Bir önyargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zordur. -Einstein |
|
||||||||||
|
Cılız Saçlarım iki yanda örülmüş ve kâkülüm kaşlarımı kapatmıyor. Üzerimde büyük bir olasılıkla babamın pantolonundan bozulup yapılmış haki renkli elbise var. Ceplerine annem tüm sanatını konuşturup sevimli, tombul tavşanlar işlemiş. Mutluyum! Evin bahçe kapısına yaklaşınca yerden aldığım tahta parçasını demirlere sürterken gülümsüyorum. Tırt. Tırıtttttt. Tırtttt… Kapının iki yanındaki demirlere hep bunu yaparım içeri girmeden önce. Heyecanla demir kapının önünde duruyorum. Minik elimi demirlerin arasından sokup kapıyı açıyorum. Bir, iki üç, dört beş… Beş adım atıp duruyorum. Aşağıda sağlı sollu çiçekler var. Sümbül, leylak, horozibiği, süsen, nergisler, güller… Rengârenkler… Önümde, eve doğru uzanan kocaman bir yol ve çiçekleri patika yoldan ayıran minik çitler var. Tahtadan yapılmıştı bu çitler. Sanırım biz çiçeklere zarar vermeyelim ya da, bizim gibi minik çocuklar bu güzelliği bozmasın diye buradalar… İnmeden durup düşünüyorum. “Çok zenginler!” Zenginlik neydi? Çocukken bize bayramlarda demir bir lira veren herkes çok zengindi… Demir iki buçuk lira veren dünyadaki en zengin insandı. Benim dünyam da yaşadığım kasabamdı ve dünyadaki en zengin kişide bu kasabadaydı. Adı Abdülkadir amca… Her çocuğun bir Abdülkadir amcası vardır kesinlikle. Cimrilik ne anlama gelir bilmezdik ki. Olanı başkasından esirgeyen yoktu o zamanlar. Bayramda az para vermişse, onun az parası olduğundandı. Anneannemlerin bir kabın içinde yığınla bir liraları vardı… O kadar çoktu ki iki avucuma sığmıyordu. Ev ne kadar da büyük geliyordu bana o zamanlar. Üst kata bakıyorum, tipik bir çatı katı… Evi daha güzel görmeme neden oluyor. Oldum olası çatı katları ilgimi çeker ve “ Benim olsa…” derim. Belki bu yüzden… Belki de karıştıracak kocaman sandıklarla dolu bu evin gizeminden kaynaklı bu merakım. Odaların camlarının önünde hep oturmayı düşlediğim genişçe bir çıkıntı var. Evin giriş kapısının sağ yanında kokusuna bayıldığım hanımeli ve önünde kocaman bir veranda var. Oysa şimdi düşündüğümde o kadarda büyük değilmiş. Hasır koltuklar bu bahçeye ne çok yakışıyor. Yere eğilip kimse görmeden süsen koparıyorum. Çiçeğin yapraklarını dikkatlice ayırıp, içinden akan yapışkan sıvının yardımıyla iki yanağıma, burnumun ucuna ve çeneme yapıştırıyorum mor yaprakları. Yaşasın horoza benzemiştim, artık benimde ibiklerim vardı. Gülümseyerek kapıya yaklaşıyorum. Çocukların ilgisini çekip gizlice karıştırmak isteyecekleri dolaplar, sandıklar, odalar ve çatı katı vardı… Ve tabii ki bir o kadarda yasaklar… “Fırsat bulup yukarı kata çıkabilsem!” diye düşündüm. Evden çıkarken annem uslu olmamı, etrafı karıştırmamamı istemişti. Neden? Neydi bizden gizlenen? Neden bu evde hep kural vardı? Neden bizden mum gibi olmamız isteniyordu? Bizi sevmiyorlar mıydı? Yoksa disiplini ve kuralı fazla mı abartıyorlardı? Bu evi sevmiyordum. Sadece merak ediyordum. Bulacağım her fırsatta karıştırmayı düşündüğüm için bu ev beni sadece heyecanlandırıyordu. Ne kadar şirinlik yapsam, ya da şirin görünmeye çalışsam da, bu evde dikkat edilmez böyle şeylere biliyorum. Minik bir kız çocuğunun güzelliklerinden çok, kurallara uymasına dikkat edilir. Öksürürken ağzımı kazara kapatmayı akıl edememişsem, bacaklarımı genç bir kadın gibi birleştirerek oturmamışsam, dikkatlerini çekerdim. Şimdi aklıma geldi de veteriner bize” köpekler ilgi isterse sizin istemediğiniz şeyleri de yaparlar. Çünkü onlara kızıp bağırmanız da, bir ilgi şeklidir.” demişti. Sanırım köpekleri çok iyi anlıyor olmam psikolojimizin aynı olmasından kaynaklı(!) Verandanın sol tarafındaki hanımeli, bahçenin yan tarafını görmeyi engelleyecek kadar büyümüş. Demire tutunup aşağıya bakıyorum, çeşmeden damlayan suyu bir arı içiyor. Burada da kimse yok diye sevinip hanımelinin çiçeğinden bir tane koparıp, hemen dibinden tohumunu çekiyor ve balını emiyorum. Anlaşılmasın diye balı emilmiş çiçeği yaprakların arasına gizlice atıyorum. Bir, iki, üç, dört, beş, altı… Kanmıyorum bir türlü. Yerler hanımeli çiçeğinin posasıyla doluyor. Usulca avucuma aldığım çiçek posalarını hanımelinin tepesine fırlatıyorum. Arı bal yapıyordu bu çiçeklerden, kim bilir belki bir gün benimde balım olabilirdi. Kocaman iki kapısı vardı bu evin, krem rengine boyanmıştı kapılar. “Artık zile basmalıyım!” derken aklımda hep “ya çiçekleri kopardığımı fark eder ve kızarlarsa?" İbiklerim güneş ve sıcağın etkisiyle pörsümüş minicik olmuşlardı. Onları yere atıp iyice ezerken betonu mora boyayacaklarını düşünmemiştim. Eyvah ki ne eyvahtı. Haberim yok gibi dururdum. Beklide Anneannem görmezdi. İçimden “n’olur görnesin!” diyerek kapıyı çaldım. - Kim o? - Benim anane… Kapı açıldı, Anneannemin elinde gazete vardı. Anneannem günlük gazetesini en ince ayrıntısına kadar okur, sonrada okuyup öğrendiği bilgileri gerekli yerlerde kullanırdı. Hayranlık duyduğum birkaç yönünden biriydi bu. Boş olan sağ elini öpmem için bana uzattı. Aklım hep mora boyanmış betondaydı. Elini öptüm. O kibarca, dudaklarını bana değdirmeden öpüyormuş gibi yaparak, eğildiği yerden doğruldu. Düşündüm de anneannemin dudakları asla yanağıma değmedi… O'nun düşünü kurduğu minik bir leydi olmadım. İçimde yaşayan ve her fırsatta ortaya çıkardığım anarşist ruhlu bir kız ve gereksiz tüm kuralları çiğnemeye her an hazır bir kadın oluverdim. Ben istediğim gibi oldum. Belli kalıplar içinde, düşü kurulan " O kız "olmadım. Kapının eşiği, alışıla gelmiş eşikler gibi değildi. Genişti… Benim kocaman bir adımım kadardı neredeyse. Sol yanda baba terlikleri vardı. Rugan bir ayakkabıyı andıran terliklerdi bunlar, minicikti… Büyük babamın ayakları da, kendi de minikti. Misafir terliklerinden giymemi istedi ananem. Kocaman, rengârenk irili ufaklı halıları olan bu salona baktım, ilk fırsatta karıştıracağım yeri belirlemek için. Kullanılmayan, içinde neler olduğunu hep merak ettiğim sağdan ikinci kapıyı seçtim. Tüm kapılar her zaman kapalı olurdu. Solda dört kapı, sağda üç kapı ve bir merdiven çıkışı vardı… Sağdaki ilk kapı misafir odasıydı. Soldaki ilk kapıda oturma odası gibi bir odaydı. Birkaç kez küçük dayımı o odada yatarken görmüştüm. Soldan ikinci kapı banyo, üçüncü tuvalet, dördüncü yatak odasıydı. Kışın bazı geceler anneannemler de kalırdık. Onlar mı isterdi bizi, biz mi bilmiyorum. Onların odasında yatardık. Ev kışın çok soğuk olurdu. Kocamandı çünkü. Odada iki dolap vardı. Birinin içinde hala hepimizin merak ettiği içinde salatalık rendesi olduğu anlaşılabilen şişeler sıralıydı. Ananem çok güzel kadındı. Sırrını hiçbir zaman paylaşmadı kimseyle. Üşümeyelim diye odada yapardık kahvaltıyı. Bahçede ekmek pişirdikleri fırında vardı. Kimi zaman orada ekmek yaparlarmış, ben görmedim. Ya da anımsamıyorum. Yaptıkları ekmeği yediğimi unutmadım ama. Büyük babam kocaman ekmeği sol eline alır, sağ elinde tutuğu bıçakla öyle güzel dilimler keserdi ki… Kesmeye alttan başlar ve bıçak kayarak yukarı kadar çıkardı. Her ekmek kesilişinde anımsarım sucuk kesişini anımsadığım gibi. Bakır sahanda pişirilen, düzgün dilimlenmiş sucukları. Çok lezzetli olurlardı… Anneannem saate baktı ve bana “Acıktın mı? Büyük baban öğle yemeğine gelir az sonra.” dedi. Ellerimi yıkamam için lavabonun ışığını açtı. Burada da geniş bir eşik basamak olmuştu. Tabureye çıkıp ellerimi yıkadım. İlk kez orada görmüştüm saçakları olan havluyu. Kapıyı kapatırken kapının kolu yine elimi acıttı. Kapı kollarının uçları sivriydi ya da ben tam kavrayamadığım için kolu hep elimi acıtırdı. Sanırım o zamanlar kapı kolu seçeneklerinin en iyisi buydu. Daha iyisi olsa alırlardı çünkü çok zenginlerdi anneannemler. Minik çukur, kenarı dilim, dilim olan yemek tabaklarına bol dereotlu çoban salata koydu ananem. Ananemin salatası farklı bir tatta olurdu. Herkesin önüne aynı malzemeden koysanız ben ananeminkini tanırdım. Soğan girmezdi bu eve, büyük dayım soğandan nefret eder. Soğansız salata bu kadar güzel olur muydu? Olurdu… Parlak, tane, tane pilav da vardı. Yemekten sonra eller, ağız yıkandı. İnadımdan içimden gelmezdi elimi yıkamak, yıkayacaksam bile. Çünkü tam ben lavaboya gidecekken bana ” Ellerini yıka!” diyince delirirdim. Şu büyükler ne sabırsızdı. İki dakika bekleseler yıkasam da “Aferin kızıma!” deseler, oysa büyükler emirlerinin dinlenmesini önemserler, senin kendiliğinden yaptığını değil. Yaptırmak çok önemlidir. Sözlerinin dinlenmesi kısaca… Söz dinlememek en büyük suçtur. Çocuğun hiçbir zaman itiraz hakkı yoktur(!) İçinden isyan etsen de, sana öğretilenleri istemeden ezberlemişsindir bile. Büyük babam salonda koltuğa oturdu yemekten sonra. Koltuğun kenarında işaret ve orta parmağıyla tempo tutarken burun kanatlarını açıp kapatırdı hep, şimdi yaptığı gibi. Ellerini yıkayıp mı oturmuştu? Geldiğinde yıkadı… Yemekten sonra da yıkadı mı? Sadece çocuklar mı yıkar ellerini? Büyük babam geldiğinde beni görmüş, sağ elinin tüm parmaklarını bitiştirmiş, demirden bir heykelin elini öptürüyormuş gibi uzatmıştı bana elini yine. Bu eli çok çirkindi, acaba diğerini uzatsa odamı öyleydi? Büyük babaların gülümsemesi yasak mıydı? Büyük babalar torunlarını öpmezler miydi? İçinden gelmiyor muydu, geliyor da engel mi oluyordu duygularına? Ne yazık ki o bize, biz ona dokunmadan çekti gitti. Kocaman salonun arka kapısı bahçeye açılıyordu. Bahçe deniyordu ama kocaman bir çiftlikti burası. İnekler, tavuklar, tavşanlar ve köpek… Bahçenin tam ortasından geçen beton bir ark vardı. Üzüm bağları, elma ağaçları, kayısı, zerdali, dut, nefis kokulu şeftaliler, ayvalar, armut, iğde, çilek… Bütün bu meyve ağaçlarını büyük babam yetiştirirdi ve en keyif aldığı şeydi bahçeyle uğraşmak. Düşünüyorum da bitkiler de insanlar gibi… Sevgi olmadan yetişmez. Sevgi olmadan da ilgi olmaz! Büyükbabam bence içindeki torun sevgisini ertelemişti, yarınlara bırakmıştı. Tıpkı Behçet Necatigil’in dediği gibi “….. Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı, Gecelerde ve yalnız. vermeye az buldunuz yahut vaktiniz olmadı…” Ve ben, asla o evi doyasıya karıştıramadan büyüdüm. İkinci odayı da kendim açamadım… Kapı açıldığında sadece göz atabildim. Yiyecek deposu gibi kullanılan bir odaymış, içinden turşu alırlarken gördüm. Oda da gördüklerim şu an bile belleğimde. Nasıl durdukları, boyutlarına varana dek...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Gülgün Baltacı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |