Dünyada birbirinin eşi ne iki görüş vardır, ne iki saç kılı, ne de iki tohum. -Montaigne |
|
||||||||||
|
Dağların arasında tam tepede, güneşin kendini gösterdiği güzel bir gündü o gün. Köyün tek zengini ve katı bir yüreği olan Reşat ağa, avluda kahvesini yudumluyordu. Kızı Leyla’da babasının yanında oturmuş bez bebeği ile oynuyordu. Reşat ağa, kızının köydeki başka çocuklarla oynamasını istemiyordu. Çünkü o köyün ağasıydı ve Leyla’da ağanın tek çocuğuydu. Reşat ağa kızı Leyla’yı çok seviyor, bir dediğini iki etmiyordu. Reşat ağanın koyunlarını otlatan ve ahırdaki tüm işlere koşan çoban Ahmet, sevinç içinde Reşat ağanın yanına gelerek; - Ağam mor koyun doğurdu. Yavruları oldu. Ancak mor koyun öldü ağam. Çoban Ahmet sözünü bitirir bitirmez, Leyla elindeki bebekle oynamayı bırakıp, babasına bakarak; - Babacığım yavrulardan biri benim olabilir mi? Reşat ağa kızına tatlı tatlı gülümseyerek; - Tabi ki olabilir güzel kızım. Şimdi Ahmet’le birlikte ahıra git, yeni doğmuş tüm yavrulara bak, beğendiğin yavru senin olsun. İstediğin gibi bakıp oynarsın onunla. Çoban Ahmet, bir kez daha ağaya dönerek; - Ağam mor koyun öldü, yavrular anasız kaldı. Onları kınalı koyun emzirsin mi? Reşat ağa gayet sinirli bir tavır edasıyla; - Tembel herif, zaten hangi işi düzgün yaparsın ki?... - Siz “maraba” takımı fazla yüz vermeye gelmiyorsunuz. Azıcık bir yüz bulsanız, hemen azıyorsunuz. - Bundan sonra işinizi doğru dürüst yapın. Yoksa karışmam, Tamam mı?... - Şimdi Leyla’da seninle gitsin, ona yeni doğan yavruların hepsini göster, kızım hangisini beğenirse o yavru kızım Leyla’nındır. Çoban Ahmet sanki suçluymuş gibi, başını öne doğru eğerek, Leyla ile birlikte ahıra doğru gitti. Leyla sevincinden yerinde duramıyor, zıp zıp zıplıyordu. Ahıra geldiklerinde, çoban Ahmet yeni doğmuş yavruların hepsini tek tek Leyla’ya gösterdi. Leyla kuzulardan hangisini seçeceğine karar veremiyordu. Onları tek tek seviyor, öpüp kokluyor ve onlarla konuşuyordu. Sonunda kuzulardan bir tanesi Leyla’nın gözüne takılı verdi. Bu diğerlerinden çok farklıydı. Hem rengi, hem davranışları, hem de bakışları bir başkaydı sanki bu kuzunun. Leyla onun yanına gidip onu da sevdi, öpüp, kokladı ve onunla konuştu. Ancak Leyla’nın her söylediğini sanki anlıyormuşçasına, ona tepkiler veriyor, Leyla’nın elini yalıyor, adeta Leyla ile oyun oynamak ister gibi ona şirinlikler yapıyordu. Leyla bu küçük kuzuyu çok sevmişti. Çoban Ahmet’e doğru dönerek; - Bu kuzunun annesi kim? Çoban Ahmet, yüzündeki üzgün ifadeyle; - Onun annesi mor koyundu. Bu küçük kuzuyu doğurduktan sonra öldü. Şimdi sadece kardeşleri var. O da tıpkı annesine benzemiş, anlaşılan ileride annesi gibi mor bir koyun olacak. Annesi çok verimliydi, sanırım büyüyünce bu da onun kadar verimli olur. Küçük kız, bu küçük yavrunun annesiz kalmasına çok üzülmüştü. İçinden “o benim kuzucuğum olmalı” diye geçirdi. Sonra çoban Ahmet’e dönerek; - Ben bu kuzuyu istiyorum. Ona ölen annesinin adını vereceğim. Bundan böyle o benim “Mor Koyun”um. Onu çok seveceğim. Sen de ona iyi bak. Kuzucuğuna sıkı sıkıya sarılıp onu öptü, okşadı. Onunla konuşup, tanıştı. Babasının yanına giderek, boynuna sarılıp teşekkür etti. Leyla o kadar mutluydu ki, artık neredeyse bütün zamanını mor koyunla geçiriyor, evlerinin avlusunda onunla oynuyor, tatlı tatlı konuşuyordu. Çoban Ahmet güneşin tam tepeye yükseldiği, ışıklarını narin narin dağıttığı günlerde, sabahın erken saatlerinde ahırdaki tüm koyunları otlatmaya çıkarıyordu. Gün batmak üzerede ahıra getirip onlarla ilgileniyor, samanlarını ve sularını veriyor, ahırı temizliyordu. Leyla’da babasından izin alarak, zaman zaman çoban Ahmet’le birlikte gidiyordu. Yine böyle günlerden bir gün, Leyla’da çoban Ahmet’le birlikte koyunları otlatmaya gitmişti. Ancak ne var ki tüm dikkati, sürekli mor koyundaydı. Sürüdeki bütün koyunlar peş peş giderken, mor koyun sürüden ayrı olarak tek başına gidiyordu. Leyla bunu çoban Ahmet’e söylediğinde ise, aldığı yanıt son derece şaşırtıcıydı. Çoban Ahmet anlatmaya şöyle devam etti; - Biliyor musun; senin bu mor koyun var ya, küçüklüğünden bu yana ne zaman diğer koyunlarla birlikte onu da otlatmaya çıkarsam, çirkin olduğu için sürüdeki diğer koyunlar tarafından dışlanıyor ve mor koyun bir başına bırakılıyordu. Mor koyun ise; bu duruma önceleri çok içerlediğinden olmalı ki, sürüdeki arkadaşlarının bu davranışından dolayı hızlı hızlı yamaç tepedeki kayalıklara çıkıp, uçurumdan aşağı bakarak adeta ağlıyordu. Sonra da tepeden kendi başına inerek benim yanıma geliyor, koltuğuma sokuluyor, başını okşamamı ve sanki onu sevmemi ister gibi davranıyordu. Ben de onu sevip, başını okşayınca biraz olsun sakinleşiyordu. Bütün bunları duyan Leyla, bu duruma çok üzülmüş, çoban Ahmet’e ne diyeceğini bilememişti. Sonrasında ise; mor koyunla kırlarda koşuyor, yeşil çimenlerin üzerinde oyunlar oynuyordu. Leyla topladığı papatyalardan taç yapıp mor koyunun başına takıyor, sonra da kahkahalarla gülüyordu. Tüm vaktini mor koyunla geçirmek, onunla konuşmak çok mutlu ediyordu Leyla’yı. Zaman denilen vuslat çabucak geçmiş, Leyla’nın çok sevdiği kuzucuğu mor koyun büyümüş, annesi gibi tam bir mor koyun olmuştu. Ancak Leyla’nın o çocuksu yüreği hiç büyümemiş, hala çocuk kalmıştı. Köy halkında bir telaş, bir telaş, herkes bir şeylerin hazırlığı içerisindeydi. Kadınlar köyün dere kenarında bir yandan çamaşırları yıkıyor, temizlik yapıyor ve düğün yemeği hazırlıyorlardı. Köyün erkekleri ise; düğün için sandalye getirip, düğün alanını süslüyorlardı. Bütün bu hazırlıklar köyde evlenecek olan Zeynep ile Murat’ın düğünü içindi. Yalnız ne var ki; geleneklere göre köyün ağası, düğünü yapan eve bir koyun ya da bir inek hediye etmesi gerekiyordu. Ağanın verdiği bu hediye ile de, düğün yemeğinin pişirilmesi ve gelen konuklara ikram edilmesi gerekiyordu. İşte bu gelenek vesilesi ile; Reşat ağa huzuruna çoban Ahmet’i çağırdı. - Söyle bakalım Ahmet… Koyunlarımızın içinde cılız ve verimsiz olan bir koyun var mı? Çoban Ahmet ne diyeceğini bilmez bir halde; - Şeey… efendim… mor koyun var… Hiç bir şey yemiyor, bu aralar çok zayıf düştü. Ama o da kızınız Leyla’ya verdiğiniz koyun. diyebildi ancak. Boğazına düğüm atılmış gibi, yutkunmakta ve nefes almakta zorlanıyordu. Reşat ağa bir çoban Ahmet’e, bir yere baktı ve kısa bir müddet düşündükten sonra da, çoban Ahmet’e şöyle dedi. - Tamam tamam… ben kızıma iyi bakılmış, güzel ve kilolu bir başka koyun veririm. Sen o mor koyunu al ve düğün evine “ağanın hediyesidir” diyerek ver gel. Yalnız Leyla’ya mor koyunu düğün evine hediye gönderdiğimi sakın söyleme haa. Çoban Ahmet ise, çaresizlik içinde ağanın dediklerini aynen yaptı. Fakat yüreği çok acıyordu. “keşke mor koyun demeseydim, kendimi tutamadım, birden bire ağzımdan kaçıverdi, sanki başka koyun yokmuş gibi mor koyun çıktı ağzımdan, bir başka koyunu söyleseydim ya.” diyerek hayıflanıyor ve üzülüyordu. Leyla’nın mor koyunla kırlarda koşuşturması, onunla oynaması çoban Ahmet’in gözünün önüne geldikçe, kendini daha da bir suçlu hissediyor ve kendini affetmiyordu. Düğün yemeğinin içine konulmak üzere, mor koyun kesilip temizlenmiş ve gelen konuklara ikram edilmişti. Düğün olmuş bitmiş, köy halkı günlük olağan yaşantısına tekrar dönmüştü. Ancak Leyla ahırda göremediği mor koyununu, günlerce her önüne gelene sormasına ve her yerde mor koyunu aramasına rağmen, onu bulamamış ve çok üzülmüştü. Sürekli ağlıyor, mor koyunu düşünüyordu. Babası kızının bu kadar üzüleceğini hiç aklına bile getirmemişti. Reşat ağa pişmanlıkla dolu, çaresizlik içinde; - Üzülme kızım, ahırda bir sürü koyun var, istediğini seç beğen al. Gözlerine yazık değil mi?... - Bir koyun için ağlamaya değer mi hiç?... Leyla gözleri dolu dolu babasının yüzüne bakarak; - İşte senin anlamadığın bu baba. O koyun sıradan bir koyun değildi. O benimle konuşuyordu. Benim sırdaşımdı, senin bile beni anlamadığın tek arkadaşımdı. Ahırdaki bütün koyunlar tarafından sevilmeyip dışlanırken, kimseye kendini sevdirmeyip herkesten kaçarken, sadece bana sığınıyordu. Dahası cılız ve çirkin olabilirdi. Ama o benim mor koyunumdu baba… O benim mor koyunumdu… 21. 07. 2006 / ANKARA EMİNE SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |