Paul'un Peter hakkında söyledikleri, Peter'den çok Paul'u tanımamızı sağlar -Spinoza |
|
||||||||||
|
Dorsianth peşindekilerin ödül avcıları olduğunu tahmin ediyordu. Bir ejderha başına kimbilir hangi derebeyi ne kadar altın vaad etmişti. Ve elde ettikleri ejderha başlarının ne işlerine yaradığını Dorsianth hiç anlayamamıştı. Kanadını biraz daha çabuk tutmazsa bunu kendisinin bizzat öğreneceğinin de farkındaydı. Hamile ejderhalar ateş üfleyemiyorlardı, ancak Dorsianth ateş üfleyebilseydi bile şu anda takipçisi avcılar o kadar fazlaydı ki içlerinden biri mutlaka ondan önce davranırdı. Dorsianth gözüne açıklık alanın bitiş noktasında bulunan ufak tepecikleri kestirmişti. İnsanların oralardan korktuklarını biliyordu, eğer oraya ulaşabilirse muhtemelen kurtulacaktı. Kalan gücünün mesafeye orantısını hesaplarken arkasından gelen bir çığlıkla irkildi. Eşinin homurtusunu tanımıştı, kafasını çevirmekle oyalanmadı. Nasılsa ondan kat kat güçlü Soronath Dorsianth’a yetişecekti. Soronath yolunun üzerindeki avcıları ateşiyle selamlayıp Dorsianth’a yetişti ve önüne geçti. Onun havada açtığı kanaldan ilerlemek Dorsianth’ın işini kolaylaştırmış ve temposunu biraz arttırmasını sağlamıştı. Tepecikler iyice yakındı şimdi. Birkaç dakika sonra güvende olacaklardı. Avcılar da oldukça geride kalmışlardı. Dorsianth rahatladı. Yaşadığı heyecanın zaten yakın olan doğumunu başlattığını hissediyordu. Birkaç saat içinde yumurtasını bırakmak zorunda kalacaktı. Dorsianth’ın gülümsemesi yüzünde dondu.... derinden bir acı hissetti....ağzından bir feryat çıktı....kanatlarının kontrolünü kaybederek yere süzülmeye başladı.... Soronath telaşla arkasını döndüğünde eşine bir ok isabet ettiğini gördü. Dorsianth yere düşüyordu. Soronath üzüntüden ve öfkeden kendini kaybetti. Tepelerin hemen başlangıcında pusuya yatmış olan avcılara doğru yöneldi ve kendisi için çok fazla olan avcı grubunu kanadından aldığı bir ufak yara karşılığı darma duman etti. Avcıların çoğu ölmüş, kalanlar ya yaralı olarak kıvranıyor, koşuyor, bir-iki tane sağlam avcı tabana kuvvet kaçıyordu. Soronath hemen Dorsianth’ın yanına döndü. Zavallı ejderha oktan kurtulmaya çalışıyor, kanlar içinde kıvranıyor ve ağlıyordu. Soronath içinden eşinin ve çocuğunun önemli bir şeyinin olmamasını diledi. Ancak Dorsianth’ın durumu hiç iyi değildi. Karnında yumurtasının beklediği yerden uzaktaydı ok, ama kalbine çok yakındı. Dorsianth’ın çektiği acı gözlerinden yansıyordu. Soronath bir an ne yapacağını bilmeden durdu. İçgüdüsel olarak oku ağzıyla çıkartmanın Dorsianth’ın ölümünü çabuklaştıracağını hissediyordu. Dorsianth ise öleceğini anlamış bir an önce yumurtasını bırakmaya çalışıyordu. Soronath eşine yaklaştı, onu kanadının altına aldı. Onun için yapabileceği başka bir şey kalmamıştı. Sonunda Dorsianth yumurtasını bırakıp son nefesini verdiğinde, Soronath hala onu kanadının altında tutuyor, bu güzel ejderhanın ölümüne ağlıyor, insanlara lanetler yağdırıyordu. Soronath bir süre sonra kendine geldi. Bulundukları yer hala tehlikeliydi. Üstelik yumurtanın ılık bir yerde durması lazımdı. Gece soğuğundan korunmalı, başıboş kuşlara ve diğer hayvanlara ziyafet olmamalıydı. Soronath acısını şimdilik unutarak yumurtayı pençelerinin arasına aldı ve tepeye uçtu. En sonunda cüssesine göre biraz ufak ama güvenli bir mağara buldu. 2 hafta boyunca yumurtayı kanadının altından çıkartmadı. Ve sonunda oğlu dünyaya geldi....... Flanemeth.... Eşini ölümden koruyamayan Soronath, oğlunun üzerine titriyordu. O Dorsianth’ın yadigarıydı. Flanemeth uçmayı öğrenene kadar Soronath onu mağaradan çıkartmadı. Günde iki defa ava çıkıyor, bu küçük obura yemek getiriyordu. Uçmayı öğrenme zamanı geldiğinde, Soronath Flanemeth’i mağaranın ucuna itekledi. Aşağısı oldukça yüksek bir uçurumdu. Flanemeth yüksekten ürkmüştü ama bir taraftan kanatlarını kocaman açmış süzülen babasını hayranlıkla seyrediyordu. Kendisi de uçmak istiyor ama kendisini boşluğa bırakmaya cesaret edemiyordu. Birden babasının bir burun darbesiyle kendisini havada buldu. Korkunç feryatlarla kanatlarını çırpmaya başladı. Başaramayacaktı, yer gittikçe yaklaşıyordu. Soronath zarif bir hareketle Flanemeth’in altına geçip omuzlarına aldı ve tekrar tepeye çıkarttı. Günün yarısı bu şekilde geçtikten sonra Flanemeth artık uçabiliyordu. Babası bu keyif verici eylemin ona ölümü getirebileceğini anlatmıştı. Ama o dünyanın en hızlı ejderhasıydı ve kimse onu yakalayamazdı. Küçük yaramaz günün yarısını uçarak geçiriyor, rastladığı kuşlarla şakalaşıyor ve bir gün gökteki o parlak şeye ulaşacağını iddia ediyordu. Bir gün Flanemeth’in burnuna bir kuş tüyü kaçtı. Tüyden huylanan ejderha onu dışarı atmak için kuvvetle nefesini verdiğinde az daha babasını yakıyordu. Soronath Flanemeth’e ateş üfleme dersi verme zamanı geldiğini anladı. Ufak çaplı orman yangınları sonucunda Flanemeth tam bir ejderhaydı artık. Soronath çok güzel bir ejderhaydı. Yetişkin bir ejderha gibi her biri iki adam boyunda kanatları vardı. Yerden yüksekliği ise 2,5 metre civarındaydı. Flanemeth onun gibi heybetli bir ejderha olacağından emin değildi. Daha 1 yaşına basmamış küçük ejderhanın yüksekliği ancak 1 metre, kanatları ise 1 adam boyu civarındaydı. Ancak doğduğunda bunun yarısından küçük olduğunu hatırlamayan Flanemeth ne kadar hızlı geliştiğinin ve yaşamasına izin verilirse en az babası kadar gösterişli olacağının daha farkında değildi. Bir gün babası her zamanki gibi ava çıktı. Ancak uzun zaman geçmesine karşı geri dönmemişti. Gün ağarmaya başlamıştı, ejderhalar için tehlikeli zamanlardı günün aydınlık saatleri. Flanemeth gündüzleri tepelerin hemen kenarından daha uzağa uçmamıştı şimdiye kadar. Ama babasını çok merak ediyordu. Bir süre daha beklemeye karar verdi, sonra babasını aramaya çıkacaktı. Flanemeth sabahın ilk ışıklarıyla uçmaya başladı. Soronath yerleştikleri tepelerin doğusundaki küçük ormanda avlanırdı. Flanemeth ilk defa mağaralarından bu kadar uzaklaşmıştı ancak babası için duyduğu merak, korkusunu bastırıyordu. Ormana ulaştığında biraz rahatladı. Sık ağaçların üzerinde farkedilmesi ve yakalanması kolay olmazdı. Saatler boyunca ormanın doğusunu, batısını, kuzeyini ve güneyini taradı. Ancak babasından bir iz yoktu. Tam umutsuzluğa kapılmak üzereyken ormanın kuzey-doğusuna doğru alçak tepecikler olduğunu farketti ve o tarafa doğru uçmaya başladı. Tepelere ulaştığında derinlerden homurtular, çığlıklar ve darbe sesleri duydu. Seslerin kaynağını aramaya başladı. En sonunda en yüksek tepenin arka taraflarından geldiğini anladı ve ses çıkarmamaya çalışarak tepenin en uç noktasına kondu. Ve gördüğü manzara karşısında dehşete düştü. Siyahlara bürünmüş bir topluluk herhangi bir ahenkten uzak bağırıp çağırıyor, her kafadan bir ses çıkıyor ama bütün bunlar birleşince ortaya şeytanın şarkısını andıran, kanı donduran bir ezgi yayılıyordu. Ufak tefek –neredeyse cüce diyebileceğimiz- kara kuru bir adam diğerlerinden yüksek bir yerde kıpırdamadan duruyor, ara sıra söylenen bu cehennem kaçkını müziği kafasıyla onaylıyordu. Hemen arkasında Soronath kanatları tamamen açılarak kayalara çeşitli sicimler, kesici aletlerle sabitlenmiş olarak duruyordu. Gözleri kapalıydı ve yaşadığını gösteren herhangi bir belirti yoktu. Onun hemen yanında genç bir erkek-insan ayaklarından asılmış olarak sallanıyordu. Vücudunun çeşitli yerlerinden kanlar yere damlıyor ancak Soronath’ın tersine bu insan hala iplerinden kurtulmaya çalışıyordu. Flanemeth korkuyla ne yapacağını düşündü. Tek başınaydı, daha çocuk yaşta bir ejderhaydı ve normal koşullarda kendini yakmadan ateş üflemeyi ancak başarabiliyordu. Üstelik bunların tehlikeli rhuanda büyücüleri olduğunu ve o ufak tefek adamın şeytanın dünya üzerindeki ölümsüz kahyası olduğunu bilmemesine karşın bu lanetli kalabalığı gördükçe ürperiyordu. Ancak babasını –ölmüş olsa bile- onların eline bırakamazdı. Bir şeyler yapmalıydı. Etrafı incelemeye başladı. Kara topluluk üç tepeciğin arasında bir açıklıktaydı. Flanemeth’in gözüne karşı tepedeki kayalar çarptı. Kafasından planını kurdu ve yarım daire çizerek karşı tarafa ulaştı. Kayaları itebilirse büyücülerin yarısından fazlasını, şanslıysa tamamına yakınını etkisiz kılabilirdi. Flanemeth biraz uğraştıktan sonra en büyük kayayı yerinden oynattı ve kaya diğer küçük parçalarla beraber aşağı yuvarlandı. Flanemeth tahmininden daha başarılı olmuştu çünkü büyük kaya yolunun üzerindeki bütün kayaları beraberinde sürüklemiş, büyücülerin çoğu bu heyelanın altında kalmış, geri kalanlarsa tozdan bir şey göremez olmuşlardı. Flanemeth hemen harekete geçmesi gerektiğini sezdi ve toz bulutu arasından uçarak babasının, tutsak insanın ve kara kuru büyücünün olduğu yükseltiye yöneldi. Bir yandan kendini yakmamaya çalışarak alev üflüyordu. Vahşi bir yaratık olmamasına karşın alev alarak kaçışan büyücüleri keyifle izledi. Büyücülerin şefine sıra geldiğinde işinin o kadar kolay olmadığını farketti. Adamın etrafında görünmez bir kalkan var gibiydi, alevler üzerinden sekerek sağa sola sıçrıyordu. Sıçrayan alevlerden biri sallanmakta olan tutsak insanın ipine denk geldi ve adam yere düştü. Yere düştüğü anda vakit kaybetmeden iplerini çözmeye başlamıştı. Flanemeth ise alevleri savuşturan büyücünün ona saldıracağını hissediyor ve ne yapacağını bilmiyordu. İplerinden kurtulan adam, dikkatini tamamen Flanemeth’e vermiş olan büyücüye doğru koştu ve yükseltiden aşağı yuvarladı. Adam kaçışan büyücülerin ve alev almış çalılıkların arasında debelenirken Flanemeth babasının yanına ulaşmıştı bile. Tutsak ise Flanemeth’in istem dışı da olsa yardımının karşılığını vermek için yanlarına geldi. Soronath’ın iplerini ve kanatlarını tutan kesici aletleri binbir güçlükle çıkardı. Soronath yere yığıldı. Flanemeth babasının yanına sokuldu, bir yaşam belirtisi arıyordu. Soronath’ın gözleri aralandı ve Flanemeth zorlukla babasının ona dediğini duydu : “Kaç oğlum”. Kara büyücü ise ayağa kalkmış tekrar onlara doğru yaklaşıyordu. Yaralı adam Soronath’ın kanatlarından çıkarttığı şeyleri büyücüye doğru fırlatmaya başladı. Aşağıdaki karmaşa da biraz olsun dinmiş, içlerinden bazıları oklara sarılmışlardı. Flanemeth babasını orada bırakmak istemese de başka çaresi yok gibiydi, üstelik babası da ondan gitmesini istemişti. Yaralı adamın fırlattığı baltalardan bir tanesi büyücünün omzuna saplandı. Orada bulunan büyücülerin hepsi omuzlarını tutarak yere düştüler. Flanemeth ve yaralı adam kaçmak için en uygun zaman olduğunun farkına vardılar. Sözsüz bir mutabakatla adam Flanemeth’in sırtına atladı ve Flanemeth tüm gücüyle oradan uzaklaştı. Gözyaşları arasında son gördüğü kara büyücünün nefret dolu bakışı ve diğer büyücülerin babasının etrafını sarmalarıydı. O anda büyücünün de Flanemeth’in aklından geçen “intikam” sözcüğü olmalıydı.... ( Devam edecek )
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Gülfem Elif Hanhan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |