..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
İnsanlığın hangi filizi köreltilmek istenmişse, tersine o filiz daha gür büyümüştür. -Freud
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU




24 Kasım 2007
Baba İle Oğul"un Kaderi  
BABA İLE OĞUL’UN KADERİ

Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU


HENÜZ YENİ DOĞMUŞ OĞLUNU BIRAKARAK, 1985 YILINDA ŞIRNAK'A ASKERLİK GÖREVİNİ YAPMAYA GİDEN VE BURADA ŞEHİT DÜŞEN BİR BABAYI, SENELER SONRA AYNI TOPRAKLARDA VATAN BORCUNU ÖDEMEYE GİDEN OĞLU HAKKI'NIN DA TIPKI BABASI GİBİ ŞEHİT DÜŞMESİ KONU EDİLİYOR.


:BGJF:

BABA İLE OĞUL’UN KADERİ

Vatani görevini yapmak üzere, henüz yeni doğmuş olan oğlu Hakkı’ yı ve çok sevdiği karısı Hacer’i bırakıp gitmek zorunda kalmıştı. Onları böyle bırakıp gitmek istemiyordu, ama çaresiz mecburdu. Çünkü vatan borcu namus borcu idi.

Mustafa; askerliğini doğuda yer alan, Şırnak ilinde yapacaktı. Yüreğinde bir sıkıntı sürekli onu boğuyor, neredeyse nefes alamayacak kadar daralıyordu. İlk günler çok zor geçiyordu. Ara sıra eşi ile oğlunun fotoğraflarına bakıp, bir çocuk gibi kendini avutuyordu. Oğlu Hakkı ve karısı Hacer gözünde tüter olmuştu. Sık sık mektup yazıyor, hasretini böyle dindirmeye çalışıyordu. Hele Hacer den mektup aldığı zamanlar, mektubu öpüyor, kokluyor, tekrar tekrar okuyordu. Hacer de Mustafa’dan gelecek bir mektup ümidi ile, sürekli postacının yolunu gözler olmuştu. Kocasından gelen her mektup ta, adeta bir bayram çocuğu gibi seviniyordu. Mektubu okurken oğlu Hakkı’nın da dinlemesi için yüksek sesle okuyor sonra da oğlu ile konuşuyor, ona uzun uzun babasını anlatıyordu. Günler günleri, haftalar ayları kovaladı durdu. Sayılı gün geçmek bilmiyordu sanki.

1985 yılının soğuk ve çetin geçtiği bir kış günü, Cudi dağındaki teröristler için bir operasyon düzenlenmişti. Bu operasyonda Mustafa da yer alıyordu. Mustafa sanki şehit olacağını hissetmiş gibiydi. Kağıdı kalemi bir kez daha eline alıp, karısına ve oğluna bir mektup yazdı. Mektup öyle bir mektuptu ki, okuyanın yüreği yerinden kopuyordu adeta. Operasyona katılmadan önce, oğlu ile karısının fotoğraflarına bir kez daha bakıp, fotoğrafları cebine koydu.

Hacer o gece kâbus denecek kadar kötü bir rüya görmüştü. Sabah uyandığında;
“Hayır olsun inşallah” diyerek rüyayı kötüye yormak istemedi. Sürekli kocasına dualar ediyor “Allah’ım onu sen koru.” diyordu.
Mustafa ise katıldığı operasyonda “Allah’ım eğer bana bir şey olursa, oğlumu ve karımı sana emanet ediyorum, senden başka kimsem yok, sen kudret sahibisin, yaratansın, onları koru yarabbi.” diyerek, karısı ve oğlu için sürekli dualar ediyordu. Atılan kurşunların ardı arkası kesilmiyordu. Kurşun sesleri Mustafa’nın kulağında tınılı bir ses oluşturmuştu sanki. Her geçen dakika da, ölüme biraz daha yaklaştığını hissediyor gibiydi. Zaten bu çatışmada, bu kurşun yağmurunun arasından sağ çıkabilmek mucize gibi bir şey olmalıydı.

Ertesi gün Hacer’in kapısı acı acı çaldı. Hacer kapıyı açtığında, karşısında bir Jandarma ile rütbesini bilmediği bir asker duruyordu. Hacer o an anlamıştı sanki
“Mustafa’m… Mustafa’m… Ona bir şey mi oldu yoksa?”
diye sorabildi. Yüreğinde büyük bir acı vardı. Nedense bu acının adını bir türlü koyamıyordu.
Kapıdaki Jandarma ve asker;
“Yok… Yok… Kocanıza bir şey olmadı. Feryat figan etmeyin lütfen, sadece sizi ona götürmek için geldik. Hemen hazırlanırsanız iyi olur.”

Hacer hemencecik üzerine bir şeyler giydi, oğlunu da battaniyesine sarıp, askerlerle birlikte il Jandarma’ya doğru yola çıktılar. Yol bir türlü bitmek bilmiyor, uzadıkça uzuyordu. Hacer yol boyunca oğluna sıkı sıkıya sarılıp ağladı. İl jandarmaya gelindiğinde Hacer’i yüksek rütbeli olduğunu düşündüğü, fakat kim olduğunu bilmediği bir asker karşıladı. Hacer’in sakinleşip, rahatlaması için onunla konuşuyor, sorular soruyordu. Hacer ise; yöneltilen bu sorular karşısında, utana sıkıla cevaplar veriyordu. Bir an da tüm cesaretini toplayıp,
“Buraya neden getirildiğimi anlamadım, kimse bir şey söylemiyor, yoksa Mustafa’ma kötü bir şey mi oldu?”
Karşısında oturan asker bir Hacer’e, bir de kucağındaki bebeğe baktı. Sonra da başını önüne eğerek;
“Üzgünüm, gerçekten çok üzgünüm. Nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum. Bunu söylemek benim için gerçekten çok zor. Bu gibi durumlarda ne yapılır, nasıl söylenir onu da bilmiyorum. Ne yapacaksınız kader işte. Takdir-i ilahi. Başın sağ olsun bacım.”
Duydukları karşısında adeta dünyası başına yıkılmıştı Hacer’in. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, göz yaşlarını tutamıyordu. Kapı çalındı ve bir asker selam vererek odaya girdi. Masaya bir paket bırakıp odadan dışarı çıktı. Masada oturan yüksek rütbeli asker, Hacer’e bir peçete uzattı. Ardından gelen paketi vererek;
“Kocanızın üzerinden çıkanlar ve özel eşyaları. Bir kaç şehidimiz daha oldu, hepsi için resmi bir tören düzenlenecek. Törende siz de bulunursunuz.”

Hacer perişan bir haldeydi. İl jandarma’ya ait resmi bir araç Hacer’i evine bıraktı. Yol boyunca kocasını ve birlikte yaşadıkları günleri düşündü. Geride bıraktıkları acı tatlı anıları, bir film şeridi gibi geçti gözünün önünden. Sonra oğlu Hakkı’yı düşündü. Onun babasız büyümesi içini acıtıyordu. Bu zamanda nasıl bakacaktı ona tek başına?... Şu saatten sonra oğluna hem ana, hem baba olacaktı. Oğluna sıkı sıkıya sarılıp, öpüp kokladı, bağrına basıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti. Gözyaşları dinmek bilmiyordu bir türlü. Yüreği bu acıya dayanamıyordu. Evine gelir gelmez, kocasının üzerinden çıkan, özel eşyalarının bulunduğu paketi açtı. Bir kaç kıyafeti, karısına ve çok sevdiği oğluna mektup yazdığı kalemi, Hacer ile oğlu Hakkı’nın bulunduğu bir fotoğraf çıktı paketten. Hacer kocasının kıyafetlerini öpüp kokluyor, eşinin asker kıyafeti ile çektirdiği fotoğrafını eline alıp ağlıyordu. Ertesi gün cenaze töreni vardı ve kocası toprağa verilecekti. Hacer bunca acıya nasıl dayanacaktı?... Ya o her şeyden habersiz minicik yavrusu, hiç baba sevgisi tatmadan nasıl büyüyecekti?... Hacer çok çaresiz ve yalnızdı…Allah’tan gelen bu ölümü kabullenmekte çok zorlanmıştı. Yüreği yangın yerinin küllerine dönmüştü. Adeta kolu kanadı kırılmış, oğlu ile bu dünya da yapayalnız kalmıştı. Şu an da tek varlığı oğlu idi. Hiç değilse onun için ayakta kalmalı, en azından kendine daha iyi bakmalıydı.

Cenaze töreni olmuş bitmiş, Mustafa’sını ebedi yolculuğuna uğurlamıştı. Bu onun hayatındaki en acı günüydü. Bu acı yüreğine kor olup düşmüştü. Cenaze töreni sonrası evine geldiğinde, postacı eşinin ona şehit olmadan önce yazdığı mektubu getirdi. Hacer mektubu okudukça yüreğindeki yangın daha da büyüyordu. Sürekli ağlıyor, kendini ağlamaktan geri koyamıyordu. Gözleri neredeyse fal taşı gibi şişmiş ve
kıpkırmızı olmuştu. Bu acıya nasıl direnecekti bilmiyordu. Onsuz bu hayatın yükünü bir başına nasıl taşıyacaktı?... Dahası çok sevdiği kocası, Mustafa’sı olmadan nasıl yaşayacaktı?... Düşündükçe çıldıracak gibi oluyor, üzerine çöreklenen bu sıkıntıdan bir türlü kendini kurtaramıyordu. Her geçen günün bu acıyı hafifleteceği bir gerçekti. Ama asıl önemlisi, bu günler nasıl geçecekti?... Hacer, minicik oğlu Hakkı ile bu acımasız dünyanın ağır yükünü kaldırabilecek miydi?...

Günler haftaları, haftalar ayları, aylar yılları kovalamış. Zorlu geçen 19 yılın ardından Hakkı büyümüş genç, yağız bir delikanlı olmuştu. Tek şey hariç, her geçen gün onlardan çok şey götürmüştü; o da kocası Mustafa’nın acısı, bu gün gibi yüreğinin orta yerinde duruyordu Hacer’in. Tek yaşama gücü, mutluluğu, her şeyi, canı - ciğeri, oğlu Hakkı idi. Hayatını ona adamış, onun mutluluğu ve okuması için adeta saçlarını süpürge yapmıştı. Hayatın getirdiği acımasız ve ağır yaşam koşulları, onları sefaletin ve yoksulluğun içinde yoğurmuştu. Gün ne getirdiyse onunla avundular. Bir gün buldularsa, bir gün bulamadan gün geçirdiler.

Hacer kocasından bağlanan şehit maaşıyla kıt kanaat geçiniyordu. Bu nedenle küçük bir iş yerinde temizlik işçisi olarak işe girmiş, burada az bir maaşla çalışıyordu. Oğlu ise; ancak liseyi bitirebilmiş, girmiş olduğu üniversite sınavını kazanamamıştı. Hacer bu duruma çok üzülüyor, oğlu üzülmesin diye ona belli etmemeye çalışıyor ve sürekli ona moral veriyordu. Ne de olsa, oğlu onun dünyada ki her şeyi, kıymetlisi, tek varlığı ve tek yaşama gücüydü.

Günlerden bir gün Hakkı’ ya asker ocağından çağrı mektubu geldi. Hakkı üniversite sınavını kazanamadığı için, askerliğini yapıp aradan çıkartmak istiyordu. Annesi ile bu durumu konuştu, fakat annesi bu duruma her ne kadar karşı geldiyse, Hakkı annesini dinlemek istemedi. Çünkü çalışmak, annesine yardımcı olmak istiyordu. Evde boş boş oturmak çok ağırına gidiyordu, lakin hangi iş yerine başvuruda bulunduysa işe alınmamıştı. Bu durum Hakkı’nın moralini iyice bozmuştu. Her şey üst üste geliyor, bütün aksilikler bir an da yaşanıyordu. Her ne kadar Hacer oğlunu ikna etmek için uğraşsa da, sonuç olumsuz oluyordu. Hakkı asker olup, vatani görevini yapmak, vatan borcunu ödemek istiyordu. Bu konuda annesinin sözünü dinlememiş, kararını çoktan vermişti bile.

Nihayet Hakkı’nın ana ocağından ayrılıp, asker ocağına gideceği gün gelmişti. Acemi birliğini Manisa Kırkağaç’ da yapacaktı. Asker olmanın verdiği gurur ve heyecanla, gözü yaşlı annesinin elini öpüp, hayır dualarını alarak yola çıktı.

Hacer oğlundan ayrı kalmanın acısını, yüreğinin taa orta yerinde hissediyordu. Oğlu için sürekli Allah’a dualar ediyor, sık sık oğluna mektup yazıyordu. Aldığı her mektupta derin bir “ohh” çekip, biraz olsun yüreğindeki sızıyı dindirmeye çalışıyordu. Bir yandan Hakkı’nın asker kıyafeti ile çektirip, kendisine gönderdiği fotoğrafa bakıyor, bir yandan da mektubu okurken gözyaşlarını tutamıyordu. Oğlunun kokusunu hissetmek için, mektubu öpüp kokluyor ve fotoğrafı baş yastığının altına koyup, öylece uykuya dalıyordu. Bu ona çok huzur veriyordu.

Hakkı acemi birliğini bitirmiş, annesinin yanına dönmüştü. Ana ile oğul uzun uzun sarılıp, hasret giderdiler. Hacer sağ salim oğluna kavuştuğu için çok mutluydu. Ne de olsa kaygıları, onca endişesi boşa çıkmıştı. Hakkı’da annesini çok özlemişti. Askerlik anılarını annesine anlatarak, hasret gidermeye çalışıyordu. Bu kısa izin dönemindeki bütün gününü, çok sevdiği annesi ve arkadaşları ile geçirmişti.

Güzel günler su gibi geçmiş, Hakkı’nın usta birliğine gitme vakti gelmişti. Yalnız bir sorun vardı, Hakkı usta birliğine Şırnak’a gidecekti. Oğlunun Şırnak’a gitmesinden dolayı, Hacer’in yüreğine bir sıkıntı gölü dolu vermişti. Yüreği neredeyse nefes bile alamayacak kadar daralıyor, boğuluyordu. Gece olunca uyumak için girdiği yatağında, bir türlü gözüne uyku girmiyor, sabahlara kadar sürekli oğlunu ve şehit verdiği kocasını düşünüyordu. Uyuduğunda ise; kabus denilecek kadar kötü rüyalar görüyordu. Ne de olsa, kocası Mustafa’da Şırnak’ta askerliğini yaparken şehit düşmüştü. Oğlunun da babası ile aynı kaderi yaşamasını istemiyordu. Bu düşünce Hacer’i çok korkutuyordu. Hacer bunları düşündükçe daha da bir fenalaşıyor, yüreğinde sönen yangın, adeta yeniden alevleniyor, içini yakıyordu. Çok mutsuzdu, çünkü çok sevdiği, tek yaşama gücü olan oğlundan yine ayrılacaktı. Üstelik bir de, kocasını şehit verdiği topraklara gönderecekti oğlunu. Sonunda ayrılık günü gelip kapıya dayanmıştı. Oğlunun acısı şimdiden çöreklenmişti yüreğine.

Hacer oğlunu otobüs terminalinde yolcu edip uğurlarken, hem acı acı ağlıyor hem de onu bir daha göremeyecekmiş gibi sıkı sıkıya sarılıyor, onu bırakmak istemiyordu. Hacer’in bu denli ağlaması, Hakkı’yı çok üzüyor, annesinin daha fazla göz yaşı dökmemesi için, ona moral vermeye çalışıyordu. Ancak Hacer, yüreğinde yeniden alevlenen bu yangına dur diyemiyordu. Sanki bu acıyı kocası Mustafa’yı şehit verdiğinde de, yıllar önce bir kez daha yaşamıştı. Bu nedenle olmalı ki; aynı acıyı bir kez daha yaşayacak gücü yoktu.

Hakkı otobüse binip, Şırnak’a doğru yol almaya başlamıştı. Hacer ise; göz yaşları içinde, oğlunun arkasından uzun uzun el sallayıp, dualar okudu. Günler geçmek bilmiyordu. Her geçen gün, yüreğindeki sıkıntı biraz daha büyüyor, neredeyse nefes almak ta bile zorlanır hale geliyordu. Kendince dualar okuyup, Euzu besmele çekip, rahatlamaya çalışıyordu. Oğlundan gelen her mektup ta derinden bir “ohh” çekip, Allah’a şükrediyordu. Hakkı annesine yazdığı bu mektubunda, okuyanın içini sızlatan ve yürek dağlayan bir şiirle mektubunu bitirmişti.

ŞEHİTLER ÖLMEZ Kİ, ÖLMEZ Kİ ANNE!!

“Anne bu bir ayrılık değil kavuşma
Bir oğlun babasına kavuşması gibi bir şey
Sen demez miydin ki, benim oğlum büyüyecek, askere gidecek
Aslanlar gibi vatanını bekleyecek
Vakit geldi, gidiyorum anne vatanı beklemeye
Anne ağlarsan sadece sevinçten ağla

Ancak böyle dayanırım gözyaşlarına
Dün gece nöbetteydim
Gece ilk defa bu kadar güzel ve anlamlıydı
Vatanı bekliyordum
Sen rahat uyu anne
Gözün arkada kalmasın anne
Eğer büyük görev gelirde vatan için can verirsem
Gözyaşların hüzünden değil, sevinçten gururdan olsun anne
Şehitler ölmez ki, ölmez ki anne”

Oğlun Hakkı

Hacer mektubu okuduktan sonra,
“Hakkı’mın kokusu var bu mektup ta” diyerek öpüp kokluyor, bağrına basıyordu. Nedense gelen her mektuptan sonra bile, Hacer’in içindeki sıkıntı geçmek bilmiyordu. Sanki kalbine bir bıçak saplanmış gibiydi. Öyle ki; oğlundan aldığı mektuplar bile, bu sıkıntıyı geçirmiyordu.

Yağmur çisil çisil yağıyordu. Adeta mavi gök eriyor, bahar oluyordu. Toprak kokusu güllerle buluşmuştu. Oysa ki mevsim henüz yaz’dı. Daha dün’e kadar güneş durduğu yerden ayrılmadan, yerküreyi sıcacık sarıyordu. Yol kenarındaki ağaçlar ise; aralıklı olarak asker gibi dizilmiş doğayı seyrediyordu. Birden bire bardaktan boşanırcasına yağmurun böyle yağmasına bir anlam verememişti Hacer.

Penceresinin önünde durup, dışarıda yağan yağmuru seyretmeye başladı. Uzun bir süre, yağan yağmurun penceresinin camına vurarak yere düşmesini seyretti. Sonra aklına, kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığı gün geldi. O gün de böylesine deli bir yağmur yağmıştı ve hava çok soğuktu. Hacer’in gözlerinden iki damla yaş süzülüverdi yanaklarına. Birden bire akılına oğlu Hakkı geldi. Uzun uzun oğlunu düşündü. Koynundan oğlunun fotoğrafını çıkartıp, onu sevdi ve oğlu ile konuştu.

Tam o sırada kapı çaldı. Hacer kapının çalması ile birlikte kendine geldi. Başındaki eşarbını düzeltip, fotoğrafı yeniden koynuna koydu ve kapıyı açtı. Karşısında bir jandarma eri ile, rütbesini bilmediği bir asker duruyordu. Hacer sanki yıllar önce yaşadığı o anı, yeniden yaşıyor gibiydi. Gözleri yine yaşla dolmuştu. Ağlamamak için kendini ne kadar tutmak istiyorsa, göz yaşları da o kadar sel olup akıyordu. Ancak kapısındaki askerler daha hiç bir söz söylemeden, onların yüzüne bakıp;
“Biliyorum, oğlum da şehit oldu değil mi? O da babası gibi bu vatan uğruna gözünü kırpmadan canını feda etti.”
Askerler ne yapacaklarını, ne diyeceklerini bilmez bir haldeydiler. Sadece askerlerden biri;
“Başınız sağ olsun anacığım. Takdir-i ilahi. Bu cennet vatana hepimiz can kurban. Oğlunuz Allah’ın sevgili kuluymuş ki; şehitlik mertebesi ile onurlandırıldı. İnanın bana, diyecek bir söz bulamıyorum.”

Hacer son derece sakin ve metanetliydi. İçindeki bu anlamsız sıkıntının artık adını koyabiliyordu. Beyninde şimşekler çakıyor, bağrına taş basıyordu. Oysa ki kocası Mustafa’nın şehit haberini aldığında, bu kadar metanetli ve sakin olamamış, göz yaşları içinde feryat figan etmişti.
Askerler hiç bir şey söyleyemiyor, ne yapacaklarını bilmez bir halde, kapıda öylece Hacer’i izliyorlardı. Hacer ise ağıt yakar gibiydi, yüreğinde ne varsa tek tek söylüyor ve ağlıyordu. Ama nafile, giden geri gelmiyordu. Bir an askerlere bakarak;
“Benim Hakkı’m babasının oğluydu. İçimde hep bir sıkıntı vardı zaten. Demek bunun içinmiş, demek Hakkı’mın ölüm haberini alacakmışım da ondanmış. Rabbim sizin acınızı sevdiklerinize göstermesin. Bu acı hiç bir şeye benzemiyor, yürek yakıyor evladım.”

Koynundan oğlunun fotoğrafını çıkartıp uzun uzun baktı. Sonra da;
“Sen de beni yalnız bıraktın oğlum. Tek dalımdın, canımdın, umudumdun. Yaşama sevincimdin, mutluluğumdun. Şehit karısıydım, bir de şehit anası oldum. Babanın ölüm haberini aldığım gün de böyle yağmur yağıyordu, senin ölüm haberini aldığım gün de yağmur yağıyor. Bu yağmur gibi, Allah rahmetinizi bol etsin. Mezarınız nur’la dolsun, toprağınız bol olsun. Bu nasıl bir kadermiş böyle ki, baba oğul aynı kaderi yaşadınız.”


14. 07. 2006 / ANKARA












Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplumcu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Gavurdağı

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Boz Eşşeğin Rüyası
Ben Geldim Anne
Mor Koyun
Türk Subayı İle Ermeni Kızın Aşk Öyküsü
Gerçek Sevgi
Başlık Parası
Güneş Yüzlü Çocuklar

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Filistin Gözlerimde Ağlıyor [Şiir]
Ankara [Şiir]
Leyl-i Gecelerde Yusuf [Şiir]
Ahh Sevgili [Şiir]
Emine Sevinç Öksüzoğlu 2008 Yılı Kültür Sanat ve Başarı Ödülleri [İnceleme]


Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU kimdir?

SANAT YAŞAMI 20. 01. 1974 yılı Gaziantep doğumlu olan Emine Sevinç Öksüzoğlu; ilk, orta ve lise eğitiminin ardından, İstanbul Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesinde ve Gaziantep Devlet Tiyatrosu Onat Kutlar sahnesinde, sahne sanatları ve Tiyatro oyunculuğu üzerine eğitim gördü. Ferhan Şensoy, Ekrem Erkek, Hüsnü Alan ve Muhammed Cangören gibi ustalardan eğitim aldı. Onlarla aynı sahneyi paylaşmanın gururunu yaşadı. Gaziantep Devlet Tiyatrosu Onat Kutlar Sahnesi’nde, sahne yönetmenliği de yapan Emine Sevinç Öksüzoğlu, Türkiye genelinde birçok oyunlar sahneledi. A. Ü. TÖMER Gaziantep şubesinde Sahne Sanatları, Diksiyon, (Güzel konuşma sanatı) Diyafram ve Tiyatro oyunculuğu üzerine öğretmenlik yaptı. Uzun seneler sahne tozu yutmasına rağmen, çok sevdiği Edebiyat’tan hiç bir zaman ayrı kalmadı. Şiir, öykü, düzyazı, astroloji, felsefe, kültür sanat, eleştiri, araştırma inceleme, ve edebiyat üzerine yazıları, yerel ve ulusal olmak üzere bir çok yazılı ve görsel basında yer aldı. Ayrıca bir çok Televizyon ve Radyoların Sanat ve Edebiyat programlarına konuk oldu. Gaziantep’te yayımlanan Olay, Zafer, Güney postası, Gaziantep 27, Doğuş, Yeni Gazete ve Ekspres gazetelerinde Sanat yönetmenliği yaptı. Kosova; (Balkan Aydınları ve Yazarları) BAY ve İnci çocuk dergilerinin, Almanya; Ezgi Kültür Sanat ve Edebiyat dergisinin, İstanbul; Ana kültür Sanat ve Edebiyat dergisinin, Ankara; Kendi Kültür Kalıtı dergisinin, Adana; Ozan, Söylem, Aykırısanat Kültür ve Edebiyat dergilerinin Gaziantep bölge temsilciliklerini yürüttü. Ayrıca bu dergilerde Şiir, öykü, düzyazı, astroloji, felsefe, kültür sanat, eleştiri, araştırma – inceleme, edebiyat, Türk tiyatro tarihi ve (diksiyon) güzel konuşma sanatı üzerine yazıları yayımlandı. İstanbul’da yayın yapan Ana Kültür Sanat ve Edebiyat dergisinin hazırlamış olduğu “Ana Antoloji” de, Adana’da yayın yapan Ozan Kültür Sanat dergisinin hazırlamış olduğu “Ozanlar Sevgi Yumağı” şiir antolojisinde ve “Yaşayan kadın şairlerimiz” isimli ansiklopedi de şiirleri ve sanat yaşamı yer aldı. Ayrıca 2007 yılında Ankara’da Elvan yayınları sahibi Sayın İhsan Işık tarafından yayımlanan, 10 ciltlik “Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür adamları Ansiklopedisi” nde eserleri ve sanat yaşamı yer aldı. 13. 04. 1997 yılında üç boyutlu resim sanatçısı olan Arslan Bayır’la birlikte, “Mustafa Kemal Atatürk ve Şiir” konulu resim ve şiir sergisi açtı. Bu sergi ulusal ve yerel basında uzun bir süre yer aldı. Şiirlerinden bazıları ses sanatçısı ve bestekâr Sayın Gül Kansu tarafından bestelendi. Bir kaç şiiri de, ünlü şair Sayın Naser Feiz tarafından Farsça’ya çevrilerek, Tahran’ın önde gelen sanat ve edebiyat dergilerinde yayımlandı. Şiirleri usta kalem Can Yücel başta olmak üzere, birçok şair ve yazardan övgü dolu yorumlar almıştır. 21 Nisan 1996 yılında 4. Dünya Şairler Gününün ve 26 Nisan 1997 yılında da 5. Dünya Şairler Gününün organizasyonunu yaptı. Sevgi, barış, kardeşlik ve dostluk çağrısıyla, yurt içi ve yurt dışından bir çok şair ve yazarı aynı çatı altında toplayarak, görkemli bir organizasyona imza attı. Bu muhteşem organizasyonla yazılı ve görsel olarak, ulusal ve yerel basında dünya kamuoyunda geniş bir yer tuttu. Güneydoğunun incisi olan Gaziantep’in tanıtımına, dünya çapında katkıda bulundu. Emine Sevinç Öksüzoğlu; birçok Konferans ve Panellere katılıp Edebiyat, Şiir ve Felsefe alanında konuşmalar yapmıştır. Her yıl adına düzenlenen “Genç Şair Başarı Ödülleri” ise; Şiir alanında başarı göstermiş Yedi kişiye, büyük bir törenle verilmektedir. 02. 11. 1996 yılından bu yana, hemen hemen her yıl Tüyap kitap fuarı başta olmak üzere, yurt içi ve yurt dışında imza günlerine, şiir resitallerine ve konferanslara davet edilmiştir. 10. 03. 1997 yılında Kosova’da yayın yapan Bay (Balkan Aydınları ve Yazarları) Kültür ve Sanat Dergisi tarafından “Kültür Elçisi” olarak ödüllendirilmiştir. 01. 06. 2007 yılında Kosova Balkan Aydınları ve Yazarları Kültür Birliği Başkanı ve Bay Yayınlarının sahibi ve yazı işleri müdürü olan, Sayın Osman Baymak tarafından “Teşekkür Belgesi” ile onurlandırılmıştır. 26. 04. 1997 yılında da İstanbul Ana kültür sanat ve edebiyat dergisi tarafından, Türk edebiyatına yapmış olduğu üstün hizmet ve başarılı çalışmalarından dolayı plaketle onurlandırılmıştır. 02. 02. 1997 yılında Türkiye Şair ve Yazarlar Derneği Gaziantep şubesinin kurucu başkanlığını yapan Emine Sevinç Öksüzoğlu’nun, yurt içinde ve yurt dışında almış olduğu bir çok plaket, şilt ve ödülü mevcuttur. İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği) ve Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi olan Öksüzoğlu; Evli ve bir kız, bir erkek olmak üzere iki çocuk annesidir. YAYIMLANMIŞ ESERLERİ : “Sevgiler Günışığında” (Şiir) Ağustos 1996 - Gaziantep Gürsel Yayınları “Bahar Tomurcuğum” (Şiir) Mart 1997 - Adana Aykırısanat Yayınları “Yeşil Gözlerinde Kaybolan Dünya” (Düz yazı / Öykü / Şiir) Eylül 1998 - Ankara Ürün Yayınları “Üşümüş Kar Taneleri” (Şiir) Eylül 2007 – Gaziantep Sanko Holding Kültür Hizmeti Yayınları “Güneş Yüzlü Çocuklar” (Öykü) Eylül 2007 – Ankara Ürün Yayınları “Zamansız” (Şiirler) (Azerbaycan Vector Uluslar arası İlim ve Edebiyat Eserleri Araştırma ve İnceleme Merkezi Tarafından Azeri diline çevrilerek yayımlanmıştır. )


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Emine SEVİNÇ ÖKSÜZOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.