Seviyorum, öyleyse varım. -Unamuno |
|
||||||||||
|
Söz olup sızsa insan hayata, onu şekle şemale soksa yaşamak suretiyle, ilk önce neyi değiştirir hallerin birinde? Hal öyle bir olsun ki ben kendimi değiştirebileyim. Kendimi değiştirmek suretiyle çevremle ilişkilerimi de değiştirebiliyor olayım, böylelikle topluma yeni bir can katma ihtimalim olsun. Ben çevremin hem etkisi hem de tepkisi olayım işte. Bu ‘anormal’ bir durum sayılsın, ben bu vesileyle ‘hasta’ edildiğimi düşüneyim. Beni iyileştirmek için uygulanan yöntemleri kendilerine döndürdüğümü, onları birer düğüm haline getirmek suretiyle kendime gömüldüğümü, bunu aşmanın ancak bir eylem olarak düşüncenin dışa eylem ve söylem ayrımını ortadan kaldıracak, niyet ve hareket bütünlüğünü sağlayacak şekilde yansıtılmasıyla mümkün olduğunu iddia edebileyim. *** Tek kişilik saklambaç düşüncesini gerçekleştirmek isteyen kişi öncelikle kendini kendi içinde kaybetmelidir. Bu düşünce eylemi bununla kalmamalı kendi içine hapsolmuşluk hissini de doğurmalıdır. Bilinç “hissiyata göre hareket” tarafından şekillendirilmeli, dillendirilmeli ve sahnelenmelidir. Gerisi gelir eğer oturup düşünür, döndürüp dillendirirsen. Halin yaman olur işte o zaman, bir taş düşer başına havadan, vaziyetin değişir, vasiyetini değiştiremezsin. Dilin bu yerde biter, dilinin bittiği yerde sözcülüğün de biter, gözcülüğündür artık devrede. Gözcülüğün bittiği yerde sessiz, sözsüz ve görüntüsüz bir olay bilince çarpmak eğilimindedir. Beyin bir ekrana dönüşür, düşünce tiyatroya… Bu teori/pratik, eylem/söylem ayrımının ortadan kalktığı, düşüncenin hayata bitmiş bir yazı ve ölü bir insan formunda nüfuz ettiği yerdir. Gerisi kişi kendini kendinden hayata döndürüp dillendirirse gelir ki sözsüzlüğün bittiği yerdir. Bu yerde düşünce vücut bulup kendi kendini sahneler. Kime ne katar kafada çözülen sorunlar, bana ne getirecek şuurumda sahnelenen bu oyunlar, ne götürecek benden perde? İnsin artık, öyle asılı baş aşağı durmasın perde olduğu yerde. Gelen gelsin, giden gitsin meçhule. Öğrensin kendini kaybetmeyi kendi içinde, belki açılır dışa. İçindeki sığınakları birer birer yıkarak başlamalı kişi bence işe. Kemikleşmiş zihniyeti budayarak yer açmalı kendine ve geleceğe... Geleceğe ki geçmiş olacak zamanın birinde. *** Yüzümüze vurulmuş tekmelerin su yüzüne çıktığı yerdir burası. Burada geçmiş çizilmiş resimler şeridi şeklinde akar bilincimizin üstünden. Bu esnada kültürel bilincimizin altında bir başka geçmiş sere serpe uzanmış keyfiyeti bir yaşam biçimi haline getirmekle, hürriyeti ise eylemsizliğe dönüştürmekle meşguldür. Tanımlandığı anda anlamını yitiren hürriyet içi boş bir kavram olarak gerçekleşememeye mahkûmdur demek çözüm değil, hürriyet varılacak bir son nokta değil, yakaladıkça kaçan bir haldir, özgürleşme her gün yeniden hayata geçirilen bir eylemdir falan şeklinde dillendirmek gerekebilir mevzuyu. “Ya kölelik ya efendilik,” “ya otorite oluş ya iktidarsızlık” gibi ikili zıtlaşmaların arasındaki kırılma noktalarında yaratılır kimlik. “Eşiktelik” platform vazifesi gören bir kimliktir. Bu platformda yanmaya tabi tutulur taraflar. Yanışlardan yeni şeyler doğar. Doğan şeyler ne biridir ne öteki. Ateşin bir ölçü birimine dönüştüğü uzamdır burası, zulmü neyle ölçeceğimizi bilen kişi sayısı kıttır burada. İdrak kabiliyeti cüzi kişi diye onuncu köye göndermezler kimseyi buradan. Oradaki gönderde bayrak yoktur. “Küllere dönüşümden yeniden doğmak mümkündür” diyenler varsa, bir de “küllere dönüşüp rüzgârda savrulmadan yeniden doğmak zamanıdır” diyenler vardır. Arada kalanın durumu şudur: Ben yeniden doğmak arzusunda değilim. Dolayısıyla bırakın yanayım ve onuncu köye gönder olayım. Yanmak mı lazım şimdi, yanmamayı başarıp dönüşmek mi? Ne gereği var oysa içinde bir öteki yarattın diye kendinden nefret edip yanmanın. İlişkiye geç onunla, kendine duracak bir yer bulma hususunda yardımcı olur sana. *** Doğduk, kendimizi zincire vurulu bulduk. İdrak kabiliyetimiz cüzi olduğu için bunu anlamakta geç kaldık, anlayınca da “aslında zincir yok, ben var sanıyorum, burada sadece incir var, incir çekirdeğini doldurmayacak işlerle uğraşan insanlar var” deyip kaçtık. Zincirlerimizi okşuyoruz şimdi. Doğma büyüme zincirlikuyulu olduğum için zincirlerimin içime işlediğini yenile fark ettim. Zincirin Allahlına kavuştum ben şahsen bu dünyada; sağolun varolun, bu vatana yar olun. *** Bu itlik kopukluktur. Ne gereği vardır hayatı kişiye zindan etmenin ve hatta bununla yetinmeyip ana rahmini bile mezar eylemenin? Hiçbir düşünce sistemi uymuyor tüzüğünüze, bir sistem olarak sistemsizlik ile aranızın iyi olduğu ise söylenemez, söylense de bir anlam ifade etmekten yoksunluğa mahkûmdur söylenen. Ona buna bulaştım, kana karıştım, kanlarımız karıştı, zehre dönüştü zikredilen her söz. Ah bu ne cinnet ve celal, kendine kıyıcılığa panzehir olsun hayatım, sözel varlığım çözelti niyetine katılsın çalıntı literatürünüze. Yatıya kalmıyor maruz kaldığım düşünce eylemleri sizin düzeninizin yatağı oldukça sözlerim. Tutarsızlık hakim bir kere; neyi neyle ifade etmeniz gerektiğinden bihaber, söylem düzeyinde kombine sevkiyattan başka bir şey yaptığınız yok. Doğurgan veya üretken değil ilişkimiz. Tam aksine kendine kıyıcı özellikler barındırıyor bünyesinde. Bünye kaldırmıyor bunu, varlığı yokluğuna giden yolda emin adımlarla ilerlemek şeklinde sızıyor hayata. Sızıdan kaçılmıyor kaderden kaçıldığı gibi. Kader yazılır, çizilir, silinir, tekrar inşa edilir de sızısız bir siz ve biz tabut günlüklerinden, mezar mektuplarından öteye gitmez. Yapının kırılması, yapının içi ve dışı arasındaki sınırın çizilmesi ve aynı anda silinmesi ile mümkündür oysa. İlişkimiz bizi öldürüyor sonunda ve bütün ada onuncu köye dönüşüyor. Ya da bilmem kaçıncı eyalete, vilayete, ihanete... İşte bunun iyi bir şey olmadığını söyleyeni kusuyorsunuz dünyanın üstüne. Kaldırmıyor bünyeniz bizi, suçu işleyen siz olduğunuz halde cezayı çeken biz oluyoruz netice itibariyle. Sizli bizli konuşmanın gereği bundandır işte. *** Durağan bir bütünlük izlenimi verecek şekilde yan yana yerleştirelim sizi, bizi, onları. Bugüne kadar düşünmüş olduğumuz her şeyi yeniden gözden geçirme süreci, yaratma süreci, tarihe atılan bayda, veyahut ta kendine yönelik şiddet, bu da tutmadıysa otoriteye edilen ihanet, yok edilmeye çalışılan varlık, olmayanın var farz edilmesi neticesinde ortaya çıkan tablo, çizilmiş resimler hepsi de işte... Bunların yakılacağı platformun inşası şunun düşünülmeye başlanması ile başlar: Ben bugüne kadar hangi kişilerin hayatıyla oynadım, kimlerin yaşamında derin izler bıraktım, kimlerin cennetle cehennemin nikâh töreninde şahitlik etmesine izin vermedim, hangi geçmişi empoze ettim, hangisini dispoze... *** Batan bir gemi düşün. İçinde kaptan ve köleler olsun. Kaptan için bu geminin batışı ölüm anlamını taşısın. Köleler içinse bu batış hürriyetin işareti sayılsın. İçine işlemiş zincirlerinden nasıl kurtulacak köle zincirlerine rağmen yüzüp yüzüp ıssız bir adaya ayak basmadığı taktirde? Güneşin batışı onu bir daha görmeyeceğimiz anlamına gelmez tabii. Özgürleşme bir süreçtir, öyle bir gecelik iş değil. Aşk gibidir yani, nefretle el ele, cennette ve cehennemde değil, kurmaca mitlerde ve belirli bir amaca hizmet etmek vazifesini ve eylem söylem bütünlüğünü akılda tutarak kaleme alınarak yaşama enjekte edilmiş tarihsel süreçlerde... Bir geçmişimiz olmalı belki, ama ne şekilde olmalı, kendimizi nasıl tanımlamalıyız, “biz” ne şekilde olmalı veya olmamalıyız? Kişi kendi kendisini yeniden yaratabilir. Bunu geçmişini her gün yeniden yazarak yapar. Bir limit olduğu farz edilmeden limiti aşmak gerektiğinden bahsetmek kafesin içi ile dışı arasındaki ayrımı ortadan kaldırır. Dolayısı ile ortaya şu çıkar: Kişi kendini aşması gerektiği sonucuna kendine limitler koyarak varır. Rol yapmayı bırakınız rica edeceğim, niyetiniz nedir onu dillendiriniz. Salt şekil olsun diye kesilen ahkâmların kanları damlar tavandan, aman zehir niyetine içmesin çocuklar. *** Tek gözün içinde pek çok göz… Evrenin semptomlarını dillendiren tavşanın gözleri… İki göz iki ayna arasında birbirini arıyor. Kendilerini kendi içlerinde kaybediyorlar. Kendi içlerine düşüyorlar. Bembeyaz bir gecede bıkmadan usanmadan tek bir yıldıza, hep aynı yıldıza bakıyorlar. Bütün yıldızlar spiral bir düşüşe hapsolmuşlar. “Ben” kendi içime hapsolmuşum. “Sen” beni sevmiyorsun. “O” senden nefret ediyor. “Biz” içimizdeki boşluğu bile tüketmişiz. “Siz” bizi anlamak istemiyorsunuz. “Onlar” aynaya bakıyor. Hiçkimse kendini göremiyor ve hiçkimse soruyor: “Ayna ayna söyle bana, ben miyim bu evrenin en transparan tavşanı?”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cengiz Erdem, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |