Yaşam kısa, sanat uzun, fırsat aceleci, deney aldatıcıdır. -Hippokrates |
|
||||||||||
|
"Televizyon ekranında başka bir televizyonun görüntüsü belirdi. O ekranın içinde de başka bir ekranın görüntüsü. Derken mavi bir ışık gördüm, ölümü hatırlatan bir şey, ama ölüm çok uzak olmalıydı o ara. Işık, bizim otobüslerin gezindiği uçsuz bucaksız bir bozkırda boşuboşuna gezindi bir süre. Sonra bir sabah gördüm, şafak sökerken derler ya, onun gibi bir şey; takvim manzaraları gördüm. Dünyanın ilk günlerine ilişkin bazı görüntüler de olabilirdi bunlar. (...) Neden kelimelerle düşünür de insan, görüntüler yüzünden acı çeker."* O, elindeki televizyon kumandasının kırmızı düğmesine dokunur. Televizyonu kapar, düşten uyanır ve ölür. Acıya inanır ve ölür. Acı o kadar kırmızıdır ki, "kanın sesi" ni (182) duyarsınız... "O" kimdir? O, hakkında sürekli konuşulan "yabancı" tekil şahıstır. X'tir. O diye söze başlanıp, öfkeyle "O!" diye bitirilen bütün bütün cümlelerin seçilmişi, sorumlusu, suçlusudur! Toplumun -1'idir! (O halde x=-1’dir.) O, işaret parmaklarıyla gösterilen, aramızda istenmeyen, canı cehenneme, canı Zion şehrine olan: Bir düşten uyanıp, kendi düşlerinin peşinden giden, beynine kıymık batmış, acı hapı yutan, ondan bundan rahatsız, çıldırmış, delirmiş, acı içinde kıvranırken içinde ironik kahkahalar patlayan... O, diyelim Jose Mauro de Vasconcelos'un Zeze'sidir, Kafka'nın Samsa'sı, Sartre'ın Roquentin'i, Camus'nun Meursault'u, William Goodhart'ın Regan'ı, Jane Campion'ın O sessizi, Erasmus'un Morus'u, Orhan Pamuk'un Osman'ı ya da Bay Jones'tur. Arakhne'dir. Ya da Nietzsche'nin Dionysos'udur. Ve ruhuna, bedenine, beynine raptiyelenmiş hakikati kusan Matrix'in Neo'sudur. Matrix, 1999 yılında sinemalarda gösterime girdikten sonra üzerinde en çok konuşulan film oldu. Beyinlerindeki kıymığın sordurduğu, Matrix ve Felsefe’nin girişinde ifade edildiği üzere "Büyük Sorular"la yoldan çıkıp, üniversiteden atıldıktan sonra kendilerini sinemaya adayan ve sıklıkla dahi olarak ya da akıllı dünyalılar tarafından yermek amacıyla çılgın, kaçık olarak tanımlanan Andy ve Larry Wachowski kardeşler, büyük ihtimalle "çılgın bir film yapalım, herkesi çıldırtalım" diye düşünerek senaryosunu yazıp yönettikleri Matrix, bir klasik yapıt olarak sinema dünyasında hak ettiği yeri aldı. Kim ne derse desin film kurgusu, görsel efektleri, sahne tasarımları, kostümleri, müziğiyle ve her şeyden önemlisi felsefesiyle bir başyapıt niteliğinde. Henüz buluğ çağına girmemiş, yani tam olarak olgunlaşmamış -bu ne demekse!- yani henüz aklı başında olmayan çocukları bile, action fantasmalarından öte bir sezgisellikle "bu filmde başka bir şeyler oluyor ama..." hissine kaptıran, düşündüren, sorgulatan ve yatmadan önce bir bardak ılık süt yerine tekrar tekrar izlemeye iten tuhaf bir çekiciliği var filmin. Çocukları düşündürüyor, ya da olumsuz tepkileri çekmek pahasına da olsa, diyelim büyülüyor. Serinin ikincisi (Matrix Reloaded) gösterime girdiğinde yediden yetmişe, avamdan üst'e herkes Matrix üzerine yeniden konuşmaya, tartışmaya başladı. Wachowski kardeşler, 2003 Kasım ayında gösterime giren serinin üçüncüsüyle de (Matrix Revolutions) Matrix üzerine konuşturmaya devam ettiler. Serinin ikincisi gibi üçüncüsü de ilkiyle birlikte okunduğu için Matrix hep güncel kaldı. Film herkesi kendi hayal ve anlam evreninden farklı bakış açılarıyla konuşturdu. Naçizane beni de okuduğunuz bu metnin girişiyle konuşturdu (bkz. ilk üç paragraf). Bu haliyle film, çoklu okumalara kapı aralayan, kendini sürekli üreten, tıpkı hakikat gibi kendini bir yerde sabitlemeyen bir özelliğe sahip. Karışık bir tür olmasıyla da farklı yorumlara açık ve kimse de üzerinde yapılan yorumlara kolay kolay "bu film böyle yorumlanamaz" diyemiyor. Film güncelliğini hala koruyor ancak bazı önemli yapıtlarda olduğu gibi serinin ikinci ve üçüncü filmlerinin de gösterime girmesiyle birlikte kült haline gelmiş olmasından ve popüler bir özellik taşımasından dolayı, bazı entelektüel çevrelerce üzerinde konuşulması can sıkıcı olarak düşünülüyor ya da bir piyasa filmi olarak baştan fırlatılıp atılıyor. Ancak Matrix’in VCD'sini şöyle gökyüzüne doğru ister dik açıyla, isterseniz yatay olarak bütün gücünüzle fırlatıp atsanız bile, film bir biçimde bir yere çarparak ya da bir yere çarpmadan bumerang gibi size geri dönüyor. Çünkü Tanrı çok uzak ya da tenezzülsüz. Kısacası, Matrix hala kendinden bahsettiriyor. Konuşturuyor. Konuşulması da gerekiyor. Neden? Matrix üzerine yirmi dört felsefecinin farklı bakış açılarına yer veren Matrix ve Felsefe adlı kitabın editörü William Irwin bize bu sorunun yanıtını veriyor, ama önce soruyor, "Matrix gibi bir pop kültürü hakkında neden yazıyoruz? Çünkü insanlar orada". Bu yanıtın gizli metni: İnsanların olduğu yerden, yapıt ne kadar kült ve popüler de olsa, entelektüel kaçamaz. Kaçamıyor... Kitap da, her ne kadar yazım hatalarıyla dolu olsa ve ilk baskısının iç kapağında "Hakikatin gölüne hoş geldiniz" alt başlığıyla şaka gibi bir gaf yapılsa da, kısa zamanda -bu hatalar da kısmen telafi edilip- dört baskı yaparak filmi kadar değil ama filmi gibi popüler oldu. Neden böyle popüler bir kitap üzerinde yazıyoruz sorusuna da aynı yanıtı vermek gerekiyor sanırım: Çünkü insanlar orada. Kitap beş sahneden oluşuyor. Her sahnede farklı üniversitelerden felsefecilerin dört makalesine yer veriliyor. Kitabın 1. sahnesi "Nasıl Biliyoruz?, 2. sahnesi "Hakikat Çölü", 3. sahnesi "Ahlakın ve Dinin Tavşan Deliğinden Aşağı", 4. sahnesi "Sanal Temalar" ve 5. sahnesi "Matrix'i Yapıbozumuna Uğratmak" ana başlıklarını taşıyor. Hemen belirtmek gerekiyor ki kitap, felsefe meraklıları için nefis bir felsefe şöleni sunuyor. Kitabın imzasız, ancak büyük ihtimalle editörünün yazmış olduğunu düşündüren giriş yazısında, kitabın kendi sunumu ise şöyle: "Bu kitap sadece felsefeciler için değildir, bir soru yüzünden sabaha kadar uykusuz kalan herkes içindir. Bırakın kitap, felsefe hayatınıza bir son değil, bir başlangıç olsun". Kitapta, gerçek, görünüş, mutluluk, özgürlük, varoluş, kaygı, korku, yanılsama, zihin, beden, yapay zeka, akıl, sezgi, rüya, ölüm, yaşam, aşk, iyilik, kötülük, anlam, simülasyon, görüntü, sahicilik, din, ahlak, otantiklik gibi onlarca tema, Postmodernizm, Varoluşçuluk, Marksizm, Budizm, Nihilizm gibi farklı -izmlerden yola çıkılarak, birbirine tezat bakış açılarıyla, Sokrates, Platon, Aristoteles, Descartes, Kant, Hegel, Sartre, Nietzsche, Baudrillard gibi düşünürlerden yararlanılarak, hemen hepsinin felsefe profesörü olduğu yazarların ufkundan sunuluyor. Yirmi makaleyle felsefi düşüncenin neredeyse bütün kiplerini Matrix filmi üzerinden sorunsallaştıran kitap, bu haliyle üzerinde eleştiri ya da yorum yapılmasını da bir hayli güçleştiriyor. Sanırım bu sorunu aşmak için, kitabın ana başlıkları altında irdelenen temaların bazılarını genel bir çerçeveyle ele almak gerekiyor. Makalelerde sıklıkla Platon'un mağara ve Descartes'ın kötücül cin alegorileriyle bilginin yanılsamalı evreni sorgulanıyor ve şu soruların yanıtı aranıyor: Duyular mı insanı aldatır, yoksa akıl mı? Zihin, bedenden önemli midir? Bilginin kesinliğinden emin olabilir miyiz? Düşler insanı öldürebilir mi? Görme ve işitme, bilgibilimsel açıdan dokunma, koku ve tat duyularından üstün müdür? Bir Matrix olanağı varsa ondan çıkış mümkün müdür? Bu sorular farklı perspektiflerden irdelense de metinlerin ana temasında cehalet içinde yaşamaktansa yaşamın sorgulanmasına, soru sormanın önemine özel bir önem atfediliyor. Irwin'in "Bilgisayarlar, Mağaralar ve Kahinler: Neo ve Sokrates" başlıklı makalesinde, Sokrates ve filmdeki Neo karakteri arasında bir özdeşlik kuruluyor ve "sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez" görüşüyle hareket eden Sokrates'in, yaşamı sorgulamasının bedelini ölümle cezalandırılarak ödediğine dikkat çekiliyor (12-13). Hakikatin çölü, gerçek dünya ile sanal dünya ya da gerçek ile gerçek olmayan kategorilerinden yola çıkılarak sorgulanıyor. Hakikat nedir? İnsan nedir? Zihin ile beden arasındaki ilişki nedir? Özgür irade ile kader arasındaki bağlantı nedir gibi sorulardan hareket edilerek Matrix'in, yani sanal gerçekliğin, ya da Morpheus'un Neo'ya anlatımıyla, "bir köle olunduğu gerçeğine körleştirmek için gözlere bağlanan dünya"nın tasavvur edilebilir bir dünya olabileceği belirtiliyor (Holt, 88). Ancak kitaptaki pek çok yazara göre, bu dünyadan çıkış da pek mümkün görünmemektedir, çünkü "Matrix her yerdedir". O halde bu yaşama nasıl katlanılacaktır? Filmde Neo'nun ajanlarla dövüşme sahneleri ironiktir. Neo, acıdan ya da trajediden aldığı güçle yerçekimi yasalarını alt üst eder, estetik hareketlerle havada uçar, ajanlara tekme atar. Dokunuşları o kadar hafif, ama etkisi o kadar büyüktür ki, sanki dalga geçer gibi(-dir). Sanki mizah gibi... Sanki resim yapar gibi... Sanki şarkı söyler gibi… Sanki dans eder gibi... Sanki rol yapar gibi(-dir). Bu haliyle dövüş sahnelerinin her biri, bir fırça darbesi, bir dans figürü, bir mizah karesi, bir beste, ya da bir film sahnesi gibidir. Ve bu haliyle yaşam artık bir "dövüşme sanatı"dır! Zihnin durmasına burada izin yoktur. Brannigan, zihnin özgürleşmesinin, zihnin hiçbir yerde "durma"sına izin vermemekten geçtiğini belirtiyor. Zihni alıkoymak her zaman felaketle sonuçlanır (124). Yazara göre, zihin bilmek yerine düşündüğü zaman, kendi haline bırakmak yerine çabaladığı zaman "durur". Morpheus'un Neo'yu dürtükleyip "bana vurmaya çalışma, vur" demesinin sebebi budur. Dövüş sanatlarında zihni özgürleştirmek demek bir insanın kendisiyle rakibi arasındaki boşluğu aşması demektir. Çünkü nasıl kaşık yoksa, rakip de yoktur (124). Kitapta, Varoluşçu perspektiften yola çıkılarak kaleme alınan metinlerde ise film Aydınlanmacı modernliğin bir eleştirisi olarak okunuyor. Hibbs, "Yeraltından Notlar: Nihilizm ve Matrix" başlıklı makalesinde Dostoyevski'nin yeraltı adamının batılı Aydınlanma düşüncesinin belirli fikirlerine ağır bir eleştiri getirdiğini vurguluyor. Yeraltı adamı, felç edici bir hiper-farkında olma durumu yaşar ve toplumun "akılcı" bir yeniden yapılanmasını protesto ederek kendi hücresinde yaşamayı tercih eder. Hibbs'e göre, köhne Nebuchadnezzar gemisi de insanda tıpkı yeraltı adamının hücresi gibi bir duygu bırakır. Filmdeki Morpheus, Neo ve Trinity gibi karakterler de bilgisayarların ürettiği bir düş dünyasından, bir zihin hapishanesinden kaçmaya çalışmakla, yeraltı adamının bunalımını, acısını yaşamaktadır (182-186). Mcmahon, "Acı Hapı Yutmak: Matrix'te Varoluşsal Otantiklik ve Bulantı" başlıklı makalesinde, Neo'nun kırmızı ve mavi hap arasındaki seçiminin, dürüst bir şekilde yaşamak ile cehalet içinde yaşamak arasında varoluşsal bir seçimi sembolize ettiğini belirtiyor (195). Yazara göre bu seçim otantik olanla olmayan arasında bir seçim olarak da düşünülebilir: Varoluşçular otantikliği, bir bireyin insanlık durumunun gerçek tabiatının farkında olması durumu olarak tarif eder. Otantik olmama ise tersine, bireyin ya gerçekliğin hakiki tabiatından habersiz olduğu veya bunu inkar ettiği durum olarak tanımlanır. Varoluşçu görüşe göre, varoluş herhangi bir içkin amaca veya önceden belirlenmiş bir tasarıma sahip değildir. Varoluşçular insanların dünyaya düzen ve anlam atfettiğini ileri sürer. Bunun getirdiği özgürlük, atfetmenin sorumluluğu ve bunun uyandırabileceği kaygı vurgulanır. Varoluşçu felsefecilerin tartıştığı ortak temalar, saçmalık, yabancılaşma ve sahiciliktir (196). Neo'nun seçimi ise, bu maddelerden birkaçını içermekle birlikte, daha çok sahici ve sahici olmama arasında yapılan bir seçimdir (196). Sahici olmayı seçen Neo, Varoluşçu felsefeye göre otantik bir karakterdir. Yazara göre, otantik olmayan karakterler huzurlu bir cehalet içindeyken, otantikliğe yaklaşan karakterler, kaygılı, yabancılaşmış ve delilik sınırında resmedilir. Otantikliğin yükleri çok ağırdır ve filmdeki Cypher karakterinin mavi hapı seçmesi gibi insanların çoğunun gerçek mutluluğu cehalette bulması bu bakımdan çok da şaşırtıcı değildir. Ancak yazarın kendi tercihi de kırmızı haptan yanadır. Ona göre Neo karakteri, otantik olmaya doğru hareketin ve bunun başarmanın acısını yaşar. Matrix'ten kurtulmanın getirdiği psikolojik travma dayanılmaz düzeydedir, bu nedenle filmde Morpheus, Neo'dan özür diler (198). Mcmahon, Neo karakteri ile Sartre'ın Bulantı adlı kitabında Roquentin karakteri arasında da bir özdeşlik kuruyor ve her iki karakterin de, gerçekliğin hakiki doğasının bilincine vardığı için aşırı bir farkındalık ve acı yaşadığını belirtiyor. Roquentin, insanoğlunun, özsel düzen ve anlamdan yoksun bir dünyada var olduğu -ve bu dünyaya tutsak olduğu- istenmeyen aşırı gerçeğiyle yüzleşir. Gerçeklik olarak kabul ettiği düzen ve amacın, onun üzerine konmuş yapma bir bilinç olduğunu anlar. Varoluşun gerçek doğası karşısında bulantı yaşayan Roquentin, varoluşu, onu hem tiksindiren, hem korkutan, dağınık bir acı çekme olarak tarif eder (201-202). Mcmahon'a göre, otantikliğe doğru olan hareket bir insanın geleneksel kavrayışını değiştirdiği ve kişiyi dünyaya dair belirli yanılsamalardan kurtulmaya zorladığı için, delilik üretmek zorunda değildir. Otantikleşmek aksine bir insanın varoluşun gerçek doğasını ve kaygının gerçek nedenini bilmesine izin vererek, gerçek seçimlerin yapılabileceği bir durum yaratır ve ayrıca kendine özgü bir serinkanlılık yaratıp, varoluşsal bir takdir gücü kazandırır (207). Neo'nun bulantısı ya da acısı dinmiş midir? Kitapta yer alan pek çok makalede, filmde Morpheus'un Neo'ya söylediği şu sözler sık sık hatırlatılır: "Hissettiğini bildiğin, fakat açıklayamadığın... Hayatın boyunca hissettiğin... Bu dünyada bir şeylerin yanlış olduğu hissi. Ne olduğunu bilmiyorsun, ama orada, beynine saplı bir kıymık gibi seni çıldırtıyor." Irwin'in derlediği Matrix ve Felsefe kitabı, okura yer yer huzur veren, rahatlatan -bu yalnızca bir filmdi gibi- düşünceleri içermekle birlikte, zamanın, varoluşun ve yaşamın dayanılmazlığını içinde acı bir çığlık olarak duyanlara, bu çığlığı bir türlü dindiremeyenlere sesleniyor. Çünkü, Novalis'in ifadesiyle "Aynı masalları dinlemelerine rağmen, ötekiler hiç böyle bir şey yaşamadılar." *Orhan Pamuk, Yeni Hayat, İstanbul: İletişim, s.102 Matrix ve Felsefe William Irwin (ed.) (2003), Çev., Murat Sağlam, İstanbul: Güncel Yayıncılık. 312 sayfa.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Derya Erdem, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |