Bilge kişi her şeye şaşan kişidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Silip atan öfkeli bir ruhum Görünmez yüzüm aynada Yok çünkü benim suretim Taylan Ayık Gece öylesine karanlıktı ki etraftaki tüm canlılar bir daha gün ışığını göremeyeceklerini düşünerek endişe içinde kıvranıyorlardı. Sıradan bir İstanbul gecesinden farklı değildi belki gökyüzünün kara bulutlarla kaplı olmasını saymazsak. Simsiyah bir yağmur yağıyordu İstanbul'a, fakat toprağı ıslatan sağanak haricinde yere kapanmış bir kızın gözyaşları da ıslattı o gece toprağı. Masumiyetin şah damarını kesmişti hainler, dökülen masumiyetin kanıydı, Asya'nın gözyaşlarıydı; simsiyah gecede kırmızı bir parıltı yansıdı gözyaşlarından. O gece orada yaşananların tek bir tanığı vardı, ufak bir lağım faresi. Cikleyerek izledi masumiyetin cinayetini, kırmızı parıltıdan korkup lağımına geri döndü... Kafamı siktin be Gürkan Ağabey diye mırıldandı Berk. "Çok haklısın abi, hatun dediğin kalleştir zaten, sen takma kafana"dedi. Gürkan Ağabeyi ile rakı sofrasına oturmakla ne büyük bir hata yaptığını yeni anlıyordu. Dağ gibi adam iki kadehle sarhoş olması yetmez gibi saatlerdir gençliğinde kalmış aşkını evirip çevirip tekrar anlatıyordu. Berk uzun süre önce dinlemeyi bırakmış, durumu kurtaracak cevaplar vererek bu gecenin bir an evvel bitmesini bekliyordu. Yelkovan akrebi ismine yakışmaz bir tavırla aheste aheste izlerken, Berk'in de kafası hafiften güzelleşmeye başlamış. Gürkan'ı kendi başına bırakmış, bayağı bayağı o şarkıyı mırıldanıyor, etrafı izliyordu. Parmakları kadehin ağzında dolanırken mis gibi anason kokusunu içine çekiyordu. Etraf bulanıklaşmış, Gürkan susmuştu. Kaç zamandır rakı içtiği tek yer bu köhne bardı. Mekan sahibi ilginç bir müzik politikası izliyor, herkesin masasında istediği muhabbeti sürdürmesine müsaade edecek şiddette sakin müzikler çalıyordu. Fiyatların piyasanın oldukça altında olmasına karşın kalitesinden ödün vermeden çeşit konusunda da kısıtlamaya gitmeyince bu kendi halinde Beyoğlu'nun arka sokaklarından birine hapsolmuş bar çok farklı kesimlere hitap eder hale gelmişti. Gürkan ve Berk'in hemen yan masasında şarap içen entelektüel olmaya çabalayan üniversite gençleri hararetli hararetli tartışırken, biraz daha ötede iki çift geniş koltuklara yayılmış neşeli kahkahalar atıyorlardı. Gözleri kapıya yöneldiğinde gördüğüne inanamadı. Evet, ne yaptıkları iş ne de geldikleri yer çok tekin sayılmazdı ama iblise ev sahipliği yapacak kadar pislik yuvası olmadığını tahmin ediyordu. Fakat içeri giren şeyin iblis olduğuna kadehi uğruna yemin edebilirdi. Kendi düşüncelerini fark edince gülümseyip önüne döndü. " Bizim de kafamız güzel oldu ya, hiç Gürkan Abimize suç bulmayalım " Fakat yine de gördüğü altından kalkması kolay şeyler değildi, merakına yenildi, tekrar o yöne doğru baktı. Nasıl iblisin orada olması anormal olacaksa, gördüğünün de orada olması o derece anormaldi. Kıpkırmızı elbisesinin içinde dilleri lal eden güzelliğiyle oracıkta oturup nazarlarıyla etrafı süzüyordu, yalnızdı. Gözleri kesiştiğinde gördüklerinden hiç memnun olmadı Berk. Simsiyah gözlerde en korkunç kabuslarında bile rastlayamayacağı bir azap gördü, yanmakta olan bir dağ, acılarına çığlıklarını yaren etmiş bir zihin. "Kalkalım Gürkan Abi, ikimiz de ayarı kaçırdık sanırım bu akşam." “İçgüdüsel bir alımlama esnasında maskulen bir yaklaşımın tohumlarını bilinçaltına atmaya muktedir satırlar bunlar abi Campanella hadiseye popülist yaklaşmış siz de kalkmış burada içi boş fikirlerin arkasında koşan dili yeri yalayan köpekler gibi adamı bana savunuyorsunuz" der Emre. Yıldız'da Makine Mühendisliği üçüncü sınıfta olmasına karşın hem okulda hem de arkadaş grubunda felsefi sohbetlerle öne çıkan Emre, sonbaharın kışa çaldığı o günlerde okuldan çıkmış soluğu Taksim'de yeni keşfettikleri barda, arkadaşlarının yanında almıştır. Tartışma tüm sıcaklığıyla devam ederken masadaki bardaklar boş durmuyordu. Söylediklerini söyledikten sonra kendini tartışma atmosferinden çıkartan Emre etrafını izlemeye başladı. Sol taraftaki masada iki kişi rakı içiyordu. Anlaşılan genç olan muhabbetten sıkılmıştı, konuşanın yüzüne bakmaksızın etrafını izlemesi bunun bir kanıtı sayılabilirdi. Kendi kendine gülümseyen Emre bu masayı daha dikkatli takip etmeliyim dedi kendi kendine. Yazdığı hikayelerde ki özellikle fantastik kurguya nesnel gerçeklik katarak yazardı hikayelerini, bu gözlemlerini çok sık kullanırdı. Muhabbet ilerlemiş, masanın bir tarafında azımsanmayacak bir ölü mantarlar mezarlığı oluşmuştu. Keyifle cebinden çıkarttığı sigarasını yakan Emre, ilk nefesi alıp " Benim için bundan başka yanıp kül olan ne var ki? " dedi. Dumanı sigaranın ucundaki köze doğru üfleyen Emre, içgüdüsel olarak kapıya doğru bakma ihtiyacı hisseti. Demirin mıknatıs tarafından çekilmesi gibiydi. Arkadaşları Emre'nin tiradına karşılık verebilmek için zihinlerini zorlarken yine Emre'nin bir sözü onları gerçek dünyaya döndürdü. "Hassiktir!" "Ne oluyor oğlum?" "Gerçekliği kaybedecek kadar içmedim henüz, nerede olduğumun bilincindeyim, bu bir serap değil nadide bir vaha olabilir ancak, fakat ne işi var burada?" "Yuh! Asya'yı tanımıyor musun lan, bizim okulda okuyor, Orta Bahçe'de rastlamadın mı hiç?" "Onu görmemiş olmam imkansız, böyle bir güzelliği ıskalamış olamam..." "Ahaha, bir de iyi gözlem yaparım diye geçiniyorsun değil mi, yazık lan sana" Emre arkadaşlarının sözlerini umursayacak durumda değildi, gördüğü öyle kaldırılabilecek bir şey değildi. Hala ona bakıyor olduğunu fark ettiğinde hızla önüne döndü, arkadaşları sohbete geri dönmüş, Emre'nin sigara üzerinden yarattığı metaforu konuşuyorlardı. Emre uzun süre nerede olduğunu kestiremedi, etraf hala gerçek miydi, kırmızılı kız gerçek miydi ya da hiç gerçek olmuş muydu? " Garson! " İlk denemede garsona sesini duyuran Berk, sağ elinde bir kalem varmış da sol eline yazıyor gibi hayali kalemi havada sallayınca garson kasaya doğru yöneldi. Hesap beklediğinden az gelmişti, her ne kadar Gürkan ben ödeyeceğim diye tuttursa da Berk sarhoş bir Gürkan'a para ödetmemenin daha doğru olacağı kanaatine varmıştı bile. Para üstünü bozuk demirlik halinde getiren garsonun beklentilerini boşa çıkarmamış hesap pusulasının üzerindeki metalik yığınının heybetine pek ilişmemişti. Gürkan çoktan sarhoş değilim triplerine girmiş, yalpalayarak da olsa tek başına yürümek de ısrar etmişti. Berk hala gördüklerinin etkisinde, Gürkan'ı bir adım geriden kollar vaziyette masasından kapıya doğru yürüyordu, tam mekandan çıkacakken insanoğluna canı sıkılmasın diye yaradanın verdiği merak adındaki oyuncağa yenilerek o şeye tekrar baktı. Çok güzeldi, o zifiri saçları okşamak, o tene dokunmak kim bilir nasıl bir haz verirdi insana. Avuçlarında kırmızılının uzun, kemikli ellerini hissetti. Neler vermezdi ki bu duygunun gerçeğini tatmak için... İzlendiğini fark eden kızın şeytani nazarlarını üzerinde hissetiğinde irkildi, tüyleri ürpermişti, selamun kavlen demekten alıkoyamadı buram buram rakı kokan ağzını. Barın İstiklal Caddesine açılan kapısından çıktığında suratına serin İstanbul rüzgarı çarptı Berk'in. Bir rüyadan uyanmış gibiydi, tünele gitmeye çalışırken çakırkeyifliğine İstiklal’de raks eden renklerin ışıltısını ortak etti. Gürkan hala önünden yürüyordu... Sis çökmüştü Emre'nin gecesine, esrik bir ruh haline bürünmüş, sohbetten uzaklaşmıştı. Konuyu Asya'ya getirmek istiyordu ama arkadaşlarının tepkilerinden de endişe ediyordu. Nasıl olur da fark etmezdi böyle bir güzelliği bu kadar zamandır. O kadar güzeldi ki, ona bakmaya bile korkuyordu. Onun varlığı nasıl ezici bir histi, kendine olan tüm güveni yok olmuştu, kendini, ruhunu ezilmiş hissediyordu. İlk görüşte aşk mı? Hayır, bu öyle bir şey değildi. Kendini kötü hissediyordu, korkarak etrafına bakındı. Gözleri kırmızıyı arıyordu, şarabın kırmızısını değil ya da dj kabinini aydınlatan kırmızı neonları da değil, o eşsiz bedeni sarıp sarmalayan kırmızıyı... Hala orada tek başına oturup, umursamazca etrafını izliyordu. Sanki hiç bir şey umurunda değildi, barda rahat oturan tek bir erkek yoktu, hepsi huzursuz, hevesli, meraklıydı. Emre masadaki şarap mantarlarına baktı, bu gece yeterince içmişlerdi ama arkadaşları çoktan ciddi muhabbeti bırakıp geyiğe başlamışlardı. Onları buradan çıkartmak düşündüğünden çok daha zor olacaktı. Belki de gerek de yoktu zaten tek başına da gidebilirdi, hatta tek başına gitmesi daha bile iyi olabilirdi. "Beyler, ben kaçar..." Sonbaharın kızıla boyadığı ağaçların altında, İstanbul'un en ünlü yokuşlarından birini, Yıldız yokuşunu tırmanıyordu Emre. Çok kişinin üfleyerek çıktığı bu yokuşu çıkmak onun için hiç bir zaman zAhmet olmamıştı. Sonbaharın kızıllığında da, kışın karların valsinde de, ilkbaharda erguvanların şarkısında da güzeldi Yıldız, ruhu olan yerlerdendi mesela Yıldız Parkı, teselli edebilirdi sizi yahut öfkelendirdiğinizde onu kucak açmayabilirdi size eskisi gibi. Fakat o sabah çok daha hevesle tırmanıyordu yokuşta, Asya'yı görecekmiş gibi koşuyordu adeta, daha önce onu okulda hiç görmemiş olmasına karşın... Akşamdan kalmaydı aslında, gece Bar-Bal Mumu'ndan çıktıktan sonra Galatasaray'da güzel bir çorba içmişti ama bana mısın dememişti şarap. Sabah uyandığında ne başını ne gönlünü hissetmiyordu. Baş ağrısının üstesinden gelmek için evden çabucak çıkmış, Beşiktaş Vapur İskelesinin önünde her sabah aynı yerde, aynı arabayla poğaça satan Ayşe Teyzeye uğramış, vapurda bir güzel çay ile yemişti aldığı poğaçaları. Üstüne yaktığı sigaradan ilk nefesi öyle sert çekmişti ki izmarit siyaha boyanmıştı bir anda... Alışıktı, yıllardır hep böyle yenerdi baş ağrısını da gönlüne ne yapacaktı onu bilmiyordu Emre. Aşk gibi değildi bu, daha önce aşık olmuştu ya da olduğunu söylemişti. Bu daha çok dişçinin dişi uyuşturmak için yaptığı morfinin yanağınızı dondurması gibiydi, yanağının varlığının farkındaydı fakat hissetmiyordu dokunduğunda yanağını. Kalbi donmuş gibiydi, acıdığı kesindi ama buz gibi bir acıydı bu, dikkatini başka bir şeye yönlendirmesini engelleyen, konsantrasyonunu bozan fakat yaşamasına engel olmayan bir acı. Yokuşu tırmanıyordu, bütün yollar Asya'ya çıkıyordu, Avrupa yakasındaki bu dik yokuşta... Okula yükselen merdivenleri bir nefeste çıkan Emre, sırtında düz bir çizgiyi takip eder gibi ilerleyen ter soğuk damlasını hissediyordu. Kalbi göğsüne sığmıyor, kafesini zorluyordu dışarı çıkmak için. Ama zamanı vardı daha, elbet Asya'ya teslim edilecekti ama erkendi daha... Dersine daha yarım saat vardı Emre'nin, hemen Orta Bahçe'ye yöneldi. Nefes alışverişi normale dönerken yeni şoka hazır bekliyordu, biliyordu Emre onu gördüğü anda nefesi kesilecekti. Mimarlık fakültesinin sağında kalıyordu Orta Bahçe. Orta Bahçe'nin devamında basketbol sahaları, önünde de içinde ilkbahar-yaz boyunca çiçekleriyle arz-ı endam eden nilüferlerin bulunduğu küçük bir süs havuzu olurdu. Hızlı nazarlarla taradı Emre kantini... Yoktu... Ama oradan geçmişti, kokusunu bırakan çiçekler gibi varlığının izlerini bırakmıştı oraya, çok olmamıştı gideli, acaba hangi fakültedeydi? Çaresizlikle kendi binasına yöneldi Emre, 2 saat boyunca Akışkanlar Mekaniği dersi vardı, adını bile tam bilmediği bir hocanın verdiği derste hiç bir mekaniğin hidrolik yapısıyla ilgili bir şey düşünmedi, Asya'nın gözleri ne güzeldi değil mi? Dersin verdiği azaptan kurtulduğu anda binadan kaçarcasına çıktı Emre, arkadaşlarının seslenmelerine kulak asmadı, Asya'yı görmeye ihtiyacı vardı. Binadan çıkarken çarptığı kızdan özür bile dilemedi, ondan özür dilesinlerdi, taşmakta olan bir sel gibi koşuyordu kantine, hissediyordu, oradaydı Asya. "İşte buradasın." diye fısıldadı kendi kendine. Çekingen biri sayılmazdı, kendine güvenini kolay kolay yitirmez, belagatına güvenirdi. Fakat o anda Asya ile nasıl tanışacağına dair en ufak bir fikri yoktu. Asya renkleri matlaşmış, eskitme diye tabir edilen hafif kızılımsı bir kot giymiş, kotuna eşlik etmek üzere koyu renk bir gömleğin üstüne kırmızı bir hırka geçirmişti. Uzun saçları omuzlarını kapatıyor, fönlü saçlar yüzünü kapatmıyorlardı. Yüzünde Tanrı'nın ona bahşettiği güzelliği gölgeleyecek, maskeleyecek hiç bir makyaj yoktu. Bahçenin arka tarafında ağacın altında oturmuş arkadaşıyla konuşuyordu. Üstlerinde onları ağaçtan kopup gelen yapraklardan koruyan bir şemsiyenin altındaydılar. Hava iyiden iyi kapanmıştı, sağanak yağmur her an bastırabilirdi. Herkes kapalı mekanlara geçmişti çoktan, Asya ve arkadaşına sadece yalnız bir kuş eşlik ediyordu. Asya arkadaşına ateşli ateşli bir şeyler anlatıyordu, elleri havada şekiller çiziyordu, Emre gözlerini alamadı Asya'nın ellerinden. Emre kendine tekrar şaştı, Asya'yı daha önce görmemiş olmasına anlam veremiyordu. Fark etmemiş olması fikrinden çoktan vazgeçmişti, bu sıradanlığıyla bile gözünü alan bu kıza aşina olmaması kaderin bir cilvesi, tesadüfler silsilesi sonucunda hiç karşılaşmamaya vermişti bile. Şimdi tanışmanın bir yolunu bulmak lazımdı, cebine uzanıp sigarasını aldı... Sigarasını parmaklarında döndürüyordu Asya'nın yanına yürürken, elleri titriyordu. Hafifçe öksürerek sesine kalın bir ton vermeye çalıştı. Çıkan ses tam anlamıyla düş kırıklığıydı... "Ateşinizi alabilir miyim?" "Tabii" diyerek sigarasını uzattı Asya. Sesi çok garipti, çok uzaktan geliyordu, çatallı bir ses ama akıcı, sesinde bir şey vardı, yalnızlık sanki, ızdırap sanki... Hayatı boyunca bir dal sigara yerinde olmayı bu kadar çok isteyeceğini hiç düşünmemişti Emre, titreyen ellerle geri verirken izmariti Asya'ya onun dönüp bakmasını ümit ediyordu. Fakat Asya kafasını hiç çevirmeden sigarasını almış, muhabbete geri dönmüştü. Öylece kalakaldı Emre ayakta, Asya'nın yanında, Asya'ya ait olmadan, Asya'ya sahip olmadan ama Asya'nın yanında... Nedense bu ruh haline alışması gerektiğini hissetti. Gök gürlemeye başlamıştı, Emre'nin gözlerinden akamayan yaşlar bulutlardan süzülüp Yıldız'ı ıslatmaya başladı. Yalnız kuş kaçmamakta ısrarcıydı, duyup duyabileceği en güzel sesi dinliyordu, ıslanmayı göze aldı ufak kuş, Asya'yı dinlemeye devam etti yalnız kuş. Yağmur sağanak halinde yağıyordu, Emre ise sessiz adımlarla Mimarlık Fakültesine doğru yürüdü, bomboş merdivenler koca kampüste belki yalnızlığını paylaşacak tek dostuydu Emre'nin. 'Salaksın sen salak, ne olmasını bekliyordun, bir ateş aldın diye kızla tanışacağını mı... Salaksın oğlum sen salak' diye söylendi kendine Emre. Eliyle oturduğu merdiveni yumrukluyordu. Tempolu, gittikçe hızlanan yumruklar merdivenin canını yakıyordu. Bam bam bam... Yağmur suyuna kanı karıştığında elinin acıdığını fark etti. Sakinleşmişti, 'Pes etmek için çok erken' diye mırıldandı... Ne berbat bir gün bu böyle.." diye içinden geçirdi Emre. Yataktan kalkıp perdeleri açtığında bahardan kalma, güze hiç yakışmayan bir gün gördü dışarıda. Güneş yüzünü uzun bir aradan sonra göstermiş, gökyüzü tüm maviliğiyle arz-ı endam ediyordu. Asya'yı düşünmemeye çalışarak güne başladı Emre. Asya'yı görme fikri hoşuna gitse de önceki gün yaşadığı hüsrandan sonra onu görmeye dayanamayacağını düşünüyordu. Neyse ki öğleden önce Davutpaşa'ya gitmesi gerekiyordu, yıllardır veremediği birinci sınıf dersine gidecekti. Öğleden sonra ise Yıldız'a gitmek zorundaydı, başkanlık ettiği felsefe kulübünün ve yazarlık yaptığı okul dergisinin toplantıları vardı peşpeşe. Sıkıntılı bir sabahtı yani. Kadıköy'den Eminönü'ne gitmek üzere vapura bindiğinde aklında yalnızca Asya vardı, zaten o akşamdan beri aklında hep Asya vardı. Hayallerinin başrol oyuncusu olmuştu, fakat hayallerin nasıl gerçek olacağı meçhuldü. Bitmek bilmez yol bitmiş, Kadıköy'den Davutpaşa'ya uzanan ince uzun yol Davutpaşa Yerleşkesi tabelasıyla son bulmuştu. Tam anlamıyla eski İstanbul yolu sayılacak güzergahın her santimine Asya hayali damlamıştı. Yıldız'a geldiğinde ayakları Orta Bahçe'ye yönelse de o tüm iradesini devreye sokarak toplantının yapılacağı amfiye doğru yürüdü. Hemen herkes gelmiş, toplantının başlaması için Emre'yi bekler vaziyette kapının önünde çene çalıyorlardı. Emre'nin seri adımlarla merdivenlerden çıkışını görenler 'Sonunda başlıyoruz...' diyerek sınıfa girdiler. Felsefe Kulübü toplantılarında her hafta bir üye sunum hazırlar, sunumunu yaptıktan sonra konu hakkında tartışmaya girilirdi. Emre alışılageldiği üzere sunumu yapacak arkadaşı tanıttıktan sonra arka sıralardan birine oturup dışarıyı izlemeye başladı, şu an ne Descartes ne de Wittgenstein onu ilgilendirmiyordu... Dışarıdaki güneşli hava hoşuna gitmemişti, sunumu dikkatle dinleyen kulüp üyelerini süzmeye başladı. aralarında tanıdıkları, tanımadıkları, samimi oldukları vardı. Sıra ön taraflara geldiğinde kalbi duracak gibi oldu. Asya!!! Asya'nın orada ne işi vardı, hangi ara girmişti sınıfa? Asya kulüp üyelerinden biri değildi, değil mi? Hayır hayır, onu daha önce görmemişti. Allahım bu nasıl bir güzellik, diye düşündü. İnce, uzun suret'i özenle şekil verdirilmiş muntazam kaşlarla belirginleşiyor, çehresine sert bir ifade veren burnu kibirden uzak bir diklikle duruyordu. Burası onunla tanışmak için çok uygun bir ortamdı. Sunumun bitmesini bekledi, oturumun ikinci kısmında mutlaka bir fırsat geçerdi eline. *** Sunum bittiğinde Emre karizmatik adımlarla kürsüye doğru yönelir, bu defa kendi mekanındaydı. Kuralları o koyardı ya da en azından o an için öyle sanıyordu. Azametli yürüyüşüyle kürsüye ulaştığında soracak soru olmayanlarla beraber Asya'nın da sınıftan çıktığını gördü. Hep sinir olmuştu zaten bu tiplere, felsefe okumak ya da dinlemek değil, tartışmaktır derdi her zaman ve bu tipler sadece bilgi almak, gereksiz entel ortamlarda Nietzsche'nin de şöyle bir sözü var demek için gelirlerdi toplantılara. Asya'nın onların arasında olması onu hem üzmüş, hem sinirlendirmişti.. Sekreter onu tanıyor olmalıydı, onunla konuşup meseleyi anlardı. "Soru sormak isteyen?" Toplantı bitmiş, tutanaklar tutulurken Emre kulüp sekretirini kenara çekip konuşturmaya çalışmıştı. Hayır, sekreter de tanımıyordu o kızı ama tanıyan birilerini bulabilirdi. Gerek yoktu, önemsizdi, Emre hallederdi. Emre b planını devreye sokmuş, kız arkadaşlarına Asya konusunu açınca bütün okulun bu işten haberdar olmasını göze almıştı. Çok can alıcı şeyler öğrenmese de ilginç şeyler öğrendiğini söyleyebilirdi. Asya da tıpkı kendisi gibi üçüncü sınıf öğrencisiymiş, İnşaat Mühendisliğinde okuyormuş. Bu üç sene boyunca peşinden çok kişi koşmuş ancak kimse onun kalbini çalmayı başaramamış. Ama kızlar arasında pek de sevilen biri değilmiş, çok kişi onun yüzünden bunalıma sürüklenmiş. Herkes onun kalpsiz olduğu konusunda hemfikirdi, güzel olduğunu bilen kızların kibirine sahipti. Hemen her kızla muhabbeti olmasına karşın yakın bir arkadaşı yok gibi duruyordu. Ailesi hakkında çok bilgi yoktu, İstanbul'da tek başına bir evde kaldığını biliyorlardı. Hepsi hepsi buydu yani... Gün bittiğinde ne işine yarayacağını bilmediği bir sürü şey biliyordu Emre fakat cevabını bulamadığı bir soru hala mevcuttu, " Nasıl? " Sorunun cevabını dijital ortamda buldu Emre. Ad, soyad, okul bilgileri gibi bir iki ufak doneyle Asya'nın e-postasına ulaşabilmiş olmasından çok bunu daha önce akıl etmemiş olmasına şaşırdı. E-postanın içeriği mühim tabii, geceler boyunca düşündü ne yazacağını, biliyordu ki tek bir hamle şansı vardı, ıskalarsa bu iş başlamadan bitebilirdi. Uyku denen şeyin varlığı ona hayal gibi geliyordu, en son ne zaman deliksiz uyumuştu? Uyumaya çalıştığı gecelerden birinde göz gezdirdiği kitapta buldu yazacaklarını Emre, Asya'nın sesini yıllar önce Cemal Süreya tarif etmişti. E-postayı yazmaya başladı... Gönderen: emrecg@hotmail.com Alıcı: indispensable@hotmail.com Konu: Sensizlik... Böyle bir şeyin olmadığını biliyorum ama yapmak zorundaydım, içimdeki sensizlik senle başladı, seninle bitecek. Uzun zamandır okulda seni izliyorum, seni görme umuduyla geliyorum okula, seni görebilme ihtimali bile çekiyor beni Orta Bahçe'ye, beni fark ettin mi bilmiyorum, umarım rahatsız etmemişimdir, etmiyorumdur. Suret'in beni yalnız bırakmıyor, sesine benzetmeye çalışıyorum tüm sesleri ama benzemiyorlar. Liseli aşıklar gibi mektubu şiirle bitirmeyi istemezdim ama günlerce bir defa daha duymak istediğim sesini buldum bu şiirde, sesinin nereden tanıdık geldiğini çıkarttım şiiri yıllar sonra tekrar okuyunca... Sesinde ne var biliyor musun Uykusuz Türkçe var İşinden memnun değilsin Bu kenti sevmiyorsun Bir adam gazetesini katlar Sesinde ne var biliyor musun Eski öpüşler var Banyonun buzlu camı Birkaç gün görünmedin Okul şarkıları var Sesinde ne var biliyor musun Ev dağınıklığı var İkide bir elini başına götürüp Rüzğarda dağılan yalnızlığını Düzeltiyorsun Sesinde ne var biliyor musun Söylemediğin sözcükler var Küçücük şeyler belki Ama günün bu saatinde Anıt gibi dururlar Sesinde ne var biliyor musun Söyleyemediğin sözcükler var Cemal Süreya Emre Cevap gelmeyeceğini daha e-postayı yolladığı an fark etmişti. Kimbilir böyle kaç e-posta almıştı bugüne kadar, kimbilir ne zaman vazgeçmişti bu sözlere inanmaktan. Ama kararlıydı Emre, inandıracaktı, kazanacaktı kalbini Asya'nın.Bir süre sessizliğini korudu, gönlüne sessiz çığlıklar atmasını öğretti, günler günleri kovaladı. Sonbahar terk ettiğinde İstanbul'u Aralık ayının ortalarında daha kimseyi final heyecanı sarmamışken sunum sırası Emre'ye geldi felsefe kulübünde. Tasavvuftan bahsedecekti, Aşkın Metafiziği'nden, İdeal aşktan, platonik aşktan... Sunumu kendisi yapacağı için erkenden gelmişti, sınıfa, o kürsüde hazırlıklarını yaparken, askılıktaki ıslak mont sayısı hızla artıyordu. Herkes geldiğinde, Emre başladı sunumu yapmaya, " Arkadaşlar, aşktan bahsediyorum, kainatın en kuvvetli güdüsünden, Tanrı'yı bile etkisi altına alabilen histen. Başlarken aşkı bu açıdan ele alacağım, işte bir Hadis-i Kutsi; 'Ben gizli bir hazine idim, Bilinmekliği istedim. Bilinmekliğime muhabbet ettim Alemleri var ettim.' Dünyayı yaratan Tanrı onu..." Cümlesini tamamlayamadı ama biri kapıyı açtı. Soğuk havadan burnu kızarmıştı, çekingen bakışlarla sessizce özür dileyerek içeri girdi. Herkes etkilenmişti görüntüden ama hiç kimse Emre kadar fena olmamıştı. Herkes için altı üstü güzel bir kızdı, Emre içinse bundan çok daha fazlası. Sesine hakim olmayı başardı Emre, hiç bir şey olmamış gibi devam etti konuşmasına. Sık sık Asya'ya baktı, tüm can alıcı yerlerde onun gözlerinde boğulmayı göze aldı, “Yani sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesi şart mı?” derken o beni sev diyordu Asya'nın gözlerine, Yunus'un sesine tercüman olurken şu satırlarda "Kime gönül verir isem, benim ile yar olmadı Halim bilip derdim sorup bana vefadar olmadı", benim yar'ım ol diye haykırdı sessizce. Sunumu bittiğinde alışılagelmiş olduğu gibi dinleyicilere sormak istedikleri bir şey olup olmadığını sorarken Asya'ya bakıyordu. Bu defa çıkmadı sınıftan, soru da sormadı ama çıkmadı en azından. Toplantı bitmiş, Emre notlarını topluyordu. Asya'nın sınıftan çıkışını izleyemeyeceğini bildiği için kafasını kaldırmıyordu bile. Kimisi gülen kimisi düşünen kalabalık yavaş yavaş sınıfı boşaltıyordu, Emre usul usul yaklaşan Asya'yı fark etti. Emre Asya'ya soran gözlerle bakınca " Biraz vaktin varsa konuşabilir miyiz? Taksim'de çok güzel bir yer biliyorum, sana bir kadeh bir şey ısmarlayabilir miyim?" diye sordu Asya. Emre şaşkınlıkla teklifi kabul ederken Asya'nın bahsettiği yerin Bar-Bal olup olmadığını da merak ediyordu. Neler konuştukları hakkında kesin bir fikri yoktu Emre'nin, Asya'dan beklenmeyecek naiflikte bir ses ile sunum hakkında konuşmaya başlamıştı önce Asya. Ürkekti, ilk defa gün ışığı ile karşılaşan yavru kuş gibi, sesi kısık geliyordu, sanki uzun süredir ilk defa konuşur gibi. Emre dalıp gitmişti konuşmaya biraz Asya'yı izliyor, biraz konuşuyordu, rüyada gibiydi, sarhoş olmuş gibi etrafı bulanık görüyordu, tek gerçeklik Asya’ydı sanki. Nasıl olduysa bir anda masada tek bardak kalmıştı, ikisi de aynı bardaktan içiyorlardı birayı, tek bir dal sigara bir Emre'nin dudaklarında bir Asya'nın dudaklarında kül oluyordu. Rüyayı çalan telefon bozdu. Eski bir dostu arıyordu Emre'yi, Emre'ye ihtiyacı olduğunu, kendini kötü hissettiğini söylüyordu. İçi acıyarak gelmeye çalışacağını söyledi Emre, telefonu kapatırken bir dönüm noktasında olduğunu fark etti. Asya'ya gitmesi gerektiğini söylerken Asya'nın gözlerinde biriken yaşları gördü. O yaşların kendisi için orada olabileceğini düşünecek kadar saftı Emre. Titreyen bir sesle sordu Asya, " Biraz daha kalamaz mısın?" "Kalırım sen istiyorsan biraz daha kalabilirim..." Emre tercihini yapmış, aşık olduğunu gerçekten kabullenmişti, bir dostundan yardımını esirgemişti. Saatler geçmiş, sohbetin bitme vakti gelmişti. Bulanıktı Taksim, cadde boyunca aynı şarkıyı çalıyordu müzik marketler, albüm çıkalı bunca zaman olmasına rağmen nedense bu şarkıyı marş edinmişti İstiklal, yan yana yürürlerken Emre ister istemez şarkıya eşlik ediyordu, "gözlerinden sızan karanlıklar, umurumda değil" -Ne dedin Emre? -Ne şimdi, ne sonra, ne boşluklar, umurumda değil... Asya gülümseyerek, " Yalansan yalanı severim, elimde değil " dedikten sonra yine sessizlik girdi aralarına başını çevirirken saçları savruldu çiseleyen yağmuru yararak. Katı bir maddeymişcesine uzak tuttu bedenlerini, düğümledi Emre'nin sesini. Caddenin bitişi, heykel, otobüs durakları, susarak otobüs bekleyen iki kişi, Asya'nın otobüse binişi... Hepsi silik birer hatıra olarak kaldı Emre'nin aklında. Asya'nın bindiği otobüsün arkasında bakakaldı, boğazında düğümlü olan sözcükleri söyleyebildiğini fark etti. " Ama ben seni seviyorum... " Günler günleri kovalıyor, Emre kendini solmakta olan bir fotoğraf gibi hissediyordu. Benliğini o kadar teslim etmişti ki Asya'ya, kendisi için en son ne zaman bir karar aldığını hatırlamıyordu. Beraber daha çok vakit geçiriyorlardı, Asya'lı yaşamın tadına alışmıştı, onsuzluğunu hayal edemiyordu. İçinde susturamadığı bir dürtü Asya'ya artık hislerini açıklaması gerektiğini söylüyordu. Tamam, öylece söylemesiyle bir ilişki başlamasını beklemiyordu ama en azından bir sürecin başlamasını ümit ediyordu. Bu süreç süresince de ona daha yakın olabilmeyi... Planını yaptı, onun yüzüne karşı söylemeyeceğini biliyordu aşkını, yazıyla anlatsa arabesk kaçabilirdi, imalarla da olacak iş değildi. Sözcü seçti bu yüzden kendine, tüm aşıkların kadim dostunu aldı yanına, üstelik canı yanmış bir dostu. Koparılmış bir, gövdesi kırılmış bir gül'e anlattı aşkını doyasıya. Sonra onu Asya'ya vermeye karar verdi. Gül anlatacaktı aşkını, hem bir gülün samimiyetinden şüphe edilir miydi hiç? --------------------------------------------------------------------------------------------- Menü>Mesajlar>Yeni Mesaj>Kısa Mesaj>Kime>Alıcı Seç> ASYA Metin: Asya, saat 17.00'de Orta Bahçe'de görüşebilir miyiz? Seninle mühim bir şey konuşmak istiyorum. Emre --------------------------------------------------------------------------------------------- Kış kendini iyiden iyiye hissettiriyordu, elinde gülle bekliyordu Emre. Karanlık çökmüştü çoktan Yıldız'a, ikinci öğretimler yeni yeni geliyorlardı okula. Dönüp arkasında bakarken gelenin Asya olduğundan emindi Emre, nasıl olduğunu bilmiyordu ama Asya'nın böyle bir etkisi vardı. Ezici bir aura... Lacivert montuna bej atkısı eşlik ediyordu. Ah o saçlar, ah o saçlar... Bir kere de nefesini kesmesinlerdi, bu kadar zamanda alışamaz mıydı insan bir manzaraya... "Meraklandırdın beni Emre, hayrola?" dedi Asya. "Konuşuruz, önce bir soluklan.." Önce gülü masanın ortasına koydu, sonra konuşmaya başladı. " Sana karşı hissettiğim muhabbetin sıradan bir arkadaş sevgisi olmadığını farkındasın değil mi Asya? İsterdim sana anlatabileyim duygularımı, sessizliğiyle kulaklarımı parçalayan coşkuyu anlatabileyim... " Bir sigara yaktı Emre, ilk nefesle beraber devam etti konuşmaya. " Bak sana bir dostumu getirdim, o anlatacak sana aşkımı, senin için göze alabileceklerimi, uykusuz gecelerimi, sessizliği unutan zihnimi... " Gülü Asya'ya doğru uzattı, Asya ellerini uzatmadı. Havada kalakalan gülün boynu bir kez daha büküldü, Emre hala umutla gülü uzatıyordu, Asya yere bakıyordu. Yıldız'ı kasvetli, simsiyah bir rüzgar sardı, üstlerindeki ağaç pes ederek aylardır korumaya çalıştığı son yaprağını da bıraktı, yapayapalnızdı artık belki Emre'den bile yalnız. Asya yavaş yavaş başını kaldırdı. Emre'ye bakmak istemiyordu ama mecburdu, Emre gördüklerinden hoşlanmayacaktı. Simsiyahtı, derinlerde bir yerlerde kırmızı bir alev tütmekteydi, ağlayan bir kız, yağmurlu bir hava ve iblis... Emre titremeye başladı, uzaktan görenler soğuktan titrediğini sanabilirdi. "Bu, bu ne demek oluyor Asya?" Emre kekeliyordu. "Aşk hakkında ne biliyorsun cahil, o attığın nutukların hepsi boş, hepsi cühela işi, gerçeğin o kadar uzağındasın ki..." "Neler bilmediğimi bilmiyorum lakin seni seviyorum Asya, seni seviyorum" Asya hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı, kara bulutların yapamadığını kara gözler yapıyordu. Bakışları tekrar toprağı süzüyordu. " Zorlama Emre, ben kimseyi sevemem, anlıyor musun, kimseyi sevemem ben... " Asya'nın ellerini sıkıca kavradı Emre, havanın soğukluğuna inat sıcacıktı elleri, bırakmayacaktı Asya'yı, vazgeçmek yoktu. Naif bir sesle " Neyin var güzelim, ne demek tüm bu sözler?" dedi. "Git buradan Emre, lütfen git." Asya zor yutkunuyordu, gözyaşları hala durmamıştı. "Yok öyle bir şey güzelim, neler olduğunu bana anlatmalısın." Emre şefkat dolu bir sesle konuşuyordu, sanki aşık olduğu hatunla değil de çocuğuyla konuşan bir baba gibi. Asya geçmişle şimdiki zamanı bir arada yaşıyor, bir yandan Emre'ye yanıt vermeye çalışırken bir yandan geçmişiyle yüzleşiyordu. O gece, Emre ellerini tuttu, o ihanet, Emre saçlarını okşamaya başladı, o terk ediliş, Emre konuşuyordu, dizlerinin üstüne çöktü, Emre cevap bekliyordu, ne sormuştu ki, ufak kızın gözyaşları yağmur suyuna karışmaya başladı, Emre tekrar konuştu, ne sinir bozucu bir ses tonuydu bu, o'nun gelişi ve yaptıkları anlaşma, Emre'nin şefkat dolu sesi ne kadar tiksindiriciydi... "Kes sesin, anlıyor musun kes sesini!" bağırarak ayağa fırlayan kızın teselli edilmeye ihtiyacı yoktu. Emre irkildi. " Haydi ver bakayım o gülü, ver ve dünyada gerçekte neler olup bittiği hakkında bir şey öğrenmeye başla. " Asya hırçınlaşmıştı. Emre ürkek tavırlarla hala elinde duran kırık gülü Asya'ya uzattı. Sakince gövdesinden tuttu gülü Asya, ona bir zarar vermek istemezcesine yavaş yavaş burnunu götürdü, kokusunu almaya çalıştı. Titreyen elleriyle avuçlarının içinde kaybetti gülü, yüzü büyük bir acı çekiyormuşcasına buruştu. Sonra sanki elleri yanmış gibi bir anda açıverdi avcunu... Yere düşen kırmızı gül değildi, iki sonbahardır toprağın üzerinde beklemiş gibi duran bir tutam solmuş gül yaprağıydı. Emre şaşkınlıkla " Ne, nasıl yani? " diye sordu. Asya uzaklara bakar şekilde konuşmaya başladı. " Şeytan hakkında ne biliyorsun? Meleklerin en üstüyken, ateşten yaratılmış olan neden en büyük isyankar olmayı göze aldı sence? " Emre kekeleyerek, " Adem'e, secde, istemedi " dedi. Asya küçümser bir edayla " Sen bile bu kadar sığ düşünürken elbette insanlar inanır buna böylesine... Dinle ve öğren. Daha insan yokken en büyük aşığıydı Şeytan Yaradan'ın, diğer meleklerin lideri tapıyordu Yaradan'ına, onun hizmetinde sonsuza dek çalışmaya razıydı, yeter ki görsündü Suret'ini Yaradan'ın. Hesapta yoktu insanoğlu, Yaradan yaratıverdi bu nankör ırkı ve en çok onu sevdi. Beni en çok o sevecek dedi. İşte Şeytan buna tahammül edemedi, Yaradan'ına isyan etti, sevemeyecekler benden çok dedi, nankör dedi, nankör sevda nedir bilmez dedi. " diyerek başladı. Emre duyduklarına inanamaz vaziyette, yerdeki kurumuş yaprakları topladı. İnanmaz gözlerle bakıyordu yapraklara, duydukları ise kendisini bir tür hikayedeymiş gibi hissetiriyordu. Asya devam etti, " Her neyse insanoğlu ile Şeytan arasındaki mücadele başladı işte. Gelirsem konunun bana nerede temas ettiğine, bunlar yıllar önce, belki o kadar da çok değildir, insanoğlunun nankörlüğüne şahitlik ettim, kurbanı oldum ve Şeytanla anlaştım. O benim intikamımı aldı, gözyaşlarımı dindirdi, ben de karşılığında yüreğimi verdim ona, sevmemek üzere devam ettim hayatıma. Şeytan'a inanıyorum, destekçisiyim yani. İnsan sevmeye muktedir değildir Emre, insan yalnızca ister... " Gök gürlemeye başlamıştı, Kampüsün bu tarafı bomboştu, Emre göz yaşlarını tutamıyordu artık. Gözünden akan yaşlar yaprakları ıslatıyordu. Asya ise tüm güzelliğiyle tam önünde duruyordu. "Şimdi anlıyor musun beni, Emre? Uzak dur benden, neden seni hayatıma bu kadar soktum ki sanki. Uzak dur benden, anlıyor musun uzak dur, uzak." Son kelimeler fısıltı halinde çıkmıştı Asya'nın ağzından. Başka hiç bir şey demeden karanlığa doğru koşmaya başladı Asya, Emre kalkıp gidemedi arkasından. Gücü yoktu o kadar, tüm perişanlığı ile dizlerinin üzerine çöktü. Avucundaki göz yaşlarıyla ıslanmış yaprak tekrar kızarıyordu. Olup bitenin bir hayal olup olmadığını asla öğrenemedi, ölünceye kadar Asya'yı görmedi ve bir daha sevmedi Asya'nın sözlerinden değil, kimsede Asya'yı göremediğinden... zAhmet - SON –
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ahmet Meriç Çavuşoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |