Kurguyla gerçek arasındaki ayrım, kurgunun mantıklı olmak zorunda olması. -Tom Clancy |
|
||||||||||
|
Küçük ve çatıya yakın pencereden sızarak, yargıçların oturacağı yüksek bölüme yönelen güneş ışınları, salondaki her çeşit tozu büyüterek göstermeyi amaçlıyor gibiydi. Öğleden önce olmasına karşın gökkuşağı tadındaki ışınlar salona hoş bir hava katıyordu. Salondakilerin her hareketini denetleyen mübaşir, güneş ışınlarından dolayı gözlerini kısmıştı. Böylelikle kime baktığı belli olmuyordu. Bir adım öteye kayarsa güneş ışınlarından savuşmuş olacağını bildiği halde orada durmayı yeğliyordu. Böylelikle, kimi nasıl gözetlediğinin belli olmayacağı düşüncesiyle kendini daha güvende hissediyordu. Görünürde kimsenin aldırdığı da yoktu aslına bakılırsa. Ancak yine de mübaşirin orada dikilip durması salonun hepten başıboş olmadığı izlenimini vermeye yetiyordu. Mübaşirin önünde bulunduğu dışa açılan kapının karşısındaki arka bölmenin kapısı aralanıp kupkuru bir adam girdi. Bir an tam bir sessizlik kapladı küçük salonu. Orta sıralardaki polislerden biri ayağa kalktı olağan bir biçimde. Yanındaki kır saçlısı, ayağa kalkanın ceketine asılarak, gelenin yargıç olmadığını anlatmaya çalışır birkaç kaş göz işareti yaptı. İçeri giren, kürsünün önündeki daktilonun karşısına geçip yerleşti. Ayağa kalkılması hoşuna gitmişti anlaşılan. Yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle koltuğunda getirdiği bir tomar kağıdı masaya bıraktı. İçinden birkaç kağıt alarak aralarına karbon kağıt yerleştirdi özenle. Sonra büyük bir gürültüyle, ardında neredeyse gözden yittiği kocaman daktiloya taktı. Sandalyesine yaslanan katibin işinin bitmesini bekliyormuşçasına arka bölmenin kapısı aralanıp üç yargıç ile savcı görünür görünmez, mübaşir »Ayağa kalkın!' diye buyurdu salondakilere. Ancak eliyle, daha çok sanık bölmesinde oturan genç adamı işaret etmekteydi. Adalete en çok saygı göstermesi gereken oymuşçasına bir işaretti bu. Birşey söylemekten çok işaretle ve dahası, tarlada değnekle dürtmeden ilerletemediği öküze karşı yapılan bir hareketi andırıyordu. Yargıçlardan en yaşlısı ortaya, diğer ikisi de iki yanına oturdu. Savcıysa onların sağında, mübaşirin arkasındaki kendine ayrılan yere yerleşti. Mübaşir, ortaya oturan yargıca yaramazlık yapmış bir çocuk gibi göz atarak yeniden dinleyicilere bir el işaretinin desteğiyle buyurdu: »Oturun!' Oturan yargıçlar kaçamak bakışlarla solandakileri süzdüler çabucak. Ortadaki yargıç elindeki dosyayı, alışık bir tavırla çevirip bir sayfada karar kıldı. Savcı da aynı sayfayı bulmuş gibi yargıca baktı. Öteki iki yargıç bir süre sonra evet ya da hayır diyerek karara katılacakları zamana dek canları sıkılmaması için daha önce anlaşmışlar gibi birer kalem çıkardı. Sanık sandalyesindeki adamın gözü kalemlere takıldı. Bir birine, bir ötekine bakıyordu başını çevirmeden. Güzel, sarı uçlu dolmakalemlerdi hepsi de. Resmi elbise gibi resmi kalem gerekmekteydi böylesi durumlarda anlaşılan. Soldaki yargıcın küçük, çelimsiz parmaklarında fazlaca kaba görünmekteydi kalem. Ortalama devlet memuru olan bu yargıçların hiçbiri karardan sonra böyle bir kalem kıramazdı herhalde. Acaba kırmak için yedek kalem bulunduruyorlar mıydı? Yoksa bir insana ilişkin verilen ağır bir karardan sonra hiçbir kalemin değeri olmadığı mı düşünülüyordu? Belki de kalem kırmak gereken davalarda daha sıradan bir tükenmez kalem bulundururdu yargıçlar. Kalemler üzerine düşünürken sert bir sesle irkildi genç adam. Ortadaki yargıç duruşmayı başlatmış, kimlik saptamasına geçmişti. Her zamanki soruları yineledi. Adı, soyadı, baba adı, doğum yeri, tarihi... Soru ve yanıtlara uyumlu olarak daktilonun sesi de yükseliyordu. Yargıç umursamaz bir biçimde soruyor, aldığı yanıtları yineliyordu. »Ne iş yapıyorsun?' Sanık sandalyesindeki genç adam işini söyledi. Yargıç, kafasını biraz kaldırıp baktı. Sonra başka sorular geldi peşpeşe. Yargıç soruyor, genç adam yanıtlıyordu. Küçük şehirde olmayan türden bir iş yapan genç adamın verdiği yanıtlar ilginçleşince, yargıç daha dikkatli inceliyordu karşısındakini. »Kaç para alıyorsun?' Aslında böyle sormayacaktı. Maaşının ne kadar olduğu şeklinde birşey olmalıydı soru. Her neyse sormuştu bir kez. Genç adam yanıtladı, yargıcın kafasından geçenleri bilmeden. Yargıç birdenbire doğruldu yerinde, ellerini kürsüye koyup ayağa kalkar gibi oldu. Sonra hemen yerine oturdu. Kapı önünde tüm heybetiyle bekleyen ve gözleriyle sanık sandalyesindeki adamı denetleyen mübaşirin karnında kavuşmuş elleri çözülüp yana düştü yargıcın bu hareketiyle. Acaba ayağa kalkmak mı gerekiyordu da dikkat edip uyaramadı salondakileri. Lanet olsun, nasıl da kaçırdı böyle. Sanık sandalyesindeki adamın iki yanında dikilen jandarmalara imrendi bir an. Onlar nasılsa ayakta duruyorlardı. Böylelikle de yanlış yapmaları olanaksızdı. Parmak kadar çocuklar kadar bile şansı olmadığını düşünerek, hem imreniyor hem de kızıyordu jandarmalara. Öte yandan edindiği deneyimler, şimdi böyle birşeyin gerekmediği yönündeydi. Yine de şaşkınlığı fazla uzun sürmedi. Aslında hazırolda durduğu halde, duruşunu biraz değiştirip yeniden hazırola geçerek bir yargıca, bir genç adama bakmaya başladı. »Emir ver şu herifin kemiklerini kırayım!' der gibi yargıcın ağzından çıkacak sözü bekliyordu. Yargıcı yerinden kaldıracak bir yanıt verdiğine göre kötü birşey olmalıydı. Bunun da icabına bakmak gerekirdi hemen. Ancak yargıç, mübaşirin beklediğinin tersine genç adama sordu sesini yükselterek: »Anlamadım ne kadar?' Yeniden aynı yanıtı alınca yüzü ciddileşti yargıcın. Bu kez sandalyesinde rahat edememiş gibi yeniden yerleşti. Bir an sessizleşti salon. Daktilonun sesi de kesildi. Yirmi bir yıllık memur maaşının yaklaşık on katı aylık alan birinin sanık sandalyesinde oturması rahatsız etmişti yargıcı. Ancak sorguda genç adama bütün bu soruları, hatta çok daha fazlasını yöneltmiş olan polislerin oluşturduğu dinleyicilerden tepki gösteren, şaşıran olmamıştı. Anlaşılan yargıçtan başka herkes daha fazla bilgi sahibiydi sanığa ilişkin. Bir an kendine hakaret edilmiş gibi geldi. »İyi de madem bu kadar para kazanıyorsun niye uğraşıyorsun bu işlerle? Yazık değil mi sana?» Genç adam diyecek birşey bulamadı. Yargıcın sözünü ettiği işlerle uğraştığı falan da yoktu ama yine de yanıt vermedi. Ne dese yanlış olacaktı nasılsa. Bir an avukatına bakarak yardım istemesine karşın istediği yardımı alamadı. Yargıç sesini alçaltarak kendi kendine söylenir gibi konuşuyordu. Yine de sesindeki sinirlilik durumu seziliyordu. »Yazık, yazık!' Bu adamın bu kadar para kazanıp sanık sandalyesinde oturması değil, sanık sandalyesinde oturan birinin bu kadar para kazanmasıydı yazık olan. Hatta, bu kadar paraya yazıktı aslında. Kendine acıyor gibiydi yargıç. Sanki asıl suç, sanık sandalyesinde oturan genç adamın kendisinden çok para kazanıyor olmasındaydı. »Şimdi yaktım çıranı!' diye geçirmiş olmalıydı içinden. »Sen ne hakla bu kadar para kazanırsın?' Yargıcın içinden geçenleri anlamışçasına avukatına gözünü çevirdi genç adam bir kez daha. Avukatsa pek oralı olmuşa benzemiyordu. Belli belirsiz bir mimikle baktı genç adama. »Aldırma, bu yargıç hep böyle yapar!' der gibiydi. Birbirinden uzun geçen birkaç saniyeden sonra havadaki gerilim azaldı. Yargıç yine olağan ses tonuyla sürdürdü sorularını. Genel sorular bitince, tutuklanma gerekçesi, hakkında verilen ifadeler üzerinde birkaç dakikalık bir konuşma yaptı. Daha önce gözünü genç adamdan ayırmayan yargıç arada bir avukata bakıyordu yan gözle. »Şaşırıp sözümü kesme!' bakışıydı bu. Avukat da zaten şaşırıp sözünü kesmedi. Şaşırmaması gerektiğini öğrenmişti bunca zamandır. Ne de olsa yılların avukatıydı. Yargıç, konuşmasını bitirince eliyle savcıyı işaret ederek sözü ona vermiş oldu. Savcı daha sesli ve üstüne basa basa konuşarak çeşitli maddeler sıraladı. Yargıcın saydığı ifadelerde geçen isimleri yineleyerek aleyhine oluşan delillerin ciddiyeti ve olası sonuçlarına ilişkin bir konuşma yaptı. Saydığı isimlerin bazıları salondaki polislerin birbirine bakmasına neden oldu. O isimlerle aynı anda anılmak sanık sandalyesinde oturan için yeterli bir suç sayılmaktaydı anlaşıldığı kadarıyla. Artık bundan öte delile gerek yoktu. Ancak savcının konuşması ses tonu ve konuşma biçimindeki sertliğe karşın, sıraladıklarıyla genç adamı suçlamaktan çok, belirsiz bir genelleme niteliğine dönüştü. Bu kez polislerden bazıları yeniden gözgöze geldiler. Doğru dürüst bir ifade alamadıklarını düşündükleri besbelliydi. Boşuna saklamışlardı bu kadar zaman emniyette. Savcı konuşmasını bitirince yargıca bakıp belli belirsiz bir biçimde başını salladı. Yeniden söze başlayan yargıç iyice yatışmışa benziyordu. Birkaç cümlelik kısa bir toparlama yaptıktan sonra yanındakilerin kulağına birşeyler fısıldadı. Gözleri genç adamın ellerine takılmıştı. Birkaç saniyelik bir suskunluktan sonra sözü avukata vermeden önce son birkaç şey daha eklemek üzere söze başladı ancak gözleri halen genç adamın ellerindeydi. Genç adam da yargıcın bakışlarından rahatsız olmuştu. Ellerini koyacak yer bulamadı birden. Yeniden avukata çevirdi bakışlarını. Avukat yine çaresizce baktı sanık sandalyesindeki adama. Aynı anda dosyanın üzerinde duran ellerini çekip masanın altına soktu. Avukatın hareketi yargıcı uyandırır gibi oldu. En küçük bir kıpırtıyı bile dikkatle izleyen mübaşir kapının ağzında heykel gibi duruyordu. Ne yargıcın bakışları, ne genç adamın, ne de avukatın hareketi gözünden kaçmıştı. Herhalde ellerin görünmemesi gerekmekteydi. Yargıcın, konuşurken alçalıp yükselen sesi en çok mübaşiri etkilemişe benziyordu. Birden ellerini çekerek arkasına götürüp sakladı. Pencerenin önünde sıraların en uç tarafında oturan sivil polislerden biri sıkıntıyla dinliyordu konuşulanları. Ancak elleri mübaşirin dikkatini çekti birden. Hafifçe eğilmiş, öndeki sıranın arkalığına koymuştu ellerini. Mübaşir hem tedirginlik hem de kızgınlıkla baktı kır saçlı şişman polise. Polisinse aldırdığı yoktu. Tüm dikkatini polisle gözgöze gelmek için toparlayan mübaşirin isteği bir türlü gerçekleşmiyordu. Pencereden sızan güneş ışınlarına karşın gözlerini fal taşı gibi açmıştı. Kaşıyla gözüyle birtakım işaretler yaparak anlatmaya çalışıyordu. İşin kötüsü fazlaca hareketlenip yargıcın dikkatini çekmemesi gerekiyordu. Öte yandan, doğrudan polisin tepkisini çekecek birşey de yapamazdı. Bir an dışarı çıkmayı düşündü. Dışarda gürültüler oluyormuş da onları susturmak gerekirmiş gibi bir gerekçeyle çıkarsa sorun olmazdı. Böylelikle de polisle gözgöze gelebilirdi. Saniyenin onda biri bile yeterdi ellerini göstermesi için. Öte yandan, tam da karar aşamasına gelinmişti. Dışarı çıkmak için hiç de uygun bir an olamazdı şu an. İnce parmaklı yargıç mübaşirin sıkıntısını anlamış belli belirsiz bir biçimde gülümsüyordu. Bu arada avukata işaret ederek savunmaya başlayabileceğini belirtti ortada oturan yargıç. Avukat ayağa kalktı. Hafiften öksürerek söze başlamaya hazırlandı. O da alışılagelmiş giriş bölümünden sonra sözü fazla uzatmamaya özen göstererek savunmasını tamamlamak istiyordu. Başka bir yönden gelen ses, salondakilerde bir canlanmaya neden olmuştu. Ancak bazı polisler kendilerine de yönelik yanlar içeren savunma konuşması uzadıkça belli belirsiz sesler çıkararak avukatın ayağını denk alması yönündü uyarılarda bulunuyorlardı. Avukatsa düşündüğünün tersine sözünü tamamlayamıyordu. Bir sözcük öteki sözcüğü, bir cümle bir başka cümleyi anımsatıyordu. Bir süre dosyayı inceler gibi yapan yargıç, lafın uzadığını hissedince kafasını kaldırıp avukata baktı. Avukatsa bir yandan üç yargıca, öte yandan savcıya bakarak sürdürüyordu konuşmasını. Yargıçla göz göze gelince sözlerini toparlayıp savunmasını tamamladı. Avukatın sözünü birdenbire bitirmesi beklenmediğinden birkaç saniye sessizlik oldu salonda. Müvekkilinin beraatını talep ediyor olması bazılarında rahatlamaya, polislerde ise homurdanmaya yolaçtı. Yargıç, başıyla avukatın sözünün bittiğini anladığını belli edip yanındakilerin düşüncelerini aldıktan sonra kararı açıklamak üzere doğruldu. Pencereden sızan güneş ışınlarına bakarak konuşmaya başladı. Mübaşirin bakışı, beyni halen polisin ellerindeydi. Yargıcın konuşmasına aldırdığı yoktu. Sonunda bir an polisle gözgöze geldi. Ancak polis pek birşey anlamadı mübaşirin kaş göz etmesinden. Polis de ona işaret etti gözünü kırparak. »Ne diyorsun be adam!' der gibi bir işaretti. Kaldı ki polisin mübaşirle uğraşacak havası yoktu zaten. Can kulağıyla yargıcı dinliyordu. Gereğini yapmak için bu denli uğraştıkları adamın salıverilmesi durumunda tüm acısını mübaşirden çıkaracağı kesindi polisin. Genç adam beklenen anın geldiğini bildiğinden başını önüne eğmiş bekliyordu. Karara ilişkin gerekçeler ve maddeleri sıralayan yargıç sonunda sözünü bitirdiğinde salonu bu kez hafif bir uğultu daha kapladı. Genç adam, savcının da isteği doğrultusunda beraat ettirilmişti. Kimsenin beklemediği bu kararın şaşkınlığıyla salondakileri bırakan yargıçlarla savcı aceleyle kalktıktan sonra dosyalarını toplayıp çıktılar. Kapının önünde öylece dikilip kalan mübaşir ise büyük bir düş kırıklığıyla, ayağa kalkmaya hazırlanan polisin ellerine bakıyordu gözünü kırpmadan.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bekir Karadeniz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |