Özyaşamöyküsü başka insanlarla ilgili gerçekleri anlatmak için eşsiz bir araç. -Philip Guedella |
|
||||||||||
|
Alain Badiou (2004). İstanbul: Metis Yayınları. 180 sayfa. Etik mesele, Batıda uzun zamandır (özellikle son otuz yıldır) pek çok düşünürün ilgi odağı oldu. Çoğu eserde, Varlık/varlık, yaşam, insan, evren, siyaset, kültür gibi kavramlar/alanlar (yeniden, ve yeni tartışmalarla) neredeyse bu mesele üzerinde temellendirildi. Günümüzde bu kuramsal tartışmalar, Batıda, yaratıcı ve ufuk açıcı niteliğiyle olanca canlılığını sürdürürken, sözgelimi Türkiye gibi ülkelerin hem bilimsel literatür içinde -bazı felsefecilerin hatırı sayılır çabalarını göz ardı etmeden- hem de gündelik yaşamdaki bu kavrama ilişkin ufku, ilk bakışta, sıradan insan eylemselliğinin de çoğunlukla dolaysız bir tezahürü olan ve çoğu kez toplumdaki yasalardan, örf, âdet ve geleneklerden aldığı güçle tartışmaya neredeyse kapalı tutulan (ki egemen asıl gücünü buradan, yani tartışmaya isterse açan, istemezse açmayan, her iki durumda da sonucu istediği gibi bağlamaya çalışan "çıkarcı", "baskıcı" hakim normlarla donatılmış bir güç/cehalet etiğinden alır) kemikleşmiş ilkeler, egemen değer yargıları, etik komisyonlar, kurullar, komiteler, çerçevesi çizilmiş hak ve ödevler vs. olarak, ya da en iyi ihtimalle -zira içinde, hiç değilse İyi'ye ve Kötü'ye dair bir tartışma potansiyelini taşıması nedeniyle önemli bir felsefi çıkarım taşıyor:- "Etik mi? Herhalde iyi bir şeydir," gibi basmakalıp/kaba düşünce yargıları olmaktan, kısacası ağızlardan (artık) tükürülmesi gereken çürük bir sakız olmaktan öte gitmiyor. Bu bağlamda etik meselenin asıl ufku/ya da ufuksuzluğu, kavram üzerindeki egemen yargılar üzerinden algılayış canlı tutulduğu -ki bu çoğu kez farkında olunan bir şey de olmuyor- ölçüde, gerçekte "etik" kavramına bir yabancılaşma da diyebileceğimiz "mesafe" olarak beliriyor. Kısacası, gelin buna pek çok alan için de geçerli olabilecek, çocuksu öfke kıvamında/tadında genel bir şey: kısır düşünsel iklimin (ya da at gözlüğünün) dayanılmaz hafifliği diyelim. Aslına bakılırsa, etik meseleye olan bu mesafe, daha doğru ifadeyle bu mesafesiz mesafe, yaratıcı tartışmalarla düşünsel iklimin hem bakir alanlarında hem de mevcut yapısında gedikler açan ya da Lacan'ın ifadesiyle kurumsallaşmış bilgilerde "delik"ler açan ve açmaya devam eden eserler bir yana bırakıldığında, iç ve dış sorunlarıyla ilgili siyasaları bakımından pek çok mahut Batılı ülkenin de ciddi bir sorunu olarak karşımıza çıkıyor. Günümüzde bütün dünyanın gözlerini çevirdiği Ortadoğu'da yaşanılan savaş, katliam, tehcir, işkenceyle, hemen yanıbaşımızda, ülkemizdeki baskı, şiddet, işkence gibi Y. Türker'in ifadesiyle "fotoğrafı çekilmemiş hikâyeler"in yaşanması, yani yaşamın pek çok alanında fotoğraflanmış ya da fotoğraflanmamış "kötülük(ler)", bir kez daha "etik" sorunun gerek siyaset, gerekse felsefe içinden yapılan tartışmalar içinde ne kadar hayati bir önem taşıdığının altını çiziyor. Kötü'nün ne olduğunu, kötülüğün görüngülerini, nasıl olup da bir kötülüğün zuhur ettiğini, verili bir Kötü'nün, Kötülük'ün var olup olmadığını, bunlara dayalı siyasaları, bu minvalde süregiden muhalif ve statükocu tavırları ve eylemleri kavramsallaştırmak ve adlandırmak, kısacası tutarlı bir kuram oluşturmak ise oldukça zor görünüyor. Fransalı düşünür Alain Badiou'nün "etik" çalışması, her eserde olduğu gibi eleştirilebilir, tartışılabilir yönlerine rağmen, tam da böyle "zor" bir görevi yerine getirmeyi, bu bağlamda alana önemli bir katkı sağlamayı hedefliyor. Özellikle son birkaç yıl içinde eserlerinin İngilizceye çevrilmesiyle birlikte sadece İngiltere ve Amerika'daki düşünürler arasında değil, üniversite öğrencileri ve farklı çevrelerden de yoğun ilgi gören Alain Badiou, "Etik" çalışmasıyla birlikte adı daha sıklıkla gündeme gelen ve kitabında geliştirdiği farklı argümanlarla yeni tartışmalara yol açan bir düşünür olarak tanınıyor. Yazar, kitabın giriş bölümünde temel iki amacını: etik olgusunun tam mahiyetinin ne olduğunu incelemek ve bu haliyle etiğin aslında saf bir nihilizmle, düşüncenin kendisini inkâr etme tehdidiyle aynı kapıya çıktığını göstermeye çalışmak; daha sonra da "etik" teriminin bu anlamına karşı çıkıp, çok farklı bir anlam: kelimeyi soyut kategorilere (İnsan, Hak/Hukuk, Öteki, vb.) bağlamak yerine, tikel durumlara göndermenin, onu kurbanlara duyulan merhametin bir veçhesine indirmek yerine, ]tekil süreçlerin kalıcı düsturu haline getirmenin, vicdan sahibi bir muhafazakârlığın sahası haline getirmek yerine, çoğul hakikatlerin kaderiyle ilgili hale getirmenin gerekliliğini göstermek (18-19) olarak belirliyor. Bu bağlamda kitabın "İnsan Var mıdır?" başlıklı birinci bölümünde, etik teriminin günümüzde insan haklarıyla, ya da onun türevi olarak canlı varlıkların haklarıyla ilgili genel kullanımına karşı çıkan Badiou, insan haklarının ve soyut anlamda etiğin hümanizminin hayali yapılardan -ideolojilerden- ibaret olduğu (22) gerekçesiyle anti-hümanizmin sıkı bir savunusuna soyunuyor. Bunu yaparken de, İnsan'ın baştan verili doğal ya da tinsel hiçbir kimliği, ya da tözü olmadığını, genel, evrensel bir insan öznesi koyutlanamayacağını, dolayısıyla bu fikri temellendirebilecek insan hak ve ödevleri listelerinin hiçbir dayanağı ya da normu olmadığından yola çıkıyor. Eğer insan bu haliyle ele alınırsa, etik tarafından işkence ve zulme yani kötülüğe maruz kalan ya da kalma potansiyeli olan bir mağdur "kurban" olarak sadece etten kemikten oluşan iki ayaklı ölümlü bir insan-hayvan statüsüne indirgenir ki, günümüzde insan hakları etiğinin temelinde yer alan tam da budur: İnsanı sadece yaşayan ve ıstırap çeken, ölüme direnen bir organizma, bir kurban olarak hayvani altyapısıyla eşitlemek, dolayısıyla ona yapılan kötülüğün evrensel olarak tanınması için mutabakata varılmış bir "kötülük" listesi oluşturmak ve bu kötülüğe karşı harekete geçmek. Badiou ise insanın sıradan bir hayvan türü olduğunu, ölümlü ve yırtıcı olduğunu kabul etmekle birlikte, insanı hayvani doğasıyla yani sadece bu yönüyle ele almanın aslında tam da bu nedenden dolayı, ne cellat rolündeki insanı, ne de kurban rolündeki insanı daha değerli kılmayacağına işaret ediyor. Ona göre eğer insan, canlılar dünyasında ayrı bir yere konacaksa, eğer "İnsan'ı" düşünmeye kararlıysak, onu bulacağımız yer, kurban kimliğiyle örtüşmeyen bir şeyin gösterdiği neredeyse anlaşılmaz bir dirençle, en kötü şartlarda bile (yazar bu konuda zindan ve kamplardaki işkenceleri örnek gösteriyor) neyse o kalma doğrultusundaki inatçı kararlığından gelen bir hayvan olmasını sağlayan şeyde (bulunan İnsan) olmalıdır (27). Neyse o, yani tam da bir kurbandan başka bir şey, bir ölüm-için-varlıktan başka bir şey ve dolayısıyla "ölümlü bir varlıktan başka bir şey." Bir ölümsüz: İnsanın başına gelebilecek en kötü durumlar, O kendini hayatın karmakarışık ve zorbaca akışı içinde ayrı bir yere koyabildiği sürece, onun böyle olduğunu, yani ölümsüz olduğunu gösterir. İnsanın herhangi bir veçhesini düşünmek için, bu ilkeden yola çıkmamız gerekir. “insan hakları" varsa da, bunlar kesinlikle hayatın ölüme karşı hakları ya da sefalete karşı hayatta kalmanın hakları değildir. Ölümsüz'ün kendi kendilerine dayanan haklarıdır ya da Sonsuz'un ıstırap ve ölüm denen olumsallığın üzerinde uygulanan haklarıdır. Sonuçta hepimizin ölecek olması, geride sadece tozun kalacak olması, İnsan'ın, koşulların onu maruz bırakabileceği hayvan-olma ayartısına karşı koyabilen biri olarak kendini olumladığı anda sahip olduğu ölümsüzlük kimliğini hiçbir surette değiştirmez (28). Bu bağlamda Badiou, olağan ve olağanüstü koşullarda insanın bu Ölümsüzlüğe muktedir olduğunu, insanı insan yapanın özneleşmenin ölümsüzlüğü olduğunu, bunun ötesinde insanın yalnızca biyolojik bir tür, hiç de cazip sayılamayacak "tüysüz bir iki ayaklı" olduğunun altını çiziyor. Badiou'nün düşüncelerine bu açıdan bakıldığında, açlık, sefillik, yoksulluk, hastalık vs. gibi bir "kurban" etiğine dayalı insan hakları etiği, ya da Badiou'nun deyimiyle "etik ideoloji", insanın bu aşağılık/hayvani canlı varlık statüsünden hareketle, başka bir ifadeyle insanın sadece bu özelliğini temel alarak, bunların (yani yukarıda sayılan "kurban" kimliğinin bileşenlerinin), insanın başına gelmemesi gereken Kötü şey(ler) olduğunu tanımlar; ve bunlara karşı savaşayım derken, elbette bu anlamda kötülüğün kol gezdiği sözgelimi Ortadoğu'ya -ki Kötü'nün kendisi bu anlamda üçüncü dünya olup çıkar- bu Kötülük'ten kurtulmak için seferler düzenlemeye başlar. İnsanı sadece hayvani altyapısıyla eşitleyerek bunun üzerinden politikalar yürüten ve bu politikalar sonucu sözde amacının tam tersi durumsallıklar yaratarak sürekli "Kötülük" üretmekten (yazarın kuramının daha ayrıntılı gözler önüne serimlendiği kitabın dördüncü ve beşinci bölümlerinde bu konu daha da açıklık kazanıyor) kaçamayan etik ideolojiye karşı Badiou temel tezlerini şöyle belirliyor: İnsan'ın hayvanların en dirençlisi ve en paradoksalı kılan Ölümsüz'le tarif edilmesi gerektiği; Kötü'nün, varlığında sebat etmek için çıkarlarının peşine düşen insan-hayvanın şiddetinden ayrı tutulması; bütün insanlığın kökünün tekil düşünce içinde saptanmasına dayandığı, bu bağlamda genel olarak (yani evrensel insan hakları etiği ya da kurumların etik komisyonlarının belirlediği kurallar vb.) etik diye bir şey olmadığı, sadece -son kertede- bir durumun imkânlarının sorgulandığı süreçlerin etiğinin olduğudur (32-33). Badiou, son teziyle ilgili olarak sağlık/tıp kurumları ve doktorlar hakkında çarpıcı bir örnek verir: Etik ideoloji saflarındaki bir doktor, katıldığı toplantı ve komisyonlarda "kurban" olarak tanımlanan hastalar hakkında pek çok sorunu tartışacak, ancak aynı doktor hasta bir tekil şahısla karşılaştığında, yasal ikâmet belgeleri olmadığı ya da sosyal sigortalar kurumlarına bağlı olmadığı için hastanede tedavi görmemesini sağlamak için bütün önlemleri almakta bir beis görmeyecektir. Yazarın deyimiyle, kolektif bir etik anlayışının/sorumluluğunun gereğidir bu! (30) Oysa Badiou'ya göre, bu süreçte silinen şey, ortada tek bir tıbbi durum, klinik bir durum olduğudur. Bu koşullarda bir doktorun kendisinden tedavi talep eden kişiyi, hiçbir müdahale kabul etmeden, bütün imkânlarını kullanarak tedavi etmesi için bir "etiğe" ihtiyacı yoktur. Bu tikel durumun "Ölümsüzü" olmak demek, kendisini engelleyen bütün şartlara karşı sonuna kadar direnmek, sadece durumun tikelliğine sadık kalmak, bunu en uç sınırına kadar izlemektir (31). Aslına bakılırsa, etik ideolojinin temelinde, başka bir ifadeyle sözgelimi genel etik kurallara dayanarak bir hastayı geri çevirebilme gücünün altında, (tıpkı mahut Batının Ortadoğu'daki "kalabalıklar"ı gördüğü gibi) hastaların, yoksulların, yaşlıların, kimsesizlerin, bağımlıların vs. ne idüğü belirsiz "kurbanlar" olarak ya da hastalık, yoksulluk, yaşlılık, ölüm vs. gibi çoğu kere sıradan sayılabilecek durumların "yok" sayılması, gizlenmesi, saklanması gereken utanç verici bir "kötülük kaynağı/ya da kötülük" olarak algılanması durumu vardır. Hastalığa, yaşlılığa, ölüme bu egemen bakış, yani etik ideoloji ise gerçekte pek çok toplumun gerçeğidir.* Konunun elbette biyo-politika/ya da biyo-etik ve Nazizm gibi bağlantıları da vardır; bu bağlam kitabın ilerleyen bölümlerinde daha açık ve ayrıntılı bir biçimde analiz edilmektedir. "Öteki Var mıdır?" başlıklı ikinci bölümde, Badiou, önemli bir saptamayla, Levinas'ın Öteki etiğinin, asıl içsel anlamlarının bastırılıp, öteki'nin (psikanalizle yorumlandığında benimle-arasına-mesafe-konmuş kendim) ve "yüz"(ler)de yansıyan Bütünüyle Öteki'nin (tarife gelmez bir Tanrıya verilen ad) gibi dini açılımlarının (törel bilinç ya da başka bir ifadeyle mutlak bir belirsizlik anlamında) unutulup, ya da yok sayılıp, ya da son kertede, günümüzde çok yaygın olan benim dışımda/karşımda bir dışsallık alanı olarak kurulan ve asıl bu anlamıyla dini bir çabaya dönüştürülen, ve yazarın kendi ifadesiyle "yeni moda vaazlarda rahmetli sınıf mücadelesi yerine vaazedilen bir kültür sosyolojisine" (37), ya da dönüp dolaşıp, "bizimle aynı'ysan farklılığına saygı duyarım" gibi totalitarizme dönüşmekten kurtulamayan/ya da dönüştürülen bir "farklılıklar etiğine" indirgendiğinin altını çiziyor. Badiou her iki duruma karşı, kısacası her ne şekilde ele alınırsa alınsın, Öteki etiğine karşı yine Ölümsüz fikrinden yola çıkarak tezler geliştiriyor. Ancak Levinas'ın anti-felsefe (bir anlamda bilinemezlik) eğilimine ya da bu eğilimden beslenen Derrida, Spivak gibi düşünürlerin de önemli açılımlar getirdiği sorumluluk temelinde bir Öteki etiğine karşı tezlerin analitik açılımlarına pek rastlanmıyor. Bu analizi ise ancak kitabın ekler bölümünde ingilizce çevirmenin kaleme aldığı sonsöz bölümde daha açık bir şekilde görebiliyoruz. Badiou ise daha çok amentü gibi tekrarlandığını belirttiği "farklılıklar" etiğine karşı tartışmalar açıyor. Özellikle farklılıklar etiği üzerine geliştirdiği karşı tezlerin temelinde, çok basit bir çıkarsama var: Her modern kolektif düzenlenişte, farklı yeme, içme, cinsellik tarzları, otoriteyi ya da düzensizliği tercih edenler, farklı dinlere mensup olanlar gibi her yerde birçok insan, sonsuz başkalıklar/çokluklar vardır ve dünya zaten böyle bir yerdir; sonsuz çokluk/başkalık zaten olan şeydir. Ötekini tanımak kavramı hiçbir somut durumu aydınlatmaz (39-40). Farklılıklar ve bunların çokluğu üzerine daha açıklayıcı bir örnek veriyor: "Bir Çinli köylüyle Norveçli genç bir işadamı arasında, benimle kendim de dahil başka herhangi biri arasındaki kadar çok fark vardır. Ama o kadar fark (vardır), ne daha fazla, ne daha az(dır)" (39). Bu durumda tek durma noktasının boşluk olduğunu belirten Badiou'ye göre, bu boşluk, henüz olmayanın oluşması olan, ve yeni boşluklar bırakan bir hakikattir. "Ölümsüz oluşumuz dediğimiz şey, hem çok, hem de önemsiz olan 'kültürel' farklılıkların içinde kalarak anlaşılamaz. Bu şey hakikat kapasitemizdir -bir hakikatin kendi 'aynılığına' davet ettiği o 'aynı' olma kapasitemizdir " (41). Bütün hakikatlerin ait olduğu evrensel kategoriler ve öznellik tipleri ise dört başlıkta toplanıyor: Bilim, siyaset, sanat ve aşk. Bu kategoriler arasında "ekonomi"nin ayrı bir kategori olarak düşünülmemesi ise özellikle dikkat çekici. Bu durum, Badiou'nün etik kavrayışı daha bütünsel olarak düşünüldüğünde/ve kavrandığında ancak daha açıklık/netlik kazanabiliyor. Yazar, insan-hayvanın, verili bir tekil hakikate katılarak, bu dört öznellik tipinden birine dahil olduğunu, etik diye bir şeyden bahsedilecekse, -ki bunun dışında genel etik diye bir şey yoktur/ya da etik nihilisttir- bu öznellik tipleri içinde gelişen bir şey'in etiği, bir tekil'in etiğinden bahsetmenin mümkün olacağını belirtiyor (41). Ancak bu tekil'in etiği içinde dile getirilemeyen gizlilik/ulaşılmazlık (Derrida'nın görünmez içsellik dediği ya da vicdan/iç gözetim dediği şey) hakkında, ya da kavramsallaştırmaya direnen "karar" hakkında, Badiou'nün karşı argümanlar geliştirmekten çok, sadece bu karara sonuna kadar bağlılık/sadakât olarak kavramsallaştırılması bağlamında bir ayrım gözetilebiliyor. Yani, yukarıdaki örneğe dönecek olursak, doktor hastanın talebine yanıt vermek için her türlü olumsuzluğa sonuna kadar direnmelidir. Badiou'nün etiğinde asıl sorun, tam da bu direnmenin kırılma noktalarında -hasta doktora hakaretler etmeye başlar, bu önemli değilse bile, sözgelimi zaten doktor şartlar ne olursa olsun hastayı tedavi etmeye kararlı olduğu halde, bunu önceden kestiremeyen hasta yakını doktorun kafasına silah dayamaya çalışır vs. vs. durumunda doktor bir an, bir şekilde vazgeçme eğilimine (içinde söze dökemediği bir buyrukla/kararla) girdiğinde- başlıyor. Öteki etiğinde (belki de) bu karara yer varken, Badiou'nün kavramsallaştırmaya çalıştığı etik kavrayışında, bir hakikat sürecinin Ölümsüz'ü olma etiğinde buna yer yoktur, ya da bir "kötü"nün belirmesi anlamında yer vardır. Bu durumda, kitabın (Hakikatler Etiği başlıklı) dördüncü bölümünde daha geniş açımlandığı üzere ancak durumun tekil etiğine/bir hakikat etiğine ihanet anlamında bir "kötülük" söz konusudur. Badiou'nün farklılıklar etiğine eleştirisinden bakılacak olursa, neden ne olursa olsun, doktorun kendisi gibi olmadığını düşündüğü Öteki'yi yok saydığı, varlığını kabul etmediği, ve bu bağlamda bir özneleşme sürecine/bir hakikat sürecine ihanet ettiği ileri sürülebilir. Öteki etiğinin günümüzde de pek çok yerli ve yabancı akademisyen tarafından edilgenlik yarattığı* ya da bir dost/düşman Öteki perspektifine yol açtığı gerekçesiyle eleştirildiği, hatta şu anda Ortadoğu'da olup bitenlerin düşünsel temeli olarak suçlandığı* nokta tam da budur. Oysa Öteki etiğinin bu kadar kolay açımlanamayacak, daha ötesi fazladan bir suçlamayı hiç de hak etmeyecek kadar karmaşık bir içerime sahip olduğunu düşünüyorum. En basitinden Badiou'nün de bir yerde belirttiği gibi -ki bu bağlamda Öteki etiği psikanalize çok şey borçludur- "psikanaliz, Ego'nun ötekiyle özdeşleşme içinde inşa edilmesinin (Lacancı ayna etkisinin) narsisizmle (benim tarafından görülebilecek hale getirilmiş kendim rolü oynadığı için ötekinin dışsallığından hoşlanırım) saldırganlığı (ötekine kendi ölüm dürtümü, kendimi imha etmeye duyduğum arkaik arzuyu yatırırım) nasıl birleştirdiğini" (35-36) dikkat çekici biçimde açıklaması, Öteki etiği içinde çoğu kez farklı koşullar altında alınan muğlak sessiz kararın aşkın mutlaklığının anlaşılmasına da yardımcı olur. Her şeyden önce Öteki etiği baştan varsayılan (ve hep nefret edilmesi/ya da hep sevilmesi gereken) bir dost/düşman Öteki (Irak olsun, ABD olsun, Yahudiler olsun, Naziler olsun, kapı komşusu olsun, kişinin kendisi olsun..) etiği değildir. Günümüzde çoğu kez Öteki kuramının ya da kısacası Öteki'nin daimi bir olumsuz/ya da olumlu, başka deyişle Ötekinin ya (hep) olumlu ya da (hep) olumsuz Öteki gibi çağrışımlarının yarattığı gerilim de bu yanlış çıkarsamadan kaynaklanıyor. Öteki etiğinde, çoğu kere durum içindeki hakikat boyutunun Lacancı deyimle gizemli, açıklanamaz (ya da söze dökülemez), ya da alınan karara her zaman bir belirsizliğin eşlik edeceği gibi bir boyutu olduğuna dikkat çekilir. Suçlama yapılacaksa bile, bu birine (sözgelimi Levinas'a) ya da adına Öteki etiği denilen bir kuramsal çabaya değil, bizzat bu "muğlaklığın" kendisine olmalıdır. Öte yandan Ötekine sonsuz sorumluluk etiğinin "üçüncü Öteki"nin devreye girmesiyle bir edilgenlik durumu yarattığı yolundaki görüşler, kuramın, hiçbir şekilde savaşa, zulme, işkenceye karşı muhalif eylemselliğe karşı konumlandığı sonucuna ulaşamaz. Hatta, tam tersine kuramın bir parçasıdır denilebilir. Badiou'nün etik kavrayışının Öteki etiğine temel karşı savı ise, etiğin, zaten varolan farklılıklardan, çoklu varlıktan ele alınmaması gerektiği, etiğin bir hakikat süreci içinden, olmayanın, ya da olmakta olanın, bir olayın perspektifinden yola çıkılarak ele alınması gerektiğidir. Bir yanıyla Öteki etiğiyle de örtüştürülen etiğin nihilistik karakterini aşmanın en önemli unsurunun ise, -ölüm için/ya da mutluluk için (ki yazar ikisinin aynı şey olduğunu belirtiyor) yaşayan bir insan yerine- yine ancak bir Ölümsüz olabileceği vurgulanıyor. Yazara göre, hiçlik arzusuna karşı ancak hakikatleri olumlayarak (bir Ölümsüz olarak) nihilizmden kopulabilir: Her bilimsel yeniden-kurma; her sanatsal icad; her özgürleştirici siyaset; aşkı doğuran her karşılaşmanın her anının açığa çıkardığı imkânsızın imkânı, bir hakikatler etiğinin tek ilkesidir (49). Badiou'nün, verilen örneklerin de işaret ettiği gibi bilimde, sanatta, siyasette ve aşkta bir olay'a dayalı etiğinde, önsel olarak bir "İyi" perspektifi vardır, ve her hakikat süreci ancak bir "İyi"den inşa edilebilir. Bu "İyi" ise, bilimde, siyasette, sanatta ve aşkta olmayanın, çoklu varlık dışında (yani varolan farklılıklar dışında) bir olay'ın bir boşluğu adlandırması, ve bu olayla mevcut kanaatlerden bir kopuş olarak düşünülmelidir. Badiou, etiğinde özellikle üstadım dediği Lacan'ın "Arzundan vazgeçme!" (60) düsturundan yola çıkarak "arzu"nun yarattığı "boşluk" kavramından yararlanıyor. Bir olaya sadık kalmanın durum içinde ürettiği şey ise bir hakikattir ve bu hakikat kanaatlerin dilini değiştirir. 1792 Fransız Devrimi, Galileo'nun fiziği yaratması, Haydn'ın klasik müzik üslubunu icat etmesi; Çin'deki kültür devrimi; bir aşk karşılaşması vs. (51) bunlar bir olaydır; çünkü hepsi de bilinenden bir kopuştur. "Boşluk" ve "kopuşlar" devam ettiği sürece -arzu devam ettiği sürece- yeni "olay"lar her zaman gündemde olacaktır. Sözgelimi, Badiou'nün ifade ettiği gibi, Marx burjuva toplumlarının merkezindeki bir boşluğu, "proletarya"yı adlandırmıştır. Ancak adlandırılamayanlar daima kalmıştır; sınıf mücadelesi bir dönem önemliyse de, artık günümüzde Marksizm içinde yeni adlandırılanlar, yeni boşluklar vardır. Ancak hemen belirtmek gerekir ki, Lacancı anlamda boşluk, Gerçek gibi kavramlar, Badiou'nün kuramının yönteminde önemli bir çıkış noktası sağlasa da, (kitabın sonsözünde ingilizceye çeviren Peter Hallward'ın 146-150'de irdelediği gibi) Lacancı anlamda ancak olumsuz açıdan değerlendirilebilecek bu kavramlar Badiou'de "boş görünen şey" ve "bu boşluğu dolduran bir olay" ama "İyi" niteliğiyle bir olay gibi olumsal bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla Baduou'nün etiğinde, Oedipus gibi simgesel olmayanın tikelliği açısından travmatik, indirgenemez deneyimlere, ya da kendi çizdiği bir "İyi"nin ötesindeki bu alana (yazara göre bir ölümlü olarak her sıradan insan, her zaman İyi'nin ve Kötü'nün aşağısındadır) -tıpkı kurban ve celladına olduğu gibi- kayıtsızlık sözkonusudur. Buradan da anlaşılabileceği gibi, gerçekte bu da bir tür farklılıktır ya da "istisna"dır; ve ancak son kertede bunlara kayıtsız/duyarsız kalınarak "İyi"den okunabilecek bir hakikat sürecine girilebilir. Kısacası Badiou'nün temel kaygısı, biri olma sıfatımla, kendi varlığımı aşmayı nasıl sürdüreceğimdir (58). Dolayısıyla Badiou'nün etiği, hem bir Gerçek etiği (60), ancak öte yandan Gerçek'e kattığı yeni anlamlar ve kavramsallaştırmalar bakımından simgeselin etiğidir denilebilir; zira bilinemeyen olan, boşluk olan, yeni bir olayla -Barok tarzından sonra, müzikte klasik tarzın boşluğu adlandırması gibi- adlandırılır. Ancak bir boşluk, her zaman kalır/vardır. Yani bir hakikat, etkileri bakımından sonsuz ama asla "son" hakikat değildir. Yazara göre, boşlukların adlandırılması, bir ilerleme gibi de anlaşılmamalıdır; sözgelimi yeni bir müzik tarzının bir boşluğu adlandırması, onun önceki herhangi bir tarzdan üstün olduğu anlamına gelmez (74). Bu fikri sanat dışında diğer kategoriler, bilim, siyaset ve aşk için de düşündüğümüzde hayli ilginç ve düşündürücü olabilecek tartışmalar açılabileceğini tasavvur edebiliriz. Badiou'nün etik kavrayışına şöyle kabaca bakıldığında bile, yazarın kitabın giriş bölümünde de hatırlattığı gibi, etiğin, bilge kişiliğin, "kendi sorumluluğu olan şeyleri olmayanlardan ayırt edebildiği için, iradesini kendi sorumluluklarıyla sınırlayıp geri kalan şeylere hiç etkilenmeden tahammül eden kişi"liğin (17) etiği olduğu, ve bir anlamda paradoksal olarak bu yolda, "kendini feda eden" -zira sonuçta sıradan bir ölümlüdür- bir kişiliğin etiği olduğu söylenebilir. Başka bir deyişle İyi, bilimde, sanatta, aşkta ve siyasette bir boşluğu adlandırabilme kaygısı ve bu adlandırılana bağlılık, sebat ve en kötü şartlarda bile devam etme kaygısıdır. Yazar bu konuda "devam et!" düsturunun, bir hakikatler etiğinde, iyi bir varoluş tarzı için en önemli yöntemlerden biri olduğunun altını çiziyor. Peki kötünün ve kötülüğün bu kavrayışta yeri nedir, ve nasıl belirir? "Kötülük Sorunu" başlıklı beşinci bölümde bu konuyu hayli geniş ve açık bir biçimde gözler önüne seren Badiou'ye göre, Kötü, herşeyden önce ancak bir İyi'nin perspektifinden, yani "biri"nin bir hakikat sürecine yakalanması, özneleşmesi perspektifinden kavranmalıdır. Kötü, insan-hayvana değil, özneye ait bir kategoridir ve insan ancak zaten olduğu Ölümsüz haline gelmeye muktedir olduğu sürece Kötü vardır (71). Bu bağlamda Kötü üç şekilde ortaya çıkar; ya da yazarın deyimiyle Kötü'nün üç adı vardır: Taklit ya da terör; Ölümsüz'e ihanet; hakikati totaliter güçle özdeşleştirmek, yani felaket (75-76). Yazar bu bağlamda, taklit ve teröre, evrensel bir hitap alanına sahip olmasıyla gerçek bir hakikat süreci olan 1792 Devriminin, ya da 1917'deki Bolşevik Devrimi'nin gündeme getirdiği devrim, sosyalizm gibi adları ödünç alarak siyaset yapan Nazizmi örnek gösteriyor. Nazizm, durumdaki bir boşluğu değil, evrensel hitap alanından uzak "Alman ırkı" gibi dolu bir tikelliği adlandırmış, -ki dili, dini, ırkı, toprağı, kanı, âdetleri, topluluğu adlandıran her siyasal ya da düşünsel varoluş gibi- bir hakikat taklidi olarak ortaya çıkmıştır. Taklide sadakatin (yani devam et düsturunun) içeriği ise, her zaman savaş ve katliam; yani şiddettir (78) ve sonuç tam da böyle olmuştur. (Sanırım bu şiddetin izlerini farklı yönlerde de olsa, günümüzde Ortadoğu'da görebiliyoruz. Dolayısıyla yaratılan şiddetin ufku bazen görülemeyecek kadar "uzak" olabiliyor). Yazara göre, sözgelimi bazı cinsel tutkular da aşk olayının taklidi olarak ortaya çıkabilir ve beraberinde terörü ve şiddeti getirir. Yine, kaba saba karanlıkçı vaazlar da kendilerini bilimin taklitleri olarak sunarlar ve bariz biçimde zararlı sonuçlar doğururlar (81). Kötü'nün bir diğer adı, ihanet ise, "kriz anlarıyla", sözgelimi yazarın verdiği örneklerle bir militanın gevşemesi, bir sanatçının kısırlığı, bir araştırmacının cesaretinin kırılması, bir âşığın karşılaştığı kriz anlarıyla vs. ilgilidir ve bir ölümlü hayvan-insanın bayağı çıkarıyla, bir Ölümsüz'ün çıkar-gözetmeyen-çıkar'ı arasında -ve bunların birbirine karışmasını önlemek için kullanılan kurgu çöktüğünde- tercih yapmak durumunda kalındığında ortaya çıkar. Ancak, hemen belirtmek gerekiyor ki, verilen örneklerden de anlaşılacağı gibi, krizden etkilenen hakikat sürecinin kendisi değil -zira bir hakikat süreci "kendi içinde" krizden etkilenmez; bir olayla başlayan hakikat süreci ilkesel olarak sonsuza kadar gider- hakikat sürecinin teşvikiyle özne oluşumuna giren "biri" ya da "birileri"dir (81). Bir hakikate ihanet etme ayartısıyla her zaman karşı karşıya kalınabilir ve "devam et" düsturu etkisini yitirdiği anda zararlı sonuçlar ortaya çıkabilir. Ancak Badiou'nün ihanet anlamında Kötü kavrayışında önemli olan, bir hakikatten kolayca "vazgeçilemez", ya da hakikatin kolayca "terkedilemez" olduğudur. Çünkü (bilimde, siyasette, aşkta ve sanatta) bir hakikat sürecine yakalanmış Ölümsüz, varlığı fark edildiği anda özneyi devam etmeye çağırır. Hakikat süreci içkin bir kopuş olduğuna göre, hakikat süreci ancak bu kopuştan bir kopuşla terkedilebilir (83). Öyle sanıyorum ki Badiou burada, terkedişi "ciddi bir ihanet" olarak, yani tersinden (ya da olumsal anlamıyla) okuduğumuzda -ki sözcükler her zaman egemen algılayışın tam tersinden de okunduğu sürece çoklu anlamına/yaratıcı anlamına, belki de son kertede anlamsızlığına kavuşur- hakikat sürecindeki bir boşluğu adlandırma anlamında yeni bir hakikat sürecine yakalanma olarak değerlendiriyor. Üçüncü Kötü figüründe ise, hakikatin, nesnel durumun bütün unsurlarını, ya da gerçeğin bütününü hakikat süreci perspektifinden adlandırma ve böylece dünyayı değiştirme gücüne sahip olduğunu iddia etmenin, hakikati bütünselci, totaliter güçle özdeşleştirmenin, başka bir ifadeyle hakikatin gücünü mutlaklaştırmanın bir Kötülük örgütleyeceğini ve bir hakikat-felaketi yaratacağını belirten Badiou'ye göre, gerçekte hakikat asıl gücünü/ya da gerçek gücünü bir tür güçsüzlükten alır. Çünkü dünya dünya gibidir, ve doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün aşağısında kalır. İyi, ancak dünyayı İyi kılmaya heves etmediği sürece İyi'dir (87). Hakikatin gücünün mutlaklaştırılması, insan-hayvanın hayvanlığını, yani varlığını ortadan kaldırma istemi ile aynıdır; çıkar-gözetmeyen-çıkar ile bayağı çıkar ikiliğinin kurgusunu korumayı -zira özne olan "ben" ile, çıkarlarının peşine düşen ben özdeştir (62)- başaramaz. Yazara göre, örneğin Çin Kültür Devrimi'nin bazı Kızıl Muhafızları 1967'de özçıkarın (hayvan-insanın bayağı çıkarının) bütünüyle bastırılması gerektiğini ilan ettiklerinde, muazzam hasarlar yaratmış, hapse atılmışlar, kurşuna dizilmişler ya da kendi hakikat süreçlerine sadakatin ihanetine uğramışlardır. Yine örneğin 19. yüzyılın büyük pozitivistlerinin bilimin önermelerinin her şey hakkındaki kanaat ve inançları ikame edeceği yolundaki mutlak inançları, yüzyılımızda kendi mezarlarını hazırlamıştır (86). Kısacası, yazara göre, "hakiki/doğru adlandırmaların ulaşamadığı ve sadece kanaate, durumun diline özgü kalabilen en az bir gerçek unsur, durum içinde varolan en az bir çokluk olmalı; hakikatin zorlayamayacağı en azından bir nokta kalmalıdır" (88). Bu unsur bir hakikatin adlandırılamayanıdır ve Kötü, bir hakikat koşulu altında ve ne pahasına olursa olsun, bu adlandırılamayanı zorla adlandırmak istemektir. Yazar bu konuda örnekler de veriyor: Sözgelimi çelişkili olmayan matematik için tam da bu çelişkisizlik; ya da aşk sözkonusu olduğunda cinsel haz; ya da siyaset söz konusu olduğunda cemaat ve topluluk adlandırılamayanlardır. Nazilerin "Yahudi" adlandırması gibi, sözgelimi "Fransız" gibi bir kavram ya da adlandırma da -Fransa'da yaşayan bazı insanlara "yabancı"lık atfettiği için vs.- her zaman feci bir Kötülük'ün ortaya çıkmasına neden olur (88-89). Sanırım bu saptamayı, Boşnak, Kürt, Rus, Ermeni, Türk, Yunan vs.. gibi başka adlandırmalar üzerinden düşündüğümüzde, sırf bu adlandırmalar yüzünden dünya üzerinde ne kadar çok Kötülük'ün ortaya çıktığını ve hâlâ bu tür bir Kötülük'ün her yerde kol gezdiğini görmemek imkânsız hale geliyor. Badiou'nün, İyi perspektifinden yola çıkılarak zuhur ettiğini, yani ancak öncesinde bir İyi varsa Kötü'nün varolabileceğini savlayan hakikatler etiğinin tek amacı ise yukarıda tanımlanmaya çalışılan Kötülükleri savmaya çalışan bitimsiz bir çaba olarak beliriyor. Yani Kötü, insan hakları etiğinde, ya da etik ideolojide olduğu gibi baştan verili ve orada, burada, tam karşımızda vs. duran ve savaşılması gereken mutlak bir Kötü/Kötülük ya da İyi-kötü karşıtlığı olarak kavranmıyor. Badiou'nün etiği, İyi'den yola çıkarak ortaya çıkan Kötü nasıl tekrar İyi'ye devşirilir -sonsuz/bitimsiz- çabası olarak beliriyor. Buradan da anlaşılacağı gibi, Badiou'nün etiğinde, ortaya çıkan Kötü tamamen olumsuzlanan, kuramının dışında kalan mutlak bir Kötü değildir -zira yazara göre, örneğin etik ideoloji tarafından Nazizmin siyasi bir düzen olduğunun genelde kategorik olarak inkâr edilmesi gibi, organik kategorileri ve öznel talimatları canice olan siyasi düzenlerin mümkün olduğunu tasavvur etmek reddedilirse, siyaset üzerine sağlıklı düşünmek imkânsızlaşır (70). Kısacası Badiou, son tahlilde hakikat sürecinin kesintiye uğrayabileceğini ve bunun da Mutlak(a) bir Kötü, İyi'nin düşmanı/karşıtı olarak Kötü tasviri olamayacağını, Kötü'nün ancak İyi'nin bir türevi olarak ortaya çıktığını/ve çıkacağını ve bu bağlamda İyi olmadan Kötü'nün olamayacağını (dolayısıyla Kötü olmadan da İyi'nin olamayacağını) kabul eder. Kitapta, kuramını geliştirmeye ve bazı yönlerini değiştirmeye çalıştığını belirttiği ingilizce basıma önsözünde, öznenin münhasıran olaya sadık kalan özne olarak tasarlanamayacağını; olayın açtığı öznel alanda sadece ilerici ve hakikatli/doğru sadakat figürünün değil, olumsuz olmakla birlikte her yönüyle en az onun kadar bir olayın yaratıcı gücüne sahip olabilecek başka figürlerin de -mesela gerici figürün, hatta ölüm güçlerinin bile ya da "karanlık özne" adını verdiği figürün- yerlerini aldığını kabul etmek zorunda kaldığını dile getirmektedir (14). Tam da bu noktada Bataille'ın üzerinde derin bir kavrayış/düşünüş uzamı gerektiren kontrastlara dayalı bir sözünü hatırlatmakta fayda var: "Kötülük, İyiliğin saçtığı ışık ölçüsünde kavranabilir. İyilik ışığının kuvveti Kötülüğün gecelerinin ne kadar karanlık olduğunu göstermeye yetmediğinde, Kötülük bütün çekiciliğini yitirir."* Kitabın ekler bölümünde "Siyaset ve Felsefe: Alain Badiou'yle Söyleşi" (95-137) başlığı altında, bilimsel çalışmalarının yanında Fransa'daki yasadışı göçmenlere karşı yürütülen olumsuz politikalara karşı aktif bir oluşumun içinde yer aldığını da öğrendiğimiz ve Fransalı (Fransız değil!) yazarın bütün bir düşünsel hayatının izlerinin ve militan kişiliğinin de içinde okunabildiği, siyasete, felsefeye, kültüre, sanata vs. dair çok yaratıcı, ufuk açıcı ve ilginç görüşleri yer alıyor. Kitabın ekler bölümünün ikinci kısmında ise, Badiou'nün etik kavrayışının Lacan, Kant, Levinas, Derrida, Spivak, Irigaray gibi düşünürlerin argümanlarıyla karşılaştırıldığı ve yeni soruların ortaya atıldığı ve bu bakımdan okurların hayli yararlı bulabileceği "İngilizceye Çevirenin Sonsözü"ne yer veriliyor. Kitabın "ekler" bölümü çıkarıldığında, Badiou'nün asıl denemesinin risale tadında -nitekim yazar önsözünde kitabın Fransa'da gördüğü ilgi üzerine "kitabım risale olup çıktı" diyor-, hacmi küçük (92 s.) ama etkisi büyük, ya da yazarın kuramından hareket edecek olursak, durum içinde bir boşluk'u adlandırma çabası olarak önemli bir misyon yükleniyor. Badiou'nün etik çalışması, kanımca, sadece bu alana ilgi duyanların değil, ele aldığı özne, hakikat, olay, varlık, farklılık gibi kavramlar üzerinden yürüttüğü ve kavranmasının hayli güç olduğunu belirtmek durumunda olduğum -nitekim İngilizceye çeviren P. Hallward da sonsözünde, diğer eserleri de gözönünde tutulduğunda, Badiou'nün karmaşık ve sıradışı bir düşünce tarzı olduğunun altını çiziyor- yeni kuramsal tartışmalarla pek çok alandan geniş bir okur kitlesinin ilgisini hak ediyor. Önümüzdeki süreçte, özellikle mevcut/ya da hâkim etik ideolojiye karşı tezleri, Öteki etiği ile nüfuz ve ayrışma noktaları, etiğin nihilist figürüne karşı geliştirdiği retorikler, etiğin modern ya da postmodern düşün içinden okunması* ve Nietzsche, Foucault, Lacan, Deleuze, Derrida, Bauman vb. gibi düşünürlerle daha yoğun karşılaştırmalara yol açması bakımından da çok tartışılacak ve yankı uyandıracak bu eseri dışında, Türkçeye çevirenin (Tuncay Birkan'ın) önsözündeki haklı tespitiyle, Badiou'nün başta Varlık ve Olay olmak üzere diğer pek çok eserinin de peşpeşe Türkçeye çevrilmesi kaçınılmaz gibi görünüyor. Hatta yine aynı önsözde Birkan'ın Badiou'nün düşüncelerinin otuz kırk yıldır Batı düşüncesine ve kültür pratiğine hâkim olan postmodernizmin yerini ironik bir biçimde "post-postmodernizm" gibi yeni bir şeye bırakmaya başladığı ve "zamanın ruhu"nda yavaş yavaş yaşanmakta olan bu değişim sürecinde daha da önem kazandığı yolundaki temayülünü göz önüne alırsak, Türkiyeli okurun henüz yabancı olduğu Alain Badiou adının yakın gelecekte daha sıklıkla duyulan ve tartışılan düşünürler arasında olacağını da belirtmek gerek. Dipnotlar * Türkiye'de özellikle "ölüm" fenomeninin algılanışı konusunda önemli tespitler ve açıklamalar sunan bir makale için bkz. N. Gürbilek (2001)"Yabancının Ölümü", Kötü Çocuk Türk içinde, İstanbul: Metis. * Bu konuda bkz. Elif Çırakman, "Levinas'ta Öteki ve Adalet: Eleştirel Bir Not", Doğu-Batı, S. 13, Ocak 2000-2001. (s.179-199). * Erol Göka, "Suskunluğumuzun nedeni ne olabilir?" Radikal İki, 30.5.2004. Göka, yazısında Öteki etiğine eleştiri boyutunu da aşıp, anlamsız bir öfkeyle neredeyse Ortadoğu'daki savaşın, işgal ve zulmün suçlusu olarak -ki tarihte temel bir hata her zaman yapılır: Suçluyu bulduk!- Yahudi kavmiyetçiliği yaptığı gerekçesiyle kendi deyimiyle "Yahudi olan Levinas"ı ve onun suç ortaklarını, sözgelimi Bauman'ı gösteriyor. * Georges Bataille (1997). Edebiyat ve Kötülük, Çev. Ayşegül Sönmezay, İstanbul: Ayrıntı, s. 109. * Bu konuda, modern/postmodern düşün içinden bazı düşünürlerin etiğe ilişkin düşüncelerini sentezlemeye çalıştığım ve benim için düşünsel anlamda bir hayli yorucu ama öğretici olduğuna inandığım bir çalışmama bakılabilir: Derya Erdem, "Modern Ahlakın Krizi ve Sonrası", Kültür ve İletişim , S. 6/2, 2003. (s.91-121). Bu kitap eleştirisi ilk kez, kısaltılmış haliyle Kültür ve İletişim dergisinin 2004 7/2 sayısında yayımlanmıştır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Derya Erdem, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |