Düşgücü güzelliği, adaleti, mutluluğu yaratır. -Pascal |
|
||||||||||
|
“Hava bir harika” dedi, Gülten. “Bu aylarda bizim buralar çok güzel olur.” Dedi Hasan. “Oğlum sana ne oluyor; Karadenizden gelip Adanalı’ mı oldun?” diye sordu, Metin. “Oğlum, doğduğun yer değil doyduğun yer; demişler bir kere” “Öyle , doğru söylemişler. Süleyman dışında hangimiz Adana’ lıyız ki?” “Doğru söylüyorsunuz. Kırk yıl düşünsem aklıma gelmezdi bir gün, Antakya’ yı bırakıp ta gelip buraya yerleşeceğimiz. Bakalım Süleyman köyün dediğin kadar güzel mi?” diyerek lafa girdi Leyla. “Görünce hepiniz bana hak vereceksiniz, arkadaşlar merak etmeyin.” “Süleyman bey, saat dokuz oluyor ben acıktım artık. Kahvaltı için ne düşünüyorsunuz?” “Hasan haklı Süleyman, bende acıktım nerede yemek yiyeceğiz?” “Beş on dakika kaldı çocuklar. Düşündüğüm yere varınca, kahvaltı için duracağız.” “Ben, anladım galiba sen bizi kahvaltı için Misis denilen yere götürüyorsun; dimi.” “Evet Gülten” “Sıkmaları ve ayranları çok güzel oluyormuş. Çok methini duydum, ama daha hiç yememiştim.” “Doğru duymuşsun, birazdan hak vereceksiniz.” Hava ne kadar güzeldi bu gün Gülten doğru söylüyordu. Kasım ayına gelmişlerdi, ülkenin ve hatta dünyanın, pek çok yeri bu zamanda buz gibi olurdu. Halbuki kendileri sadece birer hırka alıp çıkmışlardı bu geziye. Bu yoldan daha önce defalarca geçmişti. Her zaman biraz önce geçtikleri o çınar ağaçlarının altında çay içmek istemişti Leyla. En az yüz yaşında olmalıydı bu ağaçlar. Beş altı tane çınar ağacı, yanyana dizilmiş; dimdik duruyordu. Bir araya gelmiş eski dostlar, nasıl sohbet ederlerse; onlarda öyle sohbet ediyor olmalıydılar. Rüzgârların yardımıyla, şarkılar söyledikleri gibi. Neler yaşamışlardı, dünyada acaba. Kim bilir, dallarına hangi kuşlar yuva yapmıştı. Kaç sevdalı, sırtını gövdesine yaslayıp anlatmıştı sevdasını kendine. Belki, savaş zamanında askerler siper diye kullanmışlardı. Bu ülkenin şehit kanlarıyla, sulanmamış bir metre kuru toprağı yoktu nasılsa. Keşke o ağaçlardan biri ben olsaydım, diye iç geçirdi Leyla. “İşte geldik” dedi Süleyman. Durdukları yer, küçük bir petrol istasyonuydu. Daha önceleri de defalarca geçmişti buradan. Hatta birkaç sefer durup su içmişlerdi. Ama hiç öyle gelip oturmamıştı Leyla . Gülten “lavaboya gidelim mi Leyla” dedi. “Olur tabi” diyerek cevapladı arkadaşını. İki oda, betonarme binadan oluşan bir yapıydı bu istasyon. Sağ tarafta ki odanın duvarına, tebeşirle bir ok işareti çizilmiş, üstüne WC yazılmıştı. Okun işaret ettiği yönden gittiler. Büyük bir ağacın dalları görünüyordu. İki metre kadar yürüyünce karşılarına aşağıya doğru inen, dokuz on basamaklı bir merdiven çıktı. Merdivenlerin sonunda, küçük bir bina görünüyordu. Yine bir tebeşirle, sağ tarafa bayan wc, sol tarafa bay wc, yazılmıştı. Aşağıda, her tarafı yaban otları ve dikenlerle kaplamıştı. Yukardan bakınca, dallarını gördükleri büyük bir palamut ağacının gövdesi, bütün haşmeti ile ayakta duruyordu. Ağacın, biraz ilerisinde toprağa paralel olarak yatmış bir asma ağacının gövdesi duruyordu. İki ağacın köklerinin etrafları, yaban otlarının ve dikenlerin saldırısına uğramış gibiydi. Ama bu iki kökte, o kadar güçlü ve asildiler ki bu otlara hiç aldırmadan gök yüzüne doğru uzanıyorlardı. Palamut ağacının dalları, istasyon olarak yapılmış betonarme binanın üstünü örtüyordu. Asma ağacı ise, binanın bitişiğine yapılmış olan tahta çardağın üstünü, tamamen kaplamıştı. Dallarının bir kısmı sararmış solmuş zamana yenilmişti. Bazıları sertleşmiş ama hala yemyeşil direniyordu. En güzelleri ise her canlının, bebeklerinin güzel olması gibi dalların ucunda yeni yeni dünyaya merhaba diyen filizlerdi. İki arkadaş, yukarı tekrar çıktıklarında Metin, arabanın yanında bir şeylerle uğraşıyordu. Binanın odalarından biri küçük bir market görünümündeydi. Kapısı ve pencereleri açıktı içerde birkaç kişi görünüyordu. İkinci odanın kapısı kapalı idi fakat pencereleri açıktı. İçerden birilerinin sesleri geliyor, fakat ne konuda konuştukları anlaşılmıyordu. Bu pencereden, dışarıya doğru yanık ekmek kokusu yayılıyordu. Çardağa vardıklarında Hasan ve Süleyman’ın oturduklarını gördüler. Bir basamak olarak kullanmak amacıyla girişe konmuş bir kerpiç parçasına basarak çardağın altına girdiler kızlar. “Kurt gibi acıkmışım söylediniz mi sıkmaları” diye sordu Gülten. “Evet merak etmeyin. On – on beş dakikaya kadar gelir.” diye cevapladı, Süleyman. Çardak, en fazla on tahta masadan oluşan küçük bir köy kahvesine benziyordu. Her masanın etrafında dört beş tane sandalye vardı. Gülten sandalyelerden birini çekerken “düşmem dimi?” diye arkadaşlarına baktı. “Yok düşmezsin ama sen yinede dikkatli otur” diye cevapladı Hasan. Bu arada Metin geldi yanlarına “Herkes hayatından memnun mu acaba” diyerek arkadaşlarına laf attı. Masada, dört sandalye vardı ve dört arkadaş bu sandalyelere oturmuşlardı. “Sende şuradan bir sandalye çekiver oğlum altına” diye Hasan arkadaşının sitemine cevap verdi. Bunda gocunacak bir şey yoktu. Metin’ in bu yersiz alınganlıkları, bazen sıkıcı oluyordu. Gençler sohbete başlarken, yanlarına otuz - otuz beş yaşlarında esmer, bir yetmiş boylarında, etine dolgunca, kara gözlü bir delikanlı geldi. Masanın üstüne raptiyelerle tutturulmuş, rengi solmuş, yer yer yırtılmış naylon örtüyü elindeki bezle silmeye başladı. Bir yandan da Hasan’la sohbet ediyordu. Nereye gidiyorsunuz, ne iş yapıyorsunuz, isimleriniz, memleketleriniz gibi pek çok soruyu bir çırpıda sorup öğrenmişti. Sohbet tam koyulaşmışken, betonarme binanın kapısı kapalı fakat penceresi açık olan odasından iri yapılı bembeyaz tülbentli bir kadın göründü. Keskin bakışlarla masada oturanları inceledikten sonra “İsmail” diye seslendi, masayı silen bey geldim abla, diyerek bir solukta pencereye koştu. Bu arada kadın yere doğru eğildi; ve ellerinde ayranlarla dolu bardakların olduğu bir tepsi ile tekrar göründü. Ellerinin ve kollarındın unlu olması, sıkmaları bu ellerin yaptığını gösteriyordu. Ayranlar nefis görünüyordu. Kocaman, bardaklara doldurmuşlardı. Bardakların üstünde bal renginde balonlar olmuştu. Balonların bazıları, bardakların dışına taşmış aşağıya doğru bir iniyordu. Tepsinin masaya gelmesiyle Hasan bardağa saldırdı. Daha herkes ayranını almadan o kafaya dikmişti bardağı. “Aman tanrım........tek kelimeyle harika ” diyordu. Süleyman, memnun gülümserken kızlar ve Metin merakla birer yudum aldılar ayranlarından. Hepsinin fikri aynıydı ayran bir harikaydı. Onlar daha ayran hakkında konuşurken; kadın, pencereden tekrar göründü. Elinde içinde basmadan bir örtü olan bir tepsi tutuyordu. “İsmail, gel şunları da götür. Arkasını yapıyorum, merak etmesinler” dedi. İsmail, elindeki tepsiyi getirip masaya bıraktı. Süleyman, basma örtüyü açarak içenden sıkmaları çıkardı. Sıkma, küçük yufka ekmeklerin arasına çökelek salatası sarılarak yapılan bir yöresel yemekti. Hasan giderek kabaran bir iştahla saldırıyordu Metin “oğlum yavaş ol, boğulacaksın” diye gülerek takılıyordu, arkadaşına. “Ne kadar güzel olmuş” dedi Gülten. Bunun üzerine Süleyman, açıklamaya başladı. “çökeleği kendi elleriyle evlerinde yapıyorlar, unu desen kendi buğdaylarını öğüterek elde ediyorlar, içine koydukları diğer malzemeyi ise kendi bahçelerinden topluyorlar. Bu kadar doğal ve katkısız olunca lezzet ide böyle güzel oluyor.” “haklısın” dedi Hasan bir yandan koca bir lokma, daha ısırırken. İkinci, tepside gelmişti bu arada. Onu da anında bitirmişlerdi. Leyla “ben doydum artık” dedi. Metin “ben bir iki daha yerim.” Gülten “midemden korkuyorum yoksa canım istiyor ama” diye durumunu anlattı. “Korkma ye” dedi Süleyman “asla dokunmaz midene merak etme nane var içinde hem de taze ve hormonsuz. İşin en önemli sırrı ne biliyor musunuz arkadaşlar? Bu yemek, ateşte pişiyor öyle gaz veya elektrik ocağında değil. ” Bunun üzerine, bir tane daha aldı Gülten. Leyla “biraz acele edin gidelim artık.” Diyerek arkadaşlarını uyardı. Ama Metin, “ben çay içmeden hiçbir yere gitmem” dedi. Aslında doğru söylüyordu; ve sonunda Leyla, “bende her zaman buralarda oturup çay içmeyi istemiştim zaten” diyerek razı oldu. Hasan ise bir yandan çayını içiyor, bir yandan sıkma yemeğe devam ediyordu. “Giderken üç-beş tane paket yaptıralım olur mu?” dedi. Süleyman, “Ayşe teyze, bize beş tane daha yapar mısınız” diye seslendi. “tamam yapıyorum” diye cevapladı; kadın gür sesiyle. Çaylarını da içince yola çıkma saati gelmişti. “Saat on bire geliyor” dedi Metin, “bir gibi köyde oluruz” diye cevapladı arkadaşını Süleyman. Ayşe teyzeye ve İsmail’ e veda edip dönüşte uğramak üzere anlaştılar. Arabaya bindiklerinde Leyla, “teşekkür ederiz Süleyman çok güzel bir kahvaltı oldu” dedi. Süleyman, tebessüm ederek “benim için zevkti, ama daha köye varmadık. Size, orada bir ekşili çorba yedireceğim, ki görün parmaklarınızı da yersiniz” dedi. “O ne?” Hasan lafa atladı. “Gidince görürsün” diyerek arabayı çalıştırdı Süleyman. ‘Keşke iki gün izin alıp çıksaydık bu geziye’ diye düşündü göstermek istediği yerler çok fakat vakit azdı. Gaza, biraz daha bastı. Acele etmeliydi, zaman çok çabuk geçiyordu. Gezilecek görülecek çok yer; tadılacak çok çeşitli yemekler vardı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Gönül YILMAZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |