"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
- Nuri Bey! - Hı? - Nuri Bey dedim, efendi! - Hııı! - İyi. Siz hılamalarınıza devam ediniz. Çok önemli bir şey söyleyecektim, ama maalesef şansınızı kaybettiniz. Artık yalvarsanız da ağzımı açıp tek kelâm etmeyeceğim. Hıh! İşte, sürgüledim dudaklarımı! Açılmayacaklar! - Sizi can-ı gönülden tebrik ederim sultanım. Ancak korkarım ki, bu pek uzun sürmeyecek. Ne dersiniz? - .............. - On dakika konuşmadan durabilirseniz, benden size bir bûse. - Ha ha haaay! Güleyim bari! Bûseymiş! Allah bilir, onu da gazetenin arkasından vermelere kalkarsınız siz. - Demedim mi ben? Duramadınız işte konuşmadan. İlle cevap yetiştireceksiniz, ille! Eh, ne yapalım, bûsemi alma şansını zayi ettiniz Şaheste Hanım. - Asıl beni öpme şansını kaybeden sizsiniz, efendi! Hem de yıllardır! - Nankörlük etmeyiniz rica ederim. Yeni yıla girerken yanağınıza bir bûse kondurmamış mıydım? Lütfen hatırlayınız. - Hangi yeni yıla Nuri Bey, hangi yeni yıla? 1995ten altıya girdiğimiz geceydi; çocuklar gelmişti de saatin gongu onikiyi vurduğunda herkes birbirini öpmüştü. Bir siz beni öpmemiştiniz. Çocuklar, “baba, annemizi kutlamayacak mısınız?” deyince esneyerek yanıma gelmiştiniz de dudaklarınızı yanağıma dokundurur gibi yapmıştınız. Hiç unutmadım, hiç! - O kadar oldu mu sultanım? Sanki daha dünmüş gibi... - Asırlar önceymiş gibi.... - Ne anlatacaktınız? Hazır bana gazeteyi bıraktırmışken deyiveriniz bari. - Hayır Nuri Bey, anlatmayacağım. Annem mezardan çıksa, yine anlatmayacağım. - Neden böyle yapıyorsunuz Şaheste Hanım? Bakın, kahvaltımızı zehir ediyorsunuz, ağzımızın tadını kaçırıyorsunuz. - Var mıydı? Ben farkında olamamışım maalesef, sayenizde efendim. - Ne alıp veremediğiniz var benim şu sabah kıraatı zevkimle, anlayamıyorum? Zevcem olduğunuzdan bu tarafa her sabah vakti yaptığım, vazgeçmediğim ve de vazgeçmeyeceğim bu itiyadıma alışamadınız gitti vesselam. Siz de okuyunuz efendim, siz de okuyunuz. - Tersten gazete okumak zevklerimin duhulünde mevcut değil Nuri Bey. Karşımda oturan şahsın yüzünü görmek istiyorum her normal beşer gibi. - Bu sabah ziyadesiyle gördünüz Şaheste Hanım. Şimdi havadisiniz neyse söyleyin de gazeteme döneyim artık. - Yoooo! Bu bahisle alakalı ağzımdan tek laf alamayacaksınız ve şimdiden söyleyeyim de sonradan demedindi demeyin; pek yakında çok pişman olacaksınız! - Muamma gibi konuşmanız davranışlarımda bir fevkaladelik yaratmayacaktır sultanım. Ve siz de demedindi demeyesiniz diye söylüyorum; yetmişiki senedir yaptığım hiçbir şeyden pişmanlık duymadım, duymayacağım da! Buna evlilik müessesemizin tesisi de dahildir. Şimdi yüksek müsaadelerinizle.... Nuri Bey gazetesine dönerken Şaheste Hanım, karmakarışık, ikircikli duygular içindeydi. İyice hırslanmıştı. Bir an düşündü ve kararını verip daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaptı; İngiliz porseleni çay fincanını alıp masadan kalktı. Bu, devrimdi. Şaheste Hanım bu güne dek Nuri Bey sofradan kalkmadan hizmet etmenin dışında asla masayı terk etmemişti. Bu ona göre kocasına karşı saygısızlıktı; öyle görmüş, öyle öğretilmişti ve elli senelik evlilikleri boyunca da bu hep böyle sürüp gelmişti. Nuri Bey meydan okuyan, isyan eden karısına şaşkın şaşkın baktı. Şaheste Hanım’ın çenesi havaya dikilmiş gergin yüzünü, fincandaki çayı rüzgara tutulmuş deniz gibi dalgalandıran incecik ellerinin titremesini, kararlı ve her zamankinden daha sağlam basan adımlarla pencerenin önündeki koltuğa geçip oturmasını izledi; hayretler içinde kaldı. Şaheste Hanım’ın söyleyeceklerinin gerçekten de çok önemli olduğuna işte o zaman inandı ancak şimdi ne kadar ısrar etse karısının anlatmayacağını biliyordu. Aslında sormayı da kendine yediremiyordu ya içine de bir kurt düşmüştü, ha babam kemirip duruyordu. Kendince tahminlerde bulundu fakat emin olması olanaksızdı. Üstünde fazla durmamaya ve karısını kendi haline bırakmaya karar vererek gazetesine döndü. Şaheste Hanım, geleni geçeni seyreder görünüyordu. Bu arada çayını içmiş, gözünü sokaktan almayarak fincanını bu sefer açık çayla doldurmuş ve yine koltuğa oturup dışarıya bakmaya başlamıştı. - Misafirimiz mi var Şaheste Hanım? Birini bekliyor gibisiniz. Şaheste Hanım cevap vermedi ama ayağını sallamaya başlamıştı. Bunun, “görürsün sen” anlamını taşıdığını Nuri Bey çok iyi biliyordu. “Altmışbeş yaşına geldi, hâlâ kapris yapıyor” diye gülerek düşündü, “aynı gençliğindeki gibi.” - Ben çıkıyorum. Yemeklik ne alayım? Şaheste Hanım, başını hafifçe çevirip ters ters kocasına baktı, gözlerini tekrar yola dikti. Kapanan kapının sesini duyunca irkilerek yerinde doğruldu, Nuri Bey köşeyi dönüp gözden yitince alelacele kalktı, kahvaltı sofrasını topladı, salona çeki düzen verdi. Yorulmuş, soluk soluğa kalmıştı. Yatak odasına geçip çok sevdiği emprime, yeşil üstüne beje kaçan açık sarı, minik yaprak serpme desenli elbisesini giydi, topuzunu düzeltti, lavanta kolonyasını süründü, çoraplarını çekti ve salona gelip, pencerenin önündeki koltuğa oturdu, dışarıya bakmaya başladı. Aradan ne kadar geçti, bilmiyordu; Nuri Bey’in eli kolu dolu eve geldiğini gördü. “Ah Nuri Efendi, olacakları bilsen acaba zırnık alır mıydın?” diye düşünürken için için gülüyordu. “Bilsen, acaba?”. “Dinleseydi bilirdi” dedi sonra hırslanarak. Kapıyı açtı, kocasının elindekileri alıp döndü, mutfağa gitti. Ne yüzüne bakmış, ne de tek kelime etmişti. Saat öğlen biri vururken yemeklerini henüz yemişler, kahvelerini içiyorlardı. O saate kadar ne Şaheste Hanım bir laf etmişti, ne de Nuri Bey. İkisi de inatlarını kırıp konuşmamışlar; Nuri Bey, hele de karısının giysi değiştirdiğini, üstüne başına çeki düzen verdiğini görünce iyice meraklanmış, buna rağmen sormamış, Şaheste Hanım da anlatmak için can attığı halde ve hele de olanlar olunca olacakları düşündükçe dilinin ucuna kadar gelenleri söylememek için dilini ısırmış, susmuştu. Evde bir sessizliktir gidiyordu. Nuri Bey saate baktı, televizyonu açtı. Alındığından beri sadece saat başlarında televizyon açılıyordu bu evde. Eskiden de radyo dinleme saatleri öyleydi; sadece ajans saatlerinde. Yalnız, Nuri Bey dışarıdayken ya da erken yattığında Şaheste Hanım gizlice açar, sesini iyice kısar, öyle izler ya da dinlerdi. Nuri Bey, haberlerin dışındaki her programa “boş şeyler” diyordu, “bunların beyin kirletmekten başka marifetleri yok.”. Kahve fincanları kalktı, haberler bitti, televizyon kapandı. “Şimdi derin bir iç çekişten sonra kalkıp yatak odasına gidecek, önce hırkasını, sonra gömleğini, pantolonunu çıkartıp atlet fanila, uzun donla kalacak, çoraplarını çıkarmadan yatağa uzanacak. Sağ kolunu başının altına alıp iki, üç dakika kadar boş boş tavana bakacak, sonra soluna dönüp yanağını avucuna yerleştirecek, güzellik uykusuna dalacak, haspam. Emekli olduğundan beri yıllardır bu böyle, değişmez! Bu kadar aynı yaşayan bir insan daha görmedim; sanki günlerin arasına karbon kağıdı koymuş gibi! Nedir benim bu çilem, ya Rabbim!” diye düşünürken farkında olmadan o da içini çekmişti ki, kocasının derin bir “of”la yerinden kalktığını ve salondan çıktığını duydu. Gerçekten de Nuri Bey yatak odasına gitti. Hırkasını çıkardı, eli gömleğinin yakasına uzandı, ama düğmeyi çözmedi. Yatağın ucunda bir süre dolandı, düşündü ve olduğu gibi yatağa uzandı. Şaheste Hanım, mutfağa geçti ve gürültü çıkarmamaya çalışarak elmalı pasta yapmaya girişti. Fırına bir tepsi de peynirli poğaça attı mı, beş çayının ikramlığı hazır demekti. Akşam yemeğinin zeytinyağlısını dünden hazırlamış, dolaba koymuştu. Etle patatesi kızartırken pilav da bir yandan pişerdi nasıl olsa. Eh, salata yapmak zaten çocuk oyuncağı değil miydi? Keyiflenmişti, mutfağa girdiği her zaman olduğu gibi. Alçacık sesle eskilerden bir şarkı tutturdu; “yanıyor mu yeşil köşkün lambası, yar”. Nuri Bey, Şaheste Hanım’ın da dediği gibi gözlerini tavana dikmiş bakıp duruyordu ya, sol tarafına dönmeye hiç niyeti yok gibiydi. Son zamanlarda karısına bir haller olmuştu ve Nuri Bey, bunu kesinlikle anlayamıyordu. Bir kere sormaya kalkmıştı fakat biraz tersçe ve sertçe sorduğundan olacak Şaheste Hanım cevap bile vermemiş, salondan çıkmış, bir süre ortalarda hiç görünmemişti. Döndüğünde ağlamış gibi gelmişti Nuri Bey’e. Bir ara içi kayar gibi oldu, hemen gözlerini açtı. Uyumamalıydı; bir şeyler oluyordu, uyanık kalmalıydı. Baktı olacak gibi değil, yataktan kalktı. Salona geçmeye niyetlendi, vazgeçti. Varsın, karısı onu uyuyor sansındı. Canı sıkıldı, oyalanmak için tuvalet masasının çekmecelerini karıştırmaya başladı. Bu masada sadece Şaheste Hanım’a ait eşyalar dururdu. Aslında Nuri Bey’in orayı burayı karıştırmak gibi kötü huyları hiç mi hiç yoktu ama öyle sıkılıyor, bunalıyordu ki, hani olsa, ördekleri bile çişe tutabilirdi. Nuri Bey! Bu ciddi adam! Orta çekmeceyi çekerken “madem ilklerin siftahını bugün sultanım yaptı, bari ben de devamını getireyim.” diye düşündü. Yine de suçluluk hissediyor, elleri terliyordu. Ne var ne yok didiklerken bir yandan da düşünüyordu; “ne oldu bu hatuna, anlayamıyorum. Son bir hafta, on gündür sabah çıkıyor, ikindi vakti geliyor. Nereye diye sorduğumda ya Mihriye Hanım’lara, ya Hayrünisa Kalfa’ya, ya şu bacıya bu bacıya diyor, hiç tanımadığım, bilmediğim hatun kişilerin isimlerini dizim dizim sıralayıveriyor. Hayır, gitme mi diyeceksin? Desen gitmeyecek mi? Bu kadın başıyla bunca saat nerelerde eğlenir? Genç olsaydık aklıma kötü kötü şeyler gelirdi, emektarı belime taktığım gibi peşine düşerdim ya bu yaştaki hatuna, çocuklarımın validesine zinhar konduramam böyle ahlaksızlığı! Bu da ne? Dur bakayım! Bu, bu cigara paketi! Hem de yanında çakmağıyla! İçinden epeyce de içilmiş. Allah Allah ve süphanallah! Neler oluyor? Benim kadın bu yaştan sonra tütüne başladı da benden gizli gizli cigara mı tüttürüyor?”. Paketi evirdi, çevirdi, orasında burasında kendisinin de ne olduğunu bilmediği bir şeyler aradı, bulamadı. “Demek öyle Şaheste Hanım” diye söylendi pakete bakarak. “O zaman sizi yalnız bırakmayalım. Biz de tüttürelim bakalım bir tane.” Oniki sene önce doktorunun ısrarlarıyla ve büyük zorluklarla bıraktığı sigaraya böylelikle yeniden başlamış oldu. Oldu olmasına da ortalıkta küçücük de olsa bir kül tablası görünmüyordu. Çekmecelerin arkasına kadar elini soktu, arandı, tarandı; bulamadı. “Acemi tiryaki!” dedi gülerek, “dur, şunu bir şaşırtayım da, görsün! Benden gizli dolap çevirirsiniz ha Şaheste Hanım? ”. - Sultanım! Cevap gelmedi. Nuri Bey, sesini biraz sertleştirerek tekrar seslendi; - Şaheste Hanım! Şaheste Hanım, yeşil köşkün lambalarının yanıp yanmadığını henüz öğrenememiş olacak ki, hâlâ aynı şarkıyı büyük bir şevkle söylemeye devam ediyordu; kocasının seslendiğini duymadı. Belki duydu da cevap vermedi, işine öylesi geldi. Artık onun orasını ancak Şaheste Hanım bilir. Nuri Bey baktı ki “hu, efendi” diyen yok; kalktı, sigarasının dumanını üfüre üfüre mutfağa gitti, kapıya yaslanıp karısının şarkılı türkülü poğaça yapışını seyretmeye yeltendi ya Şaheste Hanım, sigaranın kokusunu almıştı. Hayretler içinde kocasına bakıp “tuuu, başıma gelenler!” diye feryadı kopardı. “Siz ne yapıyorsunuz, efendi!”. “Hiiiç.... Ne yapacağım sultanım” dedi Nuri Bey gayet sakin, “cigara tüttürüyorum. Tiryakilik başka şeydir, anlarım. Sizi de çok iyi anlıyorum ancak bana neden bildirmediğinizi anlayamıyor, bir mana veremiyorum. Cigara kullandığınızı hangi sebeple benden sakladığınızı sorabilir miyim?” “Kim? Ben mi sigara içiyor muşum?” diye hırsla çıkışan Şaheste Hanım, ellerinin hamurlu olduğunu unutmuş, “kim? Ben mi?” derken göğsüne bastırınca, o güzelim, o en sevdiği emprime elbisesine hamur parçacıkları bulaştı. Şaheste Hanım’ın sinirden gözü bir şey görmüyordu, tabii onu da görmedi. - Evet. Tuvalet masanızın çekmecesinde buldum. Teessüf ederim. - Asıl ben teessüf ederim Nuri Bey! Siz ne hakla bana ait eşyaları karıştırıyorsunuz? Yaşlandıkça huyunuz değişiyor! Giderek daha kötü bir adam oluyorsunuz! “Olabilir efendim, olabilir.... Hakikati söylemek icap ederse, bu durum için sizin affınızı rica edecektim; yine de ediyorum ancak sualime cevap almakta da ısrarlıyım.” “Ben sigara migara içmiyorum!” diyen Şaheste Hanım, bir hışımla poğaça tepsisini fırına sürdü. Tezgâhı silerken kavgacı ses tonuyla anlatmaya devam ediyordu; “geçenlerde Mihriye Hanım geldiydi ya, unutmuş giderken. Ben de alıp kaldırdım. Ne yapsaydım, atsa mıydım? Allah Allah!”. - Neden ben haberdar olmadım? Şaheste Hanım, elindeki bezi sinir içinde tezgâha fırlattı. - Evi toplarken de size rapor mu vereceğim Nuri Bey? Burası kışla değil, ben de emireriniz değilim! Yıllardır emeklisiniz ve evinizde yaşıyorsunuz! Artık alışın şuna! Arkasını dönüp bezi attığı yerden alırken ağzının içinden söylendi; “Şükür ki yakında kurtulacağım!”. - Anlamadım? - Yok bir şey, yok! Artık beni yalnız bırakınız. Nuri Bey, sigarayı söndürüp Şaheste Hanım’ın yanına geldi; “günahınızı almışım sultanım” dedi. “Afedersiniz.” Cevap alamayacağını, özrünün kabul edilmeyeceğini zaten biliyordu ya yine de dilemek zorunda hissetmişti kendini. Karısının gönlünü almak istiyor, ne yapacağını bilemiyordu. Oldum olası bu işlerin acemisiydi zaten; hiç beceremezdi. Mutfakta biraz döndü, dolaştı. “Pek güzel kokuyor. Ellerinize sağlık Şaheste Hanım” dedi elinden geldiği, becerebildiği kadar sesini yumuşatarak. “Ne zaman yiyeceğiz?” Şaheste Hanım’ın siniri geçmemişti. Diklendi; “ne zaman pişerse o zaman. Ajans saati geldi Nuri Bey! Ajans saati!”. - Anlaşıldı, anlaşıldı. Nuri Bey mutfaktan çıktı, salona geçti, televizyonu açtı. Şaheste Hanım mutfaktan çıktı, yatak odasına geçti, topuzunu açtı. Saat beş olmuş, gün geceye dönmeye yüz tutmuştu. Şaheste Hanım mutfakta, poğaçaları servis tabağına dizerken kapının zili çalıverince boş bulunup elindeki servis maşasını yere düşürüverdi. Kalbi küt küt atmaya başlamış, heyecandan yüzüne kan hücum etmişti. Oysa sabahtan beri bu ânı beklemiyor muydu? Kapının zili peş peşe çalıyordu. Nuri Bey, salonda uyuklayıp kalmıştı; zilin sesine heyecanla uyandı. Böyle birdenbire uyanınca, daha doğrusu uyandırılınca hep bir telaş kaplardı her yanını. - Şaheste Hanım, kapı çalıyor! - Duydum efendim, duydum! Bir zahmet siz bakıverin. Benim işim var. Nuri Bey, “vesüphanallah” çekip kapıya yöneldi, açtı. Karşısında altmışbeş yetmiş yaşlarında, saçı sakalı birbirine karışmış, uzun pardesülü bir adam duruyordu. - Buyurun? Adam, “buyurduk ya işte” dedi gülümseyerek. “Bu densiz de kim?” diye düşünürken adamın yüzüne dikkatle baktı ya içine kaçmış kopça gözlerinden ve tüylerin arasından fırlamış koca burnundan başka bir yeri görünmüyordu ki! Yine de bakışları pek yabancı gelmedi fakat çıkartamadı. “Kimi aramıştınız?” diye sordu biraz da bir münasebetsizlik yapmaktan çekinerek. Çünkü adam hepten de yabancı gibi değildi. “E, bravo sana” dedi adam sitemle karışık alaycı bir sesle. “Daha ne kadar kapı ağzında dikileceğim böyle? İçeri buyur etmeyecek misin?” Nuri Bey, tereddütler içindeydi. “Tanımadın değil mi?” diye terslendi bu sefer de adam. Sonra bir eliyle Nuri Bey’i hafifçe iterek içeri girerken bağırdı; “işte sen böyle bir adamsın! Varsa yoksa kendin! Varsa yoksa Nuri Komutan! Kendinden başka kimseyi tanımayan, herkesi hiçe sayan, kendi kabuğunun içinde büzüşmüş kalmış bir zavallı! Evet! Sen busun! Zavallı!” İlk şaşkınlığı hemen üstünden atan Nuri Bey atılıp adamın kolundan yakaladı, kapıya doğru çekti; “Defooool’ Defol dedim! Çabuk yıkıl karşımdan! Gözüm görmesin seni!”. Bir silkenişle kolunu kurtaran adam pardesüsünü çıkartırken, “kusura bakma ama hiçbir yere gitmiyorum” dedi. “Bağır bağırabildiğin kadar, umurumda bile değil!”. “Sen ne yüzsüz herifsin yahu!” diye kükredi Nuri Bey. “Seni kim davet etti de geldin kapıma!”. “Ben” dedi gayet sakin Şaheste Hanım. “Ben davet ettim, efendim.” - Bu ne cüret Şaheste Hanım! Benden izin almadan hem de! Artık sizi tanıyamıyorum! - Hiçbir zaman tanımak zahmetine girişmediniz ki Nuri Bey. - Bu herif bu eve giremez! Burası benim evim, hatırlatırım! “İkimizin evi Nuri Bey, ikimizin evi!” dedi Şaheste Hanım. Adamın koluna girdi, salona doğru yürüdüler. - Sabahtan bekliyordum seni Aliciğim. Neden geciktin? Nuri Bey, olduğu yerde donmuş kalmış, ağzı bir karış açık, yaşadıklarının şokuyla arkalarından bakakalmıştı. Salona girdiklerinde adam “gözlerime inanamıyorum!” diye bağırdı; “yahu kardeşim, bunca yılda hiç mi bir eşyanın yeri değişmez, bir biblo kırılmaz, yeni bir şey alınmaz; sanki buranın yıllar önce çekilmiş bir fotoğrafına bakıyor gibiyim! Hani neredeyse perdenin kıvrımları, halının saçakları bile milimi milimine aynı duruyor!”. Şaheste Hanım kıkır kıkır güldü. - Bu evde kimlerin yaşadığını unuttun galiba? Adam, Nuri Bey’in koltuğuna oturup bacak bacak üstüne attı, iyice yerleşti. Şaheste Hanım’ın, Nuri Bey şimdi içeri girecek, Ali’nin kendi koltuğuna tapulu malıymış gibi yayıldığını görecek diye aklı çıktı ama hınzırca bir güdüyle sesini çıkarmadı. - Hiç unutur muyum sultanların sultanı, hiç unutur muyum? Tabii bu yaptığınıza yaşamak denirse! “Oooof” diye ciğerlerindeki nefesi boşaltan Şaheste Hanım, “bak, ağzına layık pasta yaptım. Yanında da sıcacık poğaçalar. Çay da hazır. Ne dersin; başlayalım mı öğütmeye?”. “Sorduğun kabahat ama dur, sana yardım edeyim.” Böyle şeylere alışık olmayan Şaheste Hanım’ın bu yardım teklifi pek hoşuna gitmişti. Bunca senedir ilk kez bir erkek, ona önem verdiğini belirten, gururunu okşayan bir laf ediyordu. Gülümsedi. Sesini çıkarmadan mutfağa yöneldi. Onların salondan çıktıklarını gören Nuri Bey, acele adımlarla içeri geçti, koltuğuna oturdu. Elinde uzaktan kumanda aletiyle, kapalı duran televizyonun ekranına ekonomi haberleri dinler gibi pür ciddi bakmaya başladı. Mutfaktan, karısıyla o boyu posu devrilesicenin kahkahaları geliyordu. Duymamak için televizyonu, sonra sesini bangır bangır açtı. Oysa nefret ettiği, o vıcık vıcık, sulu sepken dizilerin saatiydi şimdi. Aynı anda mutfaktakiler birbirlerine baktılar. Gözlerinde endişe, dudaklarında zorlukla tuttukları gülme vardı. İkisinin de sinirleri, Nuri Bey’inkinden bin kat daha fazla gerilmişti aslında. Elinde servis tabaklarıyla dikilen Ali, gülmesini bastırıp kendini toparlar gibi olunca “ne oldu Şaheste?” diye sordu kaygı dolu, “beni aradığında o kadar şaşırdım ki!” - İçeride bundan bahsetme, rica ederim. Nuri’nin haberi yok. - Hiçbirinden mi? Arada da olsa telefonlaştığımızdan da mı? - Hiçbirinden Ali. Bilmiyor musun huyunu? Söyleyemedim. Ali, elindeki tabakları tezgaha bırakıp Şaheste Hanım’ın omuzlarından tuttu, sıkıntıyla iç çekerek hafifçe sıktı, eğilip şefkatle alnından öptü. Şaheste Hanım’ın gözleri dolmuştu. - Hadi, içeri gidelim artık. - Ama neden beni alelacele çağırdığını söylemedin daha? - Sonra Ali, sonra. Çay tepsisini Şaheste Hanım, servis tabaklarını Ali aldılar, salona geçtiler. Nuri Bey, taş kesilmiş oturuyor, ekrana bakıyordu. İkisi, yiyecekleri de getirip masaya oturdular. Şaheste Hanım, “Nuri Bey, sizi bekliyoruz.” dedi ama ne bir ses, ne bir tepki alamadı. Sesini yükselterek “Nuri Bey, hadi buyurun. Sizi bekliyoruz” diye tekrarladı. Ha Nuri Bey’e söylemiş, ha duvara; hiç fark yoktu. Sinirle yerinden kalktı, televizyonun önüne geçip durdu. Nuri Bey’in gözbebekleri kısılır gibi oldu ya milim kımıldamamıştı. Şimdi de televizyonun hizasına gelen yere, Şaheste Hanım’ın karnına bakıyordu. - Nuri Bey, bu yaptığınız hiç hoş değil. Lütfen masaya gelin. Nuri Bey, elinin tersiyle sinek kovar gibi bir hareket yaptı. Bu arada ne gözü, ne kaşı, ne de saçının teli oynamamıştı. Şaheste Hanım, “siz bilirsiniz” diyerek masaya geçti. Ali’nin yüzü karışmıştı. “Şaheste” dedi, “istersen gideyim, ha? Biliyorsun, sırf sen istedin, çok ısrar ettin diye geldim yoksa şeytan görsün kocan olacak herifin yüzünü!”. - Hiçbir yere gitmiyorsun. Otur oturduğun yerde. Ben boşuna mı yaptım bunca şeyi? Hem akşama da dolma var. - Deme! Ellerin dert görmesin canım. O? - İsteyen gelir yer. Hepsi burada işte! Ali, bir süre hiç konuşmadan tabağındakileri yedi. Hayli düşünceli, sıkıntılıydı. - Sen böyle değildin? Elli seneden sonra mı aklın başına geldi de isyan bayrağını açtın? Ne oldu sana Şaheste? Şaheste Hanım bir süre, kadife masa örtüsünde leke varmış da onu tırnağıyla kazıyormuş gibi yaparak sustu. Sonra başını kaldırıp yüzünü Ali’ye uzatarak gözlerinin içine baktı. Boğuk bir sesle, “bak Ali” dedi, “bak bana.” Ali şaşırmış, tedirgin olmuştu. Gülerek, “bakmama gerek var mı? Her zamanki gibi çok güzelsin. Yıllar önce nasılsan, yine öylesin.” Şaheste Hanım, acıyla güldü; “komik olma Ali. Ben ne halde olduğumu biliyorum.” - Oooo! Ne varmış halinde be Şaheste! Sen cidden de bir garip olmuşsun! Senin deli pek de haksız sayılmaz hani! Şaheste Hanım, yan gözle kocasına baktı. Kinle kendilerine bakan Nuri Bey, hemen gözlerini kaçırıp televizyonu izler gibi yapmaya başlayınca “bu adam beni öldürecek” diye söylenerek servis tabaklarından birine poğaça ve pasta koydu, tabağı kocasının yanındaki sehpaya bıraktı. Tam doğrulurken bileğine yapışıp son gücüyle sıkan el, onu durdurdu. Başını çevirip baktı; Nuri Bey’in nefret, aşağılama, öfke ve sabırsızlık dolu bakışlarıyla karşılaştı. O da ona baktı; gözlerini kaçırmadan dikti gözlerini gözlerine. İkisi de burunlarından soluyorlardı. Bir süre sonra kolu sehpanın üstüne düştü. Canı çok yanmıştı, ama kocasına yenilmediğini göstermek için bileğini oğuşturmadı. Oysa acısı ciğerine oturmuştu. Nuri Bey, elinin tersiyle tabağı itti. Şaheste Hanım, görmemezlikten gelerek arkasını döndü. - Ali, bir çay daha alır mısın? Fakat Ali masada değildi. Yüreği ağzına geldi. “Gidemez!” diye bağırdı içinden. Öyle planlamamıştı! Böyle bitmemeliydi gün! Koştu, hole baktı; pardesü yerinde asılıydı. Ferahlayarak derin bir “oh” çekti. Salona geçip oturdu. O sırada Ali, havluya ellerini kurulayarak içeri girdi. - Yahu Şaheste, deminden beri söyleyeceğim, bir türlü fırsat bulup da diyemedim; görüşmeyeli sen çok pasaklı olmuşsun yahu! - A a! Halt etmişsin sen onu! Nereden çıktı şimdi bu? Münasebetsiz! - Ne kızıyorsun? Olmuşsun işte! Yalan mı söyleyeceğim sana bu yaştan sonra? - Olmuşsam olmuşum! Sefam olsun! Ama bir tek kirli, pasaklı bir şey göster, yemin sana, topuzumu keserim. - Sahi keser misin? - Vallahi de keserim, billahi de keserim! Amaaaa... Nuri Bey, ikisinin şaka yollu da olsa didişmesini aklı sıra belli etmeden izliyordu. “Şu mereti de öyle bir açmışım ki, dediklerini tam anlayamıyorum” dedi kendi kendine kızarak. Anlamasınlar diye de televizyonun sesini yavaş yavaş kıstı. Ali, Şaheste Hanım’a göz kırparak, “aması da neymiş?” diye sordu. - Tamam, ben topuzumu keserim, ama gösteremezsen sen de saçını sakalını keseceksin. Şu haline bak! Papaza dönmüşsün! - Kabul be! Nasıl olsa saçım da sakalım da bende kalacak. Göstereyim mi? Nuri Bey, karısının topuzundan vazgeçmeyi göze aldığını duyunca yüreğine iniyor sandı. Bu itin bir bildiği vardı ki, bu kadar kesin konuşuyordu. Yoksa, yoksa? Tabii ya! Banyoda bir yerleri kirli bırakıp gelmiş, sonra da iddiaya tutuşmuştu. “İyi ama niye yapsın?” diye düşündü. “Şaheste’ye tapar, hergele!”. Merak içinde sonucu beklemeye başladı ama netice ne olursa olsun Şaheste’nin topuzu kafasında kalacaktı. Kesmesine asla izin vermeyecekti. - Hadi, göster bakalım. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın! - Oh be! Nihayet eski günlerdeki gibi olabildik! Kadro eksik, ama napalım... - Kadro eskiden de eksikti, unuttun mu? Hadi, laf karıştırmayı bırak da ne göstereceksen göster. Neresi kirliymiş? - Tamam... Şimdi, başını hafifçe önüne eğ ve göğüslerine bak. Nuri Bey, hırsla yerinden doğruldu. Şaheste Hanım, tam başını eğecekken kaldırıp hayretler içinde Ali’ye baktı. - Allah Allah! Ne dedim ki ben şimdi? Sen dediğimi yapsana! Şaheste Hanım, çekinerek göğüslerine baktı ve bakmasıyla da çığlığı basması bir oldu. Ali, kahkahalarla gülüyordu. - Nedense oradakiler çiğ kalmış. Şaheste Hanım, aceleyle kalktı ve telaşlı adımlarla salondan çıktı. Nuri Bey, olan bitenden hiçbir şey anlamamıştı. Şaheste Hanım, elbisesini çıkartıp üstüne siyah eteğiyle eflatun trikosunu geçirirken kendi kendine söylenip duruyordu; nasıl olmuştu da fark etmemişti üstünü başını çocuklar gibi kirlettiğini! Hep ama hep Nuri Bey’in yüzünden oluyordu bütün bunlar; gelip abuk sabuk konuşuyor, sinirlerini bozuyordu. Sinirleri bozulunca da aklı karışıyor, olmadık dikkatsizlikler yapıyordu kendisi de işte böyle. “Eyvah! İkisini yalnız bıraktım!”. Telaşla aynanın karşısına geçip saçlarını düzeltmek istedi ve..... ve elleri saçlarında kalakaldı. Belki bir, belki üç, belki beş dakika aynadan kendisine bakan, elleri saçlarında donmuş kalmış kadına baktı, baktı, baktı. Dudakları titredi, gözleri doldu. Topuzunu çözdü, aynanın önündeki kutunun pembe saten kurdelesini çıkardı, o kurdeleyle saçlarını ensesinin hizasında bağladı. Çekmeceyi açıp makası aldı, iki parmağını deliklerinden geçirdi, omzuna doğru tuttu. Bu görüntüsü ona James Bond filmlerinin afişini anımsattı birden. Kapıya kaçamak bir göz atıp Nuri Bey’in komodininin çekmecesini açtı, tabancayı aldı. Şimdi bir elinde makas, diğer elinde tabanca vardı. Aynanın karşısına geçti, ellerini göğsünde çapraz tuttu. Biraz önceki duygusallığı yerini soğukkanlı bir kararlılığa bırakmıştı. O sırada kocasının bağırdığını duydu; Ali’ye yine kapının yolunu gösteriyordu. Tabancayı bırakıp aceleyle makası kurdelenin üstünden saçlarına vurdu. Elinde sallanan saçlarının diğer ucunu kurdelenin altında topladı, topuzunu aynanın önünde bırakıp sinirden titreyerek salona geçti. Nuri Bey’le Ali, masanın yanında dikilmişler, birbirlerine horoz gibi kabarıyor, ağza alınmayacak şeyler söylüyorlardı. “Yeter!” diye söylendi Şaheste Hanım, “Yeter artık!”. Titremeler bütün bedenine yayılmıştı, engelleyemiyordu. İki ihtiyar delikanlı kendilerini horoz dövüşüne öylesine kaptırmışlardı ki, gözleri bir şey görmüyordu. Şaheste Hanım’ın salona girdiğinin, kapıdan onlara baktığının farkında bile değillerdi. Şimdi Nuri Bey, Ali’yi ölümle tehdit ediyordu. Şaheste Hanım, daha fazla dayanamayıp avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı; “Yeteeeeer! Yeteeeeer! Yeteeeeeer!”. İkisi de aynı anda önce birbirlerine, sonra Şaheste Hanım’a baktılar ve aynı anda dehşet içinde bağırdılar; “Aman Allah’ım!”. Şaheste Hanım’ın artık ayakta duracak hali kalmamıştı. Bir sandalyeye çöktü. Diğerleri hâlâ şaşkınlıklarını üzerlerinden atamamışlar, yerinden uğramış gözlerle ona bakıyorlardı. İki soluk arasında “kesin artık!” diye söylendi Şaheste Hanım, “yoksa ikinize de hakkımı helal etmem!”. Kendini ilk toplayan Ali oldu. Koşarak mutfağa gitti ve bir bardak suyla geri geldi. Şaheste Hanım, zorlukla ancak birkaç yudum içebildi. Nuri Bey’in yüzü kireç gibi olmuştu. “Ne yaptın sultanım?” dedi inler gibi, “benim topuzuma ne yaptın?”. “O da mı senindi!” diye parladı Ali, “kaçık!”. - Ali... Ali, yalvarırım sus. - Tamam Şaheste, susuyorum, ama ben şaka yapmıştım be güzelim. Sana göz attım ya, anlamadın mı? Şu keresteyi biraz yumuşatmak içindi her şey. - Biliyorum canım, anlamıştım. İçini dertli dertli çekti. - Ha üç gün önce, ha beş gün sonra; ne fark eder? “Ne demek istiyorsunuz sultanım?” diye sordu Nuri Bey iskemleye otururken, “ne demek istiyorsunuz?”. “Hiç” diye yanıtladı küskün küskün, “Ali, sen de otur.”. Nefesi düzelmişti, tıkanmadan konuşabiliyordu artık. “Bakın beyler” dedi bir annenin çocuklarına gösterdiği sabrı, kendisinin de onlara gösterdiğini belli eden bir tavırla. “Geldik, gidiyoruz. Bitsin artık bu kavga, gürültü; barışın.”. Daha sözü bitmeden Nuri Bey, yumruğunu masaya öyle bir indirdi ki, her şey zangırdadı, çay bardakları devrildi. - Ölürüm de barışmam! Ne ölüme, ne dirime! - Çok meraklıydım ben de! Ölünü sıçanlar yesin! - Senin leşini sıçanlar bile yemez, alkolik herif! - Kim? Ben mi alkoliğim? Uydur, uydur bakalım! Bak, duyuyor musun Şaheste, neler diyor, duyuyor musun? - Şaheste Hanım, ne demeye bu serseriyi çağırdınız? Durduk yerde asabımı ne demeye yerinden oynattınız? Bir izahı olmalı! - Elbette var; barıştırmak için. - Şuursuzca, çocukça bir davranış, yakıştıramadım size. - Asıl şuursuz olan da sizsiniz, çocukça davranan da Nuri Bey, büyüyün artık. Bir ayağımız çukurda, unutmayınız. - Çukurdaysa çukurda efendim. Netice itibarıyla çukurda olan benim ayağım değil mi! Mezara girmeden istediğimi yaparım Şaheste Hanım, buna karar verme yetkisi size haiz değildir. Bu saltanatı size vermedim! - Bencil herif! Bunak! Ne biçim konuşuyorsun karınla! - Ali, tamam... Ben alışkınım... - Nasıl alışkın olursun, Şaheste? Böyle bir saygısızlığa, terbiyesizliğe nasıl alışırsın? Aklım almıyor! Sabır taşı mısın be kadın! - Karı koca arasına girme! Bok yedi başı! - Girdim bile. Böyle olacağını, bu kadar ileri gideceğini bilseydim yıllar önce girerdim. - Girmedin mi sanki? Sultanımı elimden almaya kalkmadın mı! - Salak gibi de bıraktım ama. Bunu hiç söylemiyorsun. - Eşşekler gibi bırakacaktın zaten, uçkuru gevşek! - Hooop hop Nuri Bey, ağzından çıkanı kulağın duysun! - Sana az bile. Daha beterlerine müstehaksın sen! - Şaheste, Şaheste, daha fazla dayanamayacağım Şaheste, ben gidiyorum. - Defol! Cehenneme kadar yolun var! - Siz, ikiniz! Ya çenenizi kapar oturursunuz, ya da ben çeker giderim, anlaşıldı mı? Hem de temelli! Ondan sonra birbirinizi asar mısınız, keser misiniz, ne haliniz varsa görürsünüz artık! İkiniz de anlayıştan, nezaketten bihabersiniz. Kadın ruhundan bir nebze dahi anlamıyorsunuz. Ben yıllar öncesinde hayallerimden, umutlarımdan, hayatımdan feragat ettim; ne için? Bugün, kırkbeş senedir başımda taşıdığım topuzumu bir makas darbesiyle kestim attım, ne için? Bunları yaparken neler hissettim, neleri içime attım, neler koptu yüreğimden? Hiç düşündünüz mü? Beni hiç düşündünüz mü? Şimdi karşıma geçmiş, utanmadan, Şaheste Hanım uğruna birbirinize etmediğinizi bırakmıyorsunuz! Kendinizi kandırabilirsiniz beyler, ama beni hayır! Beni hayır! Siz, ikiniz, beni hiçbir zaman sevmediniz! Siz, sadece kendinizi sevdiniz, beyler. Biriniz benden hoşlandı, öteki bu ilgiyi hissetti; sırf ötekine ters gitmek, elinden almak, onu yenmek için bana ilgi gösterdi. Beni yarış mükafatı olarak gördünüz; kazanan ödülü alacaktı. Bu kadar basit! Maalesef, bu kadar basit! - Yanılıyorsun Şaheste! Ben seni hep sevdim, biliyorsun. - Dur, dur bakalım; o zaman soralım bakalım Şaheste Sultan’a, madem öyleydi de neden benimle evlendi? - Evet! Neden Nuri’yle evlendin? - Ooo, maşallah! Hemen can ciğer kuzu sarması oluverdiniz bakıyorum. Bilseydim.... - Eteğinizdeki taşları dökünüz Şaheste Hanım, çekinmeyiniz, dökünüz. - Çekinecek hiçbir şeyim yok, efendi! Sizinle evlendim, çünkü siz, Ali’den daha dirayetliydiniz. Ama madem taşlar teker teker dökülüyorlar, bir tanesi daha düşsün bari; ben onu sevdim. Oysa o evlenilecek adam değildi. Hoş, siz de değilmişsiniz ya! Ancak üçüncü bir adayı seçme şansı bırakmamıştınız bana. Mahallede adım çıkmıştı ikinizin sayesinde. Ya kırk katır, ya kırk satır demek zorundaydım. Aklımı kullandığımı sandım, yanılmışım. Gençlik işte! - Benim karım olsaydın/ - Yo, ne siz Nuri Bey, sizinle evlendim diye, ne de sen Ali, seni sevdim diye kendinize paye çıkartmayın. Birinize gönlümü, birinize ömrümü verdim ama ikiniz de hak etmemiştiniz. Aslında yarışmayı ikiniz de kazandınız. Kaybeden, ödüldü beyler. Şimdi, müsaadenizle. - Ama dur bir dakika Şaheste! Nereye? - Kendime! Artık kendime! Şaheste Hanım, salondan çıkarken Ali’nin hıçkırıklarını duydu ama ne söylediğini anlayamadı. Yatak odasına girdi, kapıyı kapattı. Ali, iki gözü iki çeşme ağlıyor, “anlayamadın, seni ne çok sevdiğini anlayamadın. Ben anlatamadım Şaheste’m” diye hıçkırırken onu ilk gördüğü, görür görmez de vurulduğu o saçları iki yandan örgülü halini düşlüyordu. Nuri Bey, Ali gibi ağlamayı kendisine yediremiyor ancak gözlerinin dolmasını da engelleyemiyordu. “Ben de seviyorum” diye mırıldandı, “kendimce.”. Gözlerinin önüne karısının az önce kısacık saçlarıyla salona girişi geldi, birden nevri döndü ve bağırarak Ali’nin gırtlağına atıldı. - Hep senin yüzünden, Allah’ın belası! Hep senin yüzünden! - Çek git başımdan be! Şimdi elimde kalacaksın, moruk! - Bana moruk diyene bakın! Kim kimin elinde kalacak görürsün sen şimdi! - Beni sevdi diye kuduruyorsun di mi hırsından! Kudur, kudur, kuduz köpek! - Ama benim zevcem oldu, çocuklarımın validesi oldu, zürriyetsiz! Sen kudur! İki adam, güçleri yettiğince birbirlerine vurmaya, yumruk atmaya çalışarak ve çoğunda da ıskalayarak kavga etmeye giriştiler. Yine uğruna dövüştükleri Şaheste Hanım’ı unutmuşlardı. Bir ara Nuri Bey, masada duran cam vazoyu kapıp Ali’nin başına indirmek istedi. Ali, son anda kenara çekilip bu saldırıyı savuşturdu. Vazo, masanın kenarına çarparak gürültüyle parçalandı. İkisi de bir anda kalakaldılar. İkisi de duydukları gürültünün sadece kırılan vazodan çıkmadığını anlamanın dehşeti içinde birbirlerine baktılar. - Şahesteeee! * * * - Hanım, haberi gördün mü? Şu elindeki domatesi, soğanı bırak da bir dinle. Vay canına be! Haber diye ben buna derim işte!. “Yetmişliklerin aşk cinayeti”. - Neymiş? Okusana. - “Dün gece, komşuların ihbarıyla verilen adrese giden polisler, içeri girince gözlerine inanamadılar. Yatak odasında, yatakta bir kadının, yerde iki erkeğin cesediyle karşılaşınca olayın bir aşk cinayeti olduğunu düşündüklerini söyleyen Başkomiser Turan Kurt, ‘ancak üçü de yetmiş yaş civarlarındaydılar. Yani aşk cinayeti olması biraz garip’ dedi.” - Ne saçma! Aşkın yaşı mı olurmuş? - Dinle, dinle. “Yerde yan yana yatan iki erkek cesedinin birinin elinde pembe bir kurdeleyle bağlanmış ve topuz şeklinde tutturulmuş saç bulunmuştur. Diğer erkek cesedinin elinde de aynı saça ait olan saç telleri olduğu görülmüştür. Topuz halindeki bu saç yumağının kısa bir süre önce kadın maktulün saçlarından kesildiği tespit edilmiştir.” Nasıl yani? Allah Allah! Ne alıp veremedikleri varmış kadının topuzuyla yahu! Neyse, anlarız şimdi. “Kadının, asker emeklisi olan kocasının tabancasıyla intihar ettiği adli tabip tarafından doğrulanmıştır. Erkeklerden birinin de diğerini öldürdükten sonra intihar ettiği belirlenmiştir. Bu da olayın aşk cinayeti olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir.” - Ah, kıyamam! Demek ki ilk ölen, kadın. Sona o kadar yaklaşmışken, niye daha da çabuklaştırır ki insan? Muhakkak başka bir nedeni vardır. E, oku bakayım? Sonra? - “Haberi alır almaz gelen yaşlı çiftin oğlu Cerrah Hilmi Erbaş, gözyaşları içinde, ‘Annem kanserdi ve bütün bedenini sarmıştı. Bir haftadır yaptığımız tetkikler sonunda maalesef bize gelmekte çok geciktiğini, artık kurtarma olanağımızın kalmadığını gördük. Çok az ömrü kalmıştı, acılı zamanlar yaklaşmıştı. Kalan ömrünü, ağrılarını hafifleterek nispeten rahat geçirmesini sağlamak için iki gün sonra hastaneye yatıracaktık. Babama henüz söylememişti ama gelmeden söyleyecekti elbette’ diye ifade vermiştir.” A, bak, bak! Öbür adam da amcasıymış zaten. Duydun mu? Amcasıymış, amcası! Hey, ne o? Ağlıyor musun yoksa? “Yooo, ne ağlaması!” dedi kadın titreyen elleriyle topuzunu açarken, “bana ne canım elalemden!” Yatak odasına gitti, pembe saten kurdelesiyle saçlarını ensesinde toplayarak bağladı. Tuvalet masasının çekmecesini açtı, makası aldı.....
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2025 | © Aydan Okurer, 2025
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |