..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Şiir, seçmek ve gizlemek sanatıdır. -Chateaubriand
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Anı > Musa YILDIZ




8 Temmuz 2007
Gökkuşağı  
Musa YILDIZ
Koşar adım ilerliyordum en sonunda durmam gereken bir yerde duramadım ve ne olduğunu anlamadan kendimi kayanın ucuna asılmış kemente sarılmış olarak buldum. Çocuklar bağrışıyordu ama onları göremiyordum. Yardım edin, buradayım, diye cevap verdim onlara.


:BAAD:
     Sonunda vakti gelmişti. O kadar ay sabretmek hiç de kolay olmamıştı benim için. Derslerde dahi hayalini kurup duruyordum; çılgınca boy atmış başaklar arasında koşturmanın, yemyeşil yamaçlardan kendimi bırakıp dereye kadar yuvarlanmanın, şapır şapır koşturduğum derenin içinden papatyaların üzerine atmayı bedenimi, ayaklarım bileklerime kadar ıslak toprağa batarak kartolluğu suvarmanın, macarkanın gözünde öküzlerini kamçılayıp “oooooho, oooho” diye bağırarak ahşap tekerlerin takırtısına eşlik etmenin sabahın dördünde yıldızların altında, sütten yeni kesilmiş buzağıların kuyruklarından tutarak çayırların içinde koşturmanın, “kabarama kabarama kel Fatma”, diye bağırarak hindileri çıldırtmanın.
     Üç gün sürmüştü yaz tatilinde köye götüreceğim çantayı hazırlamak. Misketler, koleksiyon kartları, uçurtma, Rus pazarından alınma daha kullanmasını bile bilmediğim plastik bumeranglar, misina ve kancalar, hasır örme fötr şapka, fotoğraf makinesi köydeki çocukları şaşırtabilecek üç beş oyuncak.
     Ayın on beşi gelmiş ve babam maaşını henüz almıştı. Yapışmıştım bacağına “Hadi baba versene yol paramızı, bak çok olsun para pulmana bineceğiz n’olur”, diye. “Kendine dikkat et, bir yere gittiğinizde annenlere haber vermeyi ihmal etme olur mu?” diye tembihlemeyi unutmadan parayı uzattı, anında kapıp cebime attım.
     Bir yandan koca çantanın biri ucunu tutmuş annemi sürüklüyor bir yandan da sokaktaki çocuklara “Heyyy ben okullar açılana kadar yokum tamam mı? Ben yokken bir macera yapmayın bak bozuşuruz. Kızlara da bulaşmayın kurtaran olmaz sonra söyleyeyim.”, diye seslenerek koşturmaya devam ediyordum. Nihayetinde varmıştık tren garına, Mustafa Kemal’in treni karşılıyordu İstasyon Meydanı’nda bizi, herkesi olduğu gibi. Çantayı tamamen anneme bırakarak gişeye koşturdum. “Osman Dayı, köye iki bilet ver pulman olsun hani şu otobüs gibi olan yer var ya” diyerek uzattığım paranın karşılığında iki bileti ve para üstünü alıp annemin yanına koştum. İstasyon tıklım tıklımdı, ben aralardan bizim köye gidecekleri görebiliyordum. Kim oldukları pek de önemli değildi yanlarındaki çocukları olmasa.
     O kadar yolu arabayla gitmek hiç çekilmezdi diye düşünürdüm hep trene binmeden önce, yolculuk yaparken koşturabilir ve tuvalet ihtiyacını giderebilirdin ve en güzeli Hasankale lavaşını, Hasankale durağına gelince sıcak sıcak yiyebilirdin. Doğu ekspresi sonunda geldi hem de yeni yirmi dört binlik makineyle, demek ki daha çabuk gidecektik köye bu yeni makineyi taktıklarına göre. Tren istasyondan ayrılırken cama çıkıp çoğusunu tanımadığım insanlara el sallıyordum ve onlar da bana karşılık veriyordu, tren de en çok sevdiğim bu duyguydu. Tanıdık tanımadık kim olursa olsun, trenden el sallamak bir gelenekti, el sallananlarda aynı şekilde gülümseyerek karşılık veriyordu. Takır tukur, takır tukur olanca gücüyle giden trenden dışarıyı seyretmek ve camdan sarkarak yüzünü rüzgara vermek muhteşem bir duyguydu ama tünele girmeden içeri giremezsen suratın islenmiş bir şekilde annene ve vagondakilere gülümsemek durumunda kalmak gülünç bir durumdu. Sanki dünya dönmüyor da trenimiz dünyanın etrafında dönüyor gibi hissediyordum, ovayı ve uzaktaki dağları seyredince. İnsanlar çayırlara çıkmış otları biçmeye başlamıştı; kimileri tırpanla salla babam salla çayırlarını biçmeye çalışırken kimileri de biçeri ardına bağladıkları traktörleriyle tıkır tıkır hiç yorulmadan, rahatça biçiyordu. En güçlüleri fergusonlardı ama jandar yabana atılamazdı. Türk fiat da az değildi hani.

     İstasyona vardığımızda dayıoğlu Suat ve küçük dayım karşılamıştı bizi. Annemler yola koyulmuştu ama biz kim geldi kim gidiyor diye ineni bineni seyrediyorduk. Zuhaller ve Emreler gelmişti bugün epey eğlenceli olacaktı bu yaz tatili, gelenlerden ve köyde bulunanlardan öyle görünüyordu. “Bak lan seninki de gelmiş hem de aynı trendeymişsiniz istasyonda görmedin mi onu”, diye takılıyordu Suat. “O kadar kalabalıktı ki istasyon görmedim. Bu sene onlarla ortağımız varmı?”, diye sordum Suat’a. Olmadığını söyleyince camide veya pungar başında görebileceğimi söyleyip Suat’ı ittirerek yürütüyordum. “Zuhal geldiğine göre Nesrinlerde bugün yarın gelirler”, diyor ve yürümemekte ısrar ediyordu. Ne olduğunu sorunca, “Köye yeni birilerinin geldiğini ve yanlarında iki de kız olduğunu” söyleyip başıyla da işaret ediyordu. “Ya her kimse öğreniriz camide hadi yürü”, diyerek yola devam ettik. Eve vardığımızda ananem kucaklayıp öpmeye başladı, dedem “Dur hele hanım bir de biz selamlaşalım torunumuzla” diyerek elini uzattı dedem. “Aferin abala! Karnen yine iyiymiş takdir almışsın”, diyip cebinden çıkardığı harçlığı uzattı dönüp anneme bir baktım ve harçlığı alıp cebime attım. “Sağol dede. Ben istemiyorum ama onlar her sene veriyorlar” diye pişkin bir cevap verdim. Annem biraz bozuldu bu pişkinliğime ama çaktırmadı fazla. “Baba zeki bizim oğlan, derslerini yapmadan sokağa çıkmıyor” diye bağladı olayı.

     -Suat, çayırlara başladınız mı? Önce nereye gidiyoruz bu sene Ağdere mi, Kayınlı mı?
-Kayınlıdan başlayacağız bu sene.
-Desene olum sarolun ve çileğin gözüne vuracağız yarın, olmuşlardır değil mi?
-Elbette
-Bu sene ayı görür müyüz Suat?
- Saçmalama oğlum ne ayısı, ayı görmek için gece oralarda olmamız gerek. Gündüz ortaya çıkmıyorlarmış. Yayladakiler öyle diyor.
-Neyse ziyanı yok, görüp de ne yapacağız sanki?
-Tabana kuvvet kaçacağız, başka ne yapabiliriz? Salak.
-Tamam lan ne kızıyorsun.

     Dedem ajansı dinledikten sonra annemlere sofranın nerede kaldığını soruyordu. Cevap vermeye mahal görmeden sofra gelmişti sekiye. Önce Ayran aşı, ardından Kartol oturtması, muhteşem bir salata ve harika yoğurt eşliğinde tamamladık akşam yemeği olayını.
-Anane valla özlemiş bu harika yoğurdu, gönderdiklerin trende sıcak aldığından aynı tadı vermiyor burada yemek bambaşka.
     -Kurban olsun sana abalam.
Sabah namazının ardından yola koyulmuştuk, Suat yine yolda bulduğu otları bize yedirmeye devam ediyordu.
-Bak oğlum artık yaz geldi ya her şey olmaya başladı.
-Olum şu yediğimiz otların adlarını millete söyledikçe gülmekten kırılıyorlar var ya.
-Ne bilir oğlum şehir çocuğu bunların tadını. Bir yesinler de görelim.

Birkaç haftalık yoğun çalışmanın ardından yaz yağmurları yağmaya başlamıştı. Çayırlar ıslak olduğundan biçilmesi mümkün değildi. Bize de fırsat doğmuştu. Kahvaltıdan sonra Suat’la evin önündeki örtmede dikilmiş ne yaparız diye düşünüyorduk. Çalışırken kaytarıp balık tutmak, çilek ve sarol toplamak kadar zevkli bir şey yoktu. Boş kalınca insan ne yapacağını şaşırıyordu. Camiden sonra çocuklarla bir merekte toplanıp misket oynayabilirdik veya tavşan kovalayabilirdik yada pungar başına tüneyip kızlara işmar atabilirdik.
Camiye girdiğimizde hoca mihrabın önüne diz çökmüş bizim çocukları da karşısına bir yarım daire şeklinde dizmişti. Beni görünce hoş geldin diyerek, çocuklara biraz sıkışmalarını ve bize yer açmalarını söyledi. Herkes bize dönmüş bakıyordu açılan yere diz çöktük Zuhal iki kişi solumdaydı ve yeni gelen kızlar da sağımızda kalıyordu. Cüzde son kaldığımız yerlerden okuyarak nerede kaldığımızı hatırlattık hocaya. Ben ve Suat kaç senedir Kuran’a geçememenin utancıyla biraz kızarmıştık, hoca bunu hiç yüzümüze vurmadı. Sadece biz ders verirken diğerleri arada kıkırdıyordu.
Camiden çıktıktan sonra Bakkal Ahmet’ten gazoz ve gofret alıp Mevlütlerin dama çıktık. Kızlardan ve yeni gelenlerin kim olduklarından bahsediyorduk. Gökyüzüne baktığımda beliren gökkuşağını diğerlerine gösterdim. Harika bir şey olduğunu ve bu güzelliğe hayran olduğumu belirttim. Köydekiler biraz dalga geçince moralim bozulmuştu, şehirde her dakika göremiyorduk gökkuşağını, beton binalar yüzünden gökyüzü görünmüyordu ki nerede kaldı gökkuşağı. Gökkuşağının ayaklarında birer kazan altın gömülü olduğundan ve altından geçenlerin cinsiyetinin değiştiğinden bahsettim televizyonda filmlerde duyduklarımdan. Altın konusunda herkesin bilgisi vardı da şu cinsiyet değişmesi konusunda dikkatlerini celb etmiştim. Yok olmaz öyle şey, saçmalık, mümkün değil gibi cevapların ardından, altında kazan dolusu altın olduğuna inanmalarına rağmen bunu reddetmelerini salakça olduğunu söyledim.
-Var mısınız benimle gökkuşağının ayağına varmaya. Hem altınları buluruz hem de cesareti olan altından geçer gerçek mi değil mi görürüz.
-Gökkuşağının ayağına varılabilir mi?
-Varılamaz mı?
-Birileri bunları söylüyorsa demek ki varılabiliyordur.
-Ya varırsak? Düşünsenize bir kazan altın!
-Ben varım!
-Ben de!
-Ben… Ben de varım bea!
-Peki o zaman yarın yola çıkıyoruz. Sabah namazından önce buluşmamız lazım kimse fark etmeden. Sırataşlara’a doğru yola çıkarız. Hep o tarafta görünmüyor mu? Hava da kapalı yarın kesin yağmur yağar yine. Yanınıza da çıkınlarla azık alın yolumuz uzun olabilir. Kimseye söylemeyin özellikle kızlara.

Herkesin aklına girmiştim ve anlaşmıştık sabah namazından önce yola çıkacaktık ve ulaşacaktık gökkuşağının ayağına. Suat’ın hiç sesi çıkmıyordu, ne bir şey soruyor ne de bir şey söylüyordu çocuklardan ayrıldığımızdan beri. Yemekten sonra da bir şey söylemedi. Sonunda yatağa girdimizde konuştu. Ne olursa olsun yatak muhabbeti yapmadan uyuyamazdık çünkü bu bizim bir alışkanlığımızdı. Neredeyse her gece dedemden fırça işitirdik gece yaptığımız gürültüden dolayı.
-Oğlum gerçekten yola mı çıkacağız sabahleyin?
-Evet.
-Ya, bana hiç akıllıca gelmiyor.
-Akıllıca veya delice ulaşacağız, en azından deneyeceğiz.
-Ya ulaşamazsak, ne olacak?
-Hiç.
-Hiç mi? Bir hiç için mi yola çıkacağız.
     -Hiç değil… Hadi şimdi yatalım sabah erken kalkacağız hem dedem de bağırmaya başlar birazdan.

     Sabah eski postanenin önünde buluştuk, hepimiz azık hazırlamıştık. Hene Nene uyanmadan ben folluktan yumurtaları yürütmüştüm. İki gün önce yapılan lavaşlardan ve gıllorlardan da almıştık yanımıza. Domates ve hıyar da vardı bizim yanımızda elbette. Diğerleri de sağlam azık hazırlamışlardı. Hadi bakalım diyerek Sırataşlar’a doğru yola koyulduk hava epey soğuktu gökyüzü de kapalı, kesin yağmur yağacaktı. Gün ışımaya başlamadan önce taşın başına varmıştık, oturup kahvaltılık bir şeyler atıştırdık. Günün aydınlanmasından kısa bir süre sonra yağmur çiselemeye başlamıştı.
-Bakın söylemiştim size, gün yükselince göreceğiz gökkuşağını şimdi yola devam edelim. Nahırlar da yola çıkmıştı otlaklara doğru, çoban yanımızdan giderken:
-Hayrola çocuklar nereye bu saatte böyle?
     Çocuklar afallayıp kalmıştı, diyecek bir şey bulamıyorlardı. Ben; fırsattan istifade Aburbart’a doğru gidip çayda balık tutacağımızı söyledim çobana. İnandırıcı gelmişti, yağışlı havada daha iyi balık tutulurdu. Biraz daha yürüdükten sonra yolumuz şoseye çıkıyordu. Güneş de kendisini bulutların arasından göstermeye başlamıştı. Öğle saatlerine doğru daha da ışıklanmıştı gökyüzü ve yağmur hala devam ediyordu. Arkamızdan gelen Mevlüt ve Kahraman birden bağırmaya başladı.
     -Heeeey, bakın çıktı işte.
     - Evet çıktı. Sanki çok uzak gibi.
     -Gidilmediği için uzak zannediyorsunuz, ulaşacağız emin olun.
     Yönümüzü biraz solumuzda kalan gökkuşağına doğru çevirip yola devam ettik. Çocuklara dönüp:
     -Altınlara ulaşınca ne yapacaksınız?
     -Ben, zengin oldum diye bağırırım heralde
     -Ben, altınlarla banyo yaparım, dedi Kahraman gülerek.
     Suat:
     -Bilmiyorum, daha önce hiç bir kazan altını bir arada görmedim ki.
     - Hepimiz alabileceğimiz kadarını alırız kalanını da bir yere saklarız. Daha sonra gelir alırız, hepsini birden götüremeyiz.
     Mevlüt:
-     Ya olum sanki biz yaklaştıkça gökkuşağı bize uzaklaşıyor gibi.
-     Yok be. Sana öyle geliyor, uzak olduğu için, diye cevapladım.
Biz konuşmaya devam ederken önden giden Kahraman:
-     Olum şimdi boku yedik.
-     Ne oldu.
-     Ne olacak koskoca uçurum var önümüzde nasıl aşacağız bunu.
-     Hayda bu nereden çıktı, hiç bilmiyordum burada bi uçurum olduğunu.
-     Bu bir yerden çıkmadı, zaten vardı burada. Hiç bu tarafa gelmediğimiz için bilmiyorduk sadece.
-     Eee, inebilir miyiz buradan?
-     Hiç sanmam, daha müsait bir tarafa gitmemiz lazım. Solda, şurayı görüyor musunuz? Sanki orası iniş için daha müsait. Öteki türlü dolaşırken çok zaman alır akşam olur uçurumu aşana kadar. Hem bakın orada sakoli ve kement yaptığımız ağaçtan da var. Ondan bir kement öreriz bir birimize bağlarız.
-     Peki ala ne yapalım bu kadar yoldan sonra dönülmez ya.
İkna etmiştim çocukları. Çalılığa varınca çakıları çıkarıp dalları budamaya başladık. Yeterince çalı budadıktan sonra hem mola verip hem de kement örmek için ineceğimiz yere yakın bir yerde oturduk ve kement örmeye başladık. Kement işine kendimizi çok kaptırmıştık. Öyle ki farkına varmadan yağmur durmuş ve hava kararmaya başlamıştı.
Mevlüt:
-     Heyy, kement yapalım derken akşam ettik. Yağmur da durdu ne olacak şimdi.
-     Ne olacağı var mı sabahı bekleyeceğiz.
-     Ya evdekiler, kimseye haber vermedik. Siz haber verdiniz mi?
-     Eyvah, şimdi bunlar köyü ayağa kaldırırlar ne yapacağız?
-     Yapacak bir şey yok, yola çıksak bile zamanında varamayız, dünyanın yolunu yürüdük bütün gün yoldayız. Biz geri dönsek de dönmesek de onlar yapacaklarını yaparlar. Dönüşte sıkı bir sorgu bekleyecek sadece.
Kahraman dayanamadı.
-     Çocuklar size bir şey söyliyeyim mi? Ama kızmayın olur mu?
-     Evet
-     Evet
-     Hadi söyle bakalım, bu saatten sonra neye kızılabilir ki?
-     Ben Esma’ya söyledim.
-     Neyi söyledin?
-     Bunu işte!
-     Bu ne be? Allah! Gökkuşağı peşine düştüğümüzü yani.
-     Evet
-     İyi halt ettin.
-     Ne yapayım dayanamadım. Sizden ayrılınca pungar başında gördüm onu. Fırsattan istifade sohbet ettik. Yarın ne yapıyorsun diye sorunca ben de ağzımdan kaçırdım. Ama söz verdi kimseye söylemeyecek.
-     Bir kız söz verdi. Duyduğu bir sırrı kimseye söylememek için öyle mi? İnanmam. Söz verdiğine inanırım da tutacağına inanmam.
-     Bi de şöyle düşünün: Bizimkiler köyü ayağa kaldırınca belki Esma’dan öğrenirler nerede olduğumuzu.
-     İyi mi olur kötü mü bilemiyorum. En azından haberleri olmazsa döndüğümüzde daha mantıklı bir bahane bulabilirdik. Neyse yapacak bir şey yok, ne yandı ne döndü köye ulaşınca öğreneceğiz. Önce şu gökkuşağına ulaşmamız lazım.
Bu esnada Suat:
-     Oğlum hani şu ayılar vardı ya. Gece ortaya çıktıklarını söylemiştim hatırlıyor musun?
-     Evet hatırlıyorum. Anam! Ya buralarda da varsa.
Kahraman:
-     Bu taraflarda ayı olduğunu hiç duymadım. Nüsünk tarafına gitmiş olsaydık o taraflarda olurdu ama buralarda olmaz emin olun.
-     Nasıl emin olacağız Kahraman?
-     Bana güvenin, buralarda ayı yok.
-     Sana güveniyoruz da bu ayılar acaba güvenilir hayvanlar mı? Ya onların da bizim gibi maceraperestliği tutar da buralara gelirlerse ne yapacağız?
-     Oğlum, saçmalama. Ayı onlar, adı üzerinde ayı. Karnını nerede doyurursa orada yaşar. Bizim gibi hayal kurup da ardından gitmezler.
-     Hayalperest olmamaları için dua edeceğim gece boyunca. Allah’ım sen bizi koru!
-     Hadi, sakin olun. Şu çalılıkların içine girince bırak ayıyı bizi kimse bulamaz. Yürüyün. Bir şey unutmayın ardınızda.
Mevlüt :
-     Peki sabah yola devam mı edeceğiz yoksa köye mi döneceğiz.
Bu soru üzerine oldukça sinirlenmiştim. Bağırarak:
-     Elbette yola devam edeceğiz. Bu kadar geldikten sonra evdeki azardan korkup geri mi döneceğiz yani? Hiç kusura bakmayın ben devam ederim siz de korkuyorsanız geri dönersiniz. Sen benimlesin değil mi Suat? Bir şehirli çocuk kadar cesaret gösteremiyor musunuz?
-     Peki peki kızma, anca beraber kanca beraber. Sabah yola devam.
-     Devam, devam. Azığımız yeter. Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın.
-     Aklıma bir fikir geldi. En iyisi ikişer kişi nöbet tutarak uyuyalım birer saat arayla. Herhangi bir tehlikeye olursa uyanık oluruz.

Bu şekilde diken üstünde o gece sabahı ettik. Uyanır uyanmaz bir şeyler atıştırıp uçurum kenarına yanaştık. Bulutlar iyice azalmıştı gökyüzünde ama ben çocukların moralini bozmamak için yağmur yağabileceğine ikna etmiştim onları.
Önden Suat inmeye karar verdi. Çok çevik bir yapısı vardı, derede taşların üstünde ceylan gibi gezerdi ben ardından suya düşerim korkusuyla taştan taşa zıplamaya çalışır sonunda suya bata çıka dereleri geçerdim. Beline akşam ördüğümüz kementten bağladık ve inmeye başladı dayanak alabileceği bir yere varınca bizler de ardından devam ettik. Böyle böyle uçurumu yarı etmiştik. Ben sıranın en sonundaydım. Suat bulunduğumuz yerden yavaş yavaş aşağıya inmeye başladı ve kendine bir yer edinince ardından Mevlüt, Kahraman ve ben de inmeye başladık. Sağa doğru ufacık bir patikadan inerken birden sarsıldım ve dengemi kaybettim. Koşar adım ilerliyordum en sonunda durmam gereken bir yerde duramadım ve ne olduğunu anlamadan kendimi kayanın ucuna asılmış kemente sarılmış olarak buldum. Çocuklar bağrışıyordu ama onları göremiyordum. Yardım edin, buradayım, diye cevap verdim onlara. Yaklaşık bir on dakika sonra asılı kaldığım kayanın tepesinde göründüler. Mevlüt çıkınında bulunan kementi sarkıttı ve tutunduğum kementle beni çekemeyeceklerini bu kementi de belime sarmamı istedi. Aldığım kementi de belime bağlarken birden altımda bulunan koca boşluğu gördüm ve panikle çırpınmaya başladım, “kurtarın beni”, diye bağırarak. Suat; sakin olmam ve hareket etmem için bana bağırıyordu. Bana söyledikleri pek mümkün görünmüyordu çünkü ömrümde hiç bu kadar yüksekte asılı kalmamıştım. Bir ara ikinci katın balkonundan atlama düşüncesine kapılıp balkondan sarkmıştım ama o yükseklik bunun yanında bir kaldırım yükseliği sayılırdı. Bir müddet panikledikten sonra Kahraman’ın kafamdan döktüğü suyla sakinleştim ve bir daha aşağıya hiç mi hiç bakmadım.
Kahraman’ın uzattığı suyu içtikten sonra hepsini birden kucakladım az kalsın bu yüzden hep beraber yuvarlanıyorduk uçurumdan. Bir müddet sonra iyi olduğumu ve inmeye devam etmemiz gerektiğini söyledim. Zaman azalmıştı, güneş tepeye varmıştı ve hafiften yağmur çiseliyordu ve elbette gökkuşağı yine görünmüştü bize.
İnmeye devam ederken bu sefer rehberimiz Suat sendelemişti Allah’tan çevik çocuktu da uçuruma yuvarlanmaktan kurtulmuştu, bu kementleri iyi ki akıl etmiştik; hepimizin hayatını kurtardığını söyleyebilirim. En son aşağı indiğimizde dönüp yukarıya doğru baktığımda indiğimiz yeri görünce yaptığımız çılgınlığa inanamadım. Anlatsak burayı gösterip, biz buradan indik diye herhalde kimse inanmazdı bize. Ben bile indiğimiz halde buradan indiğimize inanamıyordum ki yaşayan biri olarak başkası nasıl inansın. Yağmur devam ediyordu ama hafiften baş gösteren rüzgar sayesinde bulutlar iyiden iyiye dağılmıştı. Bana kalırsa akşama kalmaz gökyüzünde bir tek bulup bulunmazdı. Bunu çocuklara çaktırmamak için çok uğraştım ve fakat Mevlüt farkına varmıştı bunun. Çünkü yağmur da kesilmişti.
Gökyüzünde ne bulut, ne yağmur ne de gökkuşağı kalmıştı. Onları devam etmeye inandıracak hiçbir şey kalmamıştı elimde. Sonunda hepsi bana dönüp:
-     Evet, şehirli cesur çocuk. Şimdi ne yapacağız? Gökyüzünde ne bulut ne de yağmur kaldı. Elbette gökkuşağı da.
Söyleyecek bir şey bulamıyordum. O kadar yol teptikten ve sarp ve indiğimize hala daha inanamadığım uçurumu aştıktan sonra onları yola devam ettirmeye ikna edecek bir şey kalmamıştı elimde. Anlamsız, anlamsız yüzlerine bakıyordum onlar ise tam tersi hadi bakalım bir yol göster de görelim der gibi bana bakıyorlardı. Olduğum yere çöktüm, sağa sola baktım. İlerde bir köy görünüyordu. Çocuklara dönerek:
-     Geciktik. Ne yapabilirim. Demek ki gökkuşağı ona ulaşılmasını istemiyor. Önümüzde iki seçenek var: Pılımızı pırtımızı toplayıp köye geri dönmek veya tekrar yağmur yağmasını beklemek.
Suat:
-     Yeter artık ya. Neyi bekleyeceğiz? Yaz ayındayız bir daha yağmur ne zaman yağar Allah bilir. Bir ay sonra mı, iki ay sonra mı? En iyisi köye geri dönelim.
Diğerleri de ona katılıyordu, doğal olarak ben de. İlerideki köye varıp oradakilerden yardım isteyebilirdik köye dönmek için.

Kahveye vardığımızda selam faslından girip derdimizi anlattık köylülere. Balık tutmak için yola çıktığımızı, sonra kaybolduğumuzu ve köye dönmek için yardıma ihtiyaç duyduğumuzu. Köyün yerlisi olan öğretmen bizi misafir edeceğini ve köyümüze doğru bir traktör çıkarabileceğini söyledi.
Traktörle köy meydanına vardığımızda herkes meraklı gözlerle bir uzaylıymışız gibi bize bakıyor ve durumumuza bir anlam veremedikleri gözlerinden okunuyordu. Kahveye hiç uğramayan dedem meydan kahvesinde oturmuş tedirgin, tedirgin birilerini bekliyordu tabi diğerlerinin ailesinden büyükler de.
Esma duvar kenarından sinsice bize bakıp gülüyordu, öğrenmişlerdi her şeyi diye düşündük. Ama gizliden bize doğru yaklaşıp:
-     Korkmayın gökkuşağından kimseye söz etmedim, sadece balık tutmaya gitmiş olabileceğinizi söyledim bizimkilere. Zuhal de ben de çok merak ettik ulaşabildiniz mi?
Sadece “hayır” diyebildik bu soruya cevap olarak.
Evde sorduklarında nereye gittiğimizi, sadece balığa diye cevap vererek geçiştirdik ağır azarlar eşliğinde. Kim inanırdı ki gökkuşağının peşinden gittiğimize?
Zuhal kimseye söylememişti helal olsun. O zaman benim de gökkuşağına hiçbir zaman ulaşılamayacağını söylemem gerekmiyor diğerlerine diye düşündüm. Belki başka bir yaz belki başka birileri.






Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Kamil - Dede
Çocuklar, Sınava Kaç Gün Kaldı?
Aha Geliyorum, Haydarpaşa!

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İsimsiz [Şiir]
Taş Kesil Kalbim [Şiir]
Pişman Olursunuz! [Şiir]
Alâmet [Şiir]
Az Kaldı Kalemim [Şiir]
Aklınla Savaş, İlhamla Yaklaş [Şiir]
Sen Yoktun Artık [Şiir]
Kıranköy [Şiir]
Benim Gibi Naçar Kaldı mı Memlekette? [Şiir]
Kıranköy'ü Anımsama [Şiir]


Musa YILDIZ kimdir?

Kafasına takılanları kelimelerle paylaşayan brisiyim.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Musa YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.