"Sevgi bilmekten doğar." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Taşınmamın ilk günü ve hatta ilk saatiydi. Ve o uğursuz tanışma gerçekleşti! Artık hayatım eskisi gibi olmayacaktı. Karşımda, 5-6 yaşlarında, kirpiklerine kadar sarı, sapsarı bir oğlan çocuğu duruyordu. - Hey, sen de kimsin? - Dostlarım “Pigme” der bana. - Pigme? Ha, şu küçük Afrika yerlileri. - Cık, o değil. Pig; yani “Palazlanmamış İblisler Grubu” benim de üyesi olduğum bir topluluk. Pig’den sonraki ekte, üyenin takma adıdır. İkisi birleştirilerek, “Kod Adı” elde edilir. Pigme gibi. Kısaltmayı açacak olursak; bendeniz: “Palazlanmamış İblisler Grubundan Manyak Ege” - Yani adın Ege. İblis ve manyaklığın da nerden geldiğini, zaman içinde öğreniriz herhalde. Konuşmuyor; sadece gülümsüyordu. Ancak gülümsemesinde, bir çocuğun sevimli masumiyetinden çok, şeytanî bir soğukluk vardı sanki. Hatta bir an, gözlerinde kırmızı yansımalar gördüğümü bile söyleyebilirim. Aynı günün akşamıydı. Birden odanın ortasında beliriverdi. Ne zamandan beri ordaydı ve en önemlisi, evime nasıl girmişti? - Adın Gültenmiş. Ama sana “Kız kurusu” diyorlarmış. - Birincisi, evime nasıl girdin? İkincisi, evet adım Gülten. Üçüncüsü, kim bana “Kız kurusu” diyor? - Annem babama “Karşımıza bir kız kurusu taşınmış” derken duydum. Kız kurusu ne demek? Cevap vermedim. Ama o, yokuş aşağı inerken freni patlamış bir araba gibiydi. Durdurulması ve önüne geçilmesi imkânsızdı. Ve sanırım, onu hiç sevmemiştim! - Elma, kayısı kurusu gibi bir şey herhalde. Onlarda kuruyunca, suratın gibi buruşuyorlar ya. - Senin anan, baban yok mu oğlum? Gecenin bir vakti, elin evinde ne işin var? Defolup gitsene evine! Sanki, beni hiç duymuyordu. - Hayvanları sever misin? - Hayvanları da, çocukları da sevmem! - En çok hangi hayvandan nefret edersin? - Farelerden ve senin gibi fare suratlı çocuklardan! Fareleri zehirlemekten müthiş zevk alırım. Evine gitmezsen, seni de zehirleyeceğim! - Tam benim kafadansın, diyerek sırıta sırıta gitti. ( Bu çocuğun gözlerinde, gerçekten kırmızı ışıltılar mı vardı? ) Gel zaman, git zaman aramızda mecburî bir ilişki doğdu. Ondan kaçışım mümkün değildi. Kapıdan, bacadan, anahtar deliğinden… Mutlaka, bir şekilde önüme çıkıyordu. Gerçek bir iblisti! Aslında, sadece bir fincan kahve yapacak kadar kalmıştım mutfakta. İçeri girdiğimde, tuhaf bir sessizlik fark ettim. Ölüm sessizliği! Onu hiç otururken görmediğim için yadırgadım. Sonra akvaryuma takıldı gözlerim. Japon balıklarım ortalıkta görünmüyordu. Akvaryum süslerinin arkasında mıydılar acaba? Akvaryumun camını tıklatırken; - Balıklarını mı arıyorsun? dedi. Ya, sen ne zalim bir kadınsın! Bir de bana iblis diyorsun, kendi iblisliğine bakmadan! Dışarıda kar yağıyor ve bu soğukta, balıkçıklar suyun içinde. Yazık hayvanlara! - Ne diyorsun sen ya? - Balıklar üşümüş diyorum. Isınsınlar diye cebime koydum onları. Bak, sıcacık oldular! Tanrım! Avucunda, iki ölü kırmızı balık! Balıklarım! Ertesi gün, özür anlamında hediye ettiği prinhalarla birlikte, onu da akvaryuma tıkmak istiyorum. Cürmümü gerçekleştiremeden kaçıyor elimden. - Gülten Teyze; öğretmenim bana “ucube” dedi. - Neden? Kreşteki çocukları mı yedin? - Kimseyi yemedim! Dünyada yerçekimi olduğunu, bu yüzden cisimlerin havada asılı duramayacaklarını söylüyordu. Ben de, havada asılı durabileceğimi söyledim. “Mümkün değil! Bu yerçekimi kanununa aykırı” dedi. Kanıtlamak için, koşarak sınıfın duvarına, ordan da tavanına tırmanıp, karşı duvardan yere indim. Öğretmenim; “Sen bir ucubesin!” diye bağırdı. - Yüce Rabbim! Sen bana düz duvara tırmanmakla kalmayıp, duvarda baş aşağı durduğunu mu söylüyorsun? - Hııı… Sana da göstereyim mi? - Allah’ım neden ben? - “Ucube” ne demek? - Aynaya baktığında gördüğün şey. - Gülten Teyze; neden çocuğun yok? - Sana ne! - Yoksa çocuk yapmayı bilmiyor musun? - Kapat çeneni! - Hadi, utanma! Öğretebilirim. - Sussana manyak! - Ama önce bir erkek bulacaksın. Sonra, bir güzel yıkanacaksınız. Bu işte, temizlik çok önemli. - Ne diyorsun sen ya?! ( Aman Tanrım! Biliyor olabilir mi? Yok canım! O, daha 5 yaşında. ) - Sonra, yatağa gireceksiniz. Sonra…. - Sus dedim sana! Sansürlenmiş bir öykü istemiyorum ben! İblis! Senin yüzünden öykümü riske edemem. Allah’ım, neden hep böyle aklı başından bağımsız kahramanlarla savaşmak zorundayım? - Sonra, yatakta oturup ellerinizi açacaksınız. - Ne? - “Allah’ım, bize evlat ver” diye dua edeceksiniz. Bir süre sonra, çocuğunuz olacak. Annem, dünyaya gelişimi böyle anlattı. Ama “hayırlı evlat” dilemeyi unutma. Annem, “hayırlı” demeyi unuttuğu için benle cezalandırıldığını düşünüyor. - Allah’ım, şükürler olsun! Pigme, seni öpmek istiyorum! - Iııyyy… Şapır-şupur öpülmekten hiç hoşlanmam! Her defasında, yeni bir şok yaşatmaya yeminliydi sanki. Sabahın erken saatlerinde, görünmeyen bir şeyi çekiştiriyormuş gibi debelenirken gördüm onu. - Ne o? Sabah sporu mu? - Hayvanımı gezdiriyorum Gülten Teyze. - Hangi hayvanı oğlum? Ortada ne bir hayvan var; ne bir tasma; ne de zincir var. Sakın gezdirdiğin hayvan, sen olmayasın! - Kırkayağımı gezdiriyorum. Ne yani, herkes gibi köpek mi gezdirseydim? Boynu ince; tasma takamadım. Makara ipi bağladım; ama çok yavaş yürüyor. - Yahu, salak oğlum! Hayvanın kırk tane ayağı var. Elbette yavaş yürüyecek. - Haklısın. Ben bunu nasıl düşünemedim, diyerek eve doğru seğirtti. Akşam; iş dönüşü. Ege, sabahki yerinde, hâlâ ipi çekiştirmekte. Ancak, iyice yaklaşınca, kırkayağın simetrisinde bir tuhaflık fark ettim. - Bak, aklına uydum da, gördün mü olanları Gülten Teyze? - Ne oldu ki? - Hayvanın kırk ayağı yüzünden yürüyemediğini söyleyince, eğer ayak sayısını yarıya indirirsem, daha hızlı hareket eder diye hesapladım. - Eeee… - E’si, yanlış operasyon! Önceden iyi-kötü yürüyordu. Şimdi yerinden bile kıpırdamıyor. - Yüce Rabbim, akıl-fikir ver! Ertesi sabah, kapıyı açar açmaz. - Günaydın Ege. Ne o, gece paspasta mı uyudun? - Cık. - Nereye sabah sabah? - Kırkayak aramaya. - Niye? Öbürüne ne oldu ki? - Öldü. - Ölüm, kurtuluştur bazen. Üzülme. - Üzülmedim; kızdım! Azıcık daha dayansaydı, protez bacak ameliyatı yapacaktım. Onun yüzünden projem yarım kaldı. - Ne? - Önce, organ nakli yaptım. Ama örümcek ayakları, kırkayağınkilere göre uzun kaldı. Sonra, bakır tellerden, tam da kırkayağınkilere uygun protezler yaptım. Operasyona başlayacaktım ki, öldüğünü fark ettim. Ne olacak şimdi? Şehirde kırkayak bulmak, kolay mı? - Yaaa… Senin işin de zor be! Olaydan birkaç gün sonraydı. Her zamanki gibi, bir akşam dibimde bitiverdi. - Bak, Gülten Teyze; sana kendi ellerimle limonata yaptım. - Limonata sevmem. Kendin iç. Ayrıca, evine defol! Yapılacak yığınla işim var. - İçmezsen, asla gitmem! - Peki, içersem gidecek misin? - Hem de hemen. Söz! Bu sözün üzerine, deyim yerindeyse, sevindirik oldum. Ege’siz bir akşamın şerefine, fondip yaptım limonatayı. Ancak içmemle, gözlerindeki o kırmızı ışıltıyı görmem bir oldu. Bu iblis, yine ne yapmıştı? - Söyle! - Neyi söyleyeyim? - Gözlerini gördüm iblis! Nasıl bir şeytanlık yaptın? İtiraf et! - Yapmadım! - Yaptın! - Tamam, yaptım! Madem istedin, söylüyorum. Gerçeğe hazır mısın? ( Gerçeğe hazır mıydım? Ya da gerçeğin, ne kadarına hazırdım? ) - Hazırım; söyle! - Limonatanın içinde, beş tane larva vardı. - Ne? Ne vardı? - Larva ya! Kurbağa yumurtası işte! - Ööğğğ… Ama neden, neden yaptın bunu? - Abartma! Sadece basit bir deney! Bir belgeselde izlemiştim. Bazı tür kurbağalar, larvalarını iribaş olana dek, midelerinde tutarlarmış. Böylece onları, tehlikelere karşı korurlarmış. Bir dişinin midesi de aynı görevi yapar, değil mi? Hem sana yutturmasaydım, annem onları atacaktı. - Bööğğğ… O larvaları üzerine, hayır hayır; ağzına kusacağım manyak! Ama onun için hiçbir şeyin önemi yoktu. Pigme, küsme huyu olmayan, iflâh olmaz bir arsızdı. Ve ben, delirmenin sınırında, daha ne kadar dayanabilecektim? - Kumru, balkonumuzdaki saksıya, üç tane yumurta bırakmış Gülten Teyze. - Hıırrr… - Anne kumru, önceleri yumurtaların üzerine oturuyordu. Kuyruğundan sadece bir, iki tüy yoldum diye, artık gelmiyor. Şimdi yumurtalardan civciv çıkmaz, değil mi? - Hıırrr… - Acaba diyorum Gülten Teyze; yumurtaların üstüne ben otursam, içinden küçük Egeler çıkar mı? - Hıırrr… ( Mümkün mü? Ya mümkünse! Birine tahammül edemezken, üç küçük Ege daha! ) - Hayırrr!... Bu, onu son görüşümdü. Ya da en azından, ben öyle olmasını umuyordum. Aynı gece, apar-topar evi terk etmiş; birkaç gün otellerde idare ettikten sonra, küçük bir daire kiralamıştım. Sessiz, sakin, olaysız ve en önemlisi Ege’siz, yirmi iki mutlu yıl geçirdim. Bir sabah kapı zilinin çalmasıyla, her güzel şey gibi, dingin ve mutlu yaşantım da bitti. O, gelmişti! - Günaydın Gülten Teyze. İzini bulmak zor oldu. Ama seni görmeden gidemezdim. - Bana bak Pigme! Her nereye gidiyorsan, hemen git! Defol! - Artık 27 yaşında, ün yapmış bir genetikçiyim. Amerika’nın en popüler üniversitesine, araştırma görevlisi olarak gidiyorum ve uçağım birazdan kalkacak. Hey, ben artık büyüdüm! - Ben de yaşlandım! Yorgun kalbimin şakalarını ya da arsızlıklarını kaldırabileceğini sanmıyorum. Hadi, güle güle! - En azından, hediyeni alsaydın. - Hediye mi? - Evet, sana özel. Lütfen kabul et! Kırmızı kurdeleyle bağlanmış, küçük bir kutuydu. Şirin, zararsız ve albenili görünüyordu. - Tamam, aldım işte! Artık kapıyı kapatabilir miyim? - Hediyeni açmayacak mısın? Hadi, lütfen aç! - Tamam tamam. Açıyorum! Kurdaleyi çözerken, bir an gözlerinde, o kırmızı ışıltıları gördüm sandım. “Yanılmış olmalıyım” deyip açtım. Açmaz olaydım! Ne olduğunu anlayamadığım bir yaratık, ışık hızıyla fırladı ve evin içinde kayboldu. - Aman Allah’ım, neydi o öyle? - Fare! Benim en gözde kobayımdır. Onu, senden başkasına emanet edemezdim Gülten Teyze. - Seni öldüreceğim iblis! Seni de, fareni de zehirleyeceğim! - Ben de seni seviyorum Gülten Teyze. Hoşça kal! - Buraya gel manyak! Beni, bu fareyle yalnız bırakma! - Haaa…. Söylemeyi unuttum. Her tür zehire karşı bağışıktır. Ayrıca hamile. Sanırım şu dakikalarda, mutfağının gizli bir köşesinde doğuruyordur. Haaa… Embriyolara kuş geni aşılamıştım. Sanırım uçan, küçük fareciklerin olacak. Düşünsene; başının üstünde, omzunda gezinen farecikler! Ne sevimli! - Boyun, posun devrilsin! Gidişin olsun da, dönüşün olmasın e mi! - Ben de seni öpüyorum Gülten Teyze. Amerika’dan yazarım. Bayyy…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © hayal, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |