640K bellek herkese yetmelidir. -Bill Gates, 1981 |
|
||||||||||
|
Aynada oluşan her bir yansımanıza kızgın olduğunuz oldu mu hiç? Ben yansımalarımla da kalmıyorum ve artık suçlayacak şeyleri hep aynalara mahkum kılıyorum. Onun bana en son verdiği gülü bile onun önünde yansımasına mahkum bırakıyorum artık. Sanki onu benden o gül almışçasına nefret ediyorum ondan ve yok etmeyi bile düşünmüyorum...acı çekmeli ve şekilsiz bir kuruyuşun yapraklarını dökeceği o ana kadar aynanın ona sunduğu renksiz görüntüsünden acıyla karışık bir anlam almalı.” Göz yaşlarının yazdığını bu son şeyi mahvetmemesi için pencereye doğru gitti Lil. İçindeki acıyı kuşlara bile anlatamazdı artık ki onların her şeyi anlayabilecek olduğundan bu kadar emindi! Yüreğindeki garip kılıcı, içini yararken nasıl da soğuk hissettiğini... nasıl da derinden hissettiğini o çeliği anlatamazdı. Kocası gitmişti ve şimdi en korktuğu haliyle...ondan uzak...yapayalnız ve ona ait olan o muhteşem aşksız...yüzünde yaşlılığı bile geride bırakacak hüzün kırışıklarıyla baş başa bırakmıştı. Belki o hiç dokunamayacağı piyano tuşlarının derin yalnızlığını da eklemek gerekti. O seslerin yankısının durduğu zamanların gelişinin bir felaketi çağrıştırıyor olduğu bir gerçekti. Lil, yavaşça yatağa oturdu ve göz yaşlarının artık hissizleşen teninde inişini aynada seyretti. Şimdi kendisine de bir ceza vermişti...onu nasıl bırakabildiğini sordu kendine...nasıl ölmesine izin verdiğini! Ve aynanın acımasızca yansıttığı yüzünü seyretti. Bu bir cezaydı gözlerini yumamazdı... Kendini kalkabilecek güçte bulduğunda yavaşça doğruldu ve odadan çıkıp, çok da uzun olmayan koridordan aşağıya doğru inmeye başladı. Şarap kırmızısını acımasız tonlamalarıyla boyalı kapıyı açtı ve tabuta ilerledi...üzerine hala bir şey örtülmemişti ve yakışıklı kocasına doya doya baktı... kömür siyahı saçlarının tatlı dalgaları solgundu biraz... gözlerinin koyu mavi sırrı, göz kapaklarını bile delip geçiyor gibiydi. O eşsiz vücudu, bir tek ona yakıştırdığı bordo zırhın içindeydi. Ellerin arasında bir parşömen tutuyordu ve yüzündeki beyazlığı bile yakışıklı duruşuyla hakkını vererek taşıyordu adeta. Elindeki parşömense kim olduğunu ve nasıl öldüğünü anlatan bir parşömendi...bunlar tanrı ya da tanrıçası önüne çıktığında işe yarardı. Derlerdi ki; öldüklerinde yaratıcıları artık onların ürettikleri dille değil, kendi dilleriyle konuşurlarmış. Bunu anlamadıkları içinde, hala bildikleri dille iletişim kurabildikleri için yazarlarmış...ama konuşmazlarmış...bu onların kadim dillerine bir saygısızlık olurmuş. Lil, parşömeni aldı ve açtı. “Sentces SİSKORUYUCU Savaşın amansız düşmanlığı karşısında aniden yenik düşen bedeninin ardından ruhunu tanrısı, savaş efendisi MİCES’e sunar...” Lil parşömeni hemen yerine bıraktı ve ağlamaya başladı...şimdi gözlerindeki yaşları hissedebiliyordu...çünkü yakıyorlardı adeta ve kutsallığın yanı başında içindeki aşkı onun kollarına dokunan parmaklarıyla dışarı vuruyordu. Bu bir veda olmuştu...bir daha göremeyeceği o yakışıklı bedene baktı son defa ve donuk dudaklarının hala lezzetli kokusu içinde bir öpücük kondurdu... aşk...acır mıydı insanoğluna? Artık buna kesinlikle inanmıyordu Lil! *** Sahte atların koşuşları, neredeyse kendi atı kadar ses çıkarabiliyordu. Dört nala atların savaşlar içinde verdikleri cesaret ateşleyici etki kesinlikle anlatıla gelemezdi. İllüzyonların başarısı düşman ordunun büyücülerinin ne derece başarılı ve güçlü oldukların kesin kanıtlarıydı. Onların gözlerindeki kırmızı benekler, ölümcül büyü haznelerinin genişliğinin bir yansıması olduğu anlamına geliyor. Askerlerin geceleri sevmelerinin bir sebebi de onların gözlerinde ki parıltıların fark edilebilir hale gelmesi oluyordu. Bir diğer sebepte dinlenme zamanların geldiği anlamıydı. Tıpkı şu an Sentces’in yaptığı gibi hafif gülümseyen dudaklarının eşliğinde mektup yazmalarına da izin veriyordu. Tüy kaleminin tüyü tatlı esen rüzgarla uçuşurken çıkardığı ses ninninin tatlı ve sözsüz nakaratlarını hatırlatıyordu. Karanlığın garip sıcaklığı ise, o tatlı rüzgarı kapıyor ve savaşın boğucu kokusunu hatırlatıyordu. Bulundukları yer geniş bir çöldü ve olması gerektiği gibi o derin soğuk çöllerden biri de değildi ne yazık ki. Arada sırada gözlerini kısmasına neden olan ince kumların serpilişlerine olanak verecek kadar azdı soğuk rüzgar...sadece birkaç tadımlık an gibi. Sentces arkasına yaslandı ve karısının tadına doyamadığı o çikolata hissini taşıyan dudaklarını düşünüp, muzurca gülümsedi. O tadın ona verdiği hazzı hiçbir erkek anlayamazdı. Güzel karısının o baştan çıkarıcı gülümsemesini...hiçbir erkek o gözlerin altındaki deli dolu anlamları fark edemezdi. Hiçbir erkek bacaklarına içten okşamasını sunduğunda, karısının serbest bıraktığı nefesinin anlamını kavrayamazdı. Hiçbir erkek onu düşlerken bu kadar kendinden de geçemezdi. Gözlerini kapadı ve bir an olsun onun dokunuşunu çok derin haliyle anımsamak istedi. Başarması o kadar zor da değildi aslında. Önce dudaklarına konan o çikolatalı tatlı dokunuş, boynunda dolaşan saçların ince dokusu ve göğsünde tutulu kalan o soğukla sıcak arsında ki his. O zarafeti eşsiz parmakların piyano tuşlarını sahiplenişi o kadar görülmeye değerdi ki. Birinin aniden omzuna koyduğu eliyle irkildi Sentces ve gözlerini bir anda karısının hayalini unutan bir edayla açtı. Hatta gözlerini odakladığı kişiye de bu hayali bozduğu için kızgınca bakıyordu sanki. Kızgın ve derin yok edilemez bir öfkeyle. “Sentces?” “Sen miydin Rafle!” “Uyumazsın diye düşünmüştüm ama...” “Uyumuyordum da zaten...hayaller...bilirsin işte.” “Lil’i özledin değil mi?” “Of! anlata gelmez Rafle. Nasıl burnumda tütüyor bir bilsen....delireceğim daha sürerse bu böyle.” “Bak çatışmaların iki güne kadar bitmeleri bekleniyormuş zaten. Az kaldı.” “Of o kadar aydan sonra nasıl çok görünüyor bir gün bile gözüme.” Rafle başını anladığını ifade eden bir halle salladı ve gözlerini ileriye çevirdi. Çölün görünmeyen kumlarının üzerinde sonsuz karanlığını izleyebilmek burası için muhteşemden daha güzel bir manzaraydı. Sentces garipsenecek bir ümitle doluydu bu aralar. Kesinlikle zaferle çıkacağı bir savaşın içinde olduğunu hissediyordu ve içinden bir ses gülümsemelerinin bu kadarla kalmayacağını söylüyordu. Ama aklına nedense rüyaların en doğru anlamıyla kabusların soktukları vardı...Lilyle ilgili kabuslar... kafasını Rafle’e çevirdi. Sesi olabilecek cevapları duymak istemediğini anlatan bir güçsüzlükle çıkıyordu. “Rafle?” “Efendim?” “Sence Lil...şey nasıl desem...Lil...beni aldatıyor mudur?” Rafle öyle bir bakış attı ki zaten cevabın duymak istediği gibi olduğunu anlamsını sağlamıştı. “Sen deli misin? O kadın sana tapıyor. Nereden çıktı bu?” “Kabuslar...” “Onlar kabuslar...Sentces.” Sentces onayladı ve kafasını manzaraya çevirdi. Karanlık görünmeyen o derin ve yutan manzaraya. Çölün sessiz ama intikam kokulu kumlarının simetrik bir resim çizdiği yere. Boyalı ve renksiz olan o cehenneme bakmak gibiydi aslında. Bilmeden biliyor gibi olmak. Ya da bildiğin halde görememek hangisi daha kötüydü kavrayamıyordu. Üzerinde fazla düşünmeden bir şeyi aklından geçirip gülümsüyordu. Lil ne demişti? “Senin o koyu mavi gözlerinin güzelliği, o kurak çölle nasıl bir ironi yaratacak sevgilim...” *** Lil eşsiz gülümsemesiyle içeri girdi. Ona onu anlatmak istemek o kadar alışıldıktı ki ama kimse başaramamıştı. Hiçbir şair ya da ressam...bunu denemek bile gereksiz...ve sonucu olmayacak bir çabaydı. Yeşil gözlerinin kısılan güzelliğiyle bakışlarını izledi Sentces ve daralan bir sabır tünelinde bıraktı kendini. Elinde tuttuğu beyaz gülün veriliş zamanını bekliyordu muzurca şimdi. Lil kocasının pencere önünde oturan bedenine yaklaştı. Gülümseyişi içten ve çocukçaydı ve kadınca...her tattan...garipti işte. Sentces elini uzattı ve Lil’i kucağına çekti. Onun tatlı kokusunu en yakınında hissetmenin mutluluğu anlatılamazdı. Dudaklarına tadımlık bir çikolata tadı alacak kadar küçük bir öpücük kondurdu. Sentces tatlı ve derin bir ses tonuyla konuştu. “Canım karım yine ne işler çeviriyor acaba?” “Hiçbir şey Sevinly’i ziyaret ettim sadece aşkım. Sen uyuyordun ne yapayım!” “Bak ya...ne demek ne yapayım? Ben uyurken seni yanımda istiyorum belki...ki öyle.” “Ama tatlım zaten benden geç uyuyorsun ve bu yüzden de benden geç uyanıyorsun. Çok geç uyanıyorsun!” “ Ne yapabilirim beni çok yoruyorsun.” “Eğer öyleyse benimle aynı anda uyursun.” “Tamam Lil haklısın aşkım. Sustum.” Lil gülümsedi ve kocasının yanağına sıcak ve sevecen bir öpücük armağan etti. Onun yanında ki varlığı öylesine güven vericiydi ki. Mavi gözlerinin koyuluğuyla boğuşmak o kadar haz veriyordu ki ona. O gözlerin içine işleyen mücadelesinde kaybolmak ve kaybetmek...ama yenilmek ancak bu kadar tatlı gelebilirdi. Onun ellerinin bedeninde ki sıcaklığı.... kalıtımsal olan bir hisse dönüşüyordu. Birden ellerinden kayıp giden bir eşi düşündü...ama gözlerini açıp kapayıncaya kadar aklından atmıştı...onu kaybetmesi imkansızdı...ona bu kadar bağlıyken...tanrılar buna asla izin vermezdi. Gözlerinde bir an yer edinen hüznü saklayamadı ve kocasının tatlı bakışlarına merak eklendi. “Ne oldu bitanem?” “Yok bir şey aşkım...” “Yutmadım ama neyse...eee Sevinly nasıl?” “Çok çok iyi...hamileymiş.” “Hadi be!” “Çok ciddiyim. Mend yerinde duramıyormuş.” “Duramaz tabii.” Bu cümleyi o kadar manalı söylemişti ki, Lil gözlerini kırptı ve utanmaya başladığını hissetti. Bu utanç utanmazlığın altında yatan bir hanımefendinin hisleri derdi hep Sentces. Haklıydı da. Sadece kırmızılığın özlemine, sansürsüzlüğün içinde kayboluşunun yansımasıydı bu ufak, tatlı utanışlar. Manası içinde kaybolduğu cümlenin farkında olduğunu o da manalı bir tonlamayla belirtti. “Ne?” “Yok bir şey...” Lil ayağa kalktı ve ellerini beline koyup tatlı bir gülümsemeyle, yapmacık sinirini gözlerinde ki muzur anlamla birleştirdi. Gözlerini kısıp, yeşil gözlerinin içinde kaybedişine bayılıyordu Sentces. O da kayboluyordu çünkü o zaman o göz kapaklarının arkasında. “Ne var senin dudaklarının arkasında?” “Hiç...” Cümlesini tamamlamadan ayağa kalktı ve Lil’in bedenini yatağa yatırdı. Gözlerinde ki parıltı ve doyumsuz aşk öylesine anlamlı ve derindi ki Lil sadece bakıyordu...ne gülebiliyordu...ne tebessüm edebiliyordu....onun ciddi aşkının altında...o da ciddi oluyordu. Sentces hafif çarpık bir tebessümle karısının boynunu öpmeye başladı ve üzerinde ki elbiseyi çözen parmakları karşı koyuşu görmeyince gülümsemesini daha da derinleştirdi. Ellerinde uzun zamandır beklettiği beyaz gülü Lil’in başının tam yanına bıraktı. Lil gülümsedi. Bu armağan çok sık gelmezdi...beyaz gülün eşsiz büyüsüne inanırlardı...tanıştıklarında beyaz gül bahçesinde olmaları da buna bir etkendi tabii.. Sentces eşinin ellerini aldı ve gömleğinin düğmelerini açmalarına yardım etti. Öpüşü o kadar sıcaktı ki, Lil’in kalbini dört seneden sonra bile normalden hızlı harekete zorluyordu. “Çok pissin.” “Sen misin bana çocuktan bahseden.” “Ben çocuktan bahsetmedim sadece hamileymiş dedim.” “Aynı şey.” “Deli...” Kocasının öpücüklerinin derin hissiyatı altında kendini kaybetmenin ne demek olduğunu iyi biliyordu ve onun aitliğini her anıyla hissetmek ona inanılmaz bir tat veriyordu. Dudaklarının sıcak dokunuşlarını hissederken...ellerinin tatlı okşayışlarının hedefi olmak...bu şehir kadınları için hep arzu duyulanlardı. Ama o onundu işte...her şeyiyle... *** “Mend!” Sentces birkaç adam uzağındaki dostuna bağırdı. Etrafını saran büyülerin ve ağır zırhlı askerlerin ortalarından kurtulamıyordu bir türlü. Üstelik Mend’in bileği sorgusuz sualsiz en iyilerinden biri olmasını sağlamıştı. Çevik bedenini de oldukça iyi kullanıyordu ama yine de kurtulamıyordu. Büyü tersleyen sözleri söylemesi bile imkansızdı. Nidaların ortasında konsantre olmanın tek yolu; iyi bir büyücü olmaktı. Onlarsa askerdi! Sadece sözleri ezbere bilirlerdi ve belli ortamlarda anacak yapabilirlerdi... Sentces, Mend’e yardım etmek için hızla ilerledi ve ikinci sırayı yere indirmeye başladı bile. Ama Mend çok ağır yaralar almıştı ve ayakta uzun süre kalması artık imkansız gibi görünüyordu. Çünkü birileri diz arkası liflerini kesmiş gibiydi. Çok uzun sürmedi ki Mend yere düştü. Düşüş anıyla göğsüne giren bir kılıç aynı anda gözlerinin önündeydi Sentces’in. Haykırışını duymaları bu nidaların ortasında bile yüksek bir ihtimaldi. Hemen anında savaşın günlük ara boruları çalındı ve herkes çadırlarına ilerlemeye başladı. Garipti...savaş...dur ve dinlen...savaş...dur ve dinlen! Sentces dostunun başını kucağına koydu ve elindeki kılıcı yanına bıraktı. Mend’in dudaklarının güzelliği kanının rengiyle gölgelenmişti. Göğsünde ki kılıcın geride bıraktığı delik, iç organlarının neredeyse tamamını parçalamış olduğunun kanıtıydı. Ölüm bu kadar yetenekli bir adamı nasıl bulabilirdi! Mend gözlerini kıstı ve koyu kahverengi gözlerinin ölüme geçiş anlamının altında Sentces’e baktı. Konuşması çok güçtü ve her kelimede bir kan kusuyordu adeta. “Çocuğum...karım...bak onlara Sentces...lütfen!” Sentces gözlerinden inen yaşları henüz fark etmişti...beraber büyüdüğü dostunu dizlerinde ölüme teslim ediyordu ve ona çocuğunu bile görme fırsatı vermeyen tanrılara edilen duaları lanetliyordu. Mend gözlerinin kahverengi asaletini son kez sundu ve gölgeyle örttü onları...şimdi...ölümün anlamsız yolunda adım adım gidiyordu ve belki de dört nala terk ediyordu onu. 3 yaşından beri aynı yerde kalıp, aynı şekilde büyüyüp, aynı ağaçlardan düşüp...aynı hayallere daldıktan...aynı güçle kılıçları öğrendikten ve aynı savaşta karşılıklı cesaretlerini sınarken nasıl olup da bırakmaya cesaret etmişti! Sentces, Mend’e kızmaya başladığını hissetti...birbirlerini aynı anda bırakacaklarına söz vermişlerdi. Aynı anda öleceklerdi...kimse kimseye bir şey emanet etmeyecekti. Kimse kimseyi hüzünle esir, yan yana kılmayacaktı. Söz vermişlerdi....10 yaşındayken....şimdi 29 yaşındaydılar ve ölümle sözü bozmuştu Mend! En yakını, kardeşi, dosttan öte yoldaşı onu terk etmişti! Kısa bir zaman o sesi nasıl duyamadığını düşünecek zamanı bile olmadan, Sentces sarsıldı. Acı...sırtında derin bir anda baş gösteren acı vardı! Sıcak kanın akşını hissediyordu. Kendi kanının kokusunu alıyordu. Bir kere daha sarsıldı...hareket edemiyordu. Mend’in kucağında ki başındaydı gözleri...onun kapalı gözlerinde... gafil avlanmaktı işte bu... sırtından akan kanın içinde yüzen ölümü hissetti...bedeni üşümeye başlamıştı. Kanının ateş misali sıcaklığına ironik...bedeni soğuyordu. Arkaya düştü birden ve Mend’in başını hala bacakları üzerinde tutup, toprağa serildi. Çölün göz rengiyle zıt anlamı içine gömüldü... sonra dudakları hafifçe gerildi...anlamsız bir tebessümdü. Sözünü tutamadığını kim söylemişti... “ Aynı anda ölüyoruz Mend...tıpkı söz verdiğimiz gibi dostum.” Sonra tatlı karısını düşündü...güzelliği eşsiz kraliçesini. Gülümsedi yeniden ama gözlerinden inen yaşların kuma karışışının da farkındaydı. Garipti...ölüyor olmak...kurtuluş gibi ama hüzünlü bir ayrılık...gözlerini kapadı ve koyu maviliğini sonsuza dek orada tutsak etti! Ölüm...anlaşma yapan dostları mahcup etmemeye yemin etmiş gibiydi...sessizlik içinde, çölün kavurucu sıcaklığına nefesini bırakıp, iki ruhu düşünmeden aldı. Bedenlerini soğukla baş başa bırakıp! *** Nasılsa o kayboluşlarla içine alınan kayıplar...kayıp edenlere duyulan öfkeler ve o “kayıp” kavramının içimizde hükme geçirdiği cümlelerle acılar...gelip geçici dediğimiz hiçbir şeyin aslında gerektiği kadar bile bizimle kalamadığını gözlemlemiş olmak yeterince can sıkıcı zaten. Ama ne işte bu...insanın yarattığı o dinlerle uyum sürecini dindirmek ya da dinlerle cidden uyumluymuş gibi yapıp dualarla ruhları dinlendirmek... işe yarayabileceklerin listesi bu kadarla sınırlı ne yazık ki. İçinizdeki o siyahla karışık gündüzü, beyaza bulanmış geceyi başınızdan savurup atmanın yegane yolu. İnsanoğlu için elinde olan tek yeniden toparlanabilme şansı. Şimdi benim yaşlı gözlerim, son birkaç gündür benden daha yaşlı görünen kızıma takılı ve bu sorguladıklarımın cevaplarını bulmamam, cevabını verdiklerimi yeniden sorgulamama sebep oluyor. Bir baba için o “daha kötüsü olamaz” diyebileceği şey bu olsa gerek...Kızını yaşarken ölü seyretmek! Üstelik öylesine deli dolu bir kızı...içindeki tüm varlığını değer yüklediklerine adayan o tatlı şeyi. Lil! Zamanını öylesine hızlı geçirdi ki şimdi , bu hızlı yaşamında hayata duyduğu derin saygı düşünülürse...bu kadar çabuk öldürülmeyi hak etmemişti. Şimdi bahçenin o artık onun için bir tabu halini alan heykelinin önünde otururken görüyorum ve onu daha hala canlı tutan bir şeyin olduğuna şükrediyorum. Adını muhtemelen Sentces koyacağı o şeye...büyük minnettarlığımı annesini ayakta tutuş olmasının önemini anlatışımla anlayacaktır. O hala hamileliğini dile getirmese ve aklına tam adıyla yazmasa da, bir can daha var içinde biliyor. Atan küçük kalbinin sesini duymaması imkansız...o karımın karnındayken ben bile duyabilirdim onun kalbini...şimdi aynı şeyi o da hissediyor olmalı. Kocasına bu çok istediği haber verememekte onu bunu itiraftan çeken şey aslında. Bu gerçek ve anlaşılır bir durum olsa da...eninde sonunda kabulu zorunlu olan bir hal. Onu ölümle yüzleştirmek gerçekten zor ama ben bile kabul edebildiğim eşimin ölümüyle yaşarken...onun hislerinin benim ki kadar dayanıklı olduğunu umuyorum. Ben onun için her şeye devam etmek zorunda kalmıştım...şimdi aynı şeyi onun karnında ki güzellik için yapmasını arzuluyorum. Annelerin o hep yaptıklarını...ona hiç hissettirmeden hüznü unutmaya çabalayıp ona yaşamayı öğretmeye çabalamasını istiyorum. İçin de geride bırakmak zorunda olduğu o adamın...soğuk terk edişiyle kalmak zorunda olsa da! *** Bir rüzgarın gücünün küçük bir böcek kadar olduğuna inanan ahmaklar vardır şehirlerde. Çöllerde asla buna inan olmazdı çünkü bilirlerdi aslında kumlar ve rüzgarlar birlikte çalışır ve kimsenin zamanı gelmediğinde öğrenemeyeceği o sırları bir yerden, bir yere taşırlardı. Şimdi kum tanelerinden tadımlık serpilişlerle, küçük bir rüzgarın Lil’in önüne düşürdüğü mektupta böylesine bir şeydi. Savaşın kanayan sesini, ölen kocasının tenin deydiği o tatlı kumların tadını ve muhtemelen koyu mavi gözlerini sürekli kırmak zorunda kaldığı o rüzgarın kokusuyla kaplı bir parça kağıt...Onun ellerini uzatıp, zarifçe açmaya çabaladığı mektup...kocasının tatlı elfçe kıvamında ki yazısı ve solaklığının belirtisi ayırma işaretlerinin tersten çizimi... sayfada onun resmi vardı adeta...Sentces den verilmemiş ama saklanmış ve saygı duyduğu adamın kağıdını kumlarca göndermişti çöl! Aşk ve tatlı anılar dolu bir kağıt parçası... “Lil’im! Burayı izleme şansının olmasını dilerdim...kumların saygılı duruşlarını ve tadında sıcaklığını hissedebilmeni isterdim bir anlığına bile olsa. Gerçi her şey sona erdiğinde buraya gelmeni sağlarım ama olsun...yine de şu haliyle görmeni arzulardım. Seni nasıl özledim meleğim, aşkının tadı var dudaklarımda ve çikolata hissiyatı. Teninin parlak duruşuyla benim zevkle seni seyreden gözlerime karşılık, gözlerini kısışın var karşımda. Tenini özledim sevgilim. Geldiğim zamana kadar ki bu birkaç gün sonra muhtemelen.... bence o bir haftayı boş tut...çünkü seni odanın tatlı havasından ve yatağın sıcak karşılayışından uzak kalmayacak hale getireceğim ve özlemlerimle, sana deli aşkımın en dolu sadeliğini dudaklarına konduracağım. Tabii bir de...neyse ben çok özele girdim susayım. Mektubun yanlış ellere geçme durumuna karşılık fazlaca kendimizi rezil etmeden sana tatlı benliğine duyduğum aşkı anlatıp ve özlediğimi söyleyip bitireyim. Seni seviyorum bitanem.... hatta tapıyorum! Kocan; Sentces (SİSKORUYUCU) ” Piyanonun aklında kalan son notalarıyla ona yaptığı bestenin kulakların da çınlayışı, parmakları tuşları hissetti birden ve rüzgarın ona hediyesi mektubu avuçlarında kibarca tutarak göz yaşlarını bıraktı. En son çaldığı parçanın içine içine işleyen melodisiyle...sadece bir an kocasının adını şarkıya nota yaptı. ZÜMRÜT TANRIÖVEN Sessizliğin hüzne boğduğu bizlere verilenlerin Hediye mi yoksa,ceza mı olduğunu anlayabilmeniz dileğimle...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Zümrüt Tanrıöven, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |