yine lavaboya yöneldim, şartlanırcasına elimi, kolumu, yüzümü, boynumu velhasıl açıkta kalan her yanımı bir güzel yıkadım. Artık kendimi İstanbul sokaklarına atabilirdim. Taksim’e geldiğimde gerginliğimi üzerimden atmış hatta son zamanlarda hiç olmadığım kadar keyiflenmiştim bile. Doğru büfelerden birine girip nineme yarım ekmek içine döner (öğleyin yerken ninem aklıma gelmiş, üzülmüştüm) kendime de hamburger aldım, poşete iki de ayran koydurtup evin yolunu tuttum. Ufacık tefeciğim daha ayak sesimi duyar duymaz bağırmaya başladı; “nerede kaldın itin dölü! Biran önce öleyim diye yapıyorsun di mi, soysuz! Sana inat ölmicem işte, ölmiceeem!” “Bağıracağım diye yorma kendini böyle güzelim” dedim şefkatle, “bak, sana neler aldım.”. Poşeti kucağına koyup açtım, dönerli ekmeği uzattım, “afiyet olsun, yarasın.” dedim büyük bir keyif ve hazla. Önce gözlerine inanamadı, uzun uzun baktı, kokladı, bir daha bir daha kokladı, tekrar baktı ve annesinden gizli muzur bir şey yiyen çocuğun heyecanı ve iştahıyla hapur hupur yemeğe koyuldu. Dolan gözlerimi görmesini istemiyordum; kalkıp odama gittim. Çantayı belimden çıkartıp yorganın altına sakladım, boşalıp güldür güldür akmaya hazırlanan gözyaşlarımı dizginledim ve ninemin yanına döndüm ki bir de ne göreyim; yangından mal kaçırır gibi hızlı hızlı yiyince tıkanmış, nefes alamıyor; garip garip sesler çıkartırken bir yandan da titreyen elleriyle ayranı açmaya çalışıyor. Hemen açıp verdim; döke saça içmeye çalışırken soluklanmaya çabalıyor, arada bir gaz çıkartıyor, geğiriyordu. Sırtına vururken, “al işte” diye düşündüm, “haram parayla yenen yemek adamı işte böyle yapar! Kadın senin yüzünden ölüyor! Sen öldürüyorsun! Katil! Katil!” Derken ninem birden derin bir soluk aldı ve daha nefesini vermeden bağırmaya başladı; ”Yavaş ulan, yavaş! Ciğerlerimi dökecektin! Kırk yılda bir, bir lokma et getirdin, gözün kaldı değil mi, soyu boklu kanı bozuk it! Ölüyordum senin yüzünden!” Onu çok sevdiğime ve her zaman iyi olmasını istediğime inandırmaya çalışırken hamburgerimin bir kısmını yedim. Bir kısmını diyorum çünkü diğer kısmına ufacık tefeciğim el koymuştu. Karnı tıka basa doyup bir de üstüne ayranın kalanını da içince önce mayıştı ve ardından da hemen uyudu. Sabunlu bezle usulcacık ağzını, ellerini sildim, çöpleri toparlayıp dışarı koydum. Artık odama geçebilirdim. Çantayı yorganın altından çıkartıp tersyüz ederek içindekileri yatağın üstüne boca ettim, ellerim titreyerek cüzdanı boşalttım. Fermuarlı cepteki ikâmetgah senedini çıkarttıktan sonra elimde tuttuğum halde gerçek olduğuna bir türlü inanamadığım o parıldayan nesneyi ortaya koydum, diğerlerini çevresine eşit uzaklıkta daire yapacak şekilde özene bezene dizdim; bir paket sigara, bir çakmak, iki anahtar takılı anahtarlık, kredi kartı, tarafımdan boşaltılmış cüzdan, muska, kimlik kartı, üzerinde telefon numaraları yazılı üç kâğıt parçası. Güneş gibi olmuştu. Ortadaki şey, Betüldü sanki ve bendeki önemini biliyormuş gibi sarı, yeşil, kırmızı ışıklar saçıyor, ruhumu aydınlatıyordu. Yeşil, gözleriydi; kırmızı, dudakları. Sarı, saçlarıydı; daha bugün kuaförde gökkuşağına döndürdüğü saçları. Karşımda o renklerin sahibi güzeller güzeli kız duruyor ve bana küskün küskün bakıyordu. “Neden?” diye soruyordu gözleriyle, “neden? Onu bana geri ver. Lütfen, onu bana getir. Yalvarırım, lütfen.” “Ama beni yakalattırırsın.... Bak, istediğin her şey üstüne yemin ederim ki, ben yapmadım. Ben çalmadım çantanı. Tamam, çalanla beraberdim ve amacımız buydu ama nereden bilebilirdim ki..... Ah, ne olur beni affet.... Bu, ilk ve son işimizdi, inan ki doğruyu söylüyorum sana... Mecburduk Betül, çaresizdik. Yılmaz’ın annesi hasta, babası işsiz bizim gibi... Biliyorsun ortalığın halini, anla.... Şu içeride yatan kadın var ya, bana annemin emaneti ve ben emanete hıyanet ediyorum; ne doktora götürebiliyorum, ne doğru dürüst bakabiliyorum Betül... Bir tas çorba ya da yumurtayla karnını doyurabiliyorum ancak. Biliyorum, bunlar mazeret değil; büyük suç işledik, biliyorum. Ama ne olursun, anlamaya çalış beni... Biliyor musun, ninemin çok uzun zamandır ilk defa bugün midesine et girdi, hem de senin paranla. Bilmeden de olsa, nasıl sevaba girdiğini bir bilsen... Ah güzel kız, nasıl mutlu olduğunu görseydin hiç üzülmezdin.... Biliyorum, seni ağlatan şey başka.... Beni ağlatan da.... Bugün yaşadıklarıma inanamıyorum Betül... Onursuzum! Utanç içindeyim! Suç işledim, suçluyum! Suçluyum! Suçluyum ve korkağım! Gidip teslim olamam Betül! Biliyorsun, ninem... hayır, mazeretim ninem olmamalı... Yaşlı bir kadının arkasına sığınıyorum, görüyor musun! Korkuyorum Betül... Bir sürü şeyden ve..... seni sevmekten korkuyorum! Bana yardım et Allah’ım! Vicdan azabından geberiyorum... Affet beni, affet, affet! Sen de Betül, ne olur sen de affet ve lütfen şuna inan; Allah, sen ve dünya âlem bağışlasanız bile ben kendimi asla, asla affetmeyeceğim, bu suçun ağırlığıyla mezara kadar ezileceğim.” Ağlaya ağlaya öylece, olduğum gibi uyuyakalmışım. Uyandığımda avucumda Betül vardı. Onun sigarasını onun çakmağıyla yakıp her bir hücreme işlesin diye derin derin, sömürürcesine içime çektim onu.... Saatlerce fotoğrafıyla konuştum; aklımın erdiğinden bu yana ne yaşadıysam hepsini anlattım bir bir. Yalnız sevdamı diyemedim; dilimin ucuna geldi, geldi, yutkundum; gırtlağımda takılıp kaldı tüm duygularım. Ninem uyanıp da “tembel serseri! Ölü toprağı mı serpildi üstüne? Kalk artık şu zıbardığın yerden!” diye bağırdığında Betül, beni benden iyi tanıyordu. Ne olursa olsun onu görmeliydim, onunla konuşmalıydım, ona “seni seviyorum” demeliydim. Kendimi ona o kadar yakın hissediyordum ki! Betül bende idefiksti artık. Ne ben bendim, ne de o, o; bir olmuştuk. Bendik, oyduk, bizdik; tektik. İkâmetgah senedinde yazılı olan adresi bulmam zor olmadı. Beş katlı, orta halli bir apartmandı adresteki yer. Daire numarası 6 olduğuna göre üçüncü kattaki iki daireden birinde oturuyordu sevdiğim ama hangisinde? Soyadından bulabilmek için apartman kapısının dışındaki sıra sıra dizili zillere baktım fakat çoğunda hiçbir şey yazmıyordu. Beş ve altıncı zillerdeyse birtakım işaretler vardı. Birinde, hani şu bilgisayarlardaki çizgi suratlar var ya, onlardan, bir gülen bir ağlayan yan yanaydılar. Ötekindeyse yağmur damlaları gibi bir şey çiziliydi; yoksa gözyaşı mıydı? Betül’ün gözyaşları mıydı? İçim koptu, hemen oradan uzaklaştım. Biraz dönüp dolaştıktan sonra evin karşı tarafına düşen, köşedeki bakkala girip bir soda açtırdım. Şişeyi aldım, kapının önüne çıkıp dikildim. On dakikada bir, bir yudum içiyor, böylelikle orada direk gibi dikilmemin ‘birşeyler içerek serinleme’ gibi sıhhi ve çok geçerli bahanesine sığınarak oyalanma süremi uzattıkça uzatmaya çalışıyordum. Bu arada tabii ki kapıları, camları gözlüyor; Betül’ü görebilmek, hadi göremedim diyelim, ondan bir iz bulabilmek için kıvranıyordum. Apartmana girenin çıkanın haddi hesabı yoktu, ama içlerinde Betül de yoktu. Tırıs tırıs eve dönerken ertesi gün için planlar yapmaya başlamıştım bile. Ya sabah erken saatte gitmeliydim yar gözlemeye, ya da akşamüzeri; anında akşamüzerinde karar kıldım. Sabahları o kadar erken kalkamıyordum; işsizlikten tembelleşmiştim iyice. Hani seviyor muydum? Evet, seviyorum; aksini söyleyen mi var? E, ne olur sanki canım işe giderken değil de, işten dönerken görsem? Bilmem... Herhalde bir işi vardır... Canım, bu zamanda çalışmadan olur mu hiç? Amma da laf ettim ha! Aynaya bak gör halini, oğlum! Hayret bi şey! Bazen ne kadar geri zekâlı oluyorum. Bu kız akıl mı bıraktı başta! Kimbilir, belki de anasının, babasının biricik kuzusudur fıstık içim; olamaz mı? Her gün o kuaför senin, bu güzellik salonu benim dolaşıyor, harçlığını afiyetle bir güzel yiyordur. Belki de bir üniversitede öğrencidir. Belki de...belki de... Ya, ne bileyim ben yahu! Tanışınca öğreniriz elbet. Ertesi gün saat altıya doğru evin sokağına gittim. Bekle bekle yok, bekle bekle yok. Daldım apartmana, çıktım üçüncü kata. Baktım, kapılardaki zillerde de o suratlar ve damlalar var. Suratlıya yaklaşıp içeriyi dinledim, çıt çıkmıyordu. Öteki kapıya kulağımı dayadım, uzaktan uzağa bir müzik sesi duyar gibi oldum sanki. Sesi net duyamıyordum çünkü aşağıda iki kadın apartman aidatı hakkında sıkı bir tartışmaya girişmişlerdi; zam yapılacakmış da.... Baktım olacak gibi değil, bu tartışma daha uzayacak; bari çıkayım şuradan, sonra gelirim dedim. Merdivenlerden inerken hani neredeyse gırtlak gırtlağa gelecek olan kadınlar beni görünce birden susup önce birbirlerine sonra bana baktılar. Bakışlarında merak ve nedense bir aşağılama, hor görme vardı. Bir tanesinin arkamdan “Hayrünisacığım, yukarki kızın sözlüsü bu mu?” diye sorduğunu işittim. Ne! Ne sözlüsü? Ne diyor bu kadın be! Betül sözlü müymüş? Hayır! Olamaz! Allah’ım! Bu bir kâbus! Bu... bu... cehennem ateşi! Bu, bu ne boktan iş! Asla, asla kabul edemem! Ayrılacaklar! Ayrılacaklar! Ayrılacaklar! İnanın, bütün İstanbul’un tepeme indiğini hissettim. Nefesim daraldı, gözüm karardı, kalbim sıkıştı, midem bulandı. Kendimi dışarı dar attım. Sonrasındaki iki, üç saati Allah inandırsın ki hiç hatırlamıyorum! Kendime geldiğimde Sarayburnu’ndaydım. Neden buraya geldiğimi hiç bilmiyorum. Bir sigara yaktım, denize dalıp gittim. Öyle gemilere, manzaraya filan değil; sanki gözlerimle delip dibini görmek istercesine bir noktaya bakıyordum. Birden uzaktan uzağa, yıllar öncesinden bir ses koptu geldi, yüreğime doldu. “Kaç defa gittim Sarayburnu’na, kaç defa!” diyordu duygularını bastırmak çabasıyla boğuklaşan ses. “Ama her seferinde ağlaya, ağlaya geri döndüm. Seni düşündüm hep. Ne yapardın el elinde? Kıyamadım... Kendi canıma gözümü kırpmadan kıymaya hazırdım ama sana kıyamadım bebeğim. Kime güvenip de bırakacaktım seni arkamda? O zalim babana mı? Bu gencecik yaşımda bile ölümün soğukluğunu sıcacık ana kucağı gibi hissettiren o değil miydi zaten? Analığına mı güvenecektim? İki gün sonra o da kendi derdine düşecekti; kendini mi koruyacaktı o soysuzun yaba gibi elleriyle savurduğu tokatlardan, yumruklardan, kırkbeş numara ayaklarıyla attığı tekmelerden, seni mi? Ninen de vardı tabii. Ah yavrum, ah! Dayak yerken araya girip bizi koruduğu için sille tokat döverek hastanelik ettiği kadını, ben öldükten sonra acaba bir dakika evde tutar mıydı sanıyorsun? Ya kolundan tuttuğu gibi sokağa fırlatırdı ya da insaflı zamanındaysa bir taksiye koyar, taksiciye de ‘Darülacize’nin kapısında bırak bunu’ diye talimat verip kapıyı kapatırdı. Onun için her seferinde kendimi Sarayburnu’nun serin sularına, aldığını bırakmayan akıntısına bırakmaktan vazgeçtim canımın içi. Sana bunları anlatmakla doğru mu yapıyorum, yanlış mı; bilmiyorum. Çok düşündüm, çok fakat sonunda bilmen gerektiğine karar verdim oğlum. Neden benim babam yok diye dert etme, içlenme artık. O yanımızda olsaydı inan ki çok mutsuz hatta belki de sakat bir çocuktun şimdi”. Şimdi anlıyordum neden buraya geldiğimi; bilinçaltıma işlemişti demek ki anacığımın anlattıkları. Ben derin derin psikolojik irdelemelere girmişken başka bir zaman diliminden sesleniverdi yine melek annem; “Dinle aslan oğlum, bana iki şey için söz vermeni istiyorum; birincisi, asla ama asla hiç kimseye, hele hele bir kadına el kaldırmayacaksın. Eğer karına, kızına bir fıske attığını duyarsam seni doğduğuna pişman ederim. Eğer, mürüvvetini görecek kadar ömrüm olmazsa da hortlar gelirim, haberin olsun! İkincisine gelince, ninen bizim için çok değerlidir, bilesin. Evet, kan bağımız yok, azıcık da huysuz fakat en azından akrep akrabalarımız gibi zehirli değil. Sen bakma, onun bütün dikliği dilindedir. İçi pırlantadır, pırlanta. Bizde o kadar çok emeği var ki.... Aaaah, ah! Neler yaşadık, neler gördük... Hey gidi günler, hey! Neyse, bir gün anlatırım sana. Bak, ninen benden sonraya kalırsa yemeyeceksin yedireceksin, içmeyeceksin içireceksin, kısacası elinden ne geliyorsa yapacak ve ona bakacaksın, tamam mı evladım? Şartlar ne olursa olsun, ne yaşarsan yaşa; şu yeryüzüne insan olarak geldiğini hiçbir zaman unutma. Hadi bakayım benim yakışıklı oğlum, şimdi gidiyorum. Sen de nineni bir güzel doyuruver.” Anneee! Yakışıklı, aslan oğlun ne herze yedi, biliyor musun sen? Ah, ben ne biçim bir yaratığım! Anneme verdiğim sözden bir ekmek içi döner uğruna nasıl da döndüm! Yazıklar olsun bana! Tuuu bana! Cümle âlem gelsin tükürsün yüzüme! Boynuma, kocaman harflerle “hırsız” yazılı bir yafta asıp caddelerde sürüklesinler beni! Ben..... ben ne aşağılık bir herifim! Yoo, bu utançla ve de bu ümitsiz aşkla yaşanmaz abi! Annem gibi geri dönmeyeceğim; atacağım kendimi sulara! Ömür boyu bu azapla yaşanmaz; öleyim bitsin! “Sen de nineni bir güzel doyuruver”. Ninem? Ninem! Olamaz! Ölmenin hiç sırası değil şimdi! Ufacık tefeciğim açlıktan bayılmıştır! Amaaan, kimbilir ne biçim fırça atacak şimdi! Çabuk! Koş, koş! Bir an önce eve varmaya bak oğlum; giderken muhallebi, keşkül, ne olursa; tatlı bir şey almayı da sakın unutma! Panik! Panik! Ah Betül, iyi ki seni çarpmışız yoksa neyle alırdım nevaleleri? Bu arada, ölme özgürlüğümün bile olmadığına dikkatinizi çekerim. Bu nasıl yaşamak? * * * Ertesi, daha ertesi, daha ertesinin de ertesi günler yar görme nöbetlerime devam ettim. Günün değişik saatlerinde evin önünden geçtim, üçüncü katın pencerelerinden gözümü ayırmadım, kulağımı dayayıp kapılar dinledim. Evlerde, evet, iki dairede de inler cinler top oynuyorlardı. Anahtar cebimdeydi.... Pekala kendi evimmiş gibi anahtarla şıngır mıngır kapıyı açıp içeri girebilirdim ama yakışmazdı bana. Hem Betül’süz evi ne yapayım? Günlerce geceydi pencereler. İçim içimi yiyor, kafamda neler neler kuruyordum. Yoksa sözlüsüyle tatile filan mı çıkmıştı? Peki, Betül o herifle fing atıyor, misafir çarşafı gibi yatağa seriliveriyorsa ötekilere ne oluyordu ki? Onlar niye yoklardı? Birden gözlerimden ateşler fışkırdı, beynim bin parçaya bölündü; acı gerçek bir anda tüm çıplaklığıyla gözlerimin önüne gelivermişti; Betül evleniyordu ve komşusu da başka şehirde yapılan bu düğüne davetliydi. Onun için hepsi birden sırra kadem basmışlardı. Evet, işte gerçek buydu... Yooo, olamaaaaz! Hani onları ayıracaktım? Hani ona kendimi sevdirecektim? Geç kalmıştım, çoook geç kalmıştım. Atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Şey, yani adam Betül’ü kapmış ve nikahı basmıştı demek istedim. Peki, ben Betül’süz ne yapacaktım? Nasıl yaşayacaktım? Her şeyden önce aklımı başıma almam, kendimi derhal toparlamam gerekiyordu. Aşkta ve savaşta her şey mübahtı ve ben aşk savaşı veriyordum. Günlerce, gecelerce arpacık kumruları gibi düşünüp durdum. Yine bir gece, saat iki- üç sularıydı, önüme Betül’ün malları sıralamış, yatakta bağdaş kurup çaresizlik içinde ileri geri sallanıp dururken öyle bir çığlık koptu ki, sanırsınız kadının etinden et kopartılıyor. “Yetişin komşular, yetişiiiin! İmdaaaat!” “Gece yarısı dana gibi böğürüp durma be! Bıktım senden, bıktım! Sana karı demeye bin şahit lazım ulan! Ne yemek pişirirsin, ne sökük dikersin, ne temizlik yaparsın! Ne biçim kadınsın sen ha, ne biçim kadınsın? Hadi bir bok yaptığın yok bari yatakta karılığını bil! Frijit karı!” “Tüüüü! Nankör herif! Bu çocuklar lahanadan mı çıktı, köpek! Tepemde tepindiğin geceleri ne çabuk unuttun! Vermiyorum ulan, vermiyorum işte! Var mı bir diyeceğin?” “Var! Seni boşuyorum.” “Ha ha haaaay! Güleyim de boşa gitmesin bari! Yeni kanunlardan haberin yok herhalde, cahil herif! Angut!” “Yarın davayı açayım da sen o zaman gör kanunu!” “Cebinde dava açacak kadar para var da ne demeye eve elin boş, götün yaş geliyorsun, ha? Evde dişin kovuğunu dolduracak kadar bile bir şey olmadığını bilmiyor musun?” Karı koca bağırtılarına çocukların ağlaması da karışınca kafam büsbütün davul gibi oldu, kalkıp pencereyi kapattım. Karı koca işine karışılmazmış, anam öyle öğretmişti; ben de karışmadım. Üzülmüştüm, üç çocukları vardı. Allah korusun, sahiden de boşanırlarsa o çocukların hali ne olacaktı? “Aman be oğlum, sen kendi derdine yan. Asıl sen Betül’le kocasını ne yapacaksın?” diye düşünürken bir çığlık da ben koyverdim. Boşatacaktım! Evet, boşanacaklardı! Canım komşularım! İlham kaynaklarım! Ertesi gün nöbete gidemedim. Aslında bir fırsat yaratıp kaçabilir, hiç değilse pencerelere bir göz atabilirdim ya, ‘bunlar üç beş günde balayından dönmezler; Betül’ü göremeyecek olduktan sonra ne diye gideyim’ diye düşünüp oturdum oturduğum yerde. Oturdum dediğime bakmayın, söz gelişi öyle dedim; gerçek bambaşka. Allah inandırsın, bütün gün kıçım yer görmedi; sabahtan akşama kadar koşturdum durdum, canım çıktı. Neden mi? Ah, haberiniz yok değil mi? Tabii ya, nereden olsun? Hadi beni tebrik edin. Öyle kuru kuru el sıkmayla olmaz. İki yanağımdan şöyle okkalı tarafından öpmeniz gerek. Mmm, bir sağ yanaktan, bir de soldan. Evet, işte böyle. Teşekkürler, teşekkürler. Sağolun, çok sağolun. Ay, öyle sevinçliyim ki! Ne oldu, biliyor musunuz? Betül’ü çıkıntı kocasından ayırmaya karar verdiğim gece, gözüme bir türlü uyku girmedi; ezana kadar gaddar planlar yaptım durdum. Saat altıya doğru içim geçmiş. Rüyamda, rüya gibi bir yerdeyim; bir yanım deniz, derya, öte yanım park, bahçe, çayır, çimen. Çimenlikte tek katlı, şirin mi şirin evler dizili. Bir bakıyorum, herifin biri Betül’ü kucaklamış, evlerden birine götürüyor. Betül, telli duvaklı. İçeri giriyorlar, adam bir tekmeyle kapıyı kapatıyor. Kalbim deli gibi çarparak oraya doğru yürüyorum. Yaklaşınca görünmemek için bir ağacın arkasına saklanıyorum. Adam, ayı gibi bir şey. Beni farkederse hakkımda hiç iyi olmayacağını düşünüyorum. Rüyada da olsa, dayak yemek istemiyorum haklı olarak. Neyse, gizlenerek ve yerlerde sürünerek eve varıyor, pencerenin altında çömeliyorum. Sonra yavaş yavaş yükselerek içeri bakıyorum; adamın arkası bana dönük. Betül’ün duvağını çıkartıyor, eli kırılasıca. Betül de hayatında pek memnun ha; pişmiş kelle gibi sırıtıp duruyor Allah’ın öküzüne! Sonra ne oluyorsa oluyor, öküz odadan çıkıyor. Ben de, fırsat bu fırsat diyerek parmağımın ucuyla cama vuruyorum. Betül duymuyor herhalde ki, aynada kendisini seyrederek saçlarını düzeltmeye devam ediyor. Camı tekrar tıklatıyorum, Betül’de tık yok. Tam bir daha ama bu sefer hızlı vurmak üzereyken kapı açılıyor ve sevgilimin kocası olacak hırt odaya giriyor. Öyle bir panikliyorum ki, elim havada kalakalıyorum. İşte o sırada adam pencereye bakıyor ve gözgöze geliyoruz. Bir uyandım ki, maraton koşmuş yetmişlik gibiyim; öldüm öleceğim ha; yarım Yasin yetişmiyor. Kulağımda cam tıklamaları. Rüyanın öyle etkisindeyim ki, içindeki sesleri bile hâlâ duyabiliyorum. “Selim abi! Selim abi!” Bu ses de nereden çıktı? Rüyada yoktu ki! “Selim abi be! Uyansana!” Perdeyi açıp bakıyorum. Mahallenin tıfıllarından Ali. ‘Oh be!’ dercesine bir hareketten sonra pencereyi açmamı işaret ediyor; açıyorum. “Amma da ağır uykun varmış. Bir saattir cama vuruyorum.” diyor sabırsızca. İnanmıyorum! Rüyamdaki tıklama seslerini bu velet mi çıkartıyormuş? Öyle bozuluyorum ki! “Ne var lan? Ne istiyorsun? Kapıyı çalsana! Ne demeye, karga bokunu yemeden gelip tak tak tak camı vurup duruyorsun?” Çocuk, gülüyor. Şimdi çakacağım ağzının ortasına ha! “Üstünü giy de gel” diyor, “çok önemli.” “Başka? Hadi, ne kusacaksan kus da, biz de uykumuza kaldığımız yerden takılmaya devam edelim.” “Ama olmaz ki!” Ben pencereyi kapatmaya yeltenirken atılıyor. “Dur, kapatma Selim abi! Ablam öldürür beni vallahi!” Ablam mı? Bunun ablası da mı varmış? “Ablan çatlak mı? Ne istiyor benden, hem de sabahın köründe?” “Bir şey istediği yok be abi... Sadece birazcık vurulmuş sana, o kadar.” Bak sen şu işe! “Bana ne lan! Yürü git, almayayım ayağımın altına şimdi!” “Ya, bir dur Selim abi! Ablam iş bulmuş sana.” A, işte şimdi akan sular durur. İş bu, iş! “Kim senin ablan, oğlum? Bir adı, sanı yok mu?” “Filiz. Hani, manikürcü.” Filiz ya, Filiz! Daracık kot pantolon giyen, afili kız. Demek manikürcüymüş yelloz. Demek ondan saçları hep havalıymış; şimdi anlaşıldı. Ana! Yoksa Betül de mi kuaförde çalışıyor! “Ablamın çalıştığı dükkanın oradaki markete eleman alınacakmış. Senin de iş aradığını duymuşmuş. Gidip bir konuşsun, dedi. Hem o zaman sık sık görebilirmiş seni, öyle dedi.” “Hadi ya, demek öyle dedi. Neredeymiş bakalım bu market?”. Bir saat sonra işe başlamıştım. Ekmek kapım, tıfılın dediği gibi market filân değil, düpedüz bakketti. Bakkal desen değil, büyük; market desen değil, küçük; anlayacağınız kırma bir yer. Buraya dense dense bakket denir; ben öyle diyeceğim, başkası ne derse desin. Çok merkezi yerde ve cebi oldukça doluların oturduğu semtte olduğu için acayip iş yapıyor. Evlere servisi de var. Benim görevim de, telefonla verilen siparişlerin adreslerine ulaşabilmesi için bu ulvi servis işini hayata geçirmek. Anlayacağınız hamallıktan kurtulamadım, ama sınıf atladım; artık kibar hamalım. Ya, biliyorum, şikayet etmeye hiç hakkım yok. Bunu bulamayanlar da var. Bu iş çıkmasaydı ne yapacaktım, bilmem. Tam zamanında Hızır gibi yetişti vallahi; ilaç oldu, ilaç. Betül’ün paralar suyunu çekmiş, ekonomim dibe vurmuştu yine. Filiz’in haber gönderdiği, işe başladığım gün uyandığımda, daha doğrusu uyandırıldığımda nineme yedirecek lokma, lokma alacak kuruş yoktu. Benim de aç günlerim geri gelmişti. Allah razı olsun şu Filiz’den. Bu iyiliğinin karşılığını ödemek boynumun borcu. Onun istediği şekilde eda edeceğiz artık; kaçarı göçeri yok. Ama ben Betül’ü seviyorum! İş, bayağı ballı. Birincisi, her ay başında maaşın yanında belli miktarda erzak hakkımız var. İkincisi, maaş, oldurmuyor ama öldürmüyor da; hiç yoktan iyi. Üçüncüsü, en şugarı; bahşişler.... Başka avantajları da var; mesela, bir sürü insan tanıyorum, onlarla konuşma fırsatı buluyorum. Yetmezmiş gibi bir de hem para hem teşekkür alıp dönüyorum. Moralim süper. Cebim de doyuyor, ruhum da. Bu güne kadar neler yaptım, bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘teşekkür ederiz, Allah razı olsun’ filan demedi. Tamam, bütün gün beygir gibi koşturmaktan tabanlarım patlıyor, etim kemiğim sızım sızım sızlıyor, ama olsun. İşimi seviyorum. Ha, bir kötü yanı var; ninemle yeterince ilgilenemiyorum. Küçücük bir masamız var. Onu yatağın yanına çektim. Ufacık tefeciğimin günlük yiyeceklerini (farkında mısınız, artık çoğul takılıyorum yemekten söz ederken; maşallah deyin) masaya koyuyorum; acıktıkça alıp yiyor. Tuvalet ihtiyacını, çok zor da olsa, kendisi hallediyor zaten. Ama bunlar yeterli değil ki! Çok yalnız kaldı, çok. Akşam eve geldiğimde laflıyoruz fakat o kadar yorgun oluyorum ki, kendimi bir an önce yatağa atabilmek için kısa kesmek zorunda kalıyorum. Dur bakalım, buna da bir çare bulunur elbet. ‘Betül nöbetleri’m, iyice aksadı; ne zamanım var, ne de halim mecalim. Sabahın köründen akşamın zifirine kadar çalışıyorum. İş bittiğinde o kadar yorgun, o kadar bitkin oluyorum ki, eve zor atıyorum kendimi. Topu topu haftada bir güncük iznim var, onun da ilk birkaç saati bakketin temizliğine gidiyor; çalışanlar hep birlikte bir girişiyoruz işe, hemencecik bitiyor. Tamam, itiraf ediyorum; şişiriyoruz. Valla, patron yatsın kalksın da buna şükretsin! Neymiş efendim? Temizlik sabahın köründe, kargalar kahvaltıya durmadan yapmalıymışız. Neden? Çünkü bakketimiz, tatil günleri de sevgili müşterilerine hizmet vermekten onur duyarmış ama ben o kadar onura alışkın olmadığım için temizlik faslından sonra çalışmıyorum. Gelen siparişleri ‘acil servis Muhlis’ hallediyor. Yani anlayacağınız, şöyle gerine gerine bir sabahcık olsun uyuyamıyorum. Her gün yataktan bir telaş kalkmaktan bıktım usandım ama n’apıcaksın; mecburiyet işte! Dedim ya, bir pazarım var; onun da temizlikten kalan zamanını nineme mi ayırayım, Filiz’e mi, Betül’e mi, kendime mi; şaşırdım kaldım! Yılmaz’ı bile hiç göremez oldum. Ne yapıyor acaba? Annesi iyileşti mi ki? Bir ara uğramalı. Sosyal hayat, sıfır! Sıfır! İşimiz olsun dediysek bu kadar da demedik ki canım! Evet, haklısınız; bunu bulduğuma bin şükür de, hani daha az zamanımı alan bir iş olsaydı keşke dediydim. Neyse canım, eşek gibi çalıştırılsam da semerimi yüklenip gıkımı çıkarmadan gidip geleceğim, çaresiz. Doğru söylüyorsunuz; hani, nerede iş? Bulmuşum bir kere, hiç bırakır mıyım! Nerede kalmıştık? İlk Pazar günümde! Ay, ay, ay! Neler oldu, neler! Okuyunca aklınız şaşacak. Hadi, başlıyorum: İlk izin günümde temizlikten sonra doğru eve gelip ufacık tefeciğimle haşır neşir oldum; hem onun gönlünü almış oldum (oldum mu ki?), hem de vicdanımı rahatlattım. Filizle buluşmak üzere evden çıkarken yine de arkamdan bas bas bağırıyordu. Ah, bu kadını memnun etmek imkansız! “Hangi kadını edebilirsin ki?” diye bir sorun, ben de yaşım gereği sığ olan tecrübemle hemen bağrı yanık bir feryat kopartarak yanıtlayayım; “hiçbiriniiii, hiçbiriniii!”. Tarih yazmamış, öyle diyor büyükler. Hay Allah! Laf lafı açıyor, laf şeyi; dalgaya düşüp ne anlattığımı unutuyorum. Ha, Filiz! Filiz’e iki saatimi ayırdım, yeter. Aslında iyi kıza benziyor. Güzel de.... Üstelik bana sırılsıklam âşık. Her şey bir yana, minnet doluyum kıza karşı ama hiç belli etmiyorum. Üstüme düştükçe de bir kasılıyorum, bir havalara giriyorum ki, görmeyin gitsin. Şu işe bakın Allah aşkına ya; birinden kaçıyor, ötekini kovalıyorum. Kaçtığım, beni seviyor, kovaladığım, daha beni tanımıyor bile! Tanımıyor bile! Olacak şey mi bu? Kaderimin oyunu mu bu? Filiz’i yolladıktan sonra Şişli’ye, Betül’ün evinin sokağına ağır ağır yürüdüm. O kadar umutsuzdum ki, pencereye bakmadan evin önünden geçip gidecektim neredeyse. “Sebzeciiii!” Ben sebzeci değilim ki, ne diye bakayım? “Sebzeci!” Bakkal açık. ‘Bir şişe soda, gazı kaçmadan en uzun ne kadar zamanda içilir’ kategorisinde rekorlar kitabına girmek üzere bakkala yöneliyorum. “Beyefendiii! Beyefendi, bir dakika bakar mısınız lütfen?” Bu, bana mı ki? Bakayım bari, beyefendiliği ellere kaptırma ihtimalini ortadan kaldırmak adına sadece. Yoksa beyefendiliğe bayıldığım filân yok ama yine de insanın hoşuna gidiyor kendisine öyle hitap edilmesi; ondan yani. Başımı çevirip sesin geldiği yere bakıyorum: Ana! Betül! Betül! Betül! Benim Betül’üm! Benim, benim Betül’üm! Allaaaah! Pencereden eğilmiş, gülümseyerek bana bakıyor! Rüya mı görüyorum? Oy, oy, oy! Bana bir haller oluyor. Bayılacağım galiba. “Çok özür dilerim. Sebzeciye sesimi duyuramadım da... Rica etsem, seslenip arabayı durdurabilir misiniz?” Sebze arabasını köşede yakalayıp durduruyorum. Betül’e bakıyorum, “teşekkür ederim” dercesine gülümsüyor kibar kibar. Tek kelime edemiyorum, nutkum tutuluyor. Sırıtamıyorum da... İyice mongollaşıyor, orada öylece kalakalıyorum. Bu arada Betül siparişlerini veriyor. Adam sebzeleri, meyvaları tartıp tartıp poşetlere doldururken mal gibi durmuş adama bakıyorum. Sebzeci poşetleri elime tutuşturup “dört yediyüzelli, abi” diyor. Önce bir şey anlamıyorum. Pencereye bakıyorum, kimseler yok. Neyse ki kan dolaşımım aniden hızlanıyor, beynim çalışmaya başlıyor da Filiz’e sonsuz teşekkürlerimle elimi cebime daldırıp beş milyonu sebzeciye uzatıyorum. İkiyüzelli bini kim bekler? Poşetleri dünyanın en değerli hazineleriymiş gibi binbir itinayla taşıyarak apartmana girerken “ah sebzeci abi, dört yediyüzelli derken bir delikanlının geleceğini nasıl yönlendirdiğini, hayatını nasıl değiştirdiğini bilsen ne yapardın acaba?” diye düşünüyorum. Ve bu dangalak âşık, mankafalığı yüzünden hani neredeyse hayatının fırsatını kullanamayacaktı. Aptalım ben! Aptalım, aptal! Üçüncü kata çıkıp damla resimli zile basıyorum. Betül, elinde para cüzdanıyla kapıyı açıyor. Cüzdan gıpgıcır. Beni elimde poşetlerle görünce şaşkınlıktan gözleri yerinden pörtlüyor. Önce olayı kavramaya çalışıyor. Sonra poşetlere atılıp elimden almaya çalışıyor. “Ama.... ama neden siz getirdiniz? Ben sebzeci getirir diye.... Ah, çok çok özür dilerim.... İnanın.... Hay Allah! Lütfen bana verin onları... Çok utandım... Hay Allah! Hay Allah! Tekrar özür dilerim... Ama neden siz?” ve buna benzer bir sürü laf karmaşasını nefes almadan sıralıyor. Bende tık yok. Ağzı açık ayran budalası gibi apışıp kalmışım, aklım başımda değil. Bir de poşetleri alırken eli elime değmiyor mu, a ha işte oracıkta ölüyorum zaten ben. İnanmazsınız, o an ruhumun bedenimden ayrıldığını resmen hissettim. Bittim ben, bittim, bittim! Artık iflah olmam. Betül, poşetleri hole, kapı ağzına koyup cüzdanını karıştırırken durmadan söyleniyor; “Olacak şey değil! Hay Allah! Peki, parası? Onu da siz verdiniz değil mi? Beyefendi, inanın çok utanıyorum. Tekrar, tekrar özür dilerim. Borcum ne kadar?” Benden “Rica ederim.... Ne demek.... Ne zahmeti...” gibi sözler bekliyor ama... Ah, bir konuşabilsem!... Benden ses çıkmayınca başını kaldırıp bakıyor, bakmasıyla da yüzünü endişe, korku hatta biraz da dehşet kaplıyor. Rengi kaçıyor, küle dönüyor. Ne oldu şimdi bu kıza? Yoksa..... yoksa izbandut kocası geldi de arkamda mı dikiliyor? İmdat! Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedü...... “Neyiniz var? diye soruyor panik içinde. “Hasta mısınız?” Sesim çıkmadığı için elimi, kolumu sallıyorum. Artık ne anlarsa... Gözleri göğsüme iniyor, “yoksa kalp mi? diye soruyor ağlamaklı, ‘nasıl olur bu genç yaşta?’ bakışlarıyla. Ben hâlâ şaşkın tavuk durumlarındayım. Cevap vermemi beklemeden koluma giriyor. “Gelin” diyor, “gelin, biraz dinlenin.” O beni içeriye taşımaya çalışırken tenimde sıcaklığını duyuyorum ama maalesef tadına varamıyorum çünkü aklım çoraplarımda. Temiz miydi, kirli miydi, delik miydi, yamalı mıydı hatırlamaya çalışıyorum. Deli olacağım! Bir türlü aklıma gelmiyor. Erken bunama mı başladı yoksa? Bunca duygu karmaşası yetmezmiş gibi bir de kıza rezil olma ihtimalinin endişesini ve utancını bu bünye kaldırabilir mi, bilmiyorum. Hole girince ister istemez ayakkabılarımı çıkartmaya yelteniyorum. Betül hemen karşı çıkıyor. “Hayır, hayır, lütfen! Hiç önemli değil, inanın. Zorlamayın kendinizi. Haydi, gelin şöyle.” Oh, şükürler olsun! Yırttık! Salona giriyoruz. Betül hâlâ kolumda. Rüyamda görsem hayra yormayacağım şeyler yaşıyorum, hem de o kadar isteyip de ulaşamadığım, tüm umudumu yitirdiğim bir zamanda; damdan düşer gibi. Şimdi ne olacak? Korkuyorum. Pencerenin önündeki üçlü kanapeye doğru ilerliyoruz. Betül, “Siz şöyle uzanın. Ben su getireyim.” diyor gayet rahat. Ne! Uzanın mı! O kadar da değil artık! Olur mu ya? Utanırım! “Yok, yok” diyorum iyice fenalaşmış pozlarda, “iki dakikacık şuraya ilişeyim, yeter.” “Kesinlikle olmaz” diye itiraz ediyor. Bir koşu içeri gidip elindeki yastığı pofurdatarak geri geliyor. Yastığı kanapenin koluna dayadıktan sonra bir eliyle kolumdan, öteki eliyle ensemden tutup destekleyerek anne şefkatiyle yatırıyor beni. Şimdi yarım yatay, yarım dikey durumda. Daha neler göreceğimi ve bu işin sonunun neye varacağını meraktan gebererek beklerken Betül bacaklarıma sarılıyor. Duydunuz mu, Betül bacaklarıma sarılıyor, dedim size! A, ama benim de canım var yani! İnsaf! Bu kadarına taş dayanmaz! Ben de daha fazla dayanamıyorum! Dayanamıyorum! Duygular beni ele geçirdi! İmdat! Elim uzanıp Betül’ün sırtına yaklaşıyor; içim gidiyor, içim! Bir kasa birayı kafaya dikmiş gibiyim. Akıl gitti, duygular ayakta! Daha dokunmadan vücudunun sıcaklığı avuçlarıma yayılıyor, kasılıyorum. Dirseğimin üstünde doğrulup tam beline sarılacakken, “ayaklarınızı da şöyle uzattık mı, tamam.” diyor Betül. O kadar ciddi ki, kalp ameliyatı yapıyor sanki. Onun bu sorumluluk yüklü ciddiyeti ayılmama yetiyor. Hemen kendimi bırakıp ıhlıyorum. Dönüp yüzüme bakıyor. Hâlim yokmuş da hatırı kırılmasın diye kendimi zorluyormuşum edalarıyla kırık dökük gülümserken, “Ama ayakkabılarım?” diyorum inler gibi. Ne gibisi? Basbayağı inliyorum - da neden? Ah, bir bilse! “Aman canım, boşverin” diyor, “ayaklarınız kanapenin dışında kalıyor zaten. Şimdi biraz dinlenmeye çalışın. Ben de size su getireyim. Başka bir şey ister misiniz?” Acındırık acındırık başımı iki yana sallıyorum. “Tamam” diyor yumuşacık . Pıtır pıtır uzaklaşıyor. Kör ister bir göz, Allah verir iki göz. Ulan Selim, şansın mı açıldı ne? Burası Betül’ün evi, oğlum! Bu manda boku gibi yayıldığın kanape de Betül’ün kanapesi! Allaaah! İnanamıyorum! İnanamıyorum! Nihayet onunla beraberim. Aynı dört duvar içinde aynı havayı soluyorum. Elimi uzatsam dokunacağım. Bir rahatlık, bir huzur. İçimde garip duygular kıpraşıyor. Sanki kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz. A, böyle bir şarkı vardı... İçli dışlı olduğumuzda söylerim kulağına, “sanki seninle kırk yıllık dost gibiyiz ikimiz... Sanki seninleee....” Ne güzel bir duyguymuş bu! Uçuyorum sanki... İliğim kemiğim boşalır gibi oluyor. N’oluyo? N’olu.... N’o.... Bilincim yerine gelir gibi olduğunda ilk hissettiğim, sonsuz huzur ve mutluluktu ama birden paniğe dönüştü haliyle. Hiç kımıldamadan gözlerimi sağa sola devirdim; kimsecikler yoktu. Kafamı kaldırıp şöyle bir kendi halime baktım; “ulan köftehor, babanın evi mi lan burası! Bu ne yüzsüzlük!” dedim kendi kendime gevşek gevşek gülerek. Üstümde yumuşacık bir pike örtülüydü. Bacaklarımı kıvırmış, elimi de yastığın altına sokmuşum, horul horul uyumuşum, iyi mi! İnanılmaz bir adamım! Bacaklarımı mı kıvırmışım? Ne! Ne! Çoraplar! Hemen pikeyi üstümden atıp bakıyorum; oh, neyse çoraplarda delik meklik yok. Ayağımı iki elimle tutup burnuma dayıyorum; kokuyor mu, ne? E, n’apayım canım? Kendi kaşınmış. Pikeyi katlarken, “uyandınız mı?” diye şakıyarak Betül giriyor içeri. Elim ayağım dolanıyor, pike elimden düşüyor. Yerden alıp yeniden katlamaya çalışırken “bırakın” diyor. “Ben hallederim.” Kızın yüzüne bakamıyorum utancımdan. Ayak parmağımın ucuyla halının desenlerinin üstünden geçerken, “Çok özür dilerim” diyorum. “Nasıl oldu, anlayamadım.” Kıkırdıyor. “Çok uykusuzdunuz herhalde” diyor anlayışla. “Aslına bakarsanız, siz birden uyuyup kalınca çok korktum. Hani, kalbiniz.... Allah korusun. Nefesinizi kontrol ettim. Öyle düzenliydi ki, içime sular serpildi, inanın. Ben de rahat edin diye ayakkabılarınızı çıkartıp üstünüzü örttüm” “Size çok zahmet verdim. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.” Tam cümlemi “Betül Hanım”la bitirecekken, son anda çenemi tutuyorum. “Boşverin.” diyor gülümseyerek. “İkimiz için de sıradışı bir gün, değil mi? Hem de komik.” Karşılıklı gülüşüyoruz. “Siz uyurken düşündüm de” diyor bilgiç bilgiç, “bunda bir keramet var sanki. Size de öyle gelmiyor mu?” “Bilmem?” Ah, kızım! Bir bilsen! “Ben inanırım böyle şeylere. Kadere inanırım. Biz galiba.....” Ah! Sevgili olacağız mı diyecek, ne? Desin, desin! Yo! Demesin! Hiç hoşlanmam bu kadar rahat kızlardan. Benim Betül’üm öyle biri olamaz. “Galiba?” “Bilmem ki? Çok iyi dost falan olacağız herhalde. Ya da.... Reankarnasyona inanır mısınız?” Hayda! Bu da nereden çıktı şimdi? “Üzerinde düşünmedim hiç” diyorum. Kötü mü dedim? Ne diyecektim ki? Yüzüme uzun uzun bakıyor. “Bunda düşünecek ne var?” diyor hayretle. “Bu öyle bir şey ki, duyduğunuzda ya inanırsınız, ya da saçmalık olarak görürsünüz. Aman canım neyse, birer kahve yapayım ben. İçerken tartışırız bu konuyu.” Ooooh! İşimiz iş! Daha epeyce buradayım galiba. Ana! Ya kocası gelirse! Seyahatte mi ki? Ya kazma erken dönerse! Uf ya! Ben kalkayım en iyisi. Şuradan sıvışıversem mi? Ama hayallerim tam göbekten gerçekleşmeye başlamışken kaçılır mı? Salak mıyım ben? Peki ya o herif geliverirse? O zaman ne olucam peki? Ben böyle kendi kendime alıp verirken Betül, dumanı tüten iki kahve kupasıyla geliyor. “Sormadım ama” diyor, “bolca şeker koydum kahvenize. Kan şekeriniz düşmüş olabilir diye düşündüm.” “Teşekkür ederim” derken parmağına bakmayı nihayet akıl edebiliyorum. Yok, yüzük müzük yok! Acaba ben uyurken çıkartmış olabilir mi? Üf! Çok huzursuzum ya! “Eşiniz hafta sonları da çalışıyor galiba?” diyorum küt diye. Gözlerini kocaman açıp şaşkın şaşkın yüzüme baktıktan sonra kahkahaları peşpeşe sıralamaya başlıyor. “Ay” diyor gözlerinden gelen yaşları silerken, “evli olduğumu da nereden çıkarttınız?” “Değil misiniz? “Yoooo.” Ooooh! Şükürler olsun ya Rabbim! Anlat Betülcüğüm, anlat! Reankarnasyon mudur, nedir, onu da anlat, başka şeyler de anlat... Sabaha kadar anlat! Hatta istersen hiç konuşma, sus; gözlerimiz konuşsun. Nasıl da işime gelir! Yaaa, işte böyleyken böyleee! Günler günleri takip etti ve biz her gün görüştük. Görüştükçe ısındık, ısındıkça kaynadık. Sonunda gün geldi, fokur fokur fokurdarken kazan taştı. Anlayacağınız ilişkimiz had safhadaydı, ayıptır söylemesi. Mutluyduk. Çok mutluyduk. İkimizin de gözü birbirimizden başka kimseyi görmüyordu. Bu arada ninemi ve Filiz’i çok ihmal etmiştim. Filiz, beni aklınıza gelebilecek en kötü şeylerle suçluyor, adımın önüne arkasına sıfat üstüne sıfat yerleştiriyordu. Aman ya, bana ne! Ne derse, desin! Çatlak! Ninemin de Filiz’den pek farkı yoktu, ha. Olsun, istediğini desin; o anamın yadigarı. Vicdan azabı çekiyordum. Her gün bakketten çıkınca koşarak eve gidiyor, ninemin ihtiyaçlarını görüp yine koşa koşa Betül’e gidiyordum. Aklım evde kaldığı için, gece Betül’de kalamıyordum. Çok geç de olsa muhakkak eve dönüyordum ama bunun nineme faydası yoktu tabii. Geldiğimde ufacık tefeciğim çoktan uyumuş oluyordu. Betül, evini bir kız arkadaşıyla paylaşıyordu. Yok, o saçı boncuklu kız değil; başka birisi. Ev arkadaşını hiç görmedim; memleketine gitmiş. Yandaki dairede de okuldan kızlar kalıyorlarmış. Hani benim deli danalar gibi evin önünde dolanıp saatlerce nöbet tuttuğum zaman var ya, hani hiç kimseler yoktu; o zaman kızlar, meğerse kısa bir tatile çıkmışlar hep beraber. Tabii ki ben hiçbir şey anlatmadım. Anlatır mıyım? Daha önceden onu tanıdığım çıkardı ortaya. Ha, söylemeyi unuttum; Betül ve arkadaşları üniversite öğrencileri. Betül, psikoloji okuyor. Aşk, meşk, canım, cicim gayet iyi gidiyordu ama ben o ilk heyecanı atlattıktan sonra çok tedirgin olmaya başlamıştım. Ah, şimdi “erkek milleti değil mi! Kızdan hevesini aldı, şimdi yan çizmek için bahaneler arıyor” diyorsunuz, değil mi? Vallahi de öyle değil, billahi de öyle değil. Onu ne çok sevdiğimi artık siz de anlamadıysanız ben ne diyim yani? Benim tedirginliğim başkaydı. Bir kere, kızın ailesi zengindi, benim durumumu zaten biliyorsunuz. Ciddi şekilde komplekse kapılmıştım. Mecburen hayal gücümü çalıştırıp fazla mesai yaptırmak zorunda kaldım. Attım, “Adana’lıyım” dedim. Onların zengini çok ya. “A, hiç Adana’lıya benzemiyorsun.” dedi, haklıydı. Hemen kıvırdım; “ben anne tarafına benzerim. Annem, Ankara’lı.” Bu, doğruydu. Annemin Ankara’lı olduğunu duyunca bir sevindi, bir sevindi. “Ben de Ankara’lıyım” dedi. “Evimiz de orada.” Hayretler içinde “yaaa?” dedim sanki bilmiyormuşum gibi., “Ne güzel tesadüf!” “E, neden buradasın? Ne iş yapıyorsun? Sen de mi öğrencisin?” Bir an ne diyeceğimi şaşırdım. Doğruyu söyleyecek değildim elbet. Yalan atmak kolaydı, bir meslek uyduruverirdim ama ya sonra foyam ortaya çıkarsa? “Ben” dedim gözlerimi uzaklara daldırarak, “Ben.... Boşver. Hazin hikaye.” “Aaaa... Lütfen! Anlat, anlat.” Derin bir iç çekişle, “belki başka zaman” dedim gizemli gizemli. O an ne uyduracağımı bilememiştim. Israr etmedi. Bir süre inceler gibi yüzüme baktıktan sonra “ama bir gün, muhakkak” dedi. “Bir gün, muhakkak.” Sonraki günler konuya hiç değinmedi ama sanki benden birazcık uzaklaşır gibi olmuştu. Bir an önce insanın içini kopartacak bir öykü uydurmalıydım. Fakat, bir de şöyle bir durum vardı ki, o da, bizim onu çarptığımız günden hiç söz etmemesiydi. Bekledim, bekledim; hani belki kendiliğinden anlatır dedim ama uzaktan yakından konuya değinmedi. Benim için ikircikli mevzu olduğundan ben de lafı kapkaça, hırsızlığa filan getiremiyordum. Hani, afedersiniz ama, derler ya; içgilli büzük dingilder, diye. Benimki de o hesap. Bir gün, yataktayız; yakmışız sigaralarımızı, dinleniyoruz. O da bir yandan oramı buramı öperken terimi siliyor, üzerinize afiyet. Durup dururken birden gözlerim doluverdi. Vicdan azabım, gırtlağıma kadar gelmiş, “artık beni daha fazla bastırmana izin vermiyorum” diyerek isyan ediyordu. Yataktan fırladığım gibi kendimi banyoya attım. Kızcağızın kafası olmuş meyva gibi çarşafa düşüvermişti. “Hey! N’oluyor?” diye bağırdı arkamdan. “Yok bir şey. Duş alacağım. Sen kahveleri hazırla.” Evet! Hödüğüm, hırtım, ayıyım, hıyarım, magandayım! Ne derseniz deyin, kabulüm. Ama n’apayım; onun yanında ağlamak istemedim işte. Hem nasıl açıklardım? Bir yalan daha mı? Yalan söylemekten ve bu yalanları sürdürmekten öyle yorgun düşmüştüm ki! Banyo sonrası kahve faslında, “biliyor musun, iyi ki üçüncü katta oturuyorsun.” dedim durup dururken. Yüzüme tepeden tepeden bakarak, “niye ki?” diye sordu. “Niyesi var mı, canım? Görmüyor musun, hırsızlıklar aldı başını gidiyor.” “Ne yani? Böylelikle hırsızların şerrinden korunmuş mu oluyorum? Hah! Sana öyle geliyor!” Kalbim küt küt çarpmaya başlamıştı. Nihayet konuya geliyorduk. “Yoksa buraya da mı girdiler?” diye sordum endişeyle. Acayip sahtekarım! “Yooo.” dedi, altına aldığı ayağını uzatırken. “Beni dışarıda çarptılar.” “Demeee! Ne zaman? Nerede?” Ve hepimizce malûm olayı başladı anlatmaya. “Aybaşıydı. O sabah bizimkiler beşyüz göndermişlerdi. Sevim’le..” “Kim?” “Ev arkadaşım, canım. Anlatmıştım ya. Onunla bankaya gidip yüzyirmibeşerden ikiyüzelli milyon kiramızı yatırdık. Sonra kuaföre gittik. Bir ellilikte orada bıraktıktan sonra Sevim’e kırkbeş milyon verdim. Faturalardan payıma düşen o kadardı. O ödemeleri yapmaya gitti. Ben de Leyla’yla Taksim’de buluştum. Beraber Akmerkez’e gidip dolaşacaktık.” “Gitmediniz mi? Yoksa Taksim’de mi çarpıldın!” Çok adiyim! “Gittik. Otobüse paralı bindim, zil indim, maalesef.” “Otobüste mi soyuldun yani? Belki binmeden/” Kızgınlıkla lafımı kesti. “Olur mu canım! Otobüs parasını ben ödedim.” “Haaa! O zaman haklısın tabii.” Bir yandan da habire hesap yapıyor, Yılmaz beni ne kadar kazıkladı, onu anlamaya çalışıyordum. Koyun can derdinde, kasap et. Şöyle kafadan bir toplama çıkarma yaptım; otobüsteyken Betül’ün çantasında ikiyüzseksen milyon olması gerekiyordu. Tabii önceden kalan para yoksa. İkiyüzseksen bölü iki ne eder? Vay adi, vay! Seksenbeş milyon kazıklamış beni, düz hesap! Diyorum ben size, bu zamanda ne arkadaşı, ne dostu! Lanet! Lanet! Lanet! “Otobüsten inince farkettim” diye anlatmaya devam ediyor zavallım. “Öyle kötü oldum ki, anlatamam.” Keşke anlatamasa. Ne yalan söyliyeyim, ben de kötü oldum, ama rahmetli kim, ölüyorum meraktan. “Gitti gider, ha? Bulunamadı tabii adi herifler!” “Herifler mi?” Tü Allah belamı versin! Açık veriyorsun oğlum, sus! Kapa çeneni! “Eeee... Büyük bir ihtimalle herifler. Tek başlarına çalışmaz ki bunlar! Çete bunlar, çete!” Dertli dertli iç çekerken, “Gitti” diyor. “Öyle üzülüyorum ki!” Kolundan çekip sarılıyorum. Saçlarını öperken “Üzülürsün tabii bebeğim” diyorum. “Ama üzülme, açığını kapatırız. Ben sana destek olurum.” Allah cezamı verecek! Birden başını kaldırıyor. Kaldırınca da benim ağız Çarşamba Pazarı’na dönüyor. Ben size demiştim Allah cezamı verecek diye. Bak, verdi bile. “Oooo! Özür dilerim bitaneeem! Çok acıdı mı?” “Yok, geçer” diyorum, kanıyor mu diye kontrol ederken. “Sen beni boşver. Hadi anlat.” “Benim derdim para değil ki! Zaten bizimkilere durumu anlatınca, ertesi gün hemen havale çıkardılar. Yani para sorunum yok.” “E, neye üzülüyorsun o zaman bu kadar çok? Cep telefonun da mı gitti çantayla beraber?” Ulan öyleyse yaktım çıranı senin Yılmaz! “Yooo, hayır. Allah’tan o cebimdeydi.” “Neyse ki.” “Benim üzüldüğüm ne, biliyor musun? Antika bir tarak vardı çantamda. Hani şöyle bir tutam saç alınıp tutturulur ya, o taraklardan. Ama antika.” “A be yavrum, sen de ne taşırsın çantanda öyle antika mantika şeyleri!” “Ama o benim uğurumdu!” Gözleri doluyor aşkımın. İçim daralıyor. Şeytan diyor, git bi koşu eve, al getir! Şeytana uyulur mu hiç! Zinhaaar! Oturuyorum haliyle. “O tarak var ya” diye devam ediyor burnunu çeke çeke, “ondan iki tane varmış. Yani onun bir eşi var ama nerede bilmiyorum.” “Kimde olduğunu biliyorsan buluruz aşkım. Yeter ki sen bana bir isim ver. Fizanda olsa, gider bulur alırım.” Benim yatacak yerim yok! Mezarda dik yatacağım bu gidişle! Yanağıma bir öpücük kondurup “canım benim” diyor. “Bilsem keşke. Anneannemin annesinden kalma onlar. Onlardan da annemle teyzeme kalmış. Teyzem..... teyzem....” Birden boynuma atılıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor. Ne yapacağımı şaşırıyorum. Sıkı sıkı sarılıp ağlamasının bitmesini bekliyorum. Neden sonra “özür dilerim” diye mırıldanıyor. “Afedersin. Sinirlerim çok bozuk.” Ulan! Bir ekmek içi dönere bu kız böyle üzülür mü! Ben çok kötü bir herifim abi yaaaa! “Anlat canım, anlat. Açılırsın.” “Teyzemi gencecikken kaybettik. Annem de onun tarağını bana verdi. Verirken de, bak bu tarak teyzenin simgesi. Sakın kaybedeyim deme, diye sıkı sıkı tembih etti. Çantanın içinde tarağın da olduğunu bizimkiler bilmiyorlar, söyleyemedim. Sanki teyzem ikinci kez ölmüş gibi oldu. Hem de benim salaklığım yüzümden. Hiç affetmiyorum kendimi, hiç!” Ben de sevgilim, ben de. “Bir dakika” diyorum, “kafam karıştı.” Gerçekten de karıştı. “Şimdi bu antikanın biri sendeydi, çalındı. Ötekinin nerede olduğunu bilmiyorsun. E, anneannen annene vermemiş mi o zaman? Hı? Niye? Küsler miymiş?” “Yok canım, vermiş. Öteki tek annemdeymiş. Evde bir emektar kadın varmış; annemlere de o bakmış, bize de. Bir gün benim nefes boruma bir şey kaçmış oynarken, boğuluyormuşum. Annem delirmiş, benden beter çırpınmaya başlamış. Emektar, beni tepetaklak edip iki silkelemiş, o nefes boruma kaçan şey fırlayıvermiş, kurtulmuşum. Anneciğim ağlayarak bir beni öpüyormuş, bir kadını. Dile benden ne dilersen, demiş. Çocuğumu ölümden kurtardın, herşey hakkın. Kadın da o tarağı dilemiş. Annemin içi gitmiş ama laf ağızdan bir kere çıkar bizde. Gönlü elvermeden de olsa vermiş.” “O kadın nerede şimdi? Öldü mü?” “Bilmiyorum ki! Annemler de bilmiyorlar.” “Ne yani? Tarağı alınca emektar emekli mi oldu?” Gülüyor. “Onun gibi bir şey. Emektarın bir ahretliği varmış.” “Neyi, neyi?” “Ahretliği.” “O da ne demek?” “Valla ben de bilmiyorum ama kanka gibi bir şey herhalde.” “Ahiretle ne ilgisi var ki?” “Sanırım öte tarafa gidince birbirleri için şahitlik yapacaklar sorgu sual faslında.” “Hadi yaaaaa! Ulan, işe bak! Hiç bilmiyordum, iyi mi!” “Bana komik geliyor. Allah bilmiyor mu sanki kimin ne halt işlediğini, di mi ama? Yalancı şahitlik mi yapacaklar ki, ahretlik tutuyorlar? Kimi kandırıyorsunuz! Saçma!” “Bence de! Allah Allaaaah! E, sonra?” “Sonra, bir gün eve haber geliyor. Ahretliğin ölmek üzere; acilen gel, diye. Bizim emektar ağlaya ağlaya gidiyor. Rahmetliyi toprağa verdikten sonra eve döndüğünde bizimkilere, ahretliğin kızı beni yanına almak istiyor, diyor. Yaşlandın artık, gel ben sana anam gibi bakarım dedi, diyor. Artık çok yaşlandım, işinize yaramam, diyor. Bizimkiler çok üzülüyorlar. Ne kadar burası da senin evin, biz de sana güller gibi bakarız, diyorlarsa da emektar, ahretliğimin kızı, diyor da başka bir şey demiyor. Ankara’daydılar. Arada ziyaretine gidiyorduk. Son gidişimizde baktık, kapı duvar. Komşular başka şehire göçtüklerini söylediler ama neresi olduğunu onlar da bilmiyorlarmış. Ya sevgilim, işte böyle. Tarak gitti gider yani. İçimde koca bir yara da işler ha işler. Kahroluyorum.” Ben de! Allah kahretsin! Ben de! Aradan iki gün mü geçti, üç mü; yalan olmasın, bakketten çıktım eve gittim. Ninemi doyurup Betül’e gideceğim. Nah gideceğim. Eve bir girdim, ilk adımda zınkadanak kaldım. Bizim Filiz, hani şu manikürcü, benim öteki, ninemin yatağının kenarına oturmuş, bir muhabbet bir muhabbet! “Ne işin var senin burada!” diye çıkıştım. O hiç oralı olmadan kalkıp beni karşıladı, “aman da kimler gelmiş, kimler gelmiş” diye. Yüzsüz! Elinin körü gelmiş. Ufacık tefecik de oradan “doğru konuş, köpek!” demez mi! Benim karizma anında yerlerde tabii! Bu yetmezmiş gibi bir baktım, Betül’ün tarak Filiz’in saçlarda değil mi! Delireceğim! Filiz’in kafaya bir plonje, yola yola aldım saçlarından tarağı. Ben bağırıyorum, Filiz bağırıyor, ninem bağırıyor. Hep bir ağızdan ciyaklıyoruz, kimse kimseyi dinlemiyor. Tam bir curcuna. Sonunda yorulup sustuk. Ninem, “ne aldın saçlarından kızın tarağını, deli!” diye söylendi. “Nereden onun oluyormuş be!” diye bağırdım haklı olarak. “Onun!” dedi bizimki inatla, “ben verdim.” “Ne! Sen mi verdin? Kimin malını kime veriyorsun be!” “Kendi malımı gelinime veriyorum!” “Ne? Ne? Neeee!” Ağzımdan başka laf çıkmıyordu. Habire neleyip duruyordum. Kadına bak sen! Hem elin malını mallanıyor, o yetmezmiş gibi kıçı kırık bir kıza hediye ediyor hem de..... gelinim lafı da nereden çıktı yav? Ne dedi bu kadın? Nasıl yani? Ben afallamış, salak salak bir ona bir ötekine bakarken Filiz sırnaşa sırnaşa gelip kulağıma “sürpriiiiz! Baba oluyorsun şekeeer!” demez mi! Allah’ım, Allah’ım! Ölmek istiyorum! Duydun mu Allah’ım? Ölmek istiyoruuuum! Ölmeeek! Ölmeeeek! Ölmeeeek! O akşam Betül’e filan gidemedim tabii. “Oturup ciddi ciddi konuşalım bakalım.” dedim evin erkeği olarak. Erkekliğin onda dokuzu kaçmakmış ya ben kaçamıyorum ki, anasını satiiim. Elim kolum bağlı. Bari şu onda biri öyle bir uygulayayım ki, diye düşündüm bir umutla, belki kız kaçar. Ne gezeeeer! Filiz, yapıştıkça yapışıyor. Hayır, odama gidip Betül’ün diğer mallara bakayım diyorum ama kız bırakmıyor ki! Her saniye ense kökümde! Bir ara ninem bastonuna uzanıyor. Ha, belli ki tuvalet ihtiyacı geldi. “Yardım ediver” diye hırlıyorum Filiz’e. “A, tabii hayatım. Hemen.” diye fırlıyor salak, yaranacak ya... Onlar helaya, ben odaya. Hemen şilteyi kaldırıp malları çıkartıyorum. Ana! Tarak burada! Ama nasıl olur? Ama.... ama.... A a aaaaa! Olamaz! Emektar, bizim ufacık tefecik miymiş yani? Hadi yaaa! Bu kadarına da yuh yani! Film mi çeviriyoruz! Ah! Ahretlik de anneannem, kızı da annem! O- ha yani, o-ha! İnanamıyorum. Böyle bir film seyretsem ağzımı bırakır, başka yerlerimle gülerim be! N’oluyoruz! N’olucaz? Ayvayı yiyoruz! Gecenin ilerleyen saatlerinde ninem, “bak oğlum” diyor, “hakkımı helal etmem. Anacığın da sağ olsaydı aynı şeyleri söylerdi. O kız, karnında senin yavrunu taşıyor.” “Hallederiz.” diyorum ters ters. “Tü Allah belanı versin! Kendi çocuğunun katili mi olacaksın!” diye bağırıyor dehşetle. İçim cız ediyor. “Nine, ben Filiz’i sevmiyorum” diye inliyorum. “Acı bana!” “Sana iblisler acısın, serseri!” diye bağırıyor. “Sevmiyordun da niye aldın koynuna!” Ne diyeyim şimdi? Bana iş buldu da ondan.... Geri zeka! Ben, ben! Başka kim olabilir! Tarağı soruyorum; Betül’ün anlattıklarını bir de ninemden dinlemiş oluyorum böylece. İnanılmaz! Ooooof! Of! İki ucu boklu değnek! Ne halt edeceğim ben şimdi? Betül’e de gitmiyorum kaç gündür. O da beni aramıyor. Nasıl arasın kız? Ne yerimi biliyor, ne yurdumu. O hazin hikayeyi de anlatmadım. Atlata atlata bir hal oldum. Yani beni arayacağı, soracağı bir yer yok. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa! Ya, ben n’apıcam? Akıl verecek bir Allah kulu yok mu? Kime anlatabilirim ki zaten olanları? Günlerce kafayı kastım anlayacağınız. Bir gün nineme dedim ki, “bak güzelim, sen bana ver o tarağı, ben de Filiz’le evleneyim. Anlaştık mı?” “Olmaz” dedi, “o, kızımın.” “Yahu nine, elde avuçta bir kuruş yok, neyle evleneceğiz? Evlen evlen demesi kolay. O kadar istiyorsan verirsin tarağı, satar evleniriz.” Hımlaya hımlaya düşündükten sonra “ e, iyi madem” dedi gönülsüz. Hemen aklıma Betül’ün annesi geldi. Kadının içi o zaman nasıl yandıysa ninemin yüzünden, ninemin de şimdi öyle yanıyordu, kesin. Eh, etme bulma dünyası bu dünya. Öteye fazla hesap kalmıyor. Bana bakın, anlarsınız. Daha fazla bu işkenceye dayanamayıp ‘ne olacaksa olsun artık’ deyip Betül’e gittim. Kapıyı açar açmaz boynuma atladı canım. “Nerelerdeydin? Öldüm meraktan? Başına bir şey mi geldi dedim. Yoksa hasta mı?” “Hastaydım güzelim. Tamamen iyileşmeden gelmek istemedim, sana da geçirmeyeyim diye.” “Bari bir telefon etseydin be aşkım!” “Ateşler içinde yatarken mi?” “Oooo! Oooo! Kıyamaaaam!” O gün, sevişirken neler hissettiğimi anlatamam.... Allah düşmanıma vermesin. Sigaralarımızı içtikten sonra “daha tam iyileşememişim demek ki. Yoruldum. Biraz kestirelim mi?” dedim. “Olur” dedi mayışık mayışık. “Ben de seni düşünmekten doğru dürüst uyuyamadım kaç gecedir.” Hemencecik de daldı gitti canım. Bir süre onu seyrettim. Gözyaşlarıma engel olamıyordum. Kendimi bıraksam bağıra böğüre ağlayacak kadar üzgün, yıkılmış, perişandım. Usulcacık yataktan sıyrıldım. Üstümü başımı toplayıp pantolonumun cebindeki bir çift antika tarağı aynanın önüne bıraktım. Uyanmasından korktuğumdan sevdiğimi son bir kez öpemeden odadan ve evden bir daha hiç gelmemek üzere çıktım. Sarayburnu, tüm melekler, tüm âşıklar, annemin ruhu o gece benim için ağladılar, eminim. Oooof! Of! Şimdi nerede miyim? Hamamda. Yarın nikahım var, Filizle. Sizi de davet etmem gerekir, biliyorum ama ne olur kusura bakmayın; hiç içimden gelmiyor. Mutlu değilim ki! Ah, sağolun. İyi dilekleriniz için çok sağolun. Evet, öyle derler. Göreceğiz bakalım, nikahta keramet mi var, felaket mi, göreceğiz. Nerede kaldı bu tellak? Haydar Efendiiii! Haydar Efendiii! Hadisene ya! Haydar Efendi, beni öyle bir kesele ki, ufalanıp ufalanıp yerlere döküleyim. Akıp gideyim göbek taşından, karışayım boklara. Öyle pislik herifim ben Haydar Efendi! Öyle boktan! Ha gayret! Yok et beni, Haydar Efendi! Yarını yaşatma bana, yok et! Yalvarırım Haydar Efendi, n’olur yok et! Allah kahretsin! Yok etsene be adam! Ha? Ne? Ruhuma kese atamaz mısın? Beceriksiz herif!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Aydan Okurer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |