..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Seviyorum, öyleyse varım. -Unamuno
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Roman > Fantastik Roman > Etem Levent Bakaç




13 Ağustos 2006
Ters Akan Irmak  
Etem Levent Bakaç
43 yaşında olan avukat Nesrin hafta sonunu yıllardır görmediği arkadaşıyla geçirmek üzere Sinop'a doğru yola koyulur. Hafta sonunun tam bir kabus haline geleceğini, gerçek ile hayallerin içinden çıkamayacağını henüz bilmemektedir.


:CJIC:
TERS AKAN IRMAK





Birinci Gün (Cuma)

Bazen insanlar hayatlarında, kötü veya farklı bir döneme girmek üzere olduklarını içgüdüsel olarak hissederler. Yalnızca derinlerde bir histir bu. Fazlaca üzerinde durulmaz ve önemsenmez. Fakat her an, pusuya yatmış yırtıcı bir hayvan gibi yüzeye çıkmak üzere öylece bekler, görünürde nedeni olmayan bir tedirginlik yaratır. Nesrin de tam olarak farkında olmasa bile, böyle bir güne başlamıştı.

Ankara’dan yola çıkalı henüz bir saat olmuştu ve önündeki yol ip gibi dümdüz uzayıp gidiyordu. Araba kullanırken sıkıntı veren bir dümdüzlüktü bu. Sabah erkenden yola koyulmak istemiş, fakat son anda adliyede çıkan bir iş bütün planlarını altüst etmişti. Şimdi ise neredeyse öğlen olmuş, tam tepesindeki Haziran ayının son günlerinin güneşi tüm yakıcılığını hissettirmeye başlamıştı. Hiç hoşlanmamasına rağmen arabanın klima ayarını en yükseğe getirdi. Gürültülü bir şekilde soğuk hava üflemeye başlayan cihaz, arada sırada en yüksek ayarda çalışmaya itiraz edercesine tıkanır gibi oluyor, fakat sonra kaderine katlanıp üflemeye devam ediyordu.

Karadeniz’e ilk yolculuğuydu bu. Daha doğrusu bir yetişkin olarak ilk yolculuğu. Üç veya dört yaşlarındayken, annesi ve kendisinden biraz daha büyük olan kuzeniyle birlikte İstanbul’dan gemiyle Samsun’a gitmişler, oradan da, teyzesinde bir kaç gün kalıp otobüsle Ankara’ya geçmişlerdi. Hayal meyal hatırlıyordu bu yolculuğu. Gemiyle yarış eden yunus balıkları aklından hiç çıkmamıştı. Bir de kuzeniyle kamaralarının üst ranzasında oyun oynarken aşağıya atlayıp çenesini yaralamasını. ‘Uçtu uçtu ne uçtu?’ oyunu oynuyorlardı ve Nesrin “uçtu uçtu Nesrin uçtu” deyip parmağını yukarıya kaldırmıştı. Kuzeni alay eder gibi ona bakmış ve “aptal, sen uçamazsın ki” demişti. O da bunun üzerine kendisini ranzadan aşağıya bırakıvermiş, çenesinin üstüne düşmüştü.






Her yer kan içinde kalmış, geminin doktoru çenesine tentürdiyot sürerek bandajlamıştı. Çenesinin altındaki küçücük izi bugün ancak eliyle yoklayarak bulabiliyordu . Arabayı tek eliyle sürerken, öbür elinin işaret parmağını izin üzerinde dolaştırdı ve gülümsedi. Bütün kuzenleri senelerce onunla alay etmişler, “Nesrin haydi bir uçuversene” diye takılmışlardı. Yolculuğun ikinci gününde hava bozmuş ve deniz çok dalgalanmıştı. Bütün yolcuları deniz tutmuş, hepsi yatağa düşmüştü. O ise dalgaların arasında sallanan geminin içinde bandajlı çenesiyle dolanıp durmuş, etrafta oynayacak çocuk kalmadığı için canı sıkılmıştı. Hatırladıkları bundan ibaretti. Yunuslar, çenesi ve dalgalar. Belki de yunuslardan başka bir şey hatırlamıyordu aslında. Fakat aile içinde bu yolculuk üzerine daha sonraları o kadar çok konuşulmuştu ki, sanki hatırlıyormuş gibi geliyordu kendisine.

Sevinç uzun zamandan beri bir hafta sonunda atlayıp gelmesi için ısrar edip duruyordu. Sinop’un çok şirin bir şehircik olduğunu başkalarından da duymuştu Nesrin. “Bakalım göreceğiz” diye geçirdi içinden. En azından Sevinç’i tekrar göreceğine çok seviniyordu.

1985 yılında birlikte hukuğu bitirdiklerinden ve 1993 yılında Sevinç’in ani ve şaşırtıcı bir kararla Sinop’a annesinin yanına taşınmasından beri hiç görüşmemişlerdi. Tam on iki yıl olmuştu demek ki. Sevinç’in Sinop’a taşınma kararını hiç anlayamamış, onu kararından vazgeçirmek için çok çaba sarfetmişti. “Kızım” demişti, “ne yapacaksın orada, sen büyük şehir yaşantısına alışıksın ve daha henüz otuz bir yaşındasın, ayrıca bunca zahmetle kurduğumuz büroda tam işler yoluna girmişken beni yüzüstü bırakıp gidemezsin.” Sevinç ise hiç oralı olmamış, “annem hasta, bana ihtiyacı var, hem Sinop’da çok az avukat varmış, ayrıca ben bu gürültülü şehir yaşantısını sevmiyorum ki, nereden çıkartıyorsun benim büyük şehir yaşantısına alışık olduğumu?” diye yanıtlamıştı çabalarını. Uzun uzun tartışmış ve sonunda kavgalı ayrılmışlardı. İlişkilerin kesilme noktasına geldiği bir küskünlük değildi bu. Daha ziyade yakın arkadaşlar arasında meydana gelen bir dargınlık. İki yıl sonra Sevinç’in düğün davetiyesini aldığında kızgınlığı hala geçmemiş olduğu için düğüne gitmemiş, “mutluluklar dilerim” diye yalnızca iki kelimelik bir telgraf göndermekle yetinmişti. Gerçi telgrafı yollar yollamaz yaptığından dolayı pişman olmuş, düğünün ertesi günü aramıştı Sevinç’i, ama aralarındaki kırgınlığın geçmesi ve yerini eski sıcak anılara bırakması zaman almıştı.







Şimdi ise çok iyi sayılırdı araları. Sık sık telefonlaşıyorlar ve özel hayatlarındaki her değişikliği veya gelişmeyi birbirleriyle paylaşıyorlardı. İkisi de telefonda konuşmaktan hoşlandığı için, bir ara her gün telefonlaşır olmuşlardı. Fakat yüksek telefon faturaları bunun böylece sürüp gitmesini engellemiş, en sonunda haftada bir veya iki telefon konuşmasında karar kılmışlardı.

Nesrin dümdüz yolda arabayı sürerken heyecanlı olduğunu hissetti. Sevinç’i tekrar görmek güzel olacaktı. Sabaha kadar konuşup hasret giderirlerdi. Ne de olsa telefonda konuşmak yüz yüze sohbet etmenin yerini tutamazdı. O kadar çok şey vardı ki anlatmak istediği.

Kocası Şenol nasıl biriydi acaba? Doktorluk yapıyordu Sinop’da. Uzmanlık alanı kulak burun boğaz mıydı neydi? “İnşallah hıyarın biri değildir” diye düşündü. Sevinç’i aradığında bir kaç kez telefonda konuşmuşlardı ve sesi oldukça sempatik gelse de; meslek hayatında, sempatik seslerin bir anlam ifade etmediğini, en sevecen seslerin arkasında en itici kişiliklerin gizlenmiş olabileceğini öğrenmişti artık Nesrin. Sevinç’in seçimine güveniyordu elbette. Severek evlendiğine göre mutlaka iyi birisi olmalıydı. Ayrıca Sevinç için gidiyordu zaten. Kocasından ona neydi.

Tam önünde giden kamyonu geçmek üzereyken, kamyonun başka bir kamyonu sollamak istemesi üzerine ani bir fren yapmak ve düşüncelerinden sıyrılmak zorunda kaldı. Uzun uzun kornaya basarak yüksek sesle bağırmaya başladı.

-     Geri zekalı serseri, görmüyor musun tam yanında olduğumu? Böyle birdenbire sola çıkılır mı hiç?

Kamyon şoförü hiç istifini bozmadan açık pencereden elini çıkararak “acelen ne” der gibi salladı. Nesrin kamyonun yanından geçip giderken hırsından hala kornaya basıp duruyordu küfür edercesine. Sinirleri yatıştıktan sonra kendi haline gülmeye başladı. Ne kadar saldırgan olmuştu son yıllarda böyle. Bazen durup dururken çatacak adam arıyor, özellikle trafiğin içinde tam bir canavar kesiliyordu. Nuri bir yandan, babası diğer yandan onun bu anlaşılmaz tavırlarını sürekli yüzüne vurup acımasızca eleştiriyorlar, günün birinde bu nedenle başına kötü bir şey geleceğinden korkuyorlardı. Babası “dişi maganda” lakabını takmıştı Nesrin’e. “Benim güzel magandam” diyordu sevgiyle sarılarak, “seni erkek gibi yetiştirmekle ne büyük hata etmişim.”






Babası 68 yaşına rağmen hala oldukça yakışıklı bir adam sayılırdı. Hatta son yıllarda yakışıklılığının arttığı bile söylenebilirdi. Kısa kesilmiş beyaz saçları, yuvarlak yüz hatlarına tezat teşkil eden uzun ve büyük burnu, ince dudakları ve ağzından düşürmediği piposuyla, bulunduğu her ortamın odak noktası haline gelmeyi kısa sürede başarırdı. Özellikle kadınlara yönelik sihirli bir çekiciliğe sahipti ve bunun fazlasıyla farkındaydı. Gözlerinin kahverengisi o denli koyuydu ki, gözbebekleri koyuluğun içinde kaybolup giderdi. 12 Eylül’den sonra yurt dışına kaçmak zorunda kalmış ve on iki sene sonra ansızın çıkagelmişti. Sürpriz yapar gibi. Hiç unutmayacaktı o geceyi. Israrla çalınan kapıyı geceliğiyle açtığında karşısında babasını görünce ağlamaya başlamıştı Nesrin. Babası onu kollarına almış ve uzun uzun saçlarını okşamıştı. Neden sonra gözlerine bakmış ve elini yanağında gezdirerek “son senelerini biricik kızıyla birlikte geçirmek isteyen bu ihtiyarı içeriye almayacak mısın?” demişti. Oysa ne son senelerini yaşıyordu babası, ne de ihtiyar gözüküyordu. Yalnızca dramatik konuşmaları eskiden beri severdi, o kadar. Dramatik konuşmalara o denli tutkuluydu ki, Nesrin bazen babasının tiyatro oyuncusu olması gerektiğini düşünürdü. Kral Lear, Otello veya Hamlet rollerinde çok başarılı olacağı kesindi.

İngiltere’den döner dönmez birbirinden kopuk ve habersiz yaşamlarını sürdüren eski arkadaşlarını tekrar biraraya getirmiş ve tanınmış yayınevlerinin birisinde editör olarak işe başlamıştı. Sol fikirlerinden ödün vermeyi kesinlikle düşünmüyordu. “Yenilgiye uğradık, tüm dünyada yenilgiye uğradık, hem de her alanda, ideolojik alanda bile, fakat çok önemli dersler çıkardık yaşananlardan, bundan sonraki iktidar denememizde aynı hataları yapmayacağız” diyordu yalnızca. Bir defasında Nesrin kendini tutamamış ve “peki yepyeni gıcır gıcır hatalar mı yapacaksınız bu sefer?” diye sormuştu. Babası önüne geçemediği bir öfkeyle bakmış ve cevap vermeye tenezzül etmemişti. Solculukla dalga geçilmesinden hoşlanmazdı. Dalga geçen, her şeyden çok sevdiği kızı bile olsa.

Acıyla ve öfkeyle yüzünü buruşturdu Nesrin birdenbire. Tutuklu olarak geçirdiği sekiz ay aklına gelmişti. Babası yurt dışına kaçtıktan sonra bir gün siyasi polis, Sevinç ile birlikte kaldığı evi basmış ve her tarafı didik didik etmişti. Halbuki babasının politik çevresiyle hiç bir ilişkisi olmamıştı Nesrin’in. Herhangi bir örgütsel bağlantısı olmaksızın en genel anlamda okuldaki solcu grupların sempatizanı sayılırdı. Birbirleriyle kıyasıya mücadele eden





fraksiyonların arasındaki ideolojik farkları bile bilmezdi. Babasıyla sık sık bu nedenle tartışırlar, babası onu; “ne arıyorsun o maceraperestlerin arasında” diye suçlardı. Nesrin ise babasının suçlamalarına “onlar gerçek devrimci, eylem yapıyorlar, sizler gibi particilik oynamıyorlar” diye cevap verirdi. Kürşat’tan öğrenmişti bu lafları. Kürşat okuldaki öğrenci liderlerinden birisiydi ve toplantılarda en ateşli konuşmayı yapan hep o olurdu. Onun yanlış bir şey yapabileceği veya söyleyebileceği Nesrin’in aklının ucundan bile geçmezdi. Yıllar sonra Kızılay’da karşılaştıklarında, Kürşat’ın büyük bir oyuncak ithalatçısı olduğunu öğrenmiş, çok şaşırmıştı. Kürşat ise “gençlik işte” demişti, “bol keseden atıyorduk” ve koca göbeğini hoplatarak kahkahalarla gülmüştü.

Önündeki kamyonu geçmeye hazırlanıyordu ki, kamyonun birdenbire sol şeride geçmesi üzerine sert bir fren yaparak yavaşladı. Kızgınlığını bastırmaya gerek duymadan biraz önce yaptığı gibi tekrar kornaya basmaya başladı. Bir yandan da yüksek sesle söyleniyordu.

-     Bu kamyon şoförlerinin hepsi mi sapıttı bugün böyle? Hep bana denk geliyor allahın belası herifler. Hiç mi araba kullanmayı bilmez bunlar?

Kamyonun yanından hızla geçerken kornaya bir kez daha bastı. Kamyon şoförü açık pencereden elini çıkararak “geçeceksen geç, gürültü edip durma” demek istercesine salladı. Bu hareket üzerine iyice çileden çıkan Nesrin yana doğru eğilerek kamyon şoförünün yüzüne baktı. Adamın bir anlık kırmızı suratlı ve bıyıklı görüntüsü nedenini anlayamadığı bir şekilde sinirini daha da artırmıştı. “Biraz önceki kamyon muydu bu acaba?” diye düşünmekten kendisini alamadı. Fakat bu mümkün değildi. Hiç bir yerde durmamış ve bir kamyon tarafından da geçilmemişti ki. Bir süre sonra önünde ip gibi uzayan yol sinirlerini yatıştırmaya yetmişti. Geçmişte kalan anılar gözlerinin önünden tekrar akıp geçmeye başladı. Daldı gitti onların içinde.

Hapiste geçirdiği sekiz ay hayatının en acı ve çileli günleri olmuştu. Daha henüz on sekiz yaşında bir genç kız iken, türlü hakaretlere katlanmak zorunda kalmış, aşağılanmış ve defalarca dövülmüştü. Yüzlerini hiç hatırlamak istemediği fakat tüm çabalarına karşın bir türlü unutamadığı sorgucular hep aynı şeyleri sorup durmuşlar, babasının nereye kaybolduğunu, arkadaşlarının isimlerini, gizli evraklarını nereye sakladığını ve Nesrin’in örgütte ne gibi bir rol oynadığını öğrenmek için onu günlerce uykusuz bırakmışlardı. Oysa hiç bir şey






bilmiyordu ki. Babasının politik faaliyet ve ilişkileri nedense hiç ilgisini çekmemişti. Daha küçük yaşta annesini kaybettikten sonra babasının yanına taşınmış ve babası yurt dışına kaçana kadar hep onunla birlikte olmuştu. Fakat babası tehlikeli olduğunu bildiği için olsa gerek, Nesrin’i kendi politik yaşantısından hep uzak tutmuştu. Yalnızca arada sırada Nazım Hikmet’ten şiirler okur, solculuğun insanları sevmek anlamına geldiğini söylerdi.

Hapisten çıkınca uzun süre kendine gelememiş, daha yeni başladığı hukuk öğrenimine altı ay ara vermek zorunda kalmıştı. Sevinç’e çok şey borçlu olduğu aklına geldi birden ve içini sımsıcak bir duygu kapladı. O kötü günlerde Nesrin’i hiç yalnız bırakmamış ve pek de fazla olmayan tüm varsıllığını paylaşmıştı Nesrin’le. Babası zaman zaman İstanbul’daki bir dostu vasıtasıyla para göndermese yine de zor bitirirlerdi okulu.

Arabanın saatine bakınca zamanın ne çabuk geçtiğinin farkına vardı. Öğleden sonra üçe geliyordu neredeyse. Sevinç beş-altı saatte gelirsin demişti. Halbuki tam dört saattir yolda olmasına rağmen daha Kastamonu’ya bile varamamıştı. Kastamonu ise yolun yarısı sayılırdı aşağı yukarı. Biraz önce yolun kenarındaki bir tabeladan Kastamonu’ya daha yüz yirmi kilometre olduğunu okumuştu. Bu durumda beş buçuk-altı saatte yolun yarısını ancak mı geride bırakmış olacaktı yani? Bu işte bir gariplik vardı. Ya tabeladaki sayıyı yanlış okumuştu, ya da tabelada bir hata vardı. Bir benzin istasyonuna girip sormaya karar verdi. Birkaç kilometre ilerideki benzin istasyonuna girerken, sağda duran kırık dökük at arabası ve benzinliğin ortasında yer alan kirli yeşil renkteki küçük beton bina anlaşılmaz bir şekilde tanıdık geldi. Sanki biraz önce oradan geçmiş gibi geliyordu Nesrin’e. Bu saçma düşünceyi kafasından silip atarak benzin pompasına yaklaştı ve arabadan indi. Burada durmuşken depoyu doldursa iyi olacaktı. Benzin tabancasını deponun deliğine soktuktan sonra camları silmeye başlayan yüzü terli genç görevliye Kastamonu’ya kaç kilometre olduğunu sordu. Çocuk elindeki siliciyi kovanın içine daldırıp ıslatırken cevap verdi.

-     Aşağı yukarı 115 kilometre abla, en geç birbuçuk saatte alırsınız. İlerde yol tamiratı var, orada biraz vakit kaybedersiniz. Fakat tamirat bölümü fazla uzun sayılmaz.
-     Peki, Ankara’ya kaç kilometre var buradan?
-     Burası yolun yarısı sayılır. Tam ortadasınız yani. Kastamonu da Ankara da aşağı yukarı aynı uzaklıkta.






Olacak iş değildi. Yüz kilometreden biraz fazla bir mesafeyi ancak dört saatte mi alabilmişti yani? Oysa hiç de yavaş araba kullanmazdı. “Ankara’dan çıkarken trafikte çok zaman harcadım herhalde” diye düşünerek ödemeyi yaptı ve arabaya binip yoluna devam etti.

Benzinliğin arkasında kayın ve ladinlerden oluşan seyrek ağaçlı bir koru başlıyor ve hafif bir eğimle uzaktaki tepelerden birisine doğru yükseliyordu. Birbirine benzeyen küçük tepe ve koruların hakim olduğu arazi giderek yeşillenmeye başlamıştı.

Kaybettiği zamanı telafi etmek istercesine daha hızlı sürüyordu arabasını. Bu gidişle akşam yediden önce Sinop’a varamayacaktı. Neşesini bozmamaya karar verdi. Bir kaç saatin ne önemi vardı ki. Güzel bir hafta sonu tatili geçirip Sevinç ile hasret giderecek ve Pazartesi günü en geç öğleden sonra tekrar işinin başında olacaktı nasıl olsa. Klimayı biraz kısarak kendisini yine düşüncelere bıraktı.

Nuri’yle tanışması geldi aklına birdenbire. Kelimenin tam anlamıyla bir tesadüf sayılırdı ve zaten hayatındaki tesadüflerin önemine çok inanırdı. 20 Şubat 2001 Salı günüydü. O tarihi unutması mümkün değildi.

Arzu adındaki çok nadiren görüştüğü bir arkadaşıyla sinemaya gitmişler, sinema çıkışında bir şeyler yemek ve sohbet etmek istemişlerdi. Arzu “gel seni yeni açılan bir yere götüreyim” demişti, “hem çok leziz, hem de doyurucu salata çeşitleri var, birer kadeh de şarap içeriz.” Cinnah’ı kesen sokakların birinde “Leon” isimli bir yere götürmüştü onu. Eski görünümlü ahşabın dekorasyona hakim olduğu bir yerdi. Boş masa olmadığı için, masalardan birisinin boşalmasını beklemek üzere bara oturmuşlar ve birer kadeh kırmızı şarap söylemişlerdi. İzledikleri film hakkında sohbet ederlerken bara uzun boylu, seyrek saçlı kırk beş yaşlarında bir adam yaklaşmış ve Nuri Bey’i görmek istediğini belirtmişti. Barmen, Nuri Bey’in orada olmadığını ve gelmeyeceğini söylese de, adam ısrarını sürdürmüş “Bakın cep telefonu cevap vermiyor, ben eski bir arkadaşıyım ve Antalya’dan geldim, bir arasanız ve Antalya’dan Faruk Bey burada deseniz mutlaka gelir” demişti. En sonunda barmen ısrarlara dayanamayıp telefon etmiş ve hemen beş dakika sonra içeriye, soğuk havaya rağmen üstündeki ince gömleğiyle orta boylu, çocuk yüzlü bir adam dalmıştı. Yüzünde kocaman ve kendisine çok yakışan bir gülümsemeyle Faruk’u






kucaklamış ve “hemen üst katta oturmasaydım bu havada zor gelirdim buraya” demişti. İki adam bara onların yanlarına oturmuşlar ve Nesrin Nuri’yle göz göze gelmişti. Garip bir bakışmaydı bu ve aralarında ansızın güçlü bir çekim oluşmuştu. Faruk heyecanlı bir şekilde konuşmaya devam ederken, Nuri gözlerini Nesrin’den ayıramıyor, Faruk’un anlattıklarını sanki dinliyormuş gibi arada sırada başını sallamakla yetiniyordu. Yüzünde başka hiçbir değişiklik olmaksızın birdenbire parlayıveren bakışları vardı. Nuri’deki durgunluk o denli belirginleşmişti ki, Faruk bir ara arkasına dönüp Nuri’nin nereye baktığını anlamak zorunda hissetti kendisini. Tam o sırada garson gelmiş ve bir masanın boşaldığını haber vermişti. Nesrin yerinden kalkmak istemediği için “boşver” demişti Arzu’ya, “barın üstünde yeterince yer var, salatalarımızı da burada yeriz, ayrıca ben barda oturmaktan çok hoşlanırım”.

İki adamın konuşmalarına kulak kabartan Nesrin, Faruk’la Nuri’nin Sorbonne üniversitesinden tanıştıklarını ve Faruk’un Antalya’da profesör olduğunu çıkartmıştı. Nuri ise anladığı kadarıyla politik olaylara iyice kendini kaptırmış ve bu nedenle okulu bitirememişti. “Boşveeer” diyordu Faruk’a, Nesrin’in daha sonraları duymaya çok alışacağı bir şekilde, “işletmeci olup da tekellere hizmet mi edecektik.”

Faruk fazla oturmamış ve yaklaşık bir saat sonra ayrılmıştı. Nuri, Faruk’u soğuk
havaya ve üstündeki ince gömleğe aldırmaksızın taksiye kadar yolcu etmiş ve tekrar geri dönerek bardaki yerine oturmuştu. Nesrin’e patavatsızca bakmaya devam ediyor ve Nesrin de bundan hiç rahatsız olmuyordu. İki kadın evlerine gitmek üzere hesap öderken, Nuri ısrarla bakmayı sürdürüyordu. Hiç çekinmeden ve tek kelime bile konuşmaksızın. Yalnızca arada sırada diliyle dudaklarını ıslatıyordu, o kadar.

Bundan sonrası aslında çok çabuk gelişmişti. Nesrin, daha bir kaç gün bile geçmeden Leon’a tek başına gitmiş, bara oturmuş ve barın arkasında çalışmakta olan Nuri’ye “geçen gün neden bakıp durdun da hiç konuşmadın?” diye sormuştu. Nuri çocuksu yüzüne yakışmayan ciddi bir bakışla “bilmem, birdenbire aşık olduğum için herhalde” demişti hiç düşünmeden, “ayrıca bakışmamızın sihirini bozmak istemedim”. Çok az konuşarak saatlerce karşı karşıya oturmuşlar ve sonra Nuri’nin üst kattaki evine çıkarak sabaha kadar sevişmişlerdi. Nuri’nin çok şefkatli ve zarif bir sevgili çıkmasına hiç







şaşırmamıştı Nesrin. Sanki bütün ömrü boyunca bu çocuk yüzlü, gösterişsiz fakat içinde her zaman fırtınalar kopan adamı beklemiş gibiydi.

Dört buçuk yıldır birlikteydiler artık ve ilk heyecanlarından hiç bir şey kaybetmemişlerdi. Nuri’nin sesini telefonda bile duyunca heyecanlanırdı Nesrin. Nuri artık evlenmek istiyor ve çok baskı yapıyordu kendisine. Fakat Nesrin kararsızlığını sürdürüyordu. “Seni o kadar delicesine seviyorum ki” diyordu Nuri’ye, “evliliğin o anlamsız zorunluluklarında seni kaybetmekten korkuyorum”. Nuri ise Nesrin’in kuşkularını saçma buluyor, giderek artan bir huzursuzlukla beklemeyi sürdürüyordu.

Gözü arabanın saatine takıldı. Saat beşi on geçiyordu ve hala Kastamonu’ya gelmemişti. Nasıl olurdu bu? Hızını hiç yüzden aşağı düşürmemişti ki. Biraz ilerideki tabelada Kastamonu’ya hala yüz yirmi kilometre olduğunu okuyunca sinirle karışık şaşkınlığı daha da arttı. İki saattir aynı yerde gidip duruyor muydu yani? Gülmeye başlayıp yavaşladı. Garip ve engel olamadığı, ağlamaya daha yakın bir gülmeydi bu. Aynı zamanda sinir ve öfke dolu.

Yolun sağ tarafında bir benzin istasyonu belirdi. Girişte, kenarları aşağıya sarkan ve tekerlekleri kırık bir at arabası ve istasyonun tam ortasında kirli yeşil renkte beton bir bina vardı. Böyle bir şey mümkün olamazdı, rüya görüyordu herhalde. Benzinliğe girip durdu ve arabasından inerek, dilini dudaklarının arasından çıkarmış bir şekilde başka bir arabanın camlarını silmekte olan yüzü terli çocuğa yöneldi.

-     Ben iki saat önce sana yolu sorup buradan benzin almamış mıydım?

Çocuk, anlamakta zorluk çektiğini belirten bir yüz ifadesiyle cevap verdi.

-     Ben sizi hatırlayamadım abla. Buradan çok araba geçmez, karıştırıyorsunuz herhalde. Ayrıca iki saat önce benzin aldıysanız niye geri geldiniz? Benzinde bir sorun mu var?

Çocuğa cevap vermeden hışımla arabasına binerek çalıştırdı ve lastiklerin çakıllı yolda patinaj yapmasına sebep veren bir hızla benzinliğin çıkışına yöneldi. Benzinliğin arkasındaki kayın ve ladinlerden oluşan ve hafif bir eğimle uzaktaki tepelerden birisine doğru yükselen seyrek ağaçlı koru bu sefer hiç dikkatini çekmedi Nesrin’in.





Yüzü büyük bir olasılıkla her zaman terli olan ve çalışırken dilini dudaklarının arasından çıkartan çocuk arabanın arkasından, Nesrin’in kızgınlığının sebebini anlayamamış salakça bir ifadeyle şaşkın şaşkın bakmaktaydı. “Abla” neden böyle sinirlenmiş olabilirdi ki? Ayrıca onu hayatında ilk defa gördüğüne oldukça emindi. Hafızasına çok güvenir, bir hafta önce gelmiş olan bazı sima ve özellikle arabaları hatırlamakta bile zorluk çekmezdi. Daha iki saat önce gelip benzin alan güzelce bir kadını mı hatırlamayacaktı?

Benzinlikten lastikleri öterek çıkan Nesrin büyük bir hızla yoluna devam ediyordu. Başkası olsaydı belki Ankara’ya geri dönmeye karar verirdi. Fakat Nesrin’in inatçı kişiliği böyle bir adımı düşünmesine bile engel oluyor, onu hedefine bir an önce varması için daha da kamçılıyordu. Bir terslik vardı bu işte, ancak tersliğin ne olduğunu ve nedenini kendisine bir türlü açıklayamıyordu. Birdenbire delirmiş olamazdı herhalde. O benzinliğe tam iki saat önce girip benzin aldığına adı gibi emindi. Bu kadar benzerlik olabilir miydi acaba? At arabası, yeşil beton bina, yüzü terli salak bakışlı çocuk, hayır hayır, mümkün değildi bu. Hem bu arada geçen iki saate rağmen Kastamonu’ya hala yüz yirmi kilometre olmasına ne demeliydi? Sinirli bir şekilde tekrar gülmeye başladı. Tam altı saatte yüz yirmi kilometre yol alabilmişti. Bu ortalamayla devam ederse yarın sabah yedide Sinop’da olacaktı demek ki. Yorgunluğunu üzerinden atmak için uyur, uyandıktan sonra da Sevinç’le bir yemek yiyip Ankara’ya dönmek üzere yola koyulurdu. Kahkahalarla gülmeye başladı birdenbire. Sinirli kahkahalarına engel olamıyor, gözlerinden gelen yaşlar yolu bulanık görmesine neden oluyordu. Neden sonra yüzündeki ifade biraz olsun gevşedi ve hızını daha da artırarak yoluna devam etti.

Neler oluyordu böyle? Şaşkınlık içerisinde ne düşüneceğini bilemiyordu. Önündeki kamyonu geçmek üzere sol şeride geçtiğinde, sanki ne göreceğini biliyormuş gibi yavaşladı ve kamyonla aynı hizaya gelince kafasını sağa çevirip kamyon şoförüne baktı. Patlıcan gibi kırmızı bir yüz ve aşağıya sarkık bıyıklar. Adam da sırnaşık bir yüz ifadesiyle kendisine bakıyordu. Sinirlenerek gaz pedalının sonuna kadar bastı ve hızla kamyonun yanından uzaklaştı. Yanılıyordu herhalde, aynı kamyon kesinlikle olamazdı. Fakat o sarkık bıyıklı kırmızı surat gözlerinin önünden gitmek bilmiyordu bir türlü.

Yan koltuğun üzerinden gelişigüzel bir kaset alarak arabanın kasetçalarına koydu. Frank Sinatra gelmişti eline ve ‘My way’ çalıyordu. Müzik sayesinde






biraz olsun sakinleşmeyi başarmıştı. Uzun bir süre müzik dinleyerek ve tabelalara bakmamaya çalışarak yoluna devam etti. Kafası durmuş gibiydi sanki ve hiç bir şey düşünmeden araba kullanıyordu sadece.

Birdenbire kendisine gelip etrafa baktığında Kastamonu’ya girmekte olduğunu farkederek rahat bir nefes aldı. Müzik çoktan durmuştu. Saate bakınca gözlerine inanamadı. Sekiz buçuğa geliyordu neredeyse. Yani tam tamına dokuz buçuk saattir yoldaydı ve son üç buçuk saatte yalnızca yüz yirmi kilometre yol alabilmişti. Sırtının ağrıyıp, gözlerinin yandığını hissetti. Bu şekilde yola devam etmesi mümkün değildi. Mutlaka dinlenip, bir şeyler yemesi gerekiyordu. Şehrin merkezinde uygun bir yere park ederek arabasından indi ve her tarafı tutulmuş olan vücudunu hareket ettirmeye başladı. Biraz ilerideki köşede, önünde bahçesi olan bir kebapçı görerek sevindi. En azından karnının açlığını giderebilecekti demek ki. Tuvalet ihtiyacını giderdikten sonra bahçedeki masalardan birisine oturup siparişini verdi. İlk önce çorba ve arkasından tavuk ızgara istemişti. Aniden aklına cep telefonunun buradan çekmesi gerektiği geldi ve çantasından telefonunu çıkartarak heyecanla Sevinç’in numarasını aradı. Evet numara çalıyordu. Biraz sonra Sevinç’in sesi duyuldu.

-     Alo, ben Sevinç.
-     Merhaba hayatım, benim, Nesrin. Nerede olduğumu söylesem inanmazsın. Ayrıca sinir diye bir şey kalmadı. Çıldırmak üzereyim.

Sevinç teleşla, fakat rahatlamış bir sesle konuşmaya başladı.

-     Nesrin geldin mi nihayet? Meraktan çatlattın bizi kızım. Belki elli kere aradım seni, ama bir türlü çıkaramadım. Nerede olduğunu söyle de gelip alayım hemen.
-     İnanmayacaksın ama, daha Kastamonu’ya yeni vardım. Tam dokuz buçuk saattir yollardayım. Sanki hep aynı yollarda gidip duruyormuşum gibi geliyor. Son yüz yirmi kilometreyi herhalde altı saatte falan aldım. Git git bitmiyor. Delirmeme az kaldı. Bir şeyler yiyip yola devam edeceğim. Artık başka çarem yok herhalde. Saat dokuzda yola çıksam ne zaman orada olurum dersin?

Uzun bir sessizlikten sonra gelen Sevinç’in sesinden, tedirginliği belli oluyordu.





-     Dokuz buçuk saattir yolda mısın? Çok yavaş kullanmış olmalısın arabayı. Fakat bu saatten sonra devam etmesen daha iyi olur gibi geliyor bana. Sinop’a yaklaştıkça yol çok virajlıdır. Karanlıkta ve yorgun bir halde nasıl olur bilmem ki. En iyisi orada bir otelde kalıp yarın sabah erkenden yola koyulman. Kahvaltıya bile yetişebilirsin, ne diyorsun? Daha fazla zorlama kendini.

Nesrin sinirlendiğini hissediyordu. Çocuk muamelesine eskiden beri dayanamazdı.

-     Buralarda kalmak istemiyorum. Ayrıca hiç de yavaş kullanmadım arabayı. Bir şeyler ters gidiyor diyorum, anlamıyor musun? Birazdan yola çıkarım ben. Oraya varınca tekrar ararım. Haydi, şimdilik hoşçakal.
-     Tamam hayatım, sinirlenme. Fakat dikkatli gel. Gelince de şehre girer girmez ara. Daha fazla merakta bırakma bizi. Şenol hemen gelip alır seni. Tamam mı bitanem.
-     Tamam, inşallah bundan sonra bir terslik olmaz. Yatmayın sakın, beni bekleyin, belki biraz oturup konuşuruz.

Nesrin telefonu kapatır kapatmaz biraz ileride bekleyen garson masaya gelip hafifçe öne doğru eğilerek konuşmaya başladı.

-     Buyrun efendim, ne arzu edersiniz? Özellikle pidemizi çok tavsiye ederim. Bu civarda daha lezzetli bir pide bulamazsınız.

Bugün her şey ters gidecekti anlaşılan. Nesrin kızgınlığını saklamaya gerek duymadan adama cevap verdi.

-     Biraz önce oturur oturmaz sipariş vermiştim ya. Hem de size vermiştim. Bu kadar çabuk da unutulmaz ki. Ne biçim sipariş alıyorsunuz öyle?
-     Hayır efendim. Yanılıyorsunuz. Ben sizin siparişinizi almadım. Alsaydım hatırlamaz mıyım? Telefon konuşmanızın bitmesini bekliyordum masaya gelmek için.
-     Canım, sipariş verdiğimi unutacak değilim herhalde. Hiç olmazsa hatanızı kabul edin.
-     Özür dilerim efendim, ben sipariş aldığımı hatırlamıyorum ama, belki de siz haklısınızdır. Bir karışıklık oldu herhalde. Siparişinizi hemen hazırlattırırım.





-     Her neyse, fazla vaktim yok. Hemen yola koyulmam lazım. Bana bir mercimek çorbası, bir de tavuk ızgara getirin lütfen. Ama çok acele olsun. Yeterince vakit kaybettirdiniz bana zaten.
-     Hemen geliyor efendim. Merak etmeyin, çok çabuk hazır olur, vakit kaybetmezsiniz. Bir hatam olmuşsa eğer, tekrar özür dilerim.

Garsonu azarlaması bile rahatlamasına neden olmamıştı. Kendisini çok yorgun hissediyordu ve önündeki yolu düşündükçe yorgunluğu kendiliğinden daha da artıyordu. Sevinç’in dediği gibi burada kalıp ertesi sabah mı yola devam etseydi acaba? Bu düşünceyi kafasından hemen silip attı. Küçük yaştan beri, önünde sevmediği bir iş varsa hemen bitirmek isterdi. Zevk aldığı ve severek yaptığı işleri ise zamana yaymayı tercih ederdi. Bu seyahat ne olursa olsun bu gece içerisinde tamamlanmak zorundaydı. Sinop’a varışı ertesi güne kalırsa, hafta sonu tatilinden hiç bir şey anlamayacağı kesin gibiydi.

Garsonun söz verdiği üzere biraz sonra gelen yemeğini aceleyle bitirerek bir sigara yaktı. Günde yalnızca üç-dört adet sigara içerdi. Genellikle kahveyle birlikte ve akşam yemeğinden sonra. Nuri gibi tiryaki sayılmazdı yani, fakat yine de hoşuna gidiyor ve bırakmayı düşünmüyordu. Cüzdanını çıkartarak hesabı ödemek üzere eliyle garsonu çağırdı. Biraz önce azarlandığı için koşarak masaya gelen garson, kolunu doksan derece kıvrılmış bir şekilde önünde tutarak konuşuyordu.

-     Buyrun efendim, başka bir şey mi arzu ettiniz?
-     Hayır ödemek istiyorum. Borcum ne kadar?

Garsonun ciddi ve saygılı yüz ifadesi yerini şaşkınlığa bırakmıştı.

-     Pardon efendim, anlayamadım. Biraz önce ödemeyi yaptınız ya.

Şaşkınlık sırası Nesrin’e gelmişti. Elindeki cüzdanın fermuarını açarak söylenmeye başladı.

-     Saçmalamayın lütfen. Daha yemeğimi yeni bitirdim. Ne zaman ödemiş olabilirim ki? Çabuk söyleyin, ne kadar tutuyor?

Garson ceketinin sağ cebinden bir kağıt parçası çıkartarak masaya doğru eğildi. Bir yandan da konuşmasını sürdürüyordu.





-     Fakat hanfendi, neden yalan söyleyeyim ki size? Ayrıca sizden iki defa hesap nasıl alabilirim? Bakın işte, on iki lira elli kuruş tutmuş ve size yirmi lira karşılığında yedi buçuk lira geri vermişiz. İkibuçuk lirayı da bahşiş olarak bırakmışsınız. Bugün kafanız biraz karışık galiba. Fakat inanın bana, ödeme yaptınız.

Nesrin iyice şaşırmış bir şekilde kekeleyerek itiraz etmeyi sürdürdü.

-     Fakat...fakat...nasıl olur bu? Ben hesabı ödemediğime eminim. Karıştırıyor olmayın sakın? Belki başka bir müşteriyle karıştırıyorsunuzdur.

Fakat garson kendisinden çok emindi.

-     Hanımefendi, kesinlikle mümkün değil. Kaç tane müşteri var ki zaten şunun şurasında. Sekiz masa ya var, ya yok. Bunu da karıştıracak olursak, vay bizim halimize. Siz ödeme yaptınız, gönlünüz rahat olsun. Biraz yorgunsunuz galiba. Unuttunuz ödediğinizi. Herkesin başına gelebilir.

Nesrin kendisini artık gerçekten kötü hissetmeye başlamıştı. Bu kadar çok saçma sapan olayın aynı gün içinde ardı ardına meydana gelmesine bir anlam veremiyordu. Bir yılı aşkın bir süredir tatil yapmamasının ve dolayısıyla oldukça yorgun olmasının bugün yaşadıklarıyla bir bağlantısı olabilir miydi acaba? Bir şeyler söylemeye çalıştı fakat beceremedi. En sonunda “teşekkür ederim”
gibi belli belirsiz mırıldanarak ayağa kalktı ve otuz metre ileride duran arabasına doğru yürümeye koyuldu. Bir rüya içinde hareket ediyormuşçasına arabayı
çalıştırıp hareket etti. Bu kabus bir an önce sona ermeliydi artık. Şehir çıkışındaki bir benzinlikten depoyu doldurarak şehri terketti. Evler ve dükkanlar geride kalmış, hava da kararmaya başlamıştı. Garip bir renk almıştı gökyüzü. Kızılımsı ve nedense kendisine ürkütücü gelen bir renk. Biraz olsun rahatlamak ve içinde bulunduğu karartıcı düşüncelerden uzaklaşabilmek umuduyla kasetçalara yeni bir kaset koydu. Ne tür bir müzik koyduğunun bile farkına varmadan arabayı sürüp duruyordu. Restorandaki garsonun o anda ahçıya “demin dört numaralı masada oturan kadın biraz kafayı üşütmüştü herhalde, ilk önce, henüz sipariş vermediği halde, demin sipariş vermiştim diye tutturdu, sonra da ikinci kere hesabı ödemeye kalktı” dediğini duysaydı, canı büyük bir ihtimalle daha da sıkılırdı.






Uzunca bir süre sonra, virajlı yollardan yukarıya tırmandığını farketti ve sevindi. Sevinç yolun son kısmının çok virajlı olduğunu söylememiş miydi? Saate bakmaya cesaret edemiyor fakat vaktin hızla geçmekte olup geceyarısına doğru yaklaştığını hissediyordu. Virajlar bir türlü bitmek bilmiyor, kısa düzlüklerden sonra tekrar dönerek çıkmaya başlıyordu. Kafasında hedefe varmaktan başka bir düşünce kalmamıştı artık. Sırtı kötü bir şekilde ağrıdığı için koltuğun üstünde iyice geriye doğru kaykılarak sırt adelelerini germeye çalıştı. Etrafın zifiri karanlık olması nedeniyle, yalnızca yolun kenarındaki ağaçları seçebiliyordu. Kendisine asırlar gibi gelen bir zaman diliminden sonra virajlar nihayet sona erip yol düzleşti. Küçük ve ışıksız köylerin arasından bu karanlıkta mümkün olan en yüksek hızla yol alıyor, çok nadiren karşıdan gelen bir araba görünce biraz yavaşlıyordu. En sonunda arabanın farları tarafından aydınlatılan bir tabelada Sinop’a on kilometre kaldığını okuyunca rahat bir nefes alıp saate bakmaya cesaret edebildi. Geceyarısını yirmi dakika geçiyordu. Yani başka bir deyişle beş saatlik yolu tam onüç buçuk saatte alabilmişti. Sevinç’le Şenol ne düşüneceklerdi acaba? Herhalde aynı yerlerden bir kaç kez geçtiğine inanacak değillerdi. Zaten en iyisi böyle bir şey anlatıp daha fazla rezil olmaktansa hiç konuşmamaktı galiba. Ne düşünürlerse düşünsünler diye geçirdi içinden.

Sinop’un ana caddesi olduğunu tahmin ettiği, iki tarafı da dükkan ve bankalarla dolu olan bir yoldan dümdüz ilerleyip bir meydana geldi. Arabayı meydanın kenarında bir yere park ederek motoru durdurdu. Birdenbire gelen sessizlikte kafasının içinin nasıl uğuldadığını duyumsayarak elinde olmadan irkildi. Meydanın bir tarafından aşağıya doğru inmekte olan geniş caddede tek tük insanlar görülüyordu. Çantasından cep telefonunu çıkartarak Sevinç’i aradı.
Telefonunu hemen açan Sevinç telaşla konuşmaya başladı.

-     Nesrin, geldin mi canım? Neredesin söyle de, Şenol hemen gelip seni alsın.

Ölü gibi bir sesle bulunduğu yeri tarif etmeye koyuldu. Tarifin daha yarısına varmadan Sevinç atıldı.

-     Tamam, tahmin etmiştim zaten. Hükümet Meydanı’ndasın. Bize çok yakınsın. Şenol beş dakikada orada olur. Kafanı takma sakın. Yarına kadar dinlenirsin, hiç bir şeyciğin kalmaz. Arabanın yanından ayrılmadan orada bekle.






Nesrin arabadan inip bacaklarının uyuşukluğunu gidermeye çalışırken, meydanın karşı tarafındaki sokağın başında kendisine doğru gelmekte olan bir adam belirdi. Gülümseyerek geldiği için Şenol olduğu belli oluyordu. Kırkbeş yaşlarında, orta boylu, hafif tombul ve çocuk yüzlüydü. Arabanın yanına ulaşmadan konuşmaya başlamıştı bile.

-     Merhaba Nesrin, hoş geldin. Aynı Sevinç’in tarif ettiği gibisin. İstersen sen yan koltuğa otur da ben kullanayım. Çok yakın zaten. Ayrıca sen bugün yeterince araba kullanmış sayılırsın. Öyle değil mi?

Nesrin tebessüm etmeye çalışarak Şenol’un elini sıktı. Gelişigüzel laflar söylüyor, fakat söylediklerini kendisi bile anlamıyordu.

Meydanın karşı tarafındaki sokağa girerek bir yan yola saptılar. Biraz
sonra yoldan ayrılıp boş bir arsaya park ettiklerinde, Nesrin karşısında üç katlı eski bir ev gördü. Evin etrafında küçük sayılamayacak ve çitlerle çevrili kendi haline bırakılmış, sevimli bir bahçe vardı. Eve arka tarafından yaklaşmış olmalıydılar. Nesrin’in eve bakmakta olduğunu gören Şenol tekrar konuşmaya başladı.

-     İşte bizim evimiz de bu. Eski göründüğüne bakma. Dış cepheyi onarmaya paramız yetmedi. İnşallah bu yıl içinde herşey bitecek. Fakat içi fena sayılmaz. En üst katı tamamiyle sana ayırdık. Rahat edersin umarız. Manzarası harikadır. Ev bir tepenin üstünde olduğu için, deniz olduğu gibi ayaklarının altında sayılır.

Şenol bagajdan aldığı çantayla eve doğru yürürken kapı açıldı, Sevinç heyecanla dışarıya fırlayarak ve çığlıklar atarak Nesrin’i kucaklayıp öptü. Hiç değişmemişti Sevinç, yalnızca biraz kilo almıştı belki o kadar. Aynı düz kumral saçlar, kocaman gözler ve Nesrin’in hep imrendiği pürüzsüz bembeyaz cilt. Ayrıca aldığı kilolar da Sevinç’e yakışmış, eski çocuksu görüntüsü yerini daha kadınsı bir havaya bırakmıştı. Nesrin’i elinden tutup içeriye götürürken, öğleden beri gözlerinin yolda olduğunu anlatıyordu.

Nesrin içeriye girer girmez kendisini bir koltuğa bırakarak başını arkaya yasladı. Bıraksalar hemen gözlerini kapayıp uyuyacak gibiydi. Sevinç şefkatle karışık muzip bir ifadeyle Nesrin’e yöneldi.






-     Kızım onüç buçuk saatte geldin buraya, biliyor musun? Tam onüç buçuk saat. Bu bir rekor. Bizim bir Alpaslan ağbimiz vardır. Sekiz dokuz saatte gelir Ankara’dan. Fakat sen onu da geçtin. Anlat bakalım, nasıl yaptın bunu? Zor oldu mu?

Sinirlendiğini hisseden Nesrin tam cevap vermek üzereydi ki, aniden deliler gibi gülmeye başladı. Ne yaparsa yapsın, gülmesine engel olamıyor, çılgınlar gibi gülerken bir yandan da gözlerinden gelen yaşları silmeye çalışıyordu. Sevinç ile Şenol şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Şenol merdivenlerden üst kata çıkarak elinde bir çantayla geri geldi. Hala gülmekte olan Nesrin’in yanında, çantadan çıkardığı bir iğneyi enjeksiyon için hazırlayarak koltuğa döndü.

-     Anlaşılan senin sinirlerin iyice bozulmuş. Sana bir sakinleştirici vereceğim. Yarım saat içinde derin bir uykuya dalarsın, yarın da hiç bir şeyin kalmaz. Tamam mı?

İğne yapıldıktan sonra Sevinç Nesrin’in koluna girerek onu en üst kata çıkardı. Bu arada Nesrin biraz sakinleşmiş ve hiç konuşmaksızın donuk bakışlarla etrafına bakıyordu. Neye baktığının farkında olmaksızın ve hiç bir şey görmeden. Sevinç’in yardımıyla soyunup geceliğini giydi ve kendisini yatağın üstüne bırakıp gözlerini hemen kapadı. Etrafındaki hiç bir şeyin farkında değilmiş gibi gözüküyordu. İnce yorgan bile üstüne Sevinç tarafından örtüldü. Derin bir uykuya dalmak üzereyken, gözlerinin önünde bir şeyler belirip sonra tekrar kaybolmaya başladı. Kirli yeşil renkte beton bir bina, terli bir yüz, aşağıya doğru sarkık bıyıklar, patlıcan gibi kırmızı bir surat, kolunu doksan derece kıvrılmış şekilde önünde tutan papyonlu bir garson ve virajlı yollar. Virajlı yollar gözünün önünden gitmek istemiyor, sanki aynı virajı sürekli bir kez daha dönüyordu. En sonunda beyni tamamiyle boşalmış bir şekilde kendisini güzel bir uykuya bıraktı.

Rüyasında yemyeşil bir bahçenin içindeydi ve üzerinde yerlere kadar uzanan beyaz bir elbise vardı. Çıplak ayaklarıyla otların üzerinde dolaşıp, her tarafı kaplayan çiçeklere dokunuyordu. Otların iç açıcı serinliği bütün vücudunu sarıp sarmalıyor, her taraftan fışkıran neşe ve sevincin girdabında oradan oraya zıplayıp duruyordu. Her şey o denli güzel ve ferahtı ki, kendisini cennette hissetti. Kuşların cıvıltıları ve ağustos böceklerinin cırcırlarından başka hiç bir ses duyulmuyordu. Bir de çok uzaklardan gelen bir su sesi.





Sonra otların içinde dolu bir su şişesi buldu ve şişeyi dudaklarına götürerek biraz içti. Enfes bir tadı vardı suyun, daha önceden hiç tanımadığı tatlı ve uyuşturucu bir tat. Kendisini yeni doğmuş gibi hissediyordu. Neredeyse ayakları yerden kesilip kuşlarla birlikte uçmaya başlayacaktı. O kadar hafiflemişti sanki. Şişenin içindeki suyla çiçekleri sulamaya başladı. Suyun değdiği çiçekler gözlerinin önünde büyüyüp gelişiyor ve rengarenk bir kılığa girip güzelleşiyordu. Elindeki şişeyle bütün bahçeyi dolaştı. Şişenin içindeki su bitmek bilmiyordu bir türlü. Kendiliğinden yeniden doluyordu. Çiçeklerden sonra otları sulamaya başladı. Bahçenin içinde neşeyle zıplayıp duruyor, suyun verdiği gücü her tarafa dağıtıyordu.




























İkinci Gün (Cumartesi)

Perdenin aralığından sızan güneş ışığı tam yüzüne gelip yüzünün ısınmasına neden olmasaydı uyanmaya hiç niyeti olmayacaktı Nesrin’in. Gözlerini bir kaç kez kırpıştırdıktan sonra kolunu havaya kaldırarak açık elini güneş ışınlarına karşı siper etti. En sonunda gözlerini açabilmişti. Kendisini dinlenmiş hissediyordu, fakat ağzında hiç hoş olmayan garip bir tat vardı. Uzun zamandır yemek yememiş ve bol miktarda sigara içmiş gibi. Bir süre hareketsiz kalıp bomboş ve hiçbir duygu içermeyen bakışlarını tavanda gezdirdikten sonra aklına nerede olduğu geliverdi birdenbire.

Bazı sabahlar uyandığında kendi yatak odasında bile nerede olduğunu tam olarak anımsayamaz ve sanki hayatında ilk kez görüyormuş gibi odadaki eşyalara bakardı. Telaşla dirseklerinin üstünde doğrulup etrafına göz gezdirdi. Duvarları açık sarı bir renge boyanmış orta büyüklükte bir odadaydı. Odada mobilya olarak üstünde uzanmakta olduğu iki kişilik yatak haricinde, yatağın sağ tarafında kapağı aynalı küçük bir gardırop, sol tarafında ise başucu hizasında bir komodin bulunmaktaydı. Yerleri kaplayan eski ahşap parkenin üstüne büyükçe ve kırmızı renklerin hakim olduğu bir kilim serilmişti. Kilimin tam ortasında Ankara’dan yola çıkarken giysileriyle tıka basa doldurduğu çanta duruyordu. Çantanın yarı dolu görüntüsüne bakılırsa, Sevinç giysilerinden bazılarını dün gece çantadan çıkartarak gardıroba asmış olmalıydı. Yatağın başucunun üstündeki pencerelerin perdeleri, Nesrin’in uyanmasına neden olan incecik bir aralık hariç sıkı sıkıya kapalı olduğu için, odada loş bir ışık hakimdi. Loş ışığa rağmen - belki de özellikle bu nedenle - her şey son derece sade ve sevimli gözüküyordu.

Nesrin coşkuyla yataktan fırlayarak yatağın kenarında ayakta durdu ve yüzüne dökülmüş olan uzun saçlarını elleriyle arkaya doğru taradı. Sonra ojeli ayak parmaklarının üstünde ses çıkarmamak istercesine yükselerek gardıroba yürüdü ve kapağını açtı. Evet yanılmamıştı. Sevinç dün gece, herhalde kendisi uyuduktan sonra, buruşabilecek tüm giysilerini gardıroba düzenli bir şekilde yerleştirmişti. Öğrencilik yılları aklına gelerek ister istemez gülümsedi. Sevinç eskiden beri Nesrin’in dağınıklığına takılır, fakat onun eşyalarını elinden geldiğince toparlamaktan da geri kalmazdı.





Sabahlığını askıdan çıkartarak ince ve biçimli vücudunun tüm hatlarını açıkça ortaya seren kısacık geceliğinin üstüne giydi ve çıplak ayaklarıyla kapıya doğru yöneldi.

Kapıyı açar açmaz gözlerini kamaştıran ışık, sabahın erken saatlerinin çoktan geçilmiş olduğunu ve gürültü yapmamak için ayak parmakları üzerinde yürümesinin gereksizliğini herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak bir şekilde belli ediyordu.

Çıktığı oda antreye benzeyen kare şeklinde bir yere açılıyordu. Sağ tarafta aşağıya giden merdivenler, merdivenlerin yanında buzlu camından banyoya girildiği anlaşılan bir kapı ve tam karşısında çift kanatlı kapısı açık duran büyük bir oturma odası yer almaktaydı. Antrenin ortasına doğru bir kaç adım atınca sol tarafa doğru dönen geniş bir açık mutfak bulunduğunu farketti. Ağzındaki garip tadı su içerek gidermek amacıyla mutfağa girer girmez adeta nefesi kesildi. Mutfağın uzunlamasına olan cephesi geniş bir terasa açılıyor ve bütün görüş alanını mavinin neredeyse tüm tonlarını içinde barındıran bir deniz manzarası kaplıyordu. Nesrin teras zemininin hafif nemli ve soğuk olmasına aldırmaksızın çıplak ayaklarıyla terasın kenarına kadar yürüyüp durdu ve gözlerinin yaşarmasına neden olan doyumsuz güzelliği seyretmeye koyuldu.

Sinop limanı ayaklarının altında sayılırdı. Sol taraf Sinop burnuna ve açık denize doğru alabildiğince uzanıyor, birbirlerinin üstünden oyun oynarmışçasına yuvarlanan dalgaların etrafa saçtıkları beyaz köpükler koyu mavi suların üstünde birdenbire kaybolup yeniden oluşan uzun damarlar meydana getiriyordu. Sevinç’in telefonda söylediği bir cümleyi anımsadı. “Bizim Karadeniz Akdeniz’e benzemez” demişti Sevinç, “evcilleştirilemeyecek kadar vahşidir, hem seversin, hem de korkudan için ürperir”. Şimdi daha iyi anlıyordu Sevinç’in ne demek istediğini.

En sonunda büyülenmiş gibi baktığı açık denizden gözlerini ayırıp tam önündeki limanın durgun sularına bıraktı. Yaklaşık ikiyüz metre kadar denizin içine giren beton iskelenin üstü, bulunduğu yerden karınca büyüklüğünde gözüken insanlarla doluydu. İskeleye büyük ve beyaz bir yolcu gemisi yanaşmış, güvertesinden sallandırdığı bir vinçle iskeleden yük almaktaydı. Limanın suları
genelde açık mavi bir renge sahipti, fakat yer yer koyulaşan şeritler yosun tabakalarına işaret etmekteydi.






Sahilde, iskelenin biraz gerisinde Sinop kalesi yükseliyor, senelerin sırtına yüklediği asil ve yorgun görüntüsüyle, iskelenin üstündeki telaşlı ve velveleli kalabalığa tezat teşkil ediyordu.

Limanın batısında, duvarları denizin içinden yükselen büyük gri bina meşhur Sinop hapishanesi olmalıydı. Kimler yatmamıştı ki burada. “Dışarda deli dalgalar, gelip duvarları yalar”. Sabahattin Ali’nin dizeleri geldi aklına Nesrin’in. Sahil, hapishane duvarlarının yanından girintili çıkıntılı devam etmekte, ileride küçük ve sevimli kumsallara yer vermekteydi. Tek bir bulut bile yoktu gökyüzünde. Rüzgar hafif esintiler halinde yüzüne vurup, saçlarının dalgalanmasına neden oluyor, Ankara’dan alışkın olmadığı nemli hava bir pus halinde denizin üstünde çöreklenmiş oturuyordu.

İskelenin tam karşısında – şehre bakan tarafta – büyükçe bir parkın içinde çay bahçeleri vardı. Yavaş yavaş dolmaya başlayan yüzlerce masa, kalenin altına kadar uzanıyor, ellerinde çay tepsileri taşıyan garsonlar masadan masaya koşturarak servis yapıyorlardı.

Gözlerini çay bahçelerinden ayırıp etrafına bakınca terasın, bulunduğu katı tümüyle çevrelediğini farketti. Yavaş yavaş ısınmaya başlayan taş zeminin üzerinde yürüyerek terasın daha dar olan arka tarafına gitti. Burada karşılaştığı manzara ön tarafınkinden tümüyle farklıydı. Sinop burnunun öbür yanına açık deniz hakimdi. Rüzgar açık deniz tarafından esmekte olduğu için büyük dalgalar sahile ve kayalara vuruyor, her tarafı köpük içinde bırakıyordu. Sanki limandaki durgun suların burasıyla bir alakası yokmuş gibiydi. Koyu mavi renkteki kabarık sular göz alabildiğince uzayıp gidiyor, ufukta göğün açık mavisiyle karışıp belirsiz bir çizgi oluşturuyordu. Tüm vahşiliğine rağmen huzur verici bir görüntüydü bu. Hiç bıkmadan inip kalkan dalgaların haricindeki tek hareketlilik, denizin çok üstünde yükseklerde bir taraftan öbür tarafa uçup bir şey unutmuşçasına aniden geriye dönen kuş sürüleri tarafından meydana getiriliyordu.

Uzun süre bu güzel manzarayı seyrettikten sonra, içindeki coşkunun tekrar kabardığını hissederek geriye döndü ve bir an önce giyinip aşağıya inmek üzere
odasının yolunu tuttu. Su içmeyi unutmuştu, fakat zaten gerek de kalmamış, ağzındaki garip tad, bütün çevreye yayılan tatlı ve iç açıcı kokular nedeniyle








neredeyse tamamiyle kaybolmuştu. Çok acıktığını hissediyor, içi sevinçle dolup taşıyordu. Dün yaşadığı anlamsız saçmalıklara rağmen ne iyi etmişti buraya gelmekle. Kilimin üstünde duran deri çantadan tuvalet çantasını alıp banyoya girdi ve yüzünü yıkadıktan sonra uzun uzun dişlerini fırçaladı. Makyaj yapmak içinden gelmiyordu. Saçlarını tarayıp arkadan bağlamakla yetindi.

Banyodan çıkarken alt kattan gelen sesleri duydu. Sevinç ile Şenol’un seslerinin arasına bir kız çocuğunun sesi karışıyordu arada sırada. Sevinç’in beş yaşındaki kızı Nilüfer olmalıydı bu. “Anne, arkadaşın ne kadar uykucuymuş; ne zaman kahvaltı yapacağız?” diyordu. Gülümseyerek odasında sabahlığını ve incecik geceliğini üstünden çıkardı. Sutyenini de dün gece Sevinç çıkarmış olmalıydı; sutyenle yatmaktan hiç hoşlanmadığını unutmamıştı herhalde. Üstünde bir tek siyah külotu kalmıştı. Gardırobun kapağını açmak üzereyken gözü kapağın dış tarafındaki boy aynasına takıldı ve duraksadı. Son aylarda Nuri’nin sevecen diretmesiyle aldığı iki-üç kiloya rağmen neredeyse kırılgan bir inceliğe sahipti vücudu hala. Göğüsleri ise küçük olduğu için sarkmamıştı. Babasınınkilere benzeyen koyu gözleri ve çıkık elmacık kemikleri uzun siyah saçlarla çevrelenmekteydi. Kırküç yaşında olduğunu birazcık olsun belli eden tek şey, gözlerinin altında her yıl önlenemez şekilde artan kırışıklardı. Ellerini gözlerinin altında biraz gezdirdikten sonra gardırobun kapağını açarak sade bir tişörtle kot pantalonunu seçti ve alelacele giyindi. Hem kendisi çok acıkmıştı, hem de küçük Nilüfer’i daha fazla bekletmek doğru olmazdı. Ayaklarına burnu açık terliklerini geçirerek odadan çıkıp merdivenlere yöneldi.

Merdivenlerden inerken artan sesler, kendi katındaki mutfağın altına düşen odadan gelmekteydi. Tam odaya girerken, çıkarabildiği en neşeli tonda seslendi.

-     Günaydııın. Sizi çok beklettiysem kusuruma bakmayın. Fakat saatin hiç farkında değilim. Dün oldukça yorulmuş olmalıyım ve inanılmaz bir şekilde acıktım.

Kapıları açık duran büyük balkonun hemen önündeki masanın üstüne içi kızarmış ekmeklerle dolu hasır bir sepeti yerleştirmekte olan Sevinç’in yüzündeki gülümseme aniden kaybolarak yerini şaşkın bakışlara bıraktı. Şenol ise kapıda duran Nesrin’e bir süre baktıktan sonra gözlerini başka bir yöne
kaydırdı. Masada oturan küçük kız ağzı açık bir şekilde bakışlarını







sürdürüyordu. “Ne oldu bunlara böyle, bende garip bir şey mi var?” diye içinden geçiren Nesrin elinde olmaksızın başını öne eğerek kendi üstüne bakmak ihtiyacını hissetti. Önüne bakar bakmaz irkilerek kendine geldi ve ağzından sanki çok uzaklardan geliyormuş gibi kesik bir çığlık çıktı. Gerçek olamazdı bu, rüya görüyor olmalıydı. Üstünde bütün vücudunu olduğu gibi açıkta bırakan kısa ve incecik geceliğinden başka hiç bir şey yoktu. Göğüsleri, çıplak bacakları, kalçaları, her tarafı, hatta siyah külotu bile ortadaydı. Bir şeyler söylemeye çalıştı fakat beceremedi. Bütün bedeni ve ağzı kilitlenmiş gibiydi sanki. Sonra hızla geriye dönerek koşar adımlarla merdivenlerden yukarıya çıktı ve odasına girip kendisini bir külçe gibi yatağın üstüne bıraktı. Hıçkırıklarına engel olamıyor, boğazı düğümlendiği için nefes almakta zorlanıyordu. İyice bozulmuş olan sinirleri mantıklı bir şekilde düşünmesine olanak vermiyordu. Zaten mantıkla açıklanacak neresi kalmıştı ki bu saçmalıkların. Aklına kot pantalonu ve tişörtü gelerek ayağa kalktı ve gardıroba gitti. Askıya asılı duran kot pantalonunu ve rafa düzgünce yerleştirilmiş tişörtünü görünce sinirleri büsbütün bozulmuştu. Delirme işaretleri miydi bunlar acaba? Hayalinde yaptığı bazı işleri gerçekten yapmış gibi mi hissediyordu? Daha önce de farkında olmaksızın buna benzer olaylar yaşamış olabilir miydi? Kafasını düşünmeye zorladıkça işin içinden çıkamaz oluyor, giderek tüm benliğini ürperten bir paniğe kapılıyordu. İki gün öncesinin özgüveni tam Nesrin’i yokolmuş, yerine korku ve çaresizlikten ne yapacağını bilemeyen ve sinirlerine hükmedemeyen ürkek bir kadın gelmişti.

Aralık duran kapıdan Sevinç’in içeriye girdiğini gören Nesrin birdenbire rahatlayarak gidip ona sıkıca sarıldı. Bir yandan kesik hıçkırıklarla ağlıyor, diğer yandan hıçkırıkların arasında konuşmaya çabalıyordu.

-     Özür dilerim Sevinç. Bana ne olduğunu bilmiyorum. İnan bana giyindiğimi anımsıyorum. Fakat sonra kapının önünde öylece buluverdim kendimi. Çok utanıyorum. Ne olur inan bana. Böyle giderse çıldırmak üzereyim.

Sevinç, Nesrin’i sakinleştirmek üzere onu küçük bir çocuk gibi kucaklayıp sırtını okşamaya başladı.








-     Sakin ol bitanem. Özür dileyecek ne var ki? Farkında olmadan çok yorulmuşsun herhalde ve sinirlerin iyice bozulmuş. Bu hafta sonu iyi bir dinlenirsen hiç bir şeyciğin kalmaz. Zaten ne diye abartıyorsun ki, hepimizin başına gelebilir bunlar. Belki de Şenol’un dün gece yaptığı iğne biraz kuvvetli gelmiştir. Haydi giyin şimdi de aşağıya inelim. Bak göreceksin, güzel bir kahvaltıdan sonra kendini çok iyi hissedeceksin. Haydi tatlım, haydi giyin. Dur ben de yardım edeyim sana.

Nesrin yüzünü Sevinç’in banyodan getirdiği küçük bir havluyla kuruladıktan sonra çabucak giyindi ve aynada kendisine baktı. Gözlerinin etrafı hafifçe kızarmıştı. Makyaj yapmaya niyeti olmadığı halde gözlerinin altını pudralamak zorunda kaldı. Aşağıya gitmeye biraz utanıyor, kahvaltı masasına oturulacağı anı mümkün olduğu kadar ertelemeye çalışıyor gibiydi. En sonunda Sevinç Nesrin’in koluna girerek onu merdivenlere yönlendirdi. Bunu yaparken konuşmayı başka konulara getirmek için anlatmaya başlamıştı.

-     Umarım, bizim çatı katımızın manzarasını seyretmişsindir. Terasımıza her çıkan, Sinop’un en doyumsuz manzarasının buradan görülebileceğini söylüyor. Bu ev oldukça eski olmasına rağmen, yalnızca bu manzara nedeniyle burada kalmaya ve evi mümkün olduğunca onarmaya karar verdik. Ne dersin? Doğru yapmış mıyız?
-     Sevinç, ne diyorsun sen. Bu sabah uyandığımda adeta büyülendim. Sinop’u henüz hiç tanımıyorum, ama bu evden başka hiç bir yerde yaşamak istemezdim sanırım. Bütün deniz adeta ayaklarının altında. Gözlerimi manzaradan hiç ayırmak istemedim ve donup kaldım neredeyse. Bu akşam yemeğini orada yesek ne güzel olurdu.
-     Bakalım, erken karar vermek yok. Şu anda başka planlarımız var. Şenol galiba bir yerde yer ayırtmış. Mevsimi olmamasına rağmen balıklar fena değilmiş. Fakat en azından geceyi bizim terasta bitirebiliriz.

Kahvaltı odasına girip balkonun önündeki masaya oturduklarında Şenol çayları doldurmakla meşguldü. Sanki daha biraz önce oldukça garip bir olay olmamış gibi, odaya giren iki kadına gülümseyerek baktı.

-     Kahvaltımızı çabuk yapalım, yoksa bu gidişle plajda yer bulamayacağız. Beyaz Ev’in yakınlarında bir yer bulmak istiyorsak en geç bir saat sonra orada olmalıyız. Vallahi ben kendimi aç kurt gibi hissediyorum. Bıraksalar şurada oturan küçük kızı bile yiyeceğim.





Nilüfer kıkırdayarak ekmeğine yağ sürmeye başladı. Büyük bir iştahla
kahvaltılıklara bakan Nesrin, en sonunda tabağına her zamanki gibi yalnızca beyaz peynir, zeytin, domates ve salatalık aldı. Ne denli aç olursa olsun kahvaltıda sucuk, yumurta, tereyağ gibi kendisine ağır gelen şeyleri eskiden beri yiyemezdi.

Şenol, biraz önceki olayı unutturmak istercesine konuşup duruyor, havanın çok güzel olduğunu, öğleni Beyaz Ev’de bir tost veya sandviçle geçiştirdikten sonra akşam Saray restoranda balık yiyeceklerini anlatıyordu. Gerçi balık zamanı değildi ama, çarpan veya kefal yiyebilirlerdi. Şenol’un konuşmasını gülümseyerek dinleyen Nesrin, Şenol’un abartılı yüz mimiklerinden ve gözlerinin bir yanıp bir sönen pırıltısından esas amacının kendisinin tedirginliğini gidermek olduğunu kolaylıkla anlayabiliyordu. Kısa bir sessizlikten faydalanan Sevinç araya girdi.

-     Eeee, anlat bakalım Nesrin. Havadisler sende. Kemal amca nasıl? Hala kapitalizme karşı savaşa devam ediyor mu? Avukatlık büron nasıl gidiyor? Ortak almamakta direniyor musun? Ve en önemlisi, Nuri’yi anlat bize. Nasıl birisi? Ankara’ya düğüne ne zaman geleceğiz? Anlatsana kızım, meraktan çatlayacağım neredeyse.

Moralini bozmamaya ve ne olursa olsun hafta sonu tatilinin keyfini çıkarmaya kararlı gözüken Nesrin çayını tazelemesi için Şenol’a bardağını uzatırken gülerek cevap verdi.

-     Biraz yavaş ol Sevinçciğim. Bu kadar çok soruyu bir anda nasıl cevaplayayım ben? Babamdan başlayalım istersen. İyi değil, çok iyi sayılır. Yurt dışına çıkarken bıraktığı yerden devam ediyor. Solun çöküşü hiç moralini bozmuyor. Son seçimlerde 60.000 oy almışlar. İyi bir başlangıç sayılır ve ayrıca solun gücü yalnızca oyla ölçülmez diyor. Bu arada 45 yaşında bir sevgili de buldu. Keyfine diyecek yok doğrusu. Sık sık görüşüyoruz ve hatta bazen da tartışıyoruz bile. Selam söyledi sana. Sevinç kızımı benim tarafımdan kucakla ve öp dedi. Bilirsin ikinci kızı sayar seni. Büroma gelince; fena gitmiyor sayılır. Ortak almadım gerçi ama, Mahmut’la çok yakın çalışıyoruz. Sen de okuldan tanırsın. Ayı Mahmut derdik hani. O zamanlar zaten iriydi. Şimdi dev gibi bir şey oldu. Fakat çok iyi anlaşıyoruz. Pazartesi günü benim duruşmalara o girecek. Böyle işte.






Sevinç hiç duraksamadan üsteledi.

-     Peki ya Nuri? Konuşmak istemiyor musun yoksa? Nuri’den anlat bize.
-     Yok canım, neden konuşmak istemeyeyim ki? Dört buçuk yıldır birlikteyiz. Ve gayet iyi gidiyor. Bilmem ki başka ne diyeyim?

Sevinç’in itirazı gelmekte gecikmedi.

-     Bu kadarcık mı sadece? Ciddi olamazsın. Anlatsana kızım, nasıl tanıştınız, nasıl birisi, babanla arası nasıl, evlenecek misiniz, ne zaman? Ne bileyim anlat işte.
-     Aman Sevinç, sen de devamlı aynı şeyleri anlattırıp duruyorsun bana. Nasıl tanıştığımızı telefonda belki bin kez anlatmışımdır. Olağanüstü yakışıklı sayılmaz. Sana daha sonra birlikte çektirdiğimiz bir fotoğrafı gösteririm. Bilirsin ben zaten öyle güzel adamlardan pek hoşlanmam. O da solcu olduğu için, babamla benden daha iyi anlaşıyor. Bazen benden habersiz kafa çekmeye bile gittikleri oluyor. Evlenme işini henüz tam bilemiyorum, çok kararsızım.
-     Kararsızım ne demek kızım? Kartlaşıyorsun artık. Elini çabuk tut biraz. Çocuk yapmayı hiç düşünmüyor musun?
-     Çocuk için artık treni kaçırdım sayılır. Ben kırk üç yaşındayım, Nuri de kırk sekiz. Bu yaşlarda çocuk doğurmak biraz riskli olur herhalde. Sen de son anda hallettin o işi bence.
-     Yok canım, tıp o kadar ilerledi ki artık, hiç bir sorun çıkmaz. Gazetelerde okumuyor musun? Elli-elli beş yaşındaki kadınlar bile doğum yapabiliyor. Ayrıca senin vücudunun bir genç kızınkinden farkı yok. Öyle değil mi Şenol?

Sevinç konuşmasının burasında biraz duraksadı. Biraz önce Nesrin’in kapının ağzındaki yarı çıplak görüntüsünü ima ettiği sanılabilirdi, hiç öyle bir niyeti olmasa bile. Nesrin’in duraksamasını fırsat bilen Şenol araya girdi.

-     Kızlar, konuşmanızı bölmek istemem ama, daha çok vaktiniz olacak. Kahvaltıyı fazla uzatmayıp toparlansak ne dersiniz? Yoksa Beyaz Ev’in orada gerçekten yer bulamayabiliriz. Bugün Cumartesi, bütün Sinop akın eder plaja.






Sevinç yapmacık bir kızgınlıkla Şenol’a yöneldi.

-     Sevgilim, sen de iki laf ettirmiyorsun insana. Hem şu Beyaz Ev’in orada ne var anlamıyorum. Yoksa en güzel kızlar oraya mı geliyor? Onun için mi acele ediyorsun, kart zampara?

Şenol aynı yapmacık kızgınlıkla yanıtladı.

-     Teessüf ederim Sevinç. Kart zampara da ne demek oluyor? Nerem kart benim? En fazla olgun erkek diyebiliriz. Hem sonra genç kızların orta yaşlı erkeklerden hoşlandığını bilmiyorsun galiba?
-     Genç kızlardan bahsetmeden önce sen şu göbeğini içine çek bakalım. Her sene biraz daha büyüyor nedense.

Hep birlikte gülüşerek çaylarından son yudumlarını alırlarken Nesrin’in aklına, beraberinde getirdiği hediyeler geldi.

-     Sizlere bir şeyler getirdim ben Ankara’dan. Aşağıya gelirken yanıma almayı unutmuşum. Gecikmiş düğün hediyesi olarak kabul edersiniz artık. Nilüfer’ciğim sana da üstü yazılı bir tişört getirdim. İnşallah büyük gelmez. Resimde gördüğümden biraz daha zayıfmışsın.

Nilüfer sevinçle atıldı.

-     Çok teşekkür ederim Nesrin teyze. Büyük gelmez. Zaten modaya göre bol olması gerekiyor. Fakat sen esas anneme, bana aynı seninki gibi siyah bir külot almasını söylesene. O kadar istedim, bir türlü almıyor. Bak anne, Nesrin teyze de siyah külot giyiyormuş. Bana neden almıyorsun?

Şenol kaşlarını çatıp Nilüfer’i azarlamak üzere uygun kelimeler ararken, Sevinç çayından aldığı son yudumu etrafa püskürterek telaşla ayağa fırladı. Nesrin ise ne diyeceğini bilemez bir şekilde şaşkın gözlerle Nilüfer’e bir süre bakakaldıktan sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Dün geceki gibi bir sinir gülmesi değildi bu. İçinden gelen sahici kahkahalardı. İlk önce Şenol katıldı Nesrin’e, sonra da Sevinç. Sevinç’in gözlerinden yaşlar geliyor, etrafı çınlatan kahkahalarının arasında Nesrin’e sürekli ‘görüyor musun cadalozu?’ diyordu. Komik bir şey söylemiş olduğunun farkına varmış olan Nilüfer bir yandan






büyükleri güldürmenin ne denli kolay olduğunu düşünürken, diğer yandan annesinin omuzları açık bluzunu çekiştirerek bu fırsatı kaçırmak istemiyormuşçasına ‘alacaksın değil mi anne, alacak mısın?’ diye üsteliyordu.

Nesrin gülmesi biraz yatıştıktan sonra yukarıya çıkmak üzere merdivenlere yöneldi. Odasına varır varmaz içine bikinisini giyip plaj için gerekli eşyalarını toparlamaya başladı. Fazla değildi bunlar aslında. Senelerdir kullandığı siperlikli kırmızı şapkası, gelirken aceleyle marketten aldığı uyduruk bir güneş kremi, plaj havlusu ve plaj terlikleri. İkinci bir mayoya bile ihtiyaç duymaz, çocukluğundan beri denize girdikten sonra mayosunu üstünde kuruturdu. Kumsala giderken defileye çıkacakmış gibi hazırlanan ve ikide bir mayosunu değiştirip salına salına ortalıkta dolaşan kadınlara da sinir olurdu. Oldukça koyu tenli olduğu için güneşten hiç rahatsızlık duymaz, çoğu zaman güneş kremini bile sürmeyi unuturdu.

Nuri’nin olağanüstü hassas teni aklına geldi birdenbire ve muzipçe gülümsemekten kendisini alamadı. İki yıl önce üç günlük bir Kaş tatili sırasında tam olarak farkına varmıştı Nuri’nin güneş ışıklarına karşı ne denli dayanıksız olduğunu. Bütün gün güneş şemsiyesinin altında gölgede oturmuş olmalarına rağmen Nuri’nin omuzları ve bacakları pancar rengini almış ve akşamüstü acımaya başlamıştı. Nuri pantolon ve gömleğini giyemediği için odalarından çıkamamışlar, akşam yemeğini odanın balkonunda almak zorunda kalmışlardı. Üstelik Nuri’nin iniltileri nedeniyle sabaha kadar uyuyamamış, acılarını biraz olsun hafifletmek için gece boyunca sık sık kremlemişti onu. “Madem tenin bu kadar hassas, ne diye bütün gün oturursun kumsalda, acı çekmek hoşuna mı gidiyor?” diye sormuştu sabah olduğunda. Nuri ise, Nesrin’in o çok sevdiği çocuksu yüz ifadesiyle gözlerini ona dikmiş ve “her seferinde bir daha kesinlikle güneşe çıkmayacağım diyorum kendi kendime, fakat sonra boş verip tekrar çıkıyorum, ne yapayım, denizi o kadar çok seviyorum ki” demişti.

Bir elinde plaj çantası, diğer elinde içinde hediyelerin bulunduğu poşet aşağıya inerken bunları düşünüyordu Nesrin. Biraz önce kahvaltı yaptıkları odaya girdiğinde Sevinç’in masanın üstünü boşaltmış olduğunu gördü. Hediyeleri poşetten çıkarıp masanın üstüne özenle yerleştirdi. Sevinç ile Şenol’a çok severek ve beğenerek aldığı güzel bir gümüş çerçeve getirmişti. Yatak odası olduğunu tahmin ettiği yan odadan sesler geliyordu. Çekmeceler ve kapaklar açılıp kapanıyor, odanın kapısı kapalı olduğu için alçak sesle yapılan konuşmalar anlaşılmıyordu.






En sonunda Sevinç odadan dışarıya çıktı. Elinde büyükçe bir çanta taşıyordu. Masanın üstündeki hediye paketlerini görünce çantayı yere bıraktı ve yüzünde çocuksu bir heyecanla masaya koşup diğerinden biraz daha büyük olan paketi açmaya koyuldu. Paketin içinden çıkan eski görünümlü gümüş çerçeveyi çok beğendiği yüz ifadesinden ve gözlerinin pırıltısından belli oluyordu. Nesrin’in yanına giderek ona sıkıca sarıldı ve “çok teşekkür ederim hayatım, ne kadar ince bir zevkin var, burada hep birlikte çektireceğimiz bir fotoğrafı koyacağım içine” dedi. Bu arada Nilüfer’de gelmiş, kendi paketini açmakla meşguldü. Paketin içinde ne olduğunu bildiği halde heyecandan yerinde sıçrayıp duruyor, renkli kurdeleyi çözmeye çalışırken küçük pembe dilini dudaklarının üstünde gezdiriyordu. Paketten çıkardığı kiremit rengindeki tişörtü prova eder gibi önünde tutarak Nesrin’e seslendi.

-     Çok teşekkür ederim Nesrin teyze. Çok güzelmiş. Hem de hiç bile büyük değil. Tam olacak bana göreceksin.

Bir kaç dakika sonra hep birlikte aşağıya inip evin ön tarafında bulunan koyu renkli büyük cipe yöneldiler. Bir saat önce masmavi olan gökyüzünde tek tük bulutlar belirmiş ve sanki asılıymışçasına öylece hareketsiz duruyorlardı. Elini gözlerine siper edip pırıl pırıl gökyüzüne bakan Nesrin, sabahki ferahlatıcı rüzgarın dindiğinin ve havanın oldukça nemli olduğunun farkına vardı. Üstündeki kısa kollu tişört şimdiden vücuduna yapışmıştı bile.

Çantalarını bagaja yerleştirdikten sonra arabaya bindiler. Nesrin direksiyona geçen Şenol’un arkasına oturdu. Şenol’un kontak anahtarını çevirmesiyle birlikte homurdanmaya başlayan cip otomatik viteste öne atıldı.

Çok geçmeden içeriyi klimadan yayılan tatlı bir serinlik kapladı. Daracık ve eski evlerle dolu bir sokaktan aşağıya inerek Nesrin’in geceden hatırladığı Hükümet Meydanı’na çıktılar. Arabaların şehre girerken kullandığı ana caddenin paralelinde yer alan biraz daha dar bir caddeye saparak sağlı sollu dükkanların bulunduğu bir yolda ilerlemeye başladılar.

Sinop şehri, en uç kısmına Boztepe Burnu adı verilen bir yarımadanın güneye bakan tarafında kurulduğu için şehrin tek bir giriş ve çıkışı vardır. Şehre girer girmez, belki 10-15 dakikalık bir yürüyüş sonrasında insan kendisini






Sinop’un merkezi olarak adlandırılan Hükümet Meydanı’nda bulur. Meydandan deniz tarafına doğru inince Sinop’un en eski oteli olan Büyük Otel, çay bahçeleri, iskele ve Sinop kalesi görünür.

Meşhur Sinop hapishanesinin ana kapısı şehire girer girmez ana caddenin sağ tarafındadır. Fakat denizin içinden yükselen hapishane duvarlarını iskele tarafından da görmek mümkündür. Seneler önce kapatılmış olup artık mahkum barındırmayan Sinop hapishanesi ziyaretçilere açıktır. İsteyen herkes hapishaneyi bir müze gibi gezebilir.

Şehre girerken sol tarafta açık deniz, sağ tarafta ise Boztepe Burnu tarafından korunan liman denizi yer alır. Bu konumuyla Sinop’un, hangi yönden rüzgar alırsa alsın, iki denizinden birisi mutlaka sakin ve çarşaf gibidir. Sinop’lular açık denize arka deniz, liman tarafına ise ön deniz derler. Arka denizde kocaman dalgaların kilometrelerce uzanan kumsallara vurup suyu bulanıklaştırdığı günlerde, ön denizin küçük kumsallarından birisinde en ufak bir kıpırtı bile olmayan sularda yüzmek mümkündür. Elbette tersi de olabilir. Karayel estiğinde ön denizde oluşan dalgalar tarafından sığ sularda toplanan yosun ve deniz anaları, Sinop’luların ve onları takip eden az sayıda turistin arka denize akın etmelerine neden olur.

Arka denizin göz alabildiğince sürüp giden koy ve kumsalları en kalabalık günlerde bile güney sahilleriyle karşılaştırıldığında ıssız sayılır. Öyle ki, bazan kilometrelerce yürüyüp yalnızca bir kaç kişiye rastlarsınız.

Şehre girdikten sonra Hükümet Meydanı’ndan iskele tarafına değil de, Boztepe Burnu tarafına düz devam edilirse Karakum gelir. İsmini plaj kumunun doğal renginden alan bu bölgenin yüksek kısımları rüzgarlı olmasıyla ünlüdür. Son yıllarda yeni yerleşim alanları kurulan Karakum’un sonrasında ise Boztepe Burnu ve açık deniz vardır.

İskelenin önünde bulunan çay bahçeleri bölgesinden kafanızı kaldırıp Karakum istikametindeki tepelere bakarsanız en yüksek noktada bir bina kompleksi görürsünüz. Burası Amerikalılar tarafından 1950’li yılların başında Sovyetler Birliği’ni gözetlemek üzere kurulup, yaklaşık on iki-on üç yıl önce kendi haline terkedilen radar istasyonudur. İstasyon genel kanının aksine soğuk savaş sona erdiği için değil, aynı iş uzaydan daha iyi ve daha ucuz yapılabildiği için terkedilmiştir.





İşte Sinop en genel hatlarıyla bundan ibarettir. Şehir girişinden ayrılıp ön denizin plajlarına ve yazlık yerleşim bölgelerine giden virajlı yol dahil edilmezse, Sinop’un bir ucundan diğer ucuna yarım saatte yürümek hiç de zor değildir. Belki de bu nedenle, Sinop’a ilk defa gelen herkes kendisini kısa zamanda evindeymiş gibi hissedip hiç yabancılık çekmez. Hep burada yaşamış ve hiç ayrılmayacakmış sanır.

Sıkışık çarşı trafiğinde dura kalka ilerlerlerken Nesrin de aynı duygulara kapılmıştı. Tam bir büyük şehir insanı olmasına ve yaşama gücünü hareketli metropol yaşantısından almasına rağmen çok benimsemişti bu küçücük kenti. Ankara’dan yola çıktığından beri yaşadığı garip ve sinir bozucu olaylar bile buna engel olamıyordu. Minyatür bir havası vardı Sinop’un. İnsan, herkesin birbirini tanıdığı sanısına kapılıyordu kısa bir süre sonra. Ve yalnızlığın buraya yabancı bir kavram olduğuna.

Bu arada önlerindeki bir kamyonun daracık bir sokağa girmek üzere manevra yapması nedeniyle durmak zorunda kalmışlardı. Klimanın iyice serinlettiği arabadan etraftaki insanları seyreden Nesrin biraz ilerde bir hırdavat dükkanının önünde duran uzun saçlı bir kız çocuğu gördü. En fazla üç-dört yaşında olan çocuktaki anormallik saçlarının yemyeşil bir renge boyanmış olmasıydı. Birdenbire çocuğun da ona bakmakta olduğunu farketti. Göz göze gelmişlerdi. Sonra çocuk gülümseyerek arabaya yaklaşmaya başladı. Yüz hatlarını çarpıklaştıran ve insanın içinin ürpermesine neden olan garip bir gülümsemeydi bu. Çocuk iyice arabaya sokularak yüksek kaldırım taşının üstüne çıktı ve soluk yüzünü arabanın yan camına yapıştırdı. Hala gülüyordu ve burnu yamyassı olmuştu. Ağzından ve burnundan çıkan sıcak soluğu camın buğulanmasına neden olmuştu ve gözlerinin derin yuvalarına yerleşmiş olan çılgınca bakış, ağzının etrafındaki gülümseme benzeri yayılmaya adeta meydan okuyordu. Nesrin ister istemez arka koltuğun ortasına doğru gerileyerek hafif bir çığlık attı. Aynı anda camdan yüzünü çeken çocuk bir şey söyledikten sonra
arkasını dönüp küçücük bacaklarından beklenmeyecek hızlı adımlarla bir sokağın içinde kayboldu. Nesrin tam olarak emin değildi ama, sanki çocuk “merhaba Nesrin” demiş gibi gelmişti kendisine. Bu arada avukatlık bürosunun biraz ilerde yolun sağ tarafında olduğunu anlatan Sevinç cümlesini bitirmeden kafasını arkaya çevirerek “ne oldu” der gibi Nesrin’e bakmaya başladı. Nesrin aniden yükselen heyecanını henüz bastıramadığı için soluk soluğa konuşuyordu.







-     Gördünüz mü kız çocuğunun yaptığını? Yüzünü cama dayayıp deli gibi baktı bana. Kimdi bu? Tanıyor musunuz? Yemyeşil saçları vardı.

Sevinç etrafa göz gezdirirken Şenol araya girdi.

-     Yeşil saçlı bir çocuk mu? Sinop’da benim bildiğim kadarıyla hiç yeşil saçlı çocuk yok. Herkesi de tanırım aslında. Son günlerde gelen bir turistin çocuğudur belki. Emin misin yeşil saçlı olduğuna? İnsan çocuğunun saçını yeşile boyatır mı hiç? Belki muziplik yapmak isteyen peruka takmış bir çocuktur.

Nesrin sinirlenmeye başladığını hissediyordu. Bu gidişle yakında artık deli muamelesi yapılacaktı kendisine. Bu garipliklerin korkmadan üstüne gitmeye karar verdi kendi kendine ve isyankar bir ses tonuyla cevap verdi.

-     Canım, peruka takmış olup olmadığını nerden bileyim ben. Basbayağı yeşil saçlı bir kız çocuğuydu. Uzun saçlı, soluk yüzlü, üç-dört yaşlarında bir kız çocuğu. İnşallah bir yerde görürüz de inanırsınız bana.

Sevinç elini uzatarak Nesrin’in dizine koydu ve onu yatıştırmaya çalıştı.

-     Tamam hayatım, yeşil saçlı diyorsan yeşil saçlıdır. Bu aylarda yüzlerce turist gelir buraya. Artık ana babalar çocuklarını ne şekillere sokuyorlar. Şenol laf olsun diye konuşuyor işte. Hani bir reklam vardı ya bir ara. Ağzı olan konuşuyor diye. Şenol’un konuşması da öyle. Sanki Sinop’a her gelene bizzat vize veriyormuş gibi.

Şenol gülmeye ve sesini yapmacık bir şekilde incelterek konuşmaya başladı.

-     Yahu ben ne dedim şimdi? İnsan yeşille başka bir rengi karıştıramaz mı? Sinop’da benim bildiğim kadarıyla yeşil saçlı çocuk yok dedim, hepsi bu. Belki bu arada yarım düzine yeşil saçlı çocuk gelmiştir güzel kentimize. Bakarsın akşama doğru yeşil saçlı çocuklardan geçilmez olur.

Nesrin de gülmeye başladı. Şu Şenol insanın sinirini almayı ne güzel beceriyor, herşeyi ne kadar doğal abartıyordu böyle. Şenol’a uzun süre kızgın kalmak neredeyse imkansız gibiydi. Ne olursa olsun bir yolunu bulup insanı






yumuşatıveriyordu. Hala büyümemiş afacan bir çocuk havası vardı tüm davranışlarında.

Yolu kapatan kamyon bu arada nihayet dar sokağa sapabildiği için tekrar ilerlemeye başlamışlardı. Kısa sürede çarşının içinden geçerek evleri ve dükkanları geride bıraktılar. Sağlarında dalgalı açık deniz gözüküyor, kabarık sulara vuran güneş sahilden uzaktaki dalgaları ışıltılı ve parlak bir beyaza boyuyordu.

Küçük bir yarım daire çizerek şehre giriş yoluyla birleşip çıkış istikametine doğru ilerlemeye devam ettiler. Nesrin tam ‘şehrin dışına mı çıkacağız acaba?’ diye içinden geçirirken soldan ayrılan bir yola girip önlerine gelen bir çatalın en sağından hafif bir meyille aşağıya doğru kıvrıldılar. İki tarafı da çam ağaçlarıyla kaplı bir yoldu bu. Ağaçların arasında tek tük binalar göze çarpıyordu. Şenol hızını artırmış olmasına rağmen, Nesrin yolun solundaki bazı tabelaları okumayı başarabiliyordu. İlk gözüne çarpan tabelanın üstünde “Ormancılar Kampı” yazılıydı. Nesrin’in sormasına fırsat bırakmadan Şenol açıklamaya koyuldu.

-     Burası ormancıların tesisi. Çok sakin bir yerdir. Küçükken çok gelirdik buraya arkadaşlarla. Ufak ve güzel bir plajı da vardır.

Sonra “Ayışığı” yazılı bir tabelanın önünden geçtiler. Nesrin “burası nasıl bir yer?” diye sordu. Bu sefer Sevinç atıldı cevaplamak üzere:

-     Burada bungalow tipi evler var. Çok sevimli. Denizin üstünde çok güzel bir barları var ayrıca. Geceleri canlı müzik yapılıyor. Gerçi çoğunlukla gençlerin gittiği bir yer ama, belki bu akşam yemekten sonra gelip biraz otururuz. Şenol bey rakıyı fazla kaçırmazsa tabii.

Şenol yolun düzlüğünden faydalanıp iki elini yana açarak “hoppalaaaa” dedi. “Ne zaman araba kullanamayacak kadar sarhoş oldum ki ben. Ayrıca kafayı bulursam arabayı bırakıp bir taksiye atlarız. Öyle değil mi hayatım?”.

“Öztürkler Kampı”nın önünden geçtikten bir müddet sonra önlerinde bir çatal belirdi. Sağdaki yol yukarıya doğru devam ediyor, soldaki yol ise aşağıda görünen sahile iniyordu. Şenol soldaki yola girerek biraz ileride arabanın ön tekerlekleri kumun üzerinde olmak üzere sahile diklemesine park etti.






Evden çıktıklarından beri en fazla on beş dakika zaman geçmişti. Arabadan inip kendilerine plajda uygun bir yer buldular. Şenol arabanın bagajından çıkardığı güneş şemsiyesinin borusunu kumun içine saplamaya çalışırken, Nesrin çevresine bakınmakla meşguldü.

Yer yer ıslak ve ince kumlu kumsal oldukça dar sayılırdı. Kumsalın sona erip yolun başladığı yerden, belli belirsiz dalgacıkların, hafif bir hışırdamayla gelip oynamakta olan çocukların bıraktığı ayak izlerini bile yok edemeden yavaş çekimdeymiş gibi geriye çekildikleri mesafe denize en fazla on metreydi. Sağa ve sola doğru yaklaşık üçyüzer metre kadar uzanan plajın bazı yerlerinde bu mesafe üç-dört metreye düşüyor, bazı yerlerinde ise denizin içinden başlayan küçük kayacıklar denizin dışında da devam ederek kumsalın boylu boyunca bölünmesine neden oluyorlardı.

Her taraf çok kalabalık olmasına rağmen rahatsızlık duymamıştı Nesrin. İrili ufaklı bir sürü çocuk, denizin başladığı yerde ve sığ sularda oynuyor, bir kaç tekne ve kayık biraz açıkta kendi hallerinde sallanıp duruyorlardı.

Arkalarında hafif çaprazlarında sahilden yirmi metre kadar içeride, yan tarafı sandalye ve masalarla donatılmış üç katlı beyaz bir bina yer almaktaydı. Nesrin’in oraya bakmakta olduğunu farkeden Sevinç “işte Şenol’un meşhur Beyaz Ev’i burası” dedi ve Şenol’a dönerek “kavuştun mu Beyaz Ev’ine nihayet hayatım” diye ekledi. Şenol bir açıklama yapmak ihtiyacı duyuyormuşcasına Nesrin’e yöneltti muzip bakışlarını.

-     Sen öyle dediğine bakma. Kendisi de hep buraya gelmek ister. Birincisi bu bölgenin kumu daha iyi. İkincisi güneşten bunalınca Beyaz Ev’e gidip bir şeyler içebiliyor insan. Ve ayrıca yemekleri de gerçekten iyidir. Sahiplerini tanıyorum. Çok titiz insanlar, her şeyi kendi elleriyle ve özene bezene hazırlarlar.

Nesrin üstündekileri çıkarıp bikinisiyle plaj havlusunun üzerine uzanmaya hazırlanırken, Şenol ile Nilüfer denize girmişlerdi bile. Sevinç tek parçalı mayosuyla şemsiyenin altında kalmayı tercih etmişti. Teninin bembeyaz rengi, güneş ışınlarına karşı Nuri gibi hassas olduğunu işaret etmekteydi. Nesrin sağ kolunu kıvırarak kafasını eline dayadı ve yüzünü Sevinç’e dönerek konuşmaya başladı.






-     Söyle bakalım Sevinçciğim, nasıl gidiyor Sinop’ta hayat? Alıştın mı artık buraya? Hiç özlemiyor musun Ankara’yı? En azından arada sırada?

Cevap vermeden önce yüzü düşünceli bir ifadeye bürünen Sevinç en sonunda “alıştım sayılır herhalde, ne bileyim, kış aylarında biraz daha zor oluyor burası, Ankara’yı da arada sırada özlemiyor değilim doğrusu, ne yalan söyleyeyim” dedi. Bu yanıtı beklemeyen Nesrin biraz şaşırmıştı. Nedense Sevinç’ten, Sinop’ta yaşamanın çok güzel olduğunu ve artık başka bir yere alışmasının mümkün olmadığını duymaya hazırlamıştı kendisini. Sevinç’i üzmek kaygısıyla çok dikkatli sürdürdü konuşmayı.

-     Peki neden canınız sıkılınca atlayıp gelmiyorsunuz Ankara’ya? Evim yeterince büyük, ben sizi severek misafir ederim. Şenol’u Nuri’ye havale edip dolaşıp dururduk seninle ne güzel.

Sevinç’in gözleri parlayıverdi birdenbire. İçindeki coşku ağzından hızla dökülen sözcüklerden de belli oluyordu.

-     Ne güzel olurdu gerçekten. Seninle son yıllarda hiç görüşmedik ya, ben de öyle pat diye gelivermeye çekiniyordum. Bakarsın bu kış kapını çalarız bir haftalığına.

Sevinç konuşmasını sürdürürken bir an önceki coşku gitmiş, yüzü tekrar donuklaşmıştı.

-     Esas sorun Şenol aslında. Sinop’dan hiç ayrılmak istemiyor nedense. Bir kaç günlüğüne bir yere gidecek olsak hemen sıkılıyor ve somurtup duruyor bütün gün. Dönünceye kadar da başımın etini yiyor. Tek başıma gelsem diyorum, ama annem öldüğünden beri Nilüfer’i bırakacak kimsem yok ki. Şenol hayatta beceremez o işi. Sahi sence Şenol ile Nuri iyi anlaşırlar mı?
-     Hiç merak etme bitanem. Şenol’u sen bana bırak. Nuri’ye postaladık mı iş tamamdır. Nuri ona bir hafta boyunca nefes aldırmaz. Ayrıca iyi anlaşacaklarına da eminim. Nuri de isteyince çok komik bir adam olabiliyor. Aynı Şenol gibi.

Sevinç rahatlamış ve sevinmiş gibi görünüyordu. Uzun bir sessizlikten sonra Nesrin aniden sordu.




-     Peki, mutlu musun?

Sevinç’in yüzünde ne anlama geldiği belli olmayan bir gülümseme belirdi. Memnuniyet, belirsizlik, ironi, her anlama çekilebilirdi gülümsemesi. Konuşmadan önce kumun üzerinde bağdaş kurup ayaklarının önündeki kumlarla oynamaya başladı. Elini kumla doldurup yumruk haline getiriyor, sonra kumun yere süzülmesini seyrediyordu.

-     Mutsuz değilim en azından. Yapmak istediğim her şeyi yaptım aslında. Sevdiğim bir adamla evlendim, çocuğum oldu, maddi açıdan sorunumuz yok, geleceğimizi garantiye aldık. Bütün bunlar çok önemli benim için. Ama insan sürekli mutlu olamıyor herhalde, değil mi? Arada sırada içimde bir boşluk hissediyor gibiyim. Değişik heyecanlar yaşamak istiyorum belki. Fakat geçiyor sonra. Biliyor musun, ben bu konular üzerine fazla düşünmüyorum da artık. Neyi değiştirebilirim ki? Aldığım tüm kararları düşünerek ve isteyerek aldım. Aynı konular bugün tekrar önüme gelse, fazla bir şey değişmezdi herhalde. Tüm yaptıklarımı tekrar yapardım. Peki ya sen, sen mutlu musun? Sen hep farklıydın. Şu anda geriye bakınca ne düşünüyorsun?

Nesrin’in kolu uyuşmuştu. Uzandığı yerden doğrulup o da Sevinç gibi bağdaş kurdu. Sonra konuşmaya başladı.

-     Geriye bakamıyorum ki. Hep farklı bir beklenti var içimde. Sürekli olarak hepsi bu olamaz diyorum kendi kendime. Tüm yaşadığım ve yaşayacaklarım bundan ibaret olamaz. Sanki birdenbire çok farklı bir şey olacakmış ve beni uçurup götürecekmiş gibi. Sonra hiç bir şey olmayacak, her şey böyle sürüp gidecek diye korkuya kapılıyorum. Gerçekleşmesini istediğim şeyin ne olduğunu da bilmiyorum aslında. Bazen büyüyünce ne olacağım diye düşündüğüm bile oluyor. Kendimi hala yetişkin hissetmiyorum senin anlayacağın. Bu hep böyleydi zaten. Kim bilir, yaşlanınca da böyle olacak belki. Ne istediğimi bilmiyorum kısacası. Huzursuzluk içinde kıvranıp duruyorum. Mutlu anlarım olmuyor değil elbette. Ama hep gelip geçici. Zaten dediğin doğru galiba. Sürekli mutluluk diye bir şey yok. En mutlu insanlar sahip olduklarıyla tatmin olabilenler. Öyle isterdim ki onlar gibi olmayı ve çok fazla düşünmemeyi.






-     Peki ya Nuri? Nuri’nin hayatındaki yeri ne?

Nuri’nin adı geçince Nesrin’in koyu gözleri parlayıvermişti.

-     Onun yeri çok özel. Nuri olmasa ne yapardım gerçekten bilemiyorum. Herhalde bir bunalımdan diğerine girer dururdum. O kadar iyi anlaşıyoruz ki, bu bile beni bazan korkutuyor. İyi anlaşmamızın en önemli nedeni birbirimizi rahat bırakmamız sanırım. Yapışık ikizler değiliz yani. İkimizin de kendi hayatı var. Evlenirsek ne olur bilemiyorum. Bunun için kararsızım zaten evlilikle ilgili olarak. Nuri çok ısrar ediyor, ama ben sürekli yeni bir bahane uydurup erteliyorum kararımı. Bakalım nereye kadar gidecek bu şekilde.

Sevinç kumlarla oynamayı bırakıp, şefkatli bir yüz ifadesiyle Nesrin’e yöneltti bakışlarını.

-     Hayat gelip geçiyor Nesrinciğim. Biz de artık genç kız değiliz. Bir an önce karar versen iyi olur bence. Anlattığın kadarıyla herkesin gıptayla baktığı bir ilişkin var. Daha ne düşündüğünü açıkçası anlayamıyorum. Hayatta neyin garantisi var ki zaten?

Tam bu sırada ıslak bir şekilde güneş şemsiyesinin altına girip çantanın içini karıştırmaya başlayan Şenol, iki kadının konuşmasının sona ermesine neden oldu. Çantadan çıkardığı havluyla şemsiyenin yanında, seyrekleşmeye yüz tutan kısa saçlarını ve hafif kilolu vücudunu kurularken Nesrin ayağa kalkarak “beni sıcak bastı, denize girsem iyi olur; sen de gelir misin Sevinç?” dedi. Fakat Sevinç öğlen sıcağında denize girmeye yanaşmadı.

-     Yok hayatım, sen gir. Güneş çok tepede. İnsan farkında olmadan denizde bile yanıyor. Ben akşamüstü girerim. Fakat fazla açılma, burası Karadeniz. Akıntı alır götürüverir maazallah.

İyi bir yüzücü olan Nesrin vücudunu alıştıra alıştıra ıslatmaktan hoşlanmazdı. Serin suyun içinde su kalçalarına gelene kadar yürüdükten sonra suya daldı. İnsanı ferahlatan enfes bir serinliği vardı suyun ve görebildiği kadarıyla tertemizdi.







Güçlü kulaçlar atarak yüzmeye başladı. Kısa sürede sığ sulardaki
insan kalabalığından uzaklaşmış, sahilden otuz metre kadar açıktan kumsala bakıyordu. Sevinç şemsiyenin altında kitap okumakla meşguldü. Şenol ise ortalarda gözükmüyordu. Bir şeyler içmek üzere Beyaz Ev’e gitmiş olabilirdi belki de.

Kendisini çok huzurlu hisseden Nesrin suyun içinde sırtüstü döndü ve bacaklarını hafifçe hareket ettirerek gökyüzünü seyretmeye koyuldu. Küme küme sıralanan beyaz bulutlar bir saat öncesine göre biraz daha çoğalmış olmalarına rağmen, güneş ışınlarını engelleyecek yoğunlukta değillerdi. Yerlerinden hiç kıpırdamıyor gibiydiler. Başının üstünden geçen ufak bir dalga neredeyse su yutmasına neden olacaktı. Birdenbire etrafındaki suların biraz öncesine göre daha hareketli ve soğuk olduğunu farketti. Suyun içinde toparlanıp gözleriyle sahili aradı. Fakat sahil adeta yok olmuştu. Panik içinde etrafına bakmaya devam etti. Denizin içinde dönüp durduktan sonra sahilden kilometrelerce uzakta, neredeyse Sinop burnu hizasında açık denizin tam ortasında olduğunu anladı. Korkunç gerçek tüm çıplaklığıyla önündeydi. Ne oluyordu böyle? Bir akıntının onu alıp bir kaç dakika içinde buralara getirmesine imkan yoktu. Değil Karadeniz’de, dünyanın hiç bir denizinde böyle bir akıntı olamazdı. Sakinleşip yönünü tayin etmesi gerekiyordu. Kabarık suların arasından hayal meyal seçebildiği Sinop evlerine göre, plajların bulunduğu yer çok uzaklarda yalnızca bir çizgi olarak seçebildiği yönde olmalıydı. Bütün gücünü ve cesaretini toplayarak o tarafa doğru yüzmeye başladı.

Henüz beş dakika kadar yüzmüştü ki, yaptığının hiç bir anlamı olmadığını farketti. Oraya kadar yüzmesi mümkün değildi. Yapabileceği tek şey, gücünü sınırlı kullanarak ne olursa olsun suyun yüzünde kalmak ve yakınlardan bir kayık veya teknenin geçmesini beklemekti.

Birdenbire omuzuna yumuşak ve suyun içinde bile yapış yapış bir ıslaklık hissi uyandıran bir şey çarptı. Ortası kırmızı bir deniz anasıydı bu. Önünde, sağında ve solunda başka deniz anaları da belirdiler. İrili ufaklı yüzlerce deniz anası. İçlerinden birinin karnına yapıştığını farkedince, sağ elini kullanarak karnından söküp çıkardı onu. Canı yanmış, bastıramadığı bir panik tekrar yükselmeye başlamıştı. Etrafına hiç bakmadan deliler gibi yüzer buldu kendisini aniden. Her tarafını sarmışlardı sanki. Nefes nefese kalıncaya kadar yüzmeye devam etti. Kurtulmuştu galiba deniz analarından.






Güçsüz kaldığı için başını artık suyun üstünde tutamıyordu. Arkasından gelen iri bir dalgaya gömülüp tekrar su üstüne çıktığında oldukça fazla su yutmuştu. Öksürüp böğürmeye başladı ve biraz da kustu. Suyun rengi ürkütücü derecede karanlıktı ve çok bitkin hissediyordu kendisini. Artık neredeyse her şeyi oluruna bırakıp dalgalarla mücadele etmekten vazgeçmek üzereydi. Fakat inatçı kişiliği bunu yapmasına izin vermedi. İsyan ediyordu tüm başına gelenlere. Tekrar gücünü toparlayarak etrafa bakındı. Sinop burnundan bulunduğu yöne doğru gelen bir tekne gördü uzaklarda. En sonunda bir umut ışığı belirmişti. Teknenin ne kadar yakınından geçeceğini tahmin edemiyordu. “Dikkatlerini mutlaka üzerime çekmeliyim, son şansım bu, daha fazla dayanamam” diye düşündü.

Dakikalar bir türlü geçmek bilmiyor, gücünün giderek tükendiğini hissediyordu. En sonunda tekne, motorun çıkardığı homurdanma duyulabilecek kadar yaklaştı. Suyun içinde ellerini ve kollarını sallayarak dikkat çekmeye çabalayan Nesrin, bir yandan da çıkarabildiği en güçlü sesle “imdaaat, buraya bakın, yardım edin, buradayım” diye bağırmaya başladı. Bu arada küçük tekne sanki biraz daha yaklaşmış gibiydi.

Nihayet onu farkedip teknenin rotasını değiştirdiler. Tam üstüne geliyordu tekne artık. Sonra motor sesi sustu ve iki güçlü el Nesrin’i koltuk altlarından kavrayarak teknenin içine çekti. Birdenbire büyük bir rahatlama hisseden Nesrin, geçirdiği şok nedeniyle olsa gerek, ölümden kurtulduğunu idrak edememişti hala. Şaşkın ve ürkek gözlerle etrafına bakıyor, sanki önemli bir şey olmadığını ifade etmek istercesine gülümsemeye çalışıyordu. Gerilmiş yüz hatları gülümsemeden başka her şeye benziyordu aslında.

Teknedeki üç kişiden biri onun bank gibi bir yere oturmasına yardım ederek omuzlarının üstüne bir örtü koydu. Rahatlama, mutluluk ve öfke gibi hisler içinde bulunan Nesrin oldukça kalın bir ses duydu.

-     Kızım sen delirdin mi? Ne işin var buralarda? Ölümüne mi susadın? Tesadüfen buradan geçmeseydik yarım saat içinde burnun öbür tarafına atardı seni Karadeniz. Adın ne senin bakayım? Nasıl geldin bu kadar açık sulara?

Kalın sesin sahibi 65-70 yaşlarında, hafif kamburu çıkmış, yüzüyle elleri,






yazları güneş ve kışları sert rüzgarlardan kavrularak çatlamış, kafasında denizci kasketi taşıyan kaba fakat babacan görünümlü iri yarı bir adamdı. Artık yüzündeki deriye iyice yerleşmiş bulunan derin çatlaklar onu olduğundan daha sert gösterirken, senelerin omuzlarına yüklediği yorgunlukla beyaz ile kızıl arası bir renge bürünmüş olan kalın bıyığı yüz hatlarını biraz olsun yumuşatıyordu.

Küçük teknede ondan başka kot pantolonlu ve kirli fanilalı 15-16 yaşlarında yalınayak bir çocuk ve 25-30 yaşlarında sakallı ve üstü çıplak bir adam bulunuyordu. Nesrin’in henüz cevap verecek durumda olmadığını gören yaşlı denizci teknenin dümen kısmında yerde duran su şişesini Nesrin’e uzatırken konuşmasına devam etti.

-     Al kızım, biraz su iç de kendine gel. Bana Sait Reis derler. Buranın en eskilerinden sayılırım. Sinop’tan neredeyse hiç ayrılmadım. Bu suları benden daha iyi bilen yoktur herhalde. Seni denizin ortasında elini kolunu sallarken görünce iyi şaşırdık doğrusu. Sen yat kalk bu ikisine dua et sesini duydukları için. Benim kulaklarım artık çok iyi işitmiyor. Denizin sesinden başka bir ses pek duymam ben. Nasıl, iyi misin şimdi? Su iyi geldi mi?

Sait Reis konuşurken şişedeki suyu neredeyse bitirmiş olan Nesrin
kendisini gerçekten çok daha iyi hissediyordu. Ağzındaki kusmuk tadı geçmiş, kolları ve bacakları tekrar güçlenmiş ve tepelerindeki güneş sayesinde vücudu biraz ısınmıştı. Son bir yudum aldığı şişeyi ağzından çekip eliyle ağzını sildi ve Sait Reis’e cevap verdi.

-     Hepinize çok teşekkür ederim. Buradan 10-15 dakika sonra geçseydiniz, herhalde ben olmazdım artık. Adım Nesrin. Avukat Sevinç hanımla, doktor Şenol beyin misafiriyim. Buralara nasıl geldiğimi anlayamadım. Beyaz Ev’in orada sahilden yalnızca otuz metre açılmış sırtüstü yatıyordum. Göz açıp kapayıncaya kadar kendimi burada buldum. Denize yabancı değilimdir aslında ve iyi yüzerim. Fakat böyle bir akıntı hayatımda görmedim daha. Akıntı diyorum ama, o da aklıma pek yatmıyor. Öyle değil mi, Sait Reis?

Sait Reis babacan bir kızgınlıkla Nesrin’i uzun saçlarından tutup kafasını iki yana çekiştirdi. Bunu yaparken söylenmeye başlamıştı bile.






-     Git oradan kızım, hikaye anlatma bana. Altmış yıldır hergün bu sularda dolanıp dururum, daha öyle bir akıntı görmedim. Seni Beyaz Ev’in oradan alıp buralara getirdi, öyle mi? Sen onu benim külahıma anlat. Karadeniz’de akıntılar kuvvetlidir gerçi ama, bu kadar da değil. Farkında olmadan iyice açılmışsın herhalde. Gerisini de denizin kendisi halletmiş. İnşallah aklın başına gelmiştir de, bir daha kalkışmazsın böyle işlere. Gerçi gözlerinden keçi gibi inatçı olduğunu görüyorum ama, her neyse, benden söylemesi. Hergün bizi buralarda bulamazsın. Muammer, oğlum, Beyaz Ev’in oraya kır dümeni. Hanım kızımızı merak etmişlerdir. Daha fazla bekletmeyelim Şenol beyle Sevinç hanımı. Zaten onlara da söyleyecek bir çift lafım olacak. İnsan misafirine daha iyi göz kulak olmaz mı yahu?

Nesrin ister istemez gülümsemek zorunda kaldı. Sait Reis’in, sert görüntüsünün altında yumuşacık bir insan olduğunu anlamıştı.

Küçük tekne hızla sahile yaklaşırken, Nesrin neredeyse eski haline dönmüştü. Biraz önce ölüm tehlikesi geçirmiş birisine benzemiyordu hiç. Onun yerinde şimdi başka bir kadın olsa, herhalde baygınlık geçirip, ayıldığında da hüngür hüngür ağlardı korkudan. Halbuki Nesrin, böylesi bir durumda çok doğal olan korkuyu çabucak yenmiş ve başına gelen olaylarla ilgili olarak biraz daha hırslanıp öfkelenmişti. Başına daha neler gelirse gelsin bu garip olayların üstüne gidecekti. Yapacağı ilk iş olarak küçük kız çocuğunu bulmaya karar verdi içinden. O soluk yüzlü ve yeşil saçlı çocuğun anahtar bir rol oynadığını düşünüyordu. Çok az aralık duran camdan duyabildiği ve dudaklarından okuyabildiği kadarıyla kendisine “merhaba Nesrin” demişti ayrıca. Çocuğun olaylarla ilişkisi olduğu yalnızca bir sezgiydi ve yanılma olasılığı büyüktü, fakat denemeye değerdi. Zaten yapabileceği başka bir şey yoktu şimdilik. Çocuğu aramak hiç bir şey yapmamaktan daha iyiydi en azından.

Bu arada tekne sahile iyice yaklaşmış, kumsaldaki yerlerinin elli metre solunda bulunan küçücük bir iskeleye yanaşmaya çalışıyordu. Nesrin kumsalda olağanüstü bir hareketlilik göremedi. Her şey aynı bıraktığı gibi görünüyordu. Denize girdiğinden beri en az bir saat geçmiş olmasına rağmen, belki de kimse farketmemişti onun yok olduğunu. Belki de böylesi daha iyi olur, kimseye ayrıntılı açıklamalar yapmak zorunda kalmazdı. Fakat sonra Sait Reis’in sözleri aklına geldi. “Şenol beye söyleyecek bir çift lafım var” demişti.






Tekneden küçük ahşap iskeleye atlarken Sait Reis yardım etti ona ve arkasından geldi. Eskilikten çürümeye başlamış olan iskele, adımlarının altında sallanıp duruyor, insanlardaki öfleyip pöflemeyi andıran garip sesler çıkartıyordu.

Nesrin’in içinden Sait Reis’e dönüp tekrar teşekkür etmek ve “daha fazla zahmet etmeyin artık” demek geldi, fakat sonra vazgeçti. Bu yaşlı ve dediği dedik adamdan o kadar çok hoşlanmıştı ki, bir süre daha yanında olmasını istiyordu. Hem bakalım Şenol’a ne diyecekti Sait Reis? Onu biraz önce teknede belirttiği gibi azarlayabilecek miydi acaba?

Birlikte kumların üzerinden Beyaz Ev istikametine doğru yürürlerken, karşıdan kendilerine doğru koşarak gelmekte olan Sevinç’i gördüler. Sevinç nefes nefese kalmıştı. Hemen sormaya başladı.

-     Ne oldu Nesrin? Ben kitap okurken uyuyakalmışım. Şenol da Beyaz Ev’de bir arkadaşıyla oturuyormuş. Beş on dakika önce farkettik yok olduğunu ve etrafta seni aramaya başladık.

Sevinç’in gözü arkada duran Sait Reis’e takıldı birden.

-     Yoksa söylediklerimi dinlemedin ve açıldın da Sait Reis mi kurtardı seni?

Sait Reis bu fırsatı bekliyormuşçasına hemen atıldı. Bu arada Şenol da yanlarına gelmiş, konuşmadan onları dinliyordu.

-     Ne açılması Sevinç hanım, Şenol bey, ne açılması. Sevgili kızımızı bıraksak Samsun’a doğru yola koyulacaktı herhalde. Bozburun’un oralarda yakaladık da ikna ettik geri dönmeye. Kemal Paşa’dan sonra Samsun’a ikinci çıkartmayı yapmayı planlıyordu bana sorarsanız. Aman dikkatli olun bundan böyle, yalnız bırakmayın güzel kızımızı. Bir dahaki sefere Rusya’ya yüzeceğim diye tutturursa, halimiz harap olur. Koca denizin ortasında bulamayız bir de o zaman.

Sevinç iki eliyle ağzını kapamış, dehşetten irileşmiş gözlerle Sait Reis’e bakarken, Şenol bir şeyler kekelemeye çalışıyor, fakat ne dediğini kendisi bile anlamıyordu. Nesrin ise hiç bir şey olmamış gibi gülmeye başlamıştı. Ne tatlı adamdı şu Sait Reis. Ne güzel ve zekice benzetmeler yapıyor ve olayı






yumuşatıveriyordu. Ayrıca kendisine devamlı kızım demesinden hoşlanmaya başlamıştı. Sait Reis’e yönelip, içinde denizin ışıltısı görünen kahverengi gözlerine baktı.

-     Size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum Sait Reis. Hayatımı kurtardınız. Gitmeden önce size mutlaka uğrayacağım. Eğer günün birinde Ankara’ya gelirseniz beni arayın. Çok mutlu olurum. Bizim orada da iyi balık yenilebilen yerler vardır.

Sait Reis’in yüzünde kocaman bir gülümseme belirdi. Onun da kanının Nesrin’e kaynadığı her halinden belli oluyordu.

-     Ne zaman istersen uğra, güzel kızım. Ben her sabah erken saatlerde Yalı kahvesinde olurum. Kime sorsan gösterir orasını. Mendireğin hemen önünde. Doktor bey de bilir zaten. Birlikte çok oturmuşuzdur orada. Fakat Ankara’ya bekleme beni. Ne işim var o beton yığınının içinde. Kahırdan öldürmek mi istiyorsun sen beni Allahaşkına? Ben buralardan zor ayrılırım artık. Yaş 70 oldu neredeyse.

Nesrin ani bir kararla Sait Reis’e yaklaşıp onu yanağından öptü ve kulağına “sağolun, hiç unutmayacağım sizi” diye fısıldadı. Bu yakınlık gösterisinden çok hoşlanan Sait Reis biraz utangaç bir sırıtmayla herkese iyi günler dileyip teknesine geri dönerken, Sevinç konuşma kabiliyetini tekrar geri kazanmış olarak Nesrin’i azarlamaya koyuldu.

-     Kızım inanamıyorum sana. Küçük bir çocuk gibisin. O kadar söyledik, buranın denizi farklıdır, dikkatli ol, fazla açılma diye. Sen ne yapıyorsun? Alıp başını burna doğru yüzmeye başlıyorsun. Ne yapardık sana bir şey olsaydı? Kemal amcaya ne anlatırdım ben? Bak söz ver bir daha açılmayacağına, yoksa kesinlikle bir dakika bile yalnız bırakmam seni.

Nesrin arkadaşının koluna girerek “tamam tamam, söz veriyorum, bir daha açılmam” dedi ve birlikte kumsaldaki yerlerine geri döndüler. Çevredeki insanlardan çok azı ne olduğunu anlayabilmiş, onlar da Sait Reis’in söylediklerini abartı sanmışlardı. Nesrin’in hiç niyeti yoktu açılmadığını, tam tersine birdenbire kendisini açık denizde bulduğunu anlatmaya. Nasıl olsa kimse inanmazdı ki.






Nesrin havlusunun üzerine uzanıp sırtını güneş ışınlarına vermeden önce cep telefonunun saatine bakınca öğleden sonra iki olduğunu gördü. Cevapsız
aramalardan Nuri’nin iki kez aramış olduğunu tespit edip, akşama onu aramaya karar verdi. Şimdi arasa büyük bir ihtimalle uykudan uyandırırdı. Gece geç saatlere kadar çalıştığı için, öğleden sonra mutlaka 1-2 saat kestirirdi Nuri.

Şenol tekrar Beyaz Ev’e dönmüş, Sevinç ise şemsiyenin altında kitabını okuyordu. Nesrin gözlerini kapayıp düşüncelere daldı.

Neler oluyordu böyle? Herşey içinden çıkılmaz bir duruma gelmişti. Öğreniminin ve mesleğinin verdiği bir alışkanlıkla Ankara’dan yola
çıktıktan sonra yaşadığı tüm olayları sıralayıp, mantıksal bir açıklama geliştirmeyi denedi.

En baştan başlamalıydı. İlk sırada yollarda gidip gidip, istediği yere bir türlü varamaması yer alıyordu. Hatta benzinlik ve kamyon olaylarında ortaya çıktığı üzere aynı yolu bir kaç kez gitmiş olması gerekirdi. Kastamonu’daki restoran aklına geldi sonra. Siparişi iki kez vermek zorunda kalmış, hesabı ödediğini ise hiç yaşamamıştı. Birbirine taban tabana zıt iki olay. Demek ki, zamanla ilgili bir sorun yaşıyordu en basit açıklamayla. Bazen ve daha yoğun olarak zamanın içinde geri dönüyor, yaşadıklarını bir kez daha yaşamaya başlıyor ve nadiren olmakla birlikte, zaman içinde ileriye atlayarak bu arada olan biteni kaybediyordu. Zaman içinde ileriye atlıyorsa, normal zamanı yaşayan ikinci bir Nesrin mi vardı peki? Ya diğer insanlar, onlar zaman içinde sabit mi kalıyorlardı? Tam bir deli saçması. Mantıkla açıklanacak nesi vardı ki tüm bunların? Ve kısacık geceliğiyle kendisini odanın kapısında buluvermesi, bu da mı zamanla ilgiliydi? Olabilirdi aslında. Giyindikten sonra geriye bir sıçrama yapmış ve giyinme eylemi ortadan kalkmış olmalıydı. En son olarak ise, açık denizde dalgalarla boğuşurken Sait Reis tarafından kurtarılması. En mantıksal açıklama, hayallerinin gerçeği bastırıp ön plana çıkması olabilir miydi acaba? Böylece yaptığı şeyleri olmamış ve yapmadığı şeyleri olmuş gibi kabul ediyordu. Başka bir deyişle delirmişti. İnsanın böylesine bilinçli bir şekilde düşünüp taşınarak delirmesi mümkün müydü? Belki de, dünyadaki tüm delirenler aynı yolu izliyorlardı. Fakat onca mesafeyi katederek kendisini birdenbire denizin ortasında bulmasını nasıl açıklayabilirdi? Bunu hayal gücüyle yapmış olması mümkün değildi herhalde.







Aklına yeşil saçlı kız çocuğu geldi birdenbire. Kendisinden başka kimsenin görmediği ve Sinop’ta hiç olmayan bir çocuk. “Merhaba Nesrin” demişti fısıldayarak. Nedense yeşil saçlı kızın çok önemli olduğunu düşünüyordu hala. Bu akşam eve dönerlerken çarşıda arabadan inip onu aramalıydı. Elle tutulur bir tek çocuk vardı zaten ortada. Onu aramaktan başka ne yapabilirdi ki? Delirdiğini kabul etmekten daha iyiydi en azından. Bir karar vermiş olmanın rahatlığıyla güneşe ön tarafını dönüp kafasını kurcalayan tüm düşüncelerden sıyrıldı. Bir sürü tesadüf arka arkaya gelip tüm bu olayları yaşamış da olabilirdi ayrıca. Sakin olması ve serinkanlılığını muhafaza etmesi gerekiyordu.

Güneşlendikten sonraki zaman oldukça neşeli geçti. Sevinç ile bol bol konuşup eski anıları tazelediler. Hala bir sürü ortak arkadaş ve tanıdıkları vardı. Sevinç herkesin ne yaptığını en ince ayrıntısına varıncaya değin öğrenmek istiyordu. Nesrin bildiklerinin hepsini anlattı. Bazı komik olayları hatırlayıp doyasıya güldüler. Şenol ise denize bir girip, bir çıkıyor, vaktinin geriye kalan kısmını ise Beyaz Ev’de arkadaşlarıyla sohbet ederek geçiriyordu.

Öğleden sonra saat dörtte Şenol ve arkadaşları Beyaz Ev’in karşısında bulunan beton binanın üst katındaki birahanede bira içmeye başladılar. Sevinç Nesrin’e “biz de birer bira içelim mi?” diye sordu. Bu fikir Nesrin’e de cazip geldi. Biraz daha rahatlar, denizde olanları tümüyle unutmasını sağlardı belki de.

Nilüfer’i birlikte oynadığı çocukların annesine teslim ederek üstlerine tişörtlerini giyip Şenol’ların yanına gittiler. Şenol onları ayakta karşıladı ve arkadaşlarına tanıttı. Sevinç hepsini tanıyordu zaten. Nesrin’e buz gibi bira gerçekten iyi geldi. Masanın ortasında duran kocaman tabağın içinden bir kaç parça patates kızartması alınca, ne kadar acıktığını farketti. Sabah kahvaltısından beri hiç bir şey yememiş, Sevinç’in biraz önceki sandviç önerisini geri çevirmişti.

Masada havadan sudan konuşuluyordu. Şenol bir ara rüzgarın yön değiştirmeye başladığını belirterek Sevinç ile Nesrin’e döndü ve “yarın büyük bir ihtimalle burası dalgalı olur, en iyisi arka denize gitmek, hem Nesrin orasını da görmüş olur” dedi. Sevinç pek hoşlanmamışa benziyordu bu öneriden. Arka deniz kilometreler boyunca uzayıp giden bir kumsaldan ibaret olduğu ve kumsalda hiç bir büfe veya restoran bulunmadığı için, özellikle yiyecek ve içecek açısından tedarikli olmak gerekiyordu. Şenol Sevinç’in itirazları





karşısında kolunu onun omuzuna atarak kucakladı ve “üzülme hayatım, sen yalnızca içecekleri düşün, gerisini bana bırak, Körfez’de beş tane kıymalı ve peynirli pide yaptırırım olur biter” dedi. Sonra ağzından sular akarak Nesrin’e dönüp “Körfez pide salonunda buranın en güzel pidelerini yaparlar, kelimenin tam anlamıyla enfes” diye ekledi. Bu arada Sevinç, gözlerini irileştirerek yapmacık bir öfkeyle Şenol’un üstüne yüklenmişti bile.

-     Beş tane pide mi? O dev pidelerden üçbuçuk kişi için beş tane mi yaptırmayı düşünüyorsun sahiden? Allah bilir, dördünü kendin götürmeyi planlıyorsundur. Şenolcuğum, hayatım, şu göbeğine baksana bir lütfen. Böyle devam edersen, önümüzdeki sene göbeğini burada otururken masanın üstüne koyarsın artık.

Hep birlikte kahkahalarla gülüp birer bira daha ısmarladılar. Nesrin kendisini giderek daha iyi hissediyordu. Zaman zaman aklına gelen deniz analarını bile unutmuştu artık. Biralarını içtikten sonra Sevinç yerinden doğrularak “güneş iyice alçaldı ve benim denize girme vaktim geldi artık, Nesrin, sen de gelir misin?” dedi ve devamla “açılmak yok ama, çocukların arasında kalacağız, benim ayaklarım yere değmeli” diye ekledi.

On dakikayı geçmeyen bir deniz sefasını takiben duş alıp giyindiler. Nesrin bira içtikleri yerin altındaki kabinlerden birisinde ıslak bikinisini çıkartıp yanında getirdiği iç çamaşırlarını ve kot pantolonuyla tişörtünü giydi. Kabini terketmeden önce üstüne başına bakarak giyindiğinden emin oldu. İç çamaşırlarıyla veya daha kötüsü çırılçıplak milletin arasına çıkması tam bir felaket olurdu gerçekten. Sevinç bile, ne söylerse söylesin kesinlikle inanmazdı artık.

Arabaya binip şehre doğru yol alırlarken Nesrin “beni girişteki ana caddeye çıkar çıkmaz bırakın, hem unuttuğum bir ilacı almam lazım, hem de biraz dolaşmak istiyorum çarşıda ve iskelenin oralarda” dedi. Sevinç ilkin itiraz edecek oldu ve akşam erken çıkıp birlikte dolaşabileceklerini belirtti, fakat sonra Nesrin’in kararlı tutumu karşısında itirazlarından vazgeçip “önceden eve gelmezsen akşam saat sekizde çay bahçelerinin orada buluşalım, işin erken biterse telefon et, belki biz de biraz erken çıkıp çay bahçesinde yemekten önce birlikte otururuz” demekle yetindi.







Nesrin arabadan indikten sonra ana caddede etrafına bakarak yürümeye başladı. Yolun sağ tarafında bulunan hapishanenin ana kapısının önünden geçti. Kapıda, her bıyık yarışmasında dereceye girebilecek kadar kalın ve uzun bıyığı olan bir görevli duruyordu. “Belki yarın gelip gezerim burasını” diye düşündü Nesrin.

Yolun sol tarafında kubbeli ve hamama benzeyen bir bina gördü. Ana caddenin daha hareketli olan bölümüne gelmişti artık. Bir sürü insan dükkanlara girip çıkıyor, aralarında kılık kıyafetlerinden turist oldukları hemen anlaşılanlara da rastlanıyordu.

Uzakta Hükümet Meydanı’nı görünce ani bir kararla sağdaki ilk sokağa girip düz ilerledi. Yirmi metre önünde sağa ve sola daracık iki yol açılırken, biraz daha geniş olan sokak düz devam ediyordu. Her taraf birbirlerine bitişik iki veya en fazla üç katlı binalarla dolu olmasına rağmen yol bomboştu. Bu durum yalnızca 5-10 metre gerisindeki ana caddenin kalabalıklığıyla büyük bir tezat teşkil ediyordu.

İlk önce düz devam etmek niyetindeyken son anda kararını değiştirip soldaki dar yola saptı. Bir arabanın geçmesine izin vermeyecek kadar dar olan yol, üstünde yürümesi bile zor olan kocaman ve eğri büğrü taşlarla döşenmişti.

Otuz metre kadar ileride, yolun sol tarafındaki geçit gibi bir yerin önünde garip giysiler içinde kıpkızıl saçları olan bir kadın duruyordu. Kadının üstünde açık mavi renkte, önü işlemeli, yerlere kadar uzanan bir elbise vardı. Bu mekana, bu sokağa ve hatta bu şehre bile hiç uygun durmuyordu elbise. Aslında bu zamana uygun değildi. Geçmiş yüzyılı hatırlatıyordu bir şekilde. Nesrin biraz daha yaklaşınca kadının saçlarının kızıl değil kıpkırmızı olduğunu dehşet içinde farketti. Ayrıca kadın çok yaşlıydı. En az doksan yaşında olması gerekiyordu. Belki de yüz. Yüzü buruş buruştu ve hareketsiz bir şekilde iki yanında tuttuğu elleri lekelerle doluydu. Nesrin nefesini tutarak biraz daha ilerledi ve durdu. Aralarında en fazla on metre kadar bir mesafe kalmıştı şimdi. Yaşlı kadın gülümsüyordu. Çok tatlı ve sevecen bir gülümsemeydi bu. Sonra ağzı açılıp kapandı. Bir şey söylüyordu. Ağzı bir daha açılıp kapandı. Nesrin ürpererek yaşlı kadının dediğini anladı. “Merhaba Nesrin” demişti yaşlı kadın. Sonra tekrar ve daha belirgin gülümsedi ve arkasını dönerek titrek adımlarla daracık geçidin içinde kayboldu.







Nesrin adeta donakalmıştı, hiç bir yerini kımıldatamıyordu. Kendisine asırlar gibi gelen bir kaç dakikadan sonra nihayet toparlandı ve geçidin başına kadar yürüdü. Yirmi metre ileride başka bir sokağa çıkan geçitte kimsecikler yoktu. Nefesini tutarak biraz bekleyip geçitte ilerlemeye başladı. Sağlı sollu ahşap çitlerin arkasında küçücük bahçeler ve tek katlı, fakir görünümlü evler vardı. Bahçelerin birisinde yalınayak oynamakta olan iki oğlan çocuğuna “demin buradan yaşlı bir kadın geçti mi?” diye sordu. Açık renkli, diken gibi traş edilmiş saçları olan ve kardeş oldukları hemen anlaşılan oğlanlar hiç bir şey söylemeksizin kocaman gözlerle Nesrin’e uzun uzun baktılar.

Nesrin rüya görüyormuş gibi yoluna devam ederek geçidin bitişinde ilk önce sağa, biraz ileride de sola döndü. Daha geniş bir sokağa çıkmıştı şimdi ve başka insanlara rastlamaya başlamıştı. Sağında biraz ötede büyük bir İş Bankası binası görünüyordu. Tam karşısında köşede, vitrininde gemi ve tekne maketleri sergileyen bir dükkan vardı. Dükkanın önünden kıvrılarak deniz tarafına doğru gelişigüzel yürümeye koyuldu.

Küçük ve bakımsız bir caminin arka tarafında kocaman bir kavak ağacının altında, koyu renkli örtülerle donanmış masalar ve her an kırılıp dökülecekmiş beklentisini uyandıran sandalyeler gördü. Masa ve sandalyelerin gerisinde deniz ve mendirek vardı. İrili ufaklı balıkçı tekneleri denizin üstünde belli belirsiz sallanıp duruyor, günün yorgunluğunu üstlerinden atmak istercesine inlemeye benzeyen sesler çıkarıyorlardı. Sait Reis’in tarifine göre Yalı kahvesi olmalıydı burası. Caminin karşısında büyükçe bir tabelanın üzerinde “Körfez Pide Salonu” yazılıydı. Şenol’un meşhur pidecisi diye geçirdi içinden Nesrin. Bir an için Yalı kahvesine girip oturmayı düşünse de sonra vazgeçti ve iskele yönüne doğru devam etti.

Üstü kemerli geniş bir geçitten geçip çay bahçelerinin bulunduğu bölgeye geldi. Kalenin altından geçmiş olmalıydı. Yoldaki bir satıcıdan bir kesekağıdı dolusu kabak çekirdeği aldı. İskeleye doğru ilerleyip, beton iskelenin ortalarına kadar yürüdü. Sonra kollarını demir parmaklığa dayayıp deniz trafiğinin sebep olduğu kirlilikle renk değiştirmiş olan bulanık sulara bakmaya başladı.

“İlk önce yeşil saçlı küçük bir kız çocuğu, sonra da kırmızı saçlı çok yaşlı bir kadın” diye düşündü. Mutlaka bir ilişkisi olmalıydı bu ikisinin yaşadıklarıyla. Hem sonra ikisi de “merhaba Nesrin” dememiş miydi? Nereden





bilebilirlerdi ki adını? Hayal miydi tüm bunlar? Çaresizlikten çıldıracak gibi hissediyordu. Mutlaka bir açıklaması olmalıydı her şeyin. Eğer açıklama, kendi beynindeki bazı aksaklıklardan kaynaklanıyorsa, onu da kabullenmeye hazırdı. Yeter ki, söz konusu aksaklıklar ortaya çıksın. Fakat hiç ihtimal vermiyordu böyle bir duruma. Bütün bunlar hayal ürünü olsa bile, denizin içinde kilometrelerce mesafeyi de hayal gücüyle katetmiş olamazdı ya. Onca mesafeyi o kadar kısa bir süre içerisinde yüzerek geride bırakması da mümkün değildi. Tam bir gün vakti olsa bile başaramazdı bunu. En iyisi her şeyi şimdilik oluruna bırakmaktı galiba. Zaten Pazartesi sabahı erkenden Ankara’ya geri dönecekti. Belki de bir kaç hafta sonra, bu hafta sonunu garip olayların yaşandığı bir hafta sonu olarak anımsayacak ve çaresizce omuzunu silkerek gülüp geçecekti. İçinde en derinlerden gelen bir ses böyle olmayacağını söylüyordu ama...

Pantolonunun ön cebindeki cep telefonundan yükselen melodi sesi düşüncelerini yarıda kesti. Tahmin ettiği gibi Nuri’ydi arayan. “Nasılsın, her şey yolunda mı, denize giriyor musun?” diye soruyordu. Ne söyleyebilirdi ki? Hele telefonda. Evet, yolundaydı her şey. Deniz çok güzeldi ve Pazartesi günü geri dönecekti. Nuri de biraz keyifsiz olduğunu anlamış, kısa kesmişti neyse ki. Yalnızca “özledim seni” demişti konuşmanın en sonunda.

Cep telefonunu cebine sıkıştırmadan önce saate baktı. Yedibuçuk olmuştu. Çay bahçelerine doğru yürürken elindeki kesekağıdından bir avuç dolusu çekirdek alıp geriye kalanını yolda gördüğü küçük bir çocuğa verdi. Masaların arasından geçerek Hükümet Meydanı’na çıkan anayola geldi. Yukarıdan Sevinç ile Şenol elele tutuşmuş kendisine doğru yürüyorlardı. Onu görünce neşeyle el salladılar. Onlar kadar coşkulu olmasa bile, Nesrin de karşılık verdi. Herşeye rağmen onların neşesini bozmamaya, kırmızı saçlı yaşlı kadını unutmaya çalışacaktı. Sevinç daha yaklaşmadan yüksek sesle konuşmaya başladı.

-     Naaptın? Dolaştın mı biraz? Ne dersin, balık yemeye gitmeden önce şurada bir yerde oturup birer bira daha içelim mi?

“İyi olur aslında” diye düşündü Nesrin. Bu gece uykuya dalabilmek için ne kadar çok içerse, o kadar iyi olacaktı. Sevinç ile Şenol’un giysilerine takıldı gözü sonra. Sevinç’in üzerinde bol paçalı krem rengi bir pantolon ve omuzları açık sade desenli bir bluz vardı. Ayrıca hafif bir makyaj yapmış ve gümüş cam karışımı bir kolye takmıştı. Önü açık ayakkabıları da kıyafetiyle uyum içindeydi.




Şenol ise beyaz bir pantolon ve açık mavi bir gömlek giymişti. Nesrin onların yanında haylaz bir sokak çocuğu gibi duruyordu. “Keşke eve gidip üstümü değiştirseydim” diye geçirdi içinden.

Üstünde üç boş bira bardağının durduğu bir masanın etrafına yerleştiler. Garson masaya gelip boş bardakları toplarken, Şenol üç bira istedi. Biralarını beklerken Nilüfer’i komşuya bıraktıklarını anlatan Sevinç, biralar gelir gelmez bardağını ortaya uzatıp “tekrar hoş geldin Sevinçciğim, çok mutlu ettin bizi” dedi. Büyükçe bir yudumdan sonra heyecanla devam etti.

-     Hani Nuri’nin resmini gösterecektin bana.

Nesrin, sandalyenin kenarına asmış olduğu kumaş çantasından iri cüzdanını alarak cüzdanın ön gözünden bir resim çıkardı ve Sevinç’e uzattı. Sevinç hiç konuşmadan resmi incelemeye başladı ve bir süre sonra kafasını kaldırıp Nesrin’e döndü.

-     Bir de yakışıklı değil diyorsun. Daha ne olsun kızım? Kaç yaşında demiştin?

Nesrin resmi cüzdanına geri koyarken yanıtladı.

-     Benden beş yaş büyük. Kırksekiz yaşında yani.
-     Fransa’da mı okumuştu?
-     Evet Sorbonne’da. Ama solculukla uğraşmaktan bitirememiş.
-     Ankara’daki yeri nasıl? Söylemiştin ama unuttum, garip bir adı vardı. Yemekleri güzel mi?
-     Cafe Bar gibi bir yer. Adı Leon. Nuri’nin çok sevdiği bir filmin adıymış, ben görmedim filmi. Luc Besson diye bir rejisör çevirmiş. Her türlü salata var Leon’da. Bir kaç aydan beri Fransız, İtalyan ve Türk mutfağı karışımı bazı ana yemekler de vermeye başladı. Çok beceriklidir yemek konularında. Ankara’da bayağı tanınmış bir yer oldu bu arada.
-     Peki ya dekorasyonu neye benziyor?
-     Ahşabın hakim olduğu bir dekorasyonu var. Biraz eski görünümlü sayılır. Ama çok sıcak bir havası var. Ben sık sık gidiyorum ve kendimi çok rahat hissediyorum.







Konuşma sırasında biralarından büyükçe yudumlar almışlar ve bardaklarının sonuna gelmişlerdi. Sevinç sorularına devam ederken garson geldi ve boş bardakları topladı. Şenol’un sakin bir şekilde üç bira daha sipariş vermesine şaşıran Nesrin itiraz etmekten vazgeçti. Gerçi aç karnına içtiği bira başını döndürmeye başlamıştı ama, içkiye dayanıksız sayılmazdı. Yeni biralar geldikten sonra Sevinç bardağını masanın ortasına uzatarak “tekrar hoş geldin Nesrinciğim, bizi çok mutlu ettin” dedi ve Nesrin’e dönerek devam etti.

-     Hani Nuri’nin resmini gösterecektin bana.

Nesrin’in içinden “hayır olamaz” demek geldi. Zaman sorunu devam mı ediyordu acaba? Yoksa biraz önce konuştuklarını hayal mi etmişti? Sevinç’e şaşkınlıkla cevap verdi.

-     Göstermiştim ya demin.

Şaşırma sırası Sevinç’deydi şimdi.

-     Hayatım ne zaman gösterdin? Daha yeni oturduk buraya.

Nesrin yerine koymuş olduğu resmi tekrar çıkarıp uzattı ve Sevinç’in ağzından çıkacağını tahmin ettiği kelimeleri beklemeye başladı. Yanılmamıştı ve neredeyse eğlenceli buluyordu bu durumu artık. Birasından büyük bir yudum daha alırken Sevinç’in sesini duydu.

-     Bir de yakışıklı değil diyorsun. Daha ne olsun kızım? Kaç yaşında demiştin?
-     Benden büyük, ellisine geliyor neredeyse.
-     Fransa’da mı okumuştu?
-     Evet Sorbonne’da. Fakat okulu yarıda bırakmış.
-     Ankara’daki yeri nasıl. Söylemiştin ama unuttum, garip bir adı vardı. Yemekleri güzel mi?

Nesrin biradan bir yudum daha alıp kıkırdayarak gülmeye başladı. Kendisini bir bilim kurgu filminde gibi hissediyordu. Cevap verirken başı iyice dönmeye başlamıştı artık.







-     Adı Leon. Bir film ismi miymiş neymiş. Bir sürü salata çeşidi var işte. Otun her türlüsü. Yeni yeni bazı ana yemekler de yapmaya başladılar. Bizim Nuri çok beceriklidir yemek konularında.

Sevinç’in merakı daha da arttı.

-     Peki ya dekorasyonu neye benziyor.
-     Eski görünümlü ahşap ağırlıklı bir dekorasyon. Çok rahat, çok. Evinizde gibi hissedersiniz kendinizi.

Bu arada bira bardakları tekrar boşalmıştı. Garson gelip bardakları toplarken Şenol üç bira daha istedi. Aç karnına çabucak içtiği iki birayla hafif bir sarhoşluk yaşayan Nesrin “bakalım nereye kadar gidecek bu oyun” diye düşündü. Sonra sanki uzaklardan geliyormuş gibi Sevinç’in sesini duydu.

-     Tekrar hoş geldin Nesrinciğim. Bizi çok mutlu ettin.

Nesrin gülerek Sevinç’i yanıtladı.

-     Ben de çok mutlu oldum. Mutluluktan uçuyorum adeta ve her geçen dakika daha da mutlu oluyorum. Sahi sana Nuri’nin resmini göstermeyecek miydim?

Elinde tuttuğu resmi Sevinç’e uzatıp devam etti.

-     Resimde gördüğüne aldanma sakın. Hiç yakışıklı değildir. Ayrıca daha henüz kırsekiz yaşında olmasına rağmen altmışındaymış gibi gösterir.

Sevinç şaşırmıştı. Şenol’la göz göze geldikten sonra Nesrin’e döndü.

-     Yok canım, ne altmışı. Amma da abartıyorsun. Fransa’da mı okumuştu?
-     Evet Sorbonne’da. Fakat okuldan atıldığı için geri dönmek zorunda kalmış.

Sevinç konuyu değiştirmek ihtiyacını hissetmişti.

-     Ankara’daki yeri nasıl? Söylemiştin ama unuttum, garip bir adı vardı. Yemekleri güzel mi?





Birasını büyük yudumlarla içen Nesrin kahkahalarla gülmeye başladı. En sonunda sakinleşip cevap verdi.

-     Leon hayatım, adı Leon. Saçma sapan bir isim işte. Kimse bir şey anlamıyor. Yemek yok, yalnızca salata var. Bir sürü otu karıştırıp insanların önüne koyuyorlar. Sen sormadan söyleyeyim, dekorasyonu da bir boka benzemiyor. Her taraf ahşap. İçeri girince kendimi tabutta gibi hissediyorum.

Uzun bir sessizlik oldu. Sevinç ile Şenol hiç konuşmadan biralarını bitirdiler. Garson dördüncü kez gelmiş boş bardakları topluyordu ki, Şenol üç bira istedi. Nesrin artık iyice sarhoş olmuştu. Yeni biralar gelir gelmez bir yudumda bardaktaki biranın yarısını bitirerek yarı dolu bardağı masanın ortasına uzattı. Zorlukla ve bir sarhoş gibi ağzı dolu dolu konuşabiliyordu.

-     Bana hoş geldin demeyecek misiniz? Burada olmaktan çok, ama çok mutluyum. Nuri’nin resmini görmek istemez misiniz?

Sevinç heyecanla atıldı.

-     Görmek istemez miyim hiç? Fakat Nesrinciğim sen biranı yavaş iç. Denizde içtiğimiz biralardan sonra fazla gelebilir. Zaten bir şey de yemedin bütün gün boyunca.

Sevinç resmi incelerken Nesrin sarhoş bir şekilde konuşmaya devam ediyordu. Yüksek sesle konuştuğu ve sarhoş olduğu kolayca anlaşıldığı için yan masalardan bakmaya başlamışlardı.

-     Benim yakışıklı değil dediğime bakma, Nuri çok yakışıklıdır. Ayrıca en fazla otuz yaşında gösterir. Finlandiya’da okumuş, ama kışları çok soğuk olduğu için okulu yarıda bırakmış. Annıyor musun, soğuk olduğu için yarıda bırakmış. Nuri’nin yerinin adı Leon. L...E...O...N. Ne anlama geldiğini unuttum. Çok güzel salatalar var... Ama şarap da var... bira da var... Viski bile var. Ayrıca ahşap masalar var... Benim çok fena başım dönüyor Sevinç. Ne olur eve götürün beni. Çok içtim. Ayağa bile kalkamam. Haydi, ne olur eve gidelim.

Sevinç ile Şenol şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Sevinç büyük bir şefkatle Nesrin’in kolunu tutarak onu yatıştırmak istercesine konuşmaya başladı.





-     Tamam hayatım. Ne oldu sana böyle? Yarım bardak biradan kafayı buldun. Keşke öyle bir yudumda içmeseydin. Bütün gün yemek yemediğin için birdenbire fazla geldi herhalde. Haydi gel, senin koluna gireyim de, şuradaki taksiye kadar yürüyelim. Eve gider gitmez yatarsın. Gel tatlım.

Şenol hesabı öderken Sevinç arkadaşının koluna girmiş onu taksiye götürüyordu. Ancak yalpalayarak yürüyebilen Nesrin bir yandan
kıkırdayarak gülüyor, bir yandan da Sevinç’e “siz bir bira içtiniz, ama ben tam dört bira içtim” diyordu. Takside hemen uyuyakaldı. Evin önüne gelince onu uyandırıp zorlukla odasına kadar götürdüler. Nesrin devamlı gülüyor ve “salata var...Luc Besson çevirmiş o filmi...Leon...yakışıklı...henüz yirmibeş yaşında” gibi anlamsız sözler söyleyip duruyordu.

Sevinç en sonunda Nesrin’in üstündekileri çıkartıp geceliğini giydirmeyi başarabildi. Nesrin yatağına uzanır uzanmaz kendinden geçti. Derin bir uykuya dalmadan önce gözlerinin önünde bir anlığına kırmızı saçlı yaşlı bir kadın belirdi. Yaşlı kadın yeşil saçlı küçük bir kız çocuğunun elinden tutuyordu. İkisi birden ona gülümseyerek baktılar ve “Merhaba Nesrin” dediler.

Rüyasında yemyeşil bir bahçenin içindeydi ve üzerinde yerlere kadar uzanan beyaz bir elbise vardı. Çıplak ayaklarıyla otların üzerinde dolaşıp, her tarafı kaplayan çiçeklere dokunuyordu. Otların iç açıcı serinliği bütün vücudunu sarıp sarmalıyor, her taraftan fışkıran neşe ve sevincin girdabında oradan oraya zıplayıp duruyordu. Her şey o denli güzel ve ferahtı ki, kendisini cennette hissetti. Kuşların cıvıltıları ve ağustos böceklerinin cırcırlarından başka hiç bir ses duyulmuyordu. Bir de çok uzaklardan gelen bir su sesi.

Sonra otların içinde dolu bir su şişesi buldu ve şişeyi dudaklarına götürerek biraz içti. Enfes bir tadı vardı suyun, daha önceden hiç tanımadığı tatlı ve uyuşturucu bir tat. Kendisini yeni doğmuş gibi hissediyordu. Neredeyse ayakları yerden kesilip kuşlarla birlikte uçmaya başlayacaktı. O kadar hafiflemişti sanki. Şişenin içindeki suyla çiçekleri sulamaya başladı. Suyun değdiği çiçekler gözlerinin önünde büyüyüp gelişiyor ve rengarenk bir kılığa girip güzelleşiyordu. Elindeki şişeyle bütün







bahçeyi dolaştı. Şişenin içindeki su bitmek bilmiyordu bir türlü. Kendiliğinden yeniden doluyordu. Çiçeklerden sonra otları sulamaya başladı. Bahçenin içinde neşeyle zıplayıp duruyor, suyun verdiği gücü her tarafa dağıtıyordu.

Otları o kadar çok suladı ki, su incecik bir çizgi halinde otların arasından akmaya başladı. Suyun oluşturduğu çizgi genişleyerek bahçenin dışına taşıyordu artık. Nesrin bahçe kapısını açıp, akan suyu takibe koyuldu. Bir yandan da etrafa su dökmeye devam ediyordu. Giderek genişleyen su, bu arada küçük bir dere halini almıştı. İçinde rengarenk balıklar yüzüyor, kurbağalar vıraklayarak oradan oraya sıçrıyorlardı. Uzakta evler gözüktü. Küçük dere hızla evlere doğru akıyor, Nesrin de bir çocuk gibi zıplayarak dereyi takip ediyordu. Sonra aniden Nesrin derenin önüne geçip yönünü değiştirince, derenin arkasından geldiğini farketti. Nereye yönelse, dere peşinden geliyordu. Bu çok hoşuna gitti, zigzaglar çizerek ilerlemeye başladı. O önde, dere arkada, evlere giderek yaklaşıyorlardı.



























Üçüncü Gün (Pazar)

Nesrin aniden uyandı ve genel alışkanlığını hiçe sayarak nerede bulunduğunu ve geçen gece nasıl yattığını – daha doğrusu nasıl yatırıldığını – hemen anımsadı. Sevinç için rutin hale gelecekti herhalde artık onu soyup yatağa götürmek. Bu gece kendi başına soyunup yatağa gidebilse iyi olacaktı. Hiç alışık değildi yardıma bu denli muhtaç olmaya.

Bir an için, aklından hızla geçen tüm bu olayların bir rüya olup, rüyadan Ankara’daki yatağında gerinerek uyanabilmeyi diledi. Fakat odanın içinde göz gezdirince umutları suya düştü. Gardırop, komodin, kırmızı kilim, her şey yerli yerinde öylece duruyordu. Komodinin üzerindeki telefonunun saati, sabah beş buçuğu gösteriyordu. Hemen ayağa fırlayarak sabahlığını üstüne geçirdi ve sessizce buzdolabının yolunu tuttu. Ağzında dünkünden daha beter bir tat vardı. Bir su şişesinden bolca su içip, biraz kaşar peyniri atıştırdı. Şimdi daha iyi hissediyordu kendisini.

Gözü yarı açık duran teras kapısına ve uzakta gözüken masmavi sulara
takıldı. Ön deniz Şenol’un tahmin ettiği gibi, bir gün öncesine göre daha hareketli görünüyordu bugün. Merakını yenemeyerek terasa çıkıp kenara kadar yürüdü. Henüz güneş görmeyen terasın taş zemini nemli ve soğuktu. Aynı dün olduğu gibi. Hatta belki biraz daha soğuk. Ön deniz gerçekten de hareketliydi. Dün açıklarda birbirinin üzerinden atlayan dalgalar, bugün iskelenin biraz ötesine kadar yaklaşmış, fakat sahile bu kadar yaklaşmalarının bedeli olarak güçlerini önemli ölçüde yitirmişlerdi. Köpürecek takati kalmamış büyük kabarcıklar gibi sallanıp duruyor, suyun bir inip bir çıkmasına neden oluyorlardı. Bir kaç balıkçı teknesi limandan ayrılmış Boztepe burnuna doğru yol alıyorlardı. Sait Reis onların arasında mıydı acaba? Yoksa henüz Yalı kahvesinde çayını yudumlayıp, gazetesini mi okuyordu? Şenol, Sait Reis’in artık her gün balığa çıkmadığını söylemişti dün bir ara. Nesrin yaşlı adamı bugün görebilmeyi çok arzuladığını hissetti. Kendisine çok yakın görüyordu onu nedense. Sanki ona açılabilip, kimseye anlatmaya cesaret edemediği dertlerini anlatabilecekmiş gibi. Yeşil saçlı küçük kızı, kırmızı saçlı yaşlı kadını, aynı konuşmaları dört kez arka arkaya yapıp dört bira içmek zorunda kalışını ve diğer saçma olayları. Öyle istiyordu ki birisine anlatabilmeyi.






Gökyüzünde bulutlar vardı ve rüzgarın etkisiyle hızla kendisine doğru hareket ediyorlardı. Sinop, gecenin erken saatlerinde girdiği derin uykusundan yavaş yavaş uyanmaya başlamış, uykunun ağırlığını üstünden silkeleyip atmaya çalışıyordu.

Daha fazla oyalanmamaya karar veren Nesrin odasına dönüp tuvalet çantasını aldı ve banyoya girdi. Banyodaki tüm işi yirmi dakikadan fazla sürmedi. Bu süreye duş da dahildi. Eskiden beri çabucak hazırlanır, saatlerce banyodan çıkmayan insanları anlamakta zorluk çekerdi. Nuri’yle aralarında önemli bir tartışma konusuydu bu zaten. Nesrin özellikle Pazar günleri keyifle kahvaltı masasında otururlarken, Nuri’nin gazete elinde tuvalete kapanıp en az yarım saat içerde kalmasına çok sinirlenirdi. Nuri ise her seferinde aynı cevabı verirdi. “Böyle alışmışım sevgilim, ne yapayım.”

Aceleyle ve sanki önemli bir şey kaçıracakmış gibi kot pantolonunu ve çantasından yeni çıkardığı tişörtü üstüne geçiren Nesrin, her ihtimale karşın bikinisini içine giymiş ve plaj çantasını hazırlamayı da ihmal etmemişti. Merdivenlere yönelmeden önce yarı ıslak saçlarını arkasında at kuyruğu yaparak gardırobun aynasında kendisine baktı. Görüntüden memnun kalıp, ağzının içinde belli belirsiz mırıldandı. “Bundan iyisi can sağlığı, hele bunca olaydan sonra fazla iyi bile sayılır.”

Ev halkı henüz derin bir uykudaydı. Kimseyi uyandırmamak için sesizce hareket ederek en alt kata inip sokak kapısından küçük bahçeye çıktı. Yönünü belirlemesi tahmin ettiği gibi hiç de zor olmadı. Önüne çıkan sokaktan sola doğru kıvrılarak yokuş aşağı yürüdü ve bir kaç dakika içinde Hükümet Meydanı’na vardı. Sonra hızlı adımlarla iskele yönüne ilerleyip oradan sağa döndü. Karnı acıkmıştı ve bir an önce Yalı kahvesine gidip bir şeyler yiyip içmek istiyordu. Birdenbire aklına Yalı kahvesinin biraz ilerisindeki Körfez pide salonu geldi. Bu saatte açmışlar mıydı acaba? Şansını denemeye değerdi doğrusu. Ne güzel olurdu şimdi peynirli sımsıcak bir pide.

Yalı kahvesinin önünden geçip Körfez pide salonuna baktı. Kapı kapalı olmasına rağmen içerde bir hareketlilik göze çarpıyordu. İçeriye girip “açıkmısınız, bir peynirli pide alabilir miyim?” diye sordu. Aldığı cevap onu sevindirdi. Açmışlardı ve fırın daha yeni ısınmıştı. On dakika beklerse pidesini alabilirdi. Ödemeyi yaparak dışarıya çıktı ve Yalı kahvesine yöneldi. Kahvenin girişinde durarak masalara göz gezdirmeye başladı. Sevinçten kalbi hızlanarak





tespit ettiği üzere en dipteki masalardan birisinde, mendireğin hemen önünde Sait Reis oturmuş gazetesini okuyordu. Masaya yaklaşıp, onu göremeyecek kadar gazetesine konsantre olmuş Sait Reis’e neşeli bir ses tonuyla seslendi.

-     Günaydın Sait Reis. Dememiş miydim gitmeden önce sizi mutlaka göreceğim diye? Bakın işte, sözümü tutuyorum. Oturabilir miyim?

Sait Reis, okuma gözlüğünü masanın üstüne bıraktıktan sonra, yüzünde geniş bir gülümsemeyle Nesrin’e yöneltti babacan bakışlarını.

-     Gel güzel kızım, gel. Otur bakalım şöyle yanıma. Bu erken saatte nasıl kalkabildin böyle? Tatilciler genelde geç kalkarlar. Fakat senin farklı olduğunu suyun içindeki el kol hareketlerinden hemen anlamıştım zaten. Bugünkü planların nedir bakalım? Nereye doğru yüzmeye niyetlisin? Söyle de, ona göre önlemimizi şimdiden alalım.

Nesrin gülerek yaşlı balıkçının yanına oturdu. Konuşurken gözlerinin içi bile gülüyordu.

-     Vallahi, dünkü olaydan sonra bugün denize gireceğimi pek sanmıyorum. Şenol’un dediğine göre, bu taraf bugün biraz bulanık ve dalgalı olurmuş. Onun için arka denize gideceğiz herhalde. Orayı da görmüş olurum böylece.

Sait Reis başını sallayarak onayladı.

-     Evet, arka deniz bugün daha güzel olur. Ben her zaman tercih ederim orasını. Kalabalık değildir, insan kafasını dinler. Ayrıca sahilde uzun bir yürüyüş yapmak da mümkündür.

Bir anlık sessizlikten sonra Nesrin tekrar konuşmaya başladı.

-     Sinop’dan ve kendinizden biraz anlatsanıza Sait Reis. Öyle merak ediyorum ki, buraların eskiden nasıl olduğunu.

Sait Reis bildiklerini ve hatırladıklarını anlatmaya can atıyor gibiydi. Gözlerinin ışıl ışıl yanmasından belliydi bu. Hala elinde tuttuğu gazeteyi







katlayarak masanın üstüne koydu, biraz ilerideki masanın üstünden boş bardakları toplayan genç çocuğa “Mustafa, iki çay getir bize” diye seslendi ve bakışlarını Nesrin’e çevirerek devam etti.

-     Benim dedem kurtuluş savaşında gidip Çerkez Etem’e katılmış. Çerkez Etem’in birlikleri dağıtıldıktan sonra da nizami birliklere geçmiş. Bir sürü yerde savaşmış Kemal Paşa’nın ordusu düşmanı yenene kadar. En sonunda gelip buraya yerleşmiş ve kendisi gibi bir Çerkez kızı almış. Yaşlılığını hatırlarım, Çerkez Etem’e laf söyletmezdi. Gözleri dolardı ondan laf açılınca. ‘Kemal Paşa’ya karşı bir yanlış yapmış olabilir, ama hain değildir o, kurtuluş savaşına karşı tek bir kurşun bile sıkmamıştır’ derdi. Ben bilmem, o konuyla ilgili pek bir şey okumadım. Yalnızca dedemin lafları kulağımda çınlar durur hep. Çok yakışıklı bir adamdı, ama fazla yaşamadı. Ağzından sigarası eksik olmazdı. Altmışında göçtü gitti kanserden. Ruhu şad olsun...İlkokulu bitirir bitirmez balıkçılığa başladım ben. Yani neredeyse altmış yıl önce. İkinci Dünya Savaşı daha yeni bitmişti. Ne sıkıntılı günlerdi ama. Buranın nüfusu o zamanlar 3-5 bin ya var, ya yok. Para desen, zaten kimsede yok. Çoğu zaman balıkla un, mercimek, fasülye, nohut falan değiş tokuş ederdik. Bu saydıklarımı bulabilirsek tabii. Haftanın en az 3-4 günü de balık olurdu masamızda. Lüfer, palamut, kalkan, hamsi, ne istersen çıkardı denizden yılın 8-9 ayı. Hiç unutmam rahmetli anneannem bir fırında hamsi yapardı büyük tepsinin içinde, o lezzeti anlatmak olanaksız. Tepsiyi mahallenin fırınına ben götürüp getirirdim. Bir gün sıcak tepsi elimde koşarak eve gelirken düşmüştüm de, Sinop’un bütün kedileri bayram etmişti. Yedi kardeştik, beş kız, iki erkek. En küçük ben. Ağbim iki sene önce öldü, fakat ablalarımın hepsi yaşıyor. Biri Ayancık’da, biri Gerze’de, diğerleri burada. Bizim sülalede doksanından önce göçen kadın yoktur zaten. Düşünüyorum da, çok sıkıntı çekti annemle babam. Yedi çocuğu doyur, giydir, ihitiyaçlarını karşıla, evlendir, kolay değil tabii. Hiç birimiz okuyamadık, para yetmedi, fakat her şeye rağmen mutluyduk ve birbirimize hep bağlı kaldık. Çerkezlerde böyledir zaten. Çok bağlı olurlar birbirlerine. Senede bir bütün sülale mutlaka biraraya geliriz burada. Torunlar, yeğenler, halalar, teyzeler, hatta damatlar bile. Gelinler zaten bizden sayılır. Toplam yüz elli kişi falan. Yer, içer, eğlenir ve eskilerden anlatırız. Gençler dinler çoğunlukla. Yaşlılara saygıdan. Bazen de akşamları çerkez oyunları oynarız. Bilir misin bizim oyunları? Ben de oynarım bazen hala.





Sait Reis’in gözleri buğulanır gibi oldu. Mendirekte sallanan kayıklara bakarken, sanki o günlere geri dönmüştü. Nesrin yaşadığı büyülü anı bozmak kaygısıyla nefes almaya bile cesaret edemiyor, yaşlı adamın boğuk ve hırıltılı sesiyle anlatmayı sürdürmesini bekliyordu. Sait Reis bir süre sonra kaldığı yerden devam etti.

-     Sinop’un en zengin ve refah zamanı Amerikalıların burada olduğu yıllardır. Radarda yani. Ellili yılların başından on iki-on üç yıl öncesine kadar. Sovyet Rusya’yı gözetlemek için bayağı para yatırdılar buraya. Seksenli yıllarda en kalabalık zamanlarında beş yüz-altı yüz kişi varlardı herhalde. Sinoplularla hiç kaynaşmadılar gerçi, ama çok para harcarlardı. Sinop’tan ve bizden hep ayrı yaşadılar, plajları bile tel örgülerle ayrılmıştı. Bize yasaktı oraya yaklaşmak. En güzel kumsal onlara tahsis edilmişti. Hız motorlarıyla, su kayaklarıyla ve Coca Cola’larıyla farklı bir dünyadan gibiydiler. Yukarıda beysbol sahaları bile varmış duyduğuma göre. Ben o zamanlar solcuydum. İşçi Partisi’ne oy verirdim. Değişmiş de değilim aslında. Yine olsun, yine veririm. Ne değişti ki? Sovyet Rusya çöktü gitti diye solculuktan vazgeçecek değiliz ya. Sömürü bitti mi? İşsizlik yok mu oldu?

Sait Reis’in ani diklenmesi başladığı gibi birdenbire sona erdi.

-     Amerikalılar sonra bir gün geldikleri gibi sessizce çekip gittiler. Tek bir iz bile bırakmadan. Ne bir isim, ne bir arkadaşlık, ne de bir alışkanlık veya adet. Sinop için hiç iyi olmadı bu elbette, ama ben üzülmedim.

Yüzünde çocuksu bir gülümseme belirdi ve gülümseyerek de konuşmasını sürdürdü.

-     Altmışlı yıllarda henüz gençken, Amerikalıların buradan casusluk yapmasını protesto etmek üzere, hava karardıktan sonra radara çıkıp etrafındaki tel örgülere işerdik. Hatta bir gün ana giriş kapısının çok yakınına kadar yaklaşıp her tarafı göle çevirmiştik arkadaşlarla. Ne büyük eylemdi ama. Coniler korkudan altlarına etmişlerdir herhalde. Meğer bunlar bizi görmüşler. Bir gün henüz hava kararmadan yukarıya çıktığımızda, üç-dört kilometre ötedeki hava alanlarından küçük bir uçak kaldırdılar. Baktık, bir uçak üstümüze dalış yapıyor. Hepimiz dağıldık






-     tabii. Pilot bir şeyler attı uçaktan. İlk önce bomba sandık, çok korktuk. Sonra gidip baktık ki, tuvalet kağıdı atmış. Çok sinirlendik, yediremedik kendimize. İşin en komik yanı da ne, biliyor musun? Sonradan radarda çalışan bir tanıdıktan öğrendik, bu işi yapan pilotun ismi Don’muş. Düşünebiliyor musun? Don...Don Ackerman. Hiç unutmadım adamın adını.

Kafasını arkaya atarak kahkahalarla gülmeye başladı. Nesrin de ona katılmış katıla katıla gülüyordu. Bir sürü genç adamın pantolonlarının önünü çözüp etrafa işerken üstlerine tuvalet kağıdı atılması ve adamların bir yandan pantolonlarının önünü iliklerken, öbür yandan etrafa kaçışmaları gözünün önünde canlanmıştı.

Sonra aklına birdenbire, sipariş edip almayı unuttuğu pide geldi. Oturduğu yerden telaşla ayağa fırlayarak Sait Reis’e durumu anlattı ve koşar adımlarla pide salonuna gitti. Fırının önündeki adam Nesrin’i görünce kollarını iki yana açarak “neredesiniz abla, sizin pideyi tam soğumadan önce acelesi olan birine verdik gitti, ama şansınız var, size yeni çıkanlardan bir tane verebilirim” dedi. Nesrin özür dileyerek sımsıcak pideyi alıp Yalı kahvesine geri döndü ve paketi masanın üzerinde açarken Sait Reis’e yöneldi.

-     Haydi Sait Reis, ne olur yalnız bırakmayın beni. Çok fazla gelir zaten bana, hepsini tek başıma yersem.

Sait Reis gözünü pideye dikmiş ellerini oğuşturarak yutkunup duruyordu.

-     Bırakmam kızım, bırakmam. Sen hiç merak etme. Hanım yasakladı esasında böyle yağlı şeyleri, fakat ben hiç umursamıyorum bile. Bu yaştan sonra kendimi kısıtlayacak değilim. Varsın biraz zararlı olsun. Öldürecek değil ya.

Kısa sürede kocaman pideyi bitirdiler. Nesrin için de bir kaçamak olmuştu bu ziyafet. Dilimlenmiş pideyi elleriyle yedikleri için, elleri yağ içinde kalmıştı. Nesrin çantasından, her zaman yanında taşıdığı kolonyalı mendillerden iki tane çıkartarak birisini Sait Reis’e uzattı. Sait Reis ellerini sildikten sonra keyifle arkasına yaslandı, gömleğinin ön cebinden çıkardığı paketten filtresiz bir







sigara alarak benzinli çakmağıyla yaktı ve tekrar konuşmaya başladı. Çayları da bu arada tazelenmişti.

-     Her gün beş tane içiyorum bu meretten. Bırakamadım gitti. Bundan sonra da bırakmam artık...Nerede kalmıştık? Ha evet, Amerikalıları ülkelerine yollamıştık, değil mi? Ondan sonra Paşabahçe fabrikası da üretimi durdurunca, Sinop için zor günler başlamış oldu.

Bir şey hatırlamış gibi sustu ve çayından bir yudum aldı. Sonra mırıldanarak devam etti. Bir an önceki coşku ve neşesinden hiç bir şey kalmamıştı geriye.

-     Gençler hep iş aramaya başka yerlere gittiler. Buranın nüfusu son yirmi yılda hiç değişmedi, 25 bin civarında dolanıp duruyor. Benim de iki oğlum var dışarda, birisi Almanya’da, diğeri İstanbul’da. Gerçi yazları geliyorlar, ama yetmiyor. Torunlarımı çok özlüyorum...Turizm desen, sezon en fazla üç ay, bir türlü beklediğimiz patlama olmadı. Yılda altmış-yetmiş bin turist ancak geliyor. Bunların yalnızca bir kaç bini cebinde döviz olan yabancı. Balık da eskisi gibi çıkmıyor artık. Yavru kalkanları avlaya avlaya kökünü kuruttuk kalkanın neredeyse. Çıkmıyor değil hala, ama nerede o eski dev kalkanlar. Yaz aylarında ise çarpan balığına kaldık. Eskiden ağa takılan çarpanları gerisin geriye denize atardık. Lezzetli gerçi ama, kuş kadar eti var zavallıcığın. On tanesinden bir şiş ya çıkar, ya çıkmaz.

Sait Reis sonuna geldiği sigarasından bir nefes daha çekerek yüzünü mendirek tarafına çevirdi. Masanın üzerine hüzünlü bir sessizlik çökmüştü.

Kocaman dalları ve yemyeşil yapraklarıyla Yalı kahvesini bir çadır gibi himayesine almış olan çınar ağacı rüzgarın neden olduğu belli belirsiz bir uğultu çıkarıyor, havada daireler çizerek masalara dökülen tek tük yapraklar kısa sürede uçup gidiyorlardı. Mendireğin önündeki duvarın üstünde küçük bir kedi, bir balık kafasını kemirmekle meşguldü. Nesrin de bir sigara yakıp bacak bacak üstüne attı ve hüzünlü sessizliği çekingen bir sesle bozdu.

-     Geriye baktığınızda her şey istediğiniz gibi oldu mu? Burada yaşamaktan mutlu musunuz?







Sait Reis hemen cevap verecek gibi oldu önce, sonra duraksadı ve düşündü. Kafasında bir şeyler toparlıyor gibiydi. Sigarasının ince külünü cam küllüğe silkerken Nesrin’e baktı ve ağırdan alarak konuşmaya başladı.

-     Ben buraya hep aşıktım, kendimi bildim bileli. Hayatımın en büyük sevdası oldu bu deniz. Esasında aşk için, uzaktan uzağa daha etkili olur derler. Aşkın yanına gidince, aşk kendisini yokedermiş. Fakat bende öyle olmadı. Giderek daha fazla bağlandım buralara. Çekip gitmek zorunda kalsaydım ne olurdu acaba diye bazen düşünürüm de, işin içinden çıkamam bir türlü. Belki tam bir kara sevdaya dönüşürdü tutkum, belki de yeni mekanıma çabucak alışıp unuturdum buralarını. Fakat sonuçta mutlu sayılırım herhalde. Yıllar önce bir romanda okumuş ve yazarın bir saptamasını çok benimsemiştim. Mutlu aileler hep birbirlerine benzermiş, sıradan olurlarmış yani, mutsuz ailelerin hepsinin ise farklı bir hikayesi olurmuş, hiç biri diğerine benzemezmiş. Benim hiç öyle bir hikayem olmadı, yaşamaktan başka bir düşünceye takılıp kalmadım. Gökyüzündeki yıldızları bile olduğu gibi kabul ettim. Kendimle ve çevremle hep barışık kalmaya çalıştım. Solculuğum da İşçi Partisi’ne oy vermekten öteye gitmedi onun için.

Bütün yüzünü kaplayan bir gülümsemeyle ekledi hemen.

-     Bir de radarın tel örgülerine işedim bol bol.

İkisi de güldü uzun uzun. İçten bir gülmeydi bu, fakat içinde biraz hüzün de vardı. Sonra yine sessizlik hakim oldu masada. Nesrin, Sait Reis’in söyledikleri üzerine düşünüyordu. Özellikle son lafları takılmıştı aklına. “Mutsuz ailelerin hiç biri diğerine benzemezmiş, hepsinin farklı bir hikayesi olurmuş.” Kendisinin de farklı bir hikayesi var mıydı acaba? Yoksa sıradanlığa ulaşmayı başarabilmiş miydi? Onun hikayesi burada başlamıştı belki de, Sinop yollarında ve Sinop’un ara sokaklarında. Baş rollerde yeşil saçlı küçük kızla kırmızı saçlı yaşlı kadın. Yan rollerde ise benzinlikteki yüzü terli salak bakışlı çocukla Kastamonu’daki şaşkın garson. Fakat bir mutsuzluk hikayesi değildi ki bu. Olsa olsa anlamı olmayan, saçmalıklarla dolu bir hikaye. Büyük bir olasılıkla yalnızca kendi fantazisinde yaşanan bir hikaye.







Tam Sait Reis’e başına gelenlerden bahsetmek kararını almıştı ki, telefonunun melodisi çalmaya başladı. Sevinç’ti arayan. “Nerelerdesin, sabah sabah kaybolup gitmişsin” diye soruyordu. Kısaca anlattı nerede olduğunu ve ne yaptığını. Sevinç’in söylediğine göre arka denize gideceklerdi bugün. Hemen eve gelmesi gerekiyordu. Yolda durup pide alacaklardı daha. Nesrin “pideleri
ben alırım, oradayım zaten, yarım saat sonra Hükümet Meydanı’nda buluşalım” dedi. Pideleri Nesrin’in getireceğini anlamış olan Şenol’un sesi duyuluyordu arkadan. “Beş tane yaptır Nesrin, beş.” Sevinç ise tiz bir sesle baskın çıkmaya çabalıyordu. “Bak Nesrin, üç taneden fazla alırsan, arta kalanın hepsini sana yediririm, buradaki koca göbeklinin dediğine bakma sakın.”

Sait Reis ile aceleyle vedalaştılar. Nesrin yaşlı balıkçıyı sert ve kavruk yanaklarından öpmüş, çok yakın bir dostundan ayrılıyormuşçasına sıkı sıkı kucaklamıştı. Bir dostluk kurmak böylesine garip bir olaydı işte. Her gün görüşülen, hep bir arada olunan birisiyle dostluk ilişkileri oluşmayabilir de, bazen bir bakış, bir söz veya bir dokunma ömür boyu süren sımsıcak bir yakınlaşma ortaya çıkarabilirdi. Sait Reis ile Nesrin arasında olduğu gibi. Ayrılırken yaşlı adamın adresini ve ev telefonunu almayı ihmal etmemişti Nesrin. Mutlaka arayacaktı onu.

Yaşlı balıkçının arkasından bir süre baktıktan sonra hızlı adımlarla Körfez pide salonuna gidip beş pide istedi. Aynı Şenol’un dediği gibi üçü peynirli, ikisi kıymalı. Saat de dokuzbuçuk olmuştu bu arada. Pideleri beklerken Sevinç’i arayıp, yatağın üstündeki plaj çantasını yanına almasını söyledi. Evet, her şey içindeydi. Hazırlayıp yatağın üstüne bırakmıştı.

Sonra köşedeki gemi maketi satan dükkana uğrayıp iki küçük maket seçti. Birisi babası, diğeri Nuri için. Hükümet Meydanı’na doğru yürürken elleri torbalarla doluydu. Özellikle pideler sandığından daha ağırdı. Herhalde oldukça yağlı olmaları nedeniyle. Yokuş yukarı çıktığı için hem nefes nefese kalmış, hem de terlemişti. Şenol’un cipini görünce rahat bir nefes aldı. Nesrin’in geldiğini farkeden Sevinç arabadan inip son metrelerde ona yardım etti. Paketleri arabanın bagajına yerleştirirlerken, Nesrin babasıyla Nuri’ye aldığı gemi maketlerinden bahsediyordu. Daha büyüklerinden almak istemiş, fakat taşıyamayacağı düşüncesiyle iki küçük makette karar kılmıştı. Sevinç ise pide paketiyle daha ilgili gibiydi. Nesrin’i azarlamaya başladı.







-     Aşkolsun Nesrin, o kadar söyledim, yine de yiyemeyeceğimiz kadar pide almışsın. Bu adamın gözü doymuyor, gözü. Gör bak, en az yarısı elimizde kalacak.

Arabaya binip yola koyuldular. Nesrin Nilüfer’i yanağından öpüp saçını okşadı. Şenol, Nesrin’in beş pide aldığını duyunca, sevincini gizlemeye gerek duymadan “yaşşa Nesrin” dedi. “Bizim gittiğimiz koya Zafer ile Aynur da gelecek. Onların iki çocuğuyla birlikte sekiz kişi olacağız. Beş pide yetmez bile.”

Sevinç’in keskin bakışı olmasaydı, pideciye uğrayıp iki pide daha almayı teklif edecekti Şenol galiba. Ancak bakış o denli keskindi ki, susmak zorunda kaldı. Bir gün önceki gibi çarşının içinden geçerlerken Sevinç arkasına dönüp Nesrin’e seslendi.

-     Kızım, o ne haldi öyle dün akşam? Yarım bardak biradan sarhoş olup sızdın kaldın. Eskiden böyle olmazdın sen. Bütün gün doğru dürüst bir şey yemedin diye oldu herhalde. Ne zorun vardı yarım bardak birayı bir dikişte içmeye?

Nesrin zoraki bir gülümsemeyle geçiştirmeye çalıştı konuyu. Yorgunluktan olacaktı herhalde. Bira pek içmezdi aslında. Alışık değildi.

Bu arada çarşıyı geride bırakmış, açık deniz sağlarında olmak üzere ilerliyorlardı. Masmavi sular bir gün öncesine göre çok sakin görünüyordu. Küçük dalgalar kıyıda eriyip, tekrar güç toplamak üzere geri çekiliyor, anında yok olup giden su kabarcıklarından bazıları kendilerini bir çakıl taşının üstüne atarak kısacık yaşamlarını biraz daha uzatmaya çalışıyorlardı. Ancak, bir sonraki dalga bir yandan bu küçük başkaldırının sonunu hazırlarken, diğer yandan yeni bir kabarcık başkaldırısının zeminini oluşturuyordu. Bu oyunu yol boyunca seyretmekten kendisini alamayan Nesrin derin düşüncelere dalmış gibiydi. Bazen insan derin düşüncelere dalıp, sonradan ne düşündüğünü bile hatırlayamaz ya işte öyle bir dalıp gitme. Dalga ve kabarcıkların tiyatromsu bir yanı var gibi gelmişti Nesrin’e. Ve bu, biraz da hoşuna gitmişti. Cevabı olmayan ve işkence gibi gelen bazı soruları kendi kendine sürekli sormaktan kaçındığı için olsa gerek, tüm dikkatini bu tiyatroya vermişti sanki.







Şehirden çıkıp Akliman’a giden yola girdiler. Sağlarında kum ve denizden başka bir şey yoktu artık. İrili ufaklı bir sürü koy birbirinin arkasına dizilip duruyor, bazılarının uzunluğu bir kilometreyi bulurken, bazılarınınki elli metreyi bile geçmiyordu. Göz alabildiğince uzanan kumsallarda çok az insan göze çarpmaktaydı. Bazı koylar ise tamamiyle bomboştu. Anlaşılan Sinoplular bugün
bile ön denizi tercih etmişler, arka denize gelenler de, sanki gizli ve yasak bir şey yapacaklarmış gibi diğer gruplardan en uzak yerleri seçmişlerdi.

Şehirden çıktıktan sonra fazla uzaklaşmadan küçücük bir koyun önünde durdular. Koyun uzunluğu en fazla yüz metreydi. Genişliği ise yirmi metre kadar. Koyun iki tarafı da, denizin içine giren kayacıklarla kapalıydı. Bir sonraki veya önceki koya geçmek için kalça hizasına kadar denize girip 3-5 metrelik bir mesafeyi denizden yürümek gerekiyordu.

Arabanın bagajından eşyalarını alıp koyun tam ortasındaki bölgeye yerleştiler. Burasının kumu ön denize göre daha kalındı. Küçücük koyda şimdilik kendilerinden başka kimsecikler yoktu.

Nesrin dizlerine kadar denize girip sol taraflarında kilometrelerce uzayıp giden kumsala baktı. Çok uzaklarda başka bir grup daha vardı. O kadar uzaktalardı ki, kaç kişi oldukları bile seçilemiyordu. Uçsuz bucaksız kumsalda neredeyse yapayalnız gibiydiler. Kumsalın bittiği yerden başlayarak denizin içine doğru giren İnce Burun, arkasında olup bitenleri gözlerden gizlemek istercesine güneş ışınlarını yansıtıp dalgalara meydan okuyordu. Her şey o denli doğaldı ki, ıssızlıktan dolayı hiç bir rahatsızlık hissetmedi Nesrin. Karadan gelen ılık bir rüzgar omuzlarını ve boynunu gıdıklıyor, yer yer terli tenine yapışmış saçları teninden ayırmaya çalışıyordu.

Nesrin ellerini kürek gibi kullanarak omuzlarını ve boynunu biraz ıslattıktan sonra denizden çıkıp Şenol’un kurduğu güneş şemsiyesine yöneldi. Sevinç ile Şenol portatif bir masanın üstüne termosları ve kartondan yapılmış bardak, çatal ve tabakları yerleştirmiş, şimdi de pide paketini açıyorlardı.

Tam bu sırada Şenol’un cipinin arkasına başka bir araba yanaştı. Şenol arabadan inen ikisi kız çocuğu dört kişiye el sallayarak “çabuk gelin, acele edin, yoksa pideler bitecek” diye bağırdı. Sevinç bir yandan pide dilimlerini tabaklara dağıtırken, diğer yandan da “adamın aklı fikri pidede, sanki kıtlıktan çıktık” diye






söyleniyordu. Yeni gelenlerle gürültülü bir selamlaşma töreni başladı. Nesrin’i tanıtma görevini Sevinç üstlenmişti. En sonunda küçük şezlonglara yerleşip pideleri yemeye koyuldular. Şenol’un, pideleri üstüste dağ gibi yığdığı tabağı Sevinç’in gözünden kaçmamıştı. “Allah gözünü doyursun bu adamın” diyordu diğerlerine, “bu gidişle yakında yüz kiloya çıkacak.”

Nesrin, Sait Reis ile birlikte önceden bir pide yediği için, tabağına yalnızca iki dilim pide almış, onları bile yemekte zorlanıyordu. Sevinç’in termos içinde getirdiği sütlü kahve gerçekten iyi gelmişti. Kahvesini keyifle yudumlarken gözü Zafer ile Aynur’a takıldı. Çok sempatik insanlardı ve hemen bir kaynaşma olmuştu aralarında. Aynur üniversitede deniz ürünleriyle ilgili bir araştırma projesinde çalışıyor, Zafer ise serbest muhasebecilik yapıyordu. Nesrin ile hemen senli benli olmuşlar, Ankara’ya son geldiklerinde gittikleri yerleri anlatıyorlardı.

Çocuklar pidelerini aceleyle bitirip denize girmişler, sığ suda neşe çığlıkları atarak voleybol oynuyorlardı. Bir süre sonra Nesrin de onlara katıldı. İyice yorulduğunu hissedene kadar çocuklarla birlikte tepinip durdu suyun içinde. Çocuklarla çocuklaşıvermekte eskiden beri hiç zorlanmazdı. Son bir defa suya dalıp çıktı ve kumsala gelip iyice kurulandı. Sonra çantasından çıkardığı güneş kremini bütün vücuduna sürmeye başladı. Sıra sırtına geldiğinde yanında bitiveren Aynur yardım etti ona. Aynur, kısacık siyah saçları, üçgen yüzüne kömür taneleri gibi yerleşmiş kocaman gözleri ve güneşten neredeyse kavrulmuş incecik vücuduyla çok hoş bir kadındı. Havlularının üstüne yanyana uzanıp güneşlenmeye başladılar. Sevinç şemsiyenin korumasında kitabını okuyordu. Şenol ile Zafer ise şezlonglarına kurulmuş ve koyu bir sohbete dalmışlardı. Nesrin emin değildi ama, futbol konuşuyorlardı galiba.

Güneşten çok çabuk bunalan Nesrin yarım saatte bir denize dalıp çıkıyor, sonra tembelce yatmaya devam ediyordu. En sonunda sıkılıp, güneş şemsiyesinin altında oturmakta olan Sevinç’in yanına gitti. Birer sigara yakıp kahve içtiler.

Saat öğleden sonra üçe yaklaşırken Nesrin şapkasını kafasına geçirip, tişörtünü giydi ve kumsalda yürüyüşe çıkacağını söyledi. Sevinç kendisine eşlik etmek istemiyordu. “Ben bu sıcakta yürüyemem, sen de fazla uzaklaşma, denize girmeye de sakın kalkışma” dedi. Aynur ise ayağını incittiğini, uzun bir yürüyüşe dayanamayacağını belirtti.





Diğerlerinden ayrılan Nesrin yalnız kaldığına sevinmişti aslında. Sohbet etmek içinden gelmiyor, kafasını dinlemek istiyordu zaten.

İnceburun’a doğru yürümeye başladığında, geçen gece normalden daha fazla uyumuş olmasına rağmen – belki de esas bu nedenle – kendisini biraz yorgun hissediyordu. Bacak adelelerindeki hafif ağrılar yavaş yürümesine neden oluyor, ayak bileklerine kadar yükselip usulce geri çekilen suyun serinliği bir türlü bütün vücudunu saramıyordu. Yan koya geçmek için kalçalarına kadar suyun içine girip, kaygan ve sivri kayaların kapattığı bir kaç metrelik mesafeyi denizin içinden yürüdü.

Şimdi daha uzun ve geniş bir koydaydı. Koyun uzunluğu en az beş yüz metre, genişliği ise – tam ortasında – kırk metre kadardı. Kumsalında hiç kimsenin bulunmadığı koy hayaletimsi bir görüntü sergiliyordu. Kumların yolla birleştiği yer birdenbire yükselerek iki metrelik bir yamaç halini alıyor, toprak yolun kenarındaki kurumuş çalılar, kumsalla yol arasında doğal bir bariyer oluşturuyordu. Issızlıktan korkmayı aklının ucundan bile geçirmeyen Nesrin yürümeye devam etti. Kendisini fazla zorlamıyor, oldukça düşük bir tempoda ilerliyordu. Öğlen sıcağında koşturup terlemenin ve bitkin düşmenin bir anlamı yoktu. Sinop’taki son günü iyi başlamıştı, iyi bir şekilde sona ermesi için elinden geleni yapmaya kararlıydı.

Suya vuran güneş ışınları denizin tam ortasında şeffaf ve beyaz büyük bir üçgen meydana getirmişti. Üçgenin karaya bakan sivri ucu suyun hareketiyle oynayıp duruyor, uzaklardaki geniş kenar ise çizgi halindeki ufukla birleşip, güneş bir bulutun arkasında kaybolduğunda, aniden yok oluyordu. Sanki gözle görülmeyen birisi denizin üstüne bir üçgen çizip, sonra tekrar – belki hoşuna gitmediği için – dev bir silgiyle siliyor gibiydi. Nesrin’in ayakları, dalga geldiği zaman bileklerine kadar ıslak kumun içine batıyor, sular çekildiği zaman ise,
kumun üstünde, bir sonraki dalgayla yok olan ayak izleri bırakıyordu. Son derece huzur doluydu her şey ve bu yürüyüşe çıktığına giderek daha çok seviniyordu.

Nihayet uzun koyun sonuna geldi. Bir sonraki koya geçmek için tekrar denize girmek zorunda değildi. Fazla yüksek olmayan bir kaç kayanın üstünden geçerek öbür koya adım atabilirdi. Önüne gelen ilk kayaların üstünden geçerek







durdu. İki koy arasında, uzunluğu en fazla 6-7 metre olan – fakat uzaktan farkedilmeyen – küçücük başka bir koy daha vardı ve genç bir çift burada kumlara uzanmış güneşlenmekteydi.

Nesrin’i birden karşılarında görünce ona bakıp gülümsediler. En fazla yirmi beş yaşında olan bikinili genç kadın, dirseklerinin üzerinde doğrularak seslendi.

-     Merhaba, kolay gelsin, Kömür bu sefer de sizi mi buldu peşine takılmak için?

Nesrin, bir şey anlamadığını belli eden bir yüz ifadesiyle “merhaba” dedi, “ne dediğinizi anlayamadım, kömür mü dediniz?” Genç kadın parmağıyla Nesrin’in arkasına işaret ederek sürdürdü.

-     Arkanıza baksanıza. Bizim Kömür yakın takibe almış sizi. Kim bilir ne zamandır peşinizden yürüyüp duruyordur.

Nesrin şaşırarak arkasını döndü. Sadece iki metre arkasında kocaman ve simsiyah bir köpek, bir kayanın üstünde durmuş ona bakıyordu. Kısacık tüyleri, çenesinin altı sarkık büyükçe bir kafası ve sarı küçük gözleri vardı. Nesrin olduğu yere çömelerek ellerini köpeğe doğru uzattı.

-     Gel bakalım Kömür. Demek peşime takıldın. Söyle bakalım oğlum, ne zamandır peşimden yürüyorsun böyle? Kusura bakma, hiç farketmemişim seni.

Siyah köpek bir kaç adım atıp Nesrin’in yanına geldi. Göğsünün, sarkık kulaklarının ve kocaman kafasının Nesrin tarafından okşanmasına kayıtsız kalıyor, hiç bir tepki göstermiyordu. Bir heykel gibiydi adeta, kalın bir kırbaca benzeyen kuyruğunu bile sallamıyor, öylece hareketsiz durmuş sarı gözleriyle bakıyordu. Bu sefer genç adam sözü aldı.

-     Çok akıllıdır Kömür. Bu kumsalların köpeğidir ve hiç kimseye zararı dokunmaz. Zamanını geçirmekten en hoşlandığı iş ise, birisinin peşine takılıp yürümektir. Birisini seçerken de daha ziyade yabancıları tercih eder. “Onlar burada misafir, başlarına bir şey gelmesin”, diye düşünüyor herhalde. Ben havladığını bile duymadım Kömür’ün bugüne kadar.






Genç çifte “hoşçakalın” diyen Nesrin, minik koyun öbür tarafındaki kayacıkların üstünden geçerek bir sonraki koya çıktı. Burasının uzunluğunu tam olarak kestiremiyordu, ama görünüşe bakılırsa bir kilometreden daha az değildi. Denizi içine alan yumuşak bir kavis çizerek göz alabildiğince sürüp gitmekteydi. Koyun ortalarında bir yerde kalabalık bir grup göze çarpıyordu. Biraz ileride küçük bir grup daha vardı.

Nesrin tekrar yürümeye başladı.Biraz sonra başını çevirip arkasına bakınca, Kömür’ün arkasından gelmeye devam ettiğini gördü. Sabit bir hızla ve kafasını hiç bir yöne çevirmeksizin sürekli ileriye bakarak. Köpeklerin genelde yaptıkları gibi sağa sola koşturup, orayı burayı koklayıp durmuyor, sessiz yürüyüşü laubalilikten hoşlanmayan ciddi bir hava yansıtıyordu. Sanki çok önemli ve herkesin başaramayacağı bir görevi varmış gibi. Nesrin birdenbire durunca, o da durdu. Put gibi hareketsiz. Tek değişiklik ileriye değil, Nesrin’e bakıyor olmasıydı. Nesrin’in yürüyüşüne devam etmesiyle birlikte, her şey eski halini aldı. Oldukça garibine gitmişti bu durum Nesrin’in. Daha önce böyle bir köpek hiç görmemişti. Hiç bir tepki göstermeyip, robot gibi davranan bir köpek.

Biraz sonra uzaktan gördüğü kalabalık grubun yanına gelmişti. Kızlı erkekli yirmi kişi kadardılar. Bir kısmı kumun üstünde futbol oynuyor, diğerleri ise müzik dinlerken gürültülü bir konuşma sürdürüyordu. Müzik dinleyenlerin içinden bir kız, yirmi metre önlerinden geçmekte olan Nesrin’e el sallayarak “Kömür yine birisinin peşine takılmış gidiyor” dedi. Nesrin de kıza el salladı. Kömür hiç istifini bozmamış, kalabalık grubun varlığını dikkate bile değer bulmamıştı.

Nesrin iki yüz metre ilerideki daha küçük bir grubun yanından geçerek yoluna devam etti. Koyun sonuna yaklaşıyordu artık. Bir sonraki koya şöyle bir göz atıp geri dönmeye karar verdi. Herhalde kırk beş dakika kadar olmuştu yürüyüşe çıkalı.

Yan koya geçerken neredeyse beline kadar suyun içine girmek zorunda kaldı. Tişörtünü, ıslanmaması için yukarı toplamıştı. Arkasına bakınca, Kömür’ün peşinden suya gelmeyip, koyun bitişiğindeki yamaca tırmandığını gördü. Anlaşılan deniz suyundan pek hoşlanmıyordu Kömür. Denizin içinden bir kaç metre yürüyüp tekrar kumsala çıktığında, Nesrin’in dört ayaklı






refakatçısı öbür taraftaki yamaçtan aşağıya inip kumsaldaki yerini almıştı bile. Öylece hareketsiz duruyor, Nesrin’e “yürüyeceksen yürü artık” der gibi bakıyordu.

Nesrin, köpeğin bu anlaşılmaz davranışı karşısında omuzlarını silkip yürümeyi sürdürdü. Henüz on dakika geçmemişti ki, durdu ve etrafına baktı. Gökyüzündeki bulutlar çoğalmış, rüzgar şiddetini artırmış gibi geldi ve geri
dönmeye karar verdi. Kumsal önünde dümdüz uzayıp gidiyordu, bir saate yakın yürümüş olmasına karşın İnceburun’a hiç yaklaşmamıştı sanki.

Bir önceki uzun koya dönerken tişörtünün biraz ıslanmasına engel olamadı. Deniz biraz hareketlenmiş gibiydi. Önündeki uzun kumsala bakınca, biraz önce orada bulunan iki grubun gittiğini tespit etti.

Adımlarını hızlandırarak yoluna devam etmek üzereyken arkasına baktı ve ister istemez irkildi. Peşinden iki siyah köpek geliyordu artık, daha doğrusu iki Kömür. Birbirlerine o denli benziyorlardı ki, Nesrin hangisinin yeni ortaya çıktığını anlayamadı. Öylece durmuş küçük sarı gözleriyle ona bakıyorlar ve yoluna devam etmesini bekliyorlardı. Put gibi hareketsiz ve kulaklarını bile kıpırdatmaksızın.

Nesrin hayvanlardan korkmazdı, özellikle de köpeklerden. Olağanüstü bir durum olmadığı taktirde saldırmayacaklarını biliyordu. Kuduz olmadıkları ise açıkça belli oluyordu. Öne doğru eğilerek konuşmaya başladı.

-     Gelin bakalım, kardeş misiniz siz? Bu ne benzerlik böyle? Gelin de tanışalım.

Köpekler uzaktan bakmaya devam ettiler. Hiç bir yakınlık veya düşmanlık belirtisi göstermeden. Bir eve, ağaca veya masaya bakar gibi. İçinde düşmanlık olmamasına rağmen ürkütücü bir bakıştı bu. Hatta belki de, düşmanlık kendisini belli etseydi, daha az ürkütücü bile olabilirdi. Nesrin’e de ürkütücü gelmişti bu bakış. Doğrulup hızlı hızlı yürümeye başladı, ama onların peşinden gelmekte olduklarını hissederek, hatta bilerek.

Kısa sürede koyun ortasına – kalabalık grubun biraz önce müzik dinleyip futbol oynadıkları yere – kadar geldi. Gökyüzündeki bulut kümeleri biraz daha






çoğalmıştı sanki ve daha alçalmışlardı. Yarım saat öncesine kadar, ayak bileklerini tatlı bir şekilde yalayarak geri çekilen dalgalar ise hissedilir bir şekilde güç kazanmışlar, sahildeki dar bir şeridin köpüklenmesine neden oluyorlardı.

Nesrin, istemeyerek de olsa, arkasına bakmak ihtiyacını hissetti. Gördüğü
manzara karşısında nedense fazla heyecanlanmadı. İçi hafif bir ürpertiyle tırmalandı, o kadar. Sanki bekliyordu bunu. Arkasından sessizce gelen birbirlerinin tıpatıp benzeri siyah köpeklerin sayısı beşe yükselmişti. Beş kocaman siyah kafa ve beş çift sarı göz. Öylece durup, düşmanca olmayan, tanımlanamaz bir düşmanlıkla kendisine bakan beş çift sarı göz.

Adımlarını daha da hızlandırdı. Neredeyse koşuyordu artık. Nefes nefese minik koya gelince, genç çiftin de gitmiş olduğunu gördü. Kayaların üstünden geçerek yoluna devam etti. Arada sırada arkasına kaçamak bakışlar atıyor, köpeklerle arasındaki mesafenin azalmadığına emin olmak istiyordu. Az bir yolu kalmıştı artık. Bir sonraki koy kendi koylarıydı.

Önünde iki yüz metre mesafe ancak kalmıştı ki, arkasından cılız bir havlama sesi işitti. Büyük siyah köpeklerden çıkmış olması mümkün değildi bu sesin. Durup arkasına bakınca bütün vücudu dehşetten kaskatı kesildi. Siyah köpeklerin arasına küçücük, bembeyaz kıvırcık tüyleri olan bir süs köpeği karışmış, incecik sesiyle havlayıp duruyordu.

Diğerlerinin aksine sağa sola koşuşturuyor, bir o yana, bir bu yana sıçrıyor, kumların etrafa uçuşmasına neden oluyordu. Siyah köpekler, küçük süs köpeğinin etrafını sarıp oturdular. Küçük köpek çemberi yarıp çıkmaya çabalıyor fakat bunu beceremiyordu. Sonra sessizleşip, çemberin tam ortasına upuzun yattı. Başına gelecekleri anlamış ve gizlenmeye çalışıyor gibiydi sanki. Ağlamaya benzeyen belli belirsiz iniltiler çıkarıyordu.

Çember yavaş yavaş daralmaya başladı. Sonra beş siyah kafa birdenbire – sanki kendilerinden başka kimsenin duymadığı bir emir almışçasına – küçük köpeğin üzerine atlayıp onu parçalamaya başladılar. Küçük köpeğin son bir inilti çıkarmaya bile fırsatı olmamış, kanlı kafası, bacakları ve gövdesi kumların üstüne dağılıp kalmıştı. Tüm bunlar bir dakika bile sürmemişti.







Kalbi göğsünün içinden fırlayıp çıkacakmış gibi çarpan Nesrin, farkında olmadan beline kadar suyun içine gerilemiş, kötü bir rüya görüyormuş gibi olanları seyrediyordu. İrkilerek kendine gelip etrafına bakındı. Gökyüzündeki bulutlar iyice çoğalmış, sanki başının biraz üzerinden büyük bir hızla gelip
geçiyorlar, yükselip büyük bir hışırtıyla sahile vuran dalgalar neredeyse boynuna kadar ıslanmasına neden oluyorlardı. Köpeklerden birisi, dalgaların sahile vurduğu yere kadar ilerleyerek Nesrin’e dişlerini gösterdi. Havlamıyor, hırlamıyor, yalnızca ağzını korkunç bir şekilde büzerek dişlerini gösteriyordu. Gülüyormuş gibi, ama gülmeden.

Açık denizin ortasında tek başına kaldığında bile bu denli korkmamış olan Nesrin’in gözü kumsalın bittiği yerdeki yamaca takıldı birden. Evet, yamacın üst tarafında durmuş, kendisine bakıp el sallıyorlardı. Yeşil saçlı küçük kız ile kırmızı saçlı yaşlı kadın. Ağızları da açılıp kapanıyordu sürekli. Duyamıyordu ama, biliyormuş gibi kesin olarak tahmin edebiliyordu ne dediklerini. Kulağına bir fısıltı halinde geliyordu adeta. “Merhaba Nesrin...Merhaba Nesrin...Merhaba Nesrin...Merhaba Nesrin...”

Korkudan deliye dönen Nesrin denizin içinden kendi koylarına doğru yürümeye başladı. Arkasına bakmaya cesaret edemiyordu ve aklında, koya en kısa zamanda ulaşmaktan başka hiç bir şey kalmamıştı. Çok acele ettiği için sürekli tökezliyor, suya dalıp çıkmak zorunda kalıyordu.

Kendisine asırlar gibi gelen bir süreden sonra, iki koyu birbirinden ayıran kayalara ulaştı ve durdu. Bu arada deniz tekrar sakinleşmiş, gökteki bulutlar azalmış ve akşam güneşi ufuğun üsündeki yerini almıştı. Sahilde hareketsiz bir şekilde duran Kömür kendisine bakıyordu. Sanki biraz önce küçük köpeği parçalayıp, Nesrin’e dişlerini gösteren o değilmiş gibi. Diğer köpekler ortadan kaybolmuşlardı. Yamacın üstünde de kimsecikler yoktu. Her şey o kadar sakin ve huzurlu görünüyordu ki, Nesrin’e kendisiyle ilgili şüpheye düşmekten başka bir yol kalmıyordu.

Deliriyor muyum acaba diye düşündü. Hayal dünyası tümüyle kontrolden çıkmış ve gerçek hayata baskın mı geliyordu artık? Kabul edemiyordu bunu bir türlü. Daha doğrusu kendisine yakıştıramıyor, bir açıklama bulmak umuduyla çırpınıp duruyordu.







Mümkün olduğunca toparlanmaya çalışıp, son metreleri de denizden yürüyerek kumsala çıktı. Bitkin hissediyordu kendisini, kelimenin tam anlamıyla bitkin. Hem fiziksel, hem de ruhsal olarak. Son yarım saatte başından geçenleri kime ve nasıl anlatabilirdi ki?

Çocuklarla birlikte denize girmiş olan Sevinç ona uzaktan el sallıyordu. Güneş şemsiyesinin yanına yaklaşınca Sevinç denizden çıkıp geldi. Yüzünde tedirgin bir ifadeyle Nesrin’e baktı.

-     Neredeyse iki saat yürüdün. Ne oldu sana böyle? Sırılsıklam olmuşsun ve çok kötü gözüküyorsun. Denize mi girdin yoksa?

Nesrin kayıtsız görünmeye çalışarak “yooo hayır” dedi, “kayaların yanından geçerken tökezleyip suya düştüm, bir de şu siyah köpek sinirlerimi bozdu, üstüme saldıracak gibi yaptı.” Şezlonga oturmuş, iri bir şeftaliyi soymaya çalışan Şenol hayret dolu bakışlarını Nesrin’e çevirdi.

-     Kömür mü saldıracak gibi yaptı? Kömür kesinlikle kimseye saldırmaz. Yalnızca peşine takılmıştır senin. Çok iyi huylu bir köpektir o.

Nesrin’in sert tepkisini herhalde hiç kimse beklemiyordu. Artık kontrol edemediği öfkesi yüz hatlarını çarpıtmış ve çirkinleştirmişti. Kendisine bile garip ve yabancı gelen tiz bir sesle Şenol’a bağırmaya başladı. Şenol’a yönelik gibi görünüyordu protestosu, ama aslında son üç günün bir birikimi olarak herkesi ve her şeyi lanetliyordu.

-     Saldırdı dedim, saldırdı. Anlamıyor musunuz beni? Lanet olası köpek o iğrenç sarı gözleriyle bakıp durdu ve sonra üzerime saldırdı. Başka köpekler de vardı ve küçük bir köpeği parçaladılar hep birlikte. Onların yüzünden denize kaçmak zorunda kaldım. Onun için böyle ıslandım. Deli değilim ya ben. Ne diye uydurayım bütün bunları? Ayrıca inanmazsanız inanmayın. Rahat bırakın beni. Tamam mı? Rahat bırakın.

Kimse bir şey söylemeye cesaret edemedi uzun bir süre. Şenol yutkundu ve yardım arayan gözlerle Sevinç’e bakmaya başladı. Bakışlarıyla adeta “ne olur, arkadaşını benden uzak tut” demek istiyordu. Zafer başını önüne eğmiş, çok önemli bir iş yapıyormuşçasına ayaklarıyla kumları eşeliyor, Aynur ise






uzandığı yerde dirsekleri üzerinde doğrulmuş ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. İlk toparlanan Sevinç oldu. Nesrin’in yanına giderek onu omuzlarından tuttu, hafifçe kendisine çekti ve çıkarabildiği en sakin ve sevecen sesle konuşmaya başladı.

-     Hayatım, senin sinirlerin oldukça bozuldu galiba. Dün denizde başına gelen olay, sonra bugün bu köpek, hepsi birden fazla geldi anlaşılan. Gel şöyle havlunun üstüne uzan da biraz dinlen. Birazdan zaten gideriz. Akşam oldu neredeyse. Şenol ile Zafer ortalığı toparlarlarken biz otururuz burada. Eve gidince de güzel bir duş alıp sonra uzanırsın. Hiç bir şeyin kalmaz. Göreceksin bak, güven bana, haydi gel.

Bu arada Aynur da yanlarına gelmişti. İkisi birlikte Nesrin’i havlusunun üstüne oturtup, kendileri de onun yanına yerleştiler. Nesrin kayıtsızca ve donuk gözlerle önüne bakıyordu. Daha biraz önce ağzından köpükler saçarak bağırıp çağıran ve her şeye isyan eden sanki o değilmiş gibi. Sonra başını aniden iki dizinin arasına gömerek ağlamaya başladı. Sarsılarak ve sessizce. Elinden oyuncağı alınmış bir çocuk gibi. Sevinç ne yapacağını, daha doğrusu ne yapması gerektiğini bilemiyordu. En sonunda kararsızlığını yenip, Nesrin’in saçlarını okşamaya başladı. Bir yandan da onu elinden geldiğince teselli etmeye uğraşıyordu.

-     Ağla bitanem, açılırsın. Birazdan eve gideriz, sen de uzanıp dinlenirsin. Lütfen kendini mahvetme. Köpek bu, belki de sahiden saldırmıştır. Yıllarca saldırmaz, sonra birdenbire saldırıverir. Ne yapacağını bilemezsin ki. Sana denk geldi işte, nasıl tahmin edeceksin?

Kadınlar kumun üstünde otururlarken, Şenol ile Zafer çocukları denizden çıkarıp giydirmiş ve ortalığı toparlayıp bütün eşyaları arabaların bagajına yerleştirmişlerdi.

Biraz olsun sakinleşen Nesrin ağlamıyordu artık. Dudaklarının titremesine engel olamıyor, kısa kısa içini çekiyordu. Son günlerde yaşadıklarına direnebildiğince direnmiş, fakat bir yerden sonra her şeyi kabullenmek zorunda kalmıştı. Sandığı kadar güçlü olmadığını ve direnme gücünün kalmadığını anlamıştı sanki. Sevinç’in desteğini hissetmeseydi ayağa bile kalkamayacaktı belki. Bikinisinin tam kurumamış olmasına aldırmayarak pantolonunu giydi.






Tişörtü zaten hala ıslaktı. Çevresindekileri hiç farketmeden küçük yamacı tırmandı ve cipin arka koltuğuna oturup kafasını arkaya yasladı. Eve gelene kadar da öylece kaldı. Gözleri kapalı ve hiç konuşmadan.

Arabadan inip eve doğru yürümeye başlamadan önce Şenol’a dönüp “özür
dilerim Şenol, sana bağırmamalıydım, ama birdenbire kendimi kaybettim” dedi. Hemen odasına çıkıp soyundu ve banyoya girdi. Soğuğa yakın bir suyun altında uzun uzun duş aldı. Hiç farkında olmadan tekrar ağlamaya başlamıştı duşun altında. Tazyikli su göz yaşlarını anında alıp götürüyor, ama kesik hıçkırıklarının sürüp gitmesine engel olamıyordu. Kumsaldaki ağlamadan daha farklıydı bu. Sinir ve öfke dolu değildi en azından. Giderek ferahladığını hissediyordu.

Duştan çıktıktan sonra iç çamaşırlarının üstüne geceliğini ve sabahlığını giydi. Hiç aç değildi, fakat susamıştı. Tam buzdolabına gitmek üzereyken kapıda Sevinç ile karşılaştı. Sevinç’in elinde üstü yiyeceklerle dolu bir tepsi vardı. Bir kaç dilim pide, peynir, ekmek ve salata. Hiç bir şey olmamış gibi davranıyordu. Gülümseyerek başıyla elindeki tepsiyi işaret etti ve konuşmaya başladı.

-     Yorgunsundur diye düşündüm. Belki hemen yatıp uyumak istersin. Fakat ilk önce bir şeyler atıştırsan iyi olur. Sabahtan beri hiç bir şey yemedin yine. Saat de sekize geliyor neredeyse.

“Teşekkür ederim Sevinç, fakat hiç aç değilim” diye cevap verdi Nesrin, “biraz su içip yatacağım, ölü gibi hissediyorum kendimi, herhalde hemen uyurum.” “Peki” dedi Sevinç, “tepsiyi mutfağa koyuyorum, gece uyanır da acıkmış olursan yersin, içecekler buzdolabında” ve tam dönerken Nesrin’in gözlerine bakarak ekledi “lütfen kafana takma bitanem, bir sürü terslik üstüste geldi, seninle ilgili bir şey yok ortada, unut gitsin.” Nesrin yalnızca gülümsemekle ve Sevinç’in yanağını okşamakla yetindi. Biraz sonra suyunu içmiş ve yatağına uzanmıştı. Derin ve huzurlu bir uykuya dalması bir dakika bile sürmedi. Karanlık ve rüyasız bir uykuya.

Gök gürlemesiyle uyandı. Kendisini uyandıran sesin gök gürlemesi olduğunu anlayamamıştı ilkin. Böyle bir şeyi hiç beklemediği için olsa gerek, alt kattan geldiğini sanmıştı bu sesin. Sanki masa ve koltuklar başka yerlere çekiliyormuş gibi.






Sinopluların yazın ortasında bile görmeye alışık oldukları sağanak yağmur başlayınca anladı duyduğu sesin gök gürlemesi olduğunu. Ardarda çakan şimşeklerin ışığı, hafif aralık perdenin izin verdiği ölçüde odaya yansıyor,
odanın bir aydınlanıp bir karanlığa gömülmesine neden oluyordu. Komodinin üstüne uzanıp, yatmadan önce şarj aletine bağladığı cep telefonunun saatine baktı. Gece yarısına gelmek üzereydi. Demek ki dört saat uyumuştu. Kalkıp sabahlığını üstüne geçirdi ve mutfağa gitti. Sevinç’in tahmini doğru çıkmış ve acıkmıştı. Mutfak tezgahının üstündeki tepsiyi alarak terasa çıkıp tepsiyi masanın üstüne koydu. Sonra tekrar mutfağa girip buzdolabından portakal suyu ve raftan bir bardak aldı.

Alt kattan hiç ses gelmiyordu. Yarın onlar için de bir iş günüydü ve uyumuş olmalılardı. Terasdaki hasır koltuklardan birisine yerleşip yemeye koyuldu. Terasın üstü yarısına kadar kapalı olduğu için, yalnızca diğer yarısı yağmur alıyordu. Bir taraftan karnını doyuruyor, öbür taraftan yağmur, şimşek ve denizin birlikte oluşturduğu doğa bileşimini seyrediyordu.

Yağmurun neden olduğu çok güzel bir toprak kokusu yayılmıştı ortaya. İnsanın adeta başının dönmesine yol açan ağır ve tatlı bir koku. Şimşekler çaktıkça denizin üstü aydınlanıyor, suya vuran milyonlarca – belki milyarlarca – yağmur tanesi denizin kaynadığı hissini uyandırıyordu. Ancak şimşek çakınca görülebilen beyaz giysiler içinde birisi, iskelenin üstünde öylece durmuş denizi seyrediyordu. Belki içkiyi fazla kaçırmış bir sarhoş, belki sevgilisi tarafından terkedilmiş genç bir adam, belki de evsiz barksız bir berduş. Kim bilir, belki de her üçü birden.

Yemeğini bitiren Nesrin’in içi ürperdi birden. Ayağa kalkıp tepsiyi mutfağa taşıdı. Portakal suyunu buzdolabına koyarken, markasını tanımadığı bir viski şişesi gördü ve ani bir kararla, raftan aldığı yeni bir bardağa bolca viski koydu. Sonra gidip terasdaki yerine tekrar oturdu ve çıplak ayaklarını yanındaki koltuğun üzerine uzattı. Viskiden ilk yudumunu alırken beyaz giysili adam iskelede hala öylece durmuş sulara bakıyordu. Nesrin’in içini derin bir hüzün kapladı ve aklına Osman geldi. Ne yapıyordu acaba şimdi?

Osman’la altı yıl önce bir arkadaş toplantısında tanışmışlar ve çok iyi arkadaş olmuşlardı hemen. Kendisi öyle düşünüyordu en azından. Saatlerce






vakit geçirip de, birlikteliğinden hiç sıkılmadığı tek insandı Osman. Birlikte sık sık yemeğe ve sinemaya gidiyorlar, sohbet edip eğleniyorlardı. “Sen benim en iyi arkadaşımsın” demişti Nesrin bir gün Osman’a, “bir erkekle bu denli iyi arkadaş olabileceğime rüyamda görsem inanmazdım.”

Osman’ın Tunalı Hilmi caddesinde küçük bir kitapçı dükkanı vardı ve kıt kanaat geçinip gidiyordu. Kitap satışları çok yetersiz olduğu için, dükkanına istemeden de olsa kırtasiye ürünleri koymak zorunda kalmıştı. Sık sık ödeme zorluğu çekiyor, fakat Nesrin’den borç almayı reddediyordu. “Borç almanın sonu yok” diyordu, “gittiği yere kadar gider.” En büyük hayali ise bir kitap yazmaktı. Kitabının konusunu Nesrin’den bile saklıyor “bitince okursun” diyordu.

Sonra bir gün Nesrin Nuri’yle tanışmış ve hemen Osman’a anlatmıştı aşık olduğunu. Osman çok sevinmiş görünmüştü bu duruma, hatta Nesrin’in kendisini Nuri’yle tanıştırmasına bile izin vermişti. Ve birdenbire yok olmuştu ortadan. Nesrin günlerce Osman’ı telefonla aradıktan sonra kitapçı dükkanına gitmiş ve Osman’ın dükkanı devrettiğini öğrenmişti. Hiç bir anlam verememişti buna. Ta ki, o kısa mektubu alana değin. Mektup bile değil, bir kart postaldı gelen. Nesrin’in aklından hiç silinmemişti o dört cümle: “Kusura bakma, gitmek zorundayım. Seninle birlikte olmak çok acı veriyor bana artık. Ben sana hiç bir zaman, senin bana baktığın gibi bakamadım. Beni bağışlarsın umarım.”

Nesrin kendisini aylarca suçlayıp durmuştu. Nasıl böylesine hissiz ve anlayışsız olabilmişti? Bir yandan da, Osman’a kızmaktan kendisini alamıyordu. Neden hislerini açığa vurmamıştı ki sanki? Korkaklıktı bu düpedüz. Ama onu bir türlü unutamıyordu. Aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen Osman aklına gelince hüzünlenir, onun ne yaptığını düşünürdü. Küçük bir suçluluk duygusuyla karışık. Her kitapçıya girdiğinde, yeni çıkan kitaplar arasında Osman’ın ismini arar, bulamayınca “belki de takma isimle yazmıştır kitabını” diye düşünürdü.

Viskisinden son yudumunu alıp ayağa kalktı. Saat gece yarısını bir hayli geçmiş olmalıydı. Sabah Ankara’ya doğru yola çıkacağı aklına geldi ve içini sımsıcak bir rahatlama duygusu kapladı. Bu kabusun devam edebileceğini düşünmek bile istemiyordu. Bu arada yağmur durmuş, iskeledeki beyaz giysili adam da ortadan kaybolmuştu. Odasına dönüp sabahlığını çıkardı ve yatağının üstüne uzandı. Viskinin verdiği hafiflik, uykunun hemen üstüne çöreklenmesine





fazlasıyla yetmişti. Fakat bu sefer farklı bir uykuydu bu. Karanlık ve derin olmayan, gerçek gibi rüyalarla süslenmiş bir uyku.

Rüyasında yemyeşil bir bahçenin içindeydi ve üzerinde yerlere kadar uzanan beyaz bir elbise vardı. Çıplak ayaklarıyla otların üzerinde dolaşıp, her tarafı kaplayan çiçeklere dokunuyordu. Otların iç açıcı serinliği bütün vücudunu sarıp sarmalıyor, her taraftan fışkıran neşe ve sevincin girdabında oradan oraya zıplayıp duruyordu. Her şey o denli güzel ve ferahtı ki, kendisini cennette hissetti. Kuşların cıvıltıları ve ağustos böceklerinin cırcırlarından başka hiç bir ses duyulmuyordu. Bir de çok uzaklardan gelen bir su sesi.

Sonra otların içinde dolu bir su şişesi buldu ve şişeyi dudaklarına götürerek biraz içti. Enfes bir tadı vardı suyun, daha önceden hiç tanımadığı tatlı ve uyuşturucu bir tat. Kendisini yeni doğmuş gibi hissediyordu. Neredeyse ayakları yerden kesilip kuşlarla birlikte uçmaya başlayacaktı. O kadar hafiflemişti sanki. Şişenin içindeki suyla çiçekleri sulamaya başladı. Suyun değdiği çiçekler gözlerinin önünde büyüyüp gelişiyor ve rengarenk bir kılığa girip güzelleşiyordu. Elindeki şişeyle bütün bahçeyi dolaştı. Şişenin içindeki su bitmek bilmiyordu bir türlü. Kendiliğinden yeniden doluyordu. Çiçeklerden sonra otları sulamaya başladı. Bahçenin içinde neşeyle zıplayıp duruyor, suyun verdiği gücü her tarafa dağıtıyordu.

Otları o kadar çok suladı ki, su incecik bir çizgi halinde otların arasından akmaya başladı. Suyun oluşturduğu çizgi genişleyerek bahçenin dışına taşıyordu artık. Nesrin bahçe kapısını açıp, akan suyu takibe koyuldu. Bir yandan da etrafa su dökmeye devam ediyordu. Giderek genişleyen su, bu arada küçük bir dere halini almıştı. İçinde rengarenk balıklar yüzüyor, kurbağalar vıraklayarak oradan oraya sıçrıyorlardı. Uzakta evler gözüktü. Küçük dere hızla evlere doğru akıyor, Nesrin de bir çocuk gibi zıplayarak dereyi takip ediyordu. Sonra aniden Nesrin derenin önüne geçip yönünü değiştirince, derenin arkasından geldiğini farketti. Nereye yönelse, dere peşinden geliyordu. Bu çok hoşuna gitti, zigzaglar çizerek ilerlemeye başladı. O önde, dere arkada, evlere giderek yaklaşıyorlardı. Köy gibi bir yer olmalıydı burası.







En sonunda dereyle birlikte evlere ulaştılar. Dere küçük bir ırmak halini almıştı artık. Suları köpürdeyerek akan bir ırmak. Her bir evin önüne geldiğinde yavaşlıyor, içinden o evin kapısına yönelen bir yan kol oluşturuyor ve bir sonraki eve doğru akmaya devam ediyordu. Irmağın yan kollarının rengi kırmızıydı. Kan kırmızısı.

Evlerin içinden insanlar çıkmaya başladı. Tanıdık yüzlerdi bunların çoğu. Nuri, babası, Sevinç, Şenol, Sait Reis, Osman gibi. Hatta aralarında Aynur ile Zafer bile vardı. Evlerin birinden benzinlikteki terli yüzlü çocuk çıkınca çok şaşırdı. Kastamonu’daki garsonu da görür gibi oldu bir ara. Bazılarını ise hiç tanımıyordu. Dikkatli bakınca, tanımadıklarının yüzünün maskeli olduğunu gördü.

Tanıdık veya maskeli, hepsi evlerinden çıktıktan sonra Nesrin’e dönüp işaret parmaklarını ikaz eder gibi kaldırıyorlar ve ‘yapma’ diyorlardı. Yalnızca tek bir kelime. “Yapma”. Nesrin, yapmaması gereken şeyin ne olduğunu anlamıyor, neşe içinde yoluna devam ediyordu. Evleri geride bırakıp kırların içinde ilerlediler. Nesrin ile ırmak, yalnızca ikisi vardı artık. Her şey çok güzeldi. Fakat gözlerinin önündeki manzaranın garip bir yanı vardı. Tarif edemediği, ne olduğunu bir türlü çıkartamadığı bir şey. Kafasına takılmıştı iyice. Bir yandan yoluna devam ediyor, diğer yandan artarak belirginleşen gariplik üzerine düşünüp duruyordu.






















Dördüncü Gün (Pazartesi)

Uyandığında, gece gördüğü rüya bütün ayrıntılarıyla aklındaydı. Çok sık rüya görmezdi aslında. Görse bile çoğu zaman hatırlamazdı. Bunu ise olduğu gibi – gerçekten yaşanmış gibi – hatırlıyordu. Irmağı, yüzleri, evleri, maskeleri, yapma denilmesini, çözemediği garipliği, her şeyi. İçinden çıkamadığı gariplik üzerine biraz düşünüp, sonra kafasından sildi attı. Saat sekiz buçuğa geliyordu. Hemen kalkıp banyoya girdi ve banyodaki işini çabucak bitirerek giyinip eşyalarını toplamaya başladı. Elinde çantasıyla birlikte alt kata inmeden önce mutfağa bir göz gezdirdi. Tezgahın üstündeki tepsi alınmış ve dün gece kullandığı bardaklar yıkanıp rafa kaldırılmıştı. Uykusu hafif olurdu ama, Sevinç’in üst kata çıktığını hiç duymamıştı. Gece yağan sağanak yağmurdan sonra, gökyüzü yine masmavi rengini almış, açık duran teras kapısından içeriye, yağmurun mirası olarak güzel bir toprak kokusu dolmuştu.

Alt kata indiğinde Sevinç’i kahvaltı masasında otururken buldu. Önündeki dergiden başını kaldırıp “günaydın” diye neşeli neşeli seslendi.

-     Uyuyabildiği kadar uyusun diye düşünüp seni uyandırmadım. Ben de büroya biraz geç gideceğim bugün. Nasıl olsa bugünlerde fazla işim yok. Şenol gitmek zorundaydı. Hastanede önemli bir işi varmış. Sana selam söyledi. Haydi gel, şöyle güzel bir kahvaltı edelim seninle.

Nesrin duygulanmıştı. Ne güzel insanlar diye düşündü. Buraya geldiğinden beri onların başına bela olmuş gibi hissediyordu kendisini. Buna rağmen hiç bir şey olmamış gibi davranmaya devam ediyorlardı. Sevinç’i yanıtlarken, sesinde önleyemediği bir tedirginlik vardı.

-     Şenol bana inşallah çok fazla kızmamıştır. Yoksa beni artık görmek istemediği için mi erkenden işe gitti?

Sevinç hararetle itiraz etti.











-     Kızım, düşündüğün saçmalığa bak. Deli misin sen? Şenol’un hiç öyle huyları yoktur, istese de kızamaz zaten. Bu sabah bir şaka yaptı hatta. Kışın Ankara’ya giderken Kömür’ü de alıp Nesrin’e götürelim dedi.

Nesrin, ekmek sepetinden bir dilim kızarmış ekmek alırken güldü. İçindeki tedirginlik azalmıştı biraz. “İyi öyleyse, rahatlattın beni” dedi, “ben de fazla vakit kaybetmeden yola çıkayım, saat onda yola koyulsam akşama doğru ancak varırım Ankara’ya, tabii gelirken olduğu gibi on üç saat aynı yollarda gidip durmazsam.”

Sevinç, onun söylediklerini dinlemiyormuş gibi atıldı.

-     Sahi Nesrin, kışın eğer gelebilirsek, ne zaman gelelim? Hangi ay senin için daha uygun olur? Yılbaşını geçirmek üzere gelebilir miyiz mesela?

Nesrin hiç düşünmeden cevap verdi.

-     Tabii, neden olmasın. Çok sevinirim yılbaşı olursa. Nuri’nin işinden dolayı zaten bir yere gitmemiz mümkün değil. Leon’da hep birlikte eğleniriz sabaha kadar. Ne güzel olur. Siz planlarınızı şimdiden yılbaşına göre yapın bence.

Sevinç çok sevinmişti Nesrin’in cevabına. Sevinçten bir çocuk gibi zıplayarak mutfağa gitti ve elinde demlik ve çaydanlıkla geri döndü. Çaylarını tazeledikten sonra bir saate yakın sohbet ettiler. Genelde Sevinç anlatıyor, Nesrin ise dinliyordu. Daha doğrusu dinliyormuş gibi gözükerek başka şeyler düşünüyordu Nesrin. Acaba sorunsuz bir şekilde Ankara’ya gidebilecek miydi? Ya gelirken yaşadığı terslikler veya saçmalıklar tekrar başına gelirse ne yapardı? Gerçi kendisini iyi ve dinlenmiş hissediyordu ama, on üç saatlik bir yolculuğu kaldırabilecek durumda değildi. “Olsun” dedi içinden, “eninde sonunda Ankara’ya varacağım nasıl olsa, varsın on üç saat sürsün.”

En sonunda kahvaltı masasından kalkıp aşağıya indiler. Nilüfer bahçede başka bir kız çocuğuyla birlikte oynuyordu. Onları görünce yanlarına gelip annesine seslendi.

-     Anne, Filizler denize gidiyorlar. Ben de onlarla birlikte gidebilir miyim?
-     Dur yavrum, ilk önce Nesrin teyzeni yolcu edelim, sonra düşünürüz.






Nesrin, Nilüfer’i yanaklarından öpüp, Sevinç’e sıkı sıkıya sarıldı. Uzun süren kucaklaşmadan sonra ikisinin de gözleri dolmuştu. Sevinç ağlamaklı bir sesle “kendine iyi bak bitanem, burada olanları da sakın kafana takma, herkesin başına gelebilecek tersliklerdi hepsi” dedi. Nesrin de “yılbaşına bekliyorum, sakın iptal etmeye kalkışmayın” dedikten sonra ekledi: “Her şey için çok teşekkür ederim, sizin sayenizde kendimi evimdeymiş gibi hissettim.”

Vakit geçirmeksizin arabasına binip hemen camları açtı. İki gündür yakıcı güneşin altında kalmış olan arabanın içinde ağır bir hava vardı. Motoru çalıştırıp biraz bekledi ve vites kolunu ileriye iterek yavaşça hareket etti. Dikiz aynasından, Sevinç’in el salladığını görünce, o da kolunu camdan dışarı çıkartarak karşılık verdi. En son olarak gözlerine çarpan görüntü, Sevinç’in yola arkasından bir bardak su dökmesiydi. Nesrin böylesi adetlere gülüp dalga geçtiği için, bardağı daha önceden bahçede bir yere gizlemiş olmalıydı.

Daha bir kaç dakika geçmeden Hükümet Meydanı’ndan ana yolun parelelindeki çarşı yoluna sapmış, fakat iki gün önce olduğu gibi trafikte sıkışıp kalmıştı. Sıkışıklığın nedeninin, manevra yapmakta olan bir kamyondan kaynaklandığını görünce ister istemez gülümsedi. Yeşil saçlı küçük kız yakınlarda mıydı acaba? Kamyon kenara çekilince trafik tekrar akmaya başladı. Beş dakika sonra ana caddeye çıkarak yoluna devam etti. Şehirden çıkmak üzereydi artık. Yolun kenarındaki binalar geride kalmış, güneş de etkisini yavaş yavaş hissettirmeye başlamıştı. Nesrin arabanın pencerelerini kapatarak klimayı çalıştırdı.

Bir süre sonra garip bir şekilde terlemeye başlamıştı nedense. Alnından ve şakaklarından yüzüne süzülen ter damlacıklarının bir kısmı çenesinden pantolonuna damlıyor, bir kısmı da yollarına boynunda devam ederek tişörtünün içinde kayboluyordu. Bu kadar yoğun bir şekilde terlediğini hiç anımsamıyordu Nesrin. Üşütüp hastalanma kaygısını bir yana bırakarak, arabanın klimasının ayarını en yükseğe getirdi. Ancak hiç bir faydası olmadı bunun. Terledikçe terliyordu ve tişörtü terden sırılsıklam olmuştu. Torpedo gözündeki kutunun içinden bir kağıt mendil alarak yüzünü sildi. Vücudunun salgıladığı teri bir türlü durduramıyor, kaşlarından gözlerine süzülen ter tanecikleri yolu bulanık görmesine neden oluyordu.







Ani bir acıyla irkilip, arabanın hızını düşürmek zorunda kaldı. Acı o denli ani gelip tam midesinin üstüne oturmuştu ki, neredeyse arabanın kontrolünü kaybedecekti. Sanki kocaman demirden bir el midesini üstten yakalamış ve tüm
gücüyle sıkıyor gibiydi. Sonra nefes darlığı başladı. Zorlukla nefes alabiliyor ve terlemesi giderek artıyordu. Yolun sağındaki bir tabeladan “Lala” diye bir yere geldiğini anladı. İki katlı bir evin önünde durup motoru susturdu. Kendisini toparlamaya çalışıyor, fakat bir türlü bunu başaramıyordu. Kafasını arkaya yaslayıp gözlerini kapatması da fayda etmedi. Bir an için, arabadan inip temiz
hava almayı düşünse de, bu niyetinden hemen vazgeçti. Ayakta duracak kadar güçlü hissetmiyordu kendisini. Yanındaki camı biraz açmakla yetindi. Midesinin üstündeki ağrı giderek tüm göğsüne yayılıyordu. Bir kalp krizi olabilir miydi acaba bu?

Evin içinden çıkan yaşlı bir adam arabanın yanına gelip yarıya kadar açık cama doğru eğildi ve Nesrin’in anlamakta zorluk çektiği bir şiveyle konuşmaya başladı.

-     Gızım, naapiin sen burda boyle? Eyi diil misin? Suratın sapsarı oluvemiş. Gel hele içeri gir de, sana bi kap ayran yapıveren. Dansüyonun düşmüştür belkim.

Nesrin zorlukla arabadan indi ve yaşlı adama dayanarak eve girdi. Burası arabanın içinden daha serindi. Şalvarlı bir kadının kendisine uzattığı maşrapadan bir yudum ayran içtikten sonra biraz kendine gelir gibi olmuştu. Fakat yola bu şekilde devam edemeyeceği açıkça ortadaydı. Titrek bir sesle yaşlı adama yöneldi.

-     Teşekkür ederim amca. Biraz daha iyiyim şimdi. Fakat yola devam edemeyeceğim herhalde. Ben arabaya binip Sinop’a geri döneyim en iyisi. Yavaş yavaş kullanırım arabayı. Nasılsa pek uzak sayılmaz.
-     Sen biliin gızım. Amma şuracıkta sedirin üstüne uzanıp birazıcık dinlenivesen daha eyi olu. Acelen ne? Nasılsa gidesin Sinop’a. Gısacık yol, aha şu ilerdeki depenin obür yanı Sinap.

Nesrin teklifi hiç düşünmeden kabul etti. Biraz uzanıp dinlenmek gerçekten iyi gelebilirdi. Hemen ayakkabılarını çıkartıp sedire uzandı ve







gözlerini kapattı. Tekrar kalkıp arabaya gittiğinde saat neredeyse öğlen bire gelmek üzereydi. Aşırı terlemesi biraz düzelmiş olmasına rağmen, midesinin üstündeki ağrı ve nefes darlığı büyük ölçüde devam etmekteydi. Yaşlı adamın tedirgin bakışları altında arabaya binerek motoru çalıştırdı ve evin önünden dönüp Sinop istikametine doğru yola koyuldu.

Gözleri hafif bulanık gördüğü için arabayı çok dikkatli ve yavaş kullanıyordu. Henüz beş dakika geçmişti ki, nefes darlığının yavaş yavaş yok olduğunu hissetti. Biraz sonra midesinin üstündeki ağrı da kaybolmuş, yerini tatlı bir sıcaklığa bırakmıştı. Ön deniz uzaktan gözüktüğünde terlemesi bile durdu. Hiç bir şeyi kalmamıştı adeta.

Sinop’a girip Hükümet Meydanı’ndan iskele yönüne döndü ve otelin önüne park etti. Çay bahçesinde oturup soğuk bir şey içmenin iyi bir fikir olduğunu düşünüyordu. Otelin giriş kapısının karşısındaki boş masalardan birisine oturdu ve bir maden suyu siparişi verdi. İçeceğini yudumlarken düşünüp duruyordu. Ne yapsaydı acaba? Bir doktora gitmesinin faydası olabilir miydi? Doktora ne anlatacaktı ki? “Pardon doktor bey, biraz önce çok terliyordum ve nefes almakta zorlanıyordum, fakat şu anda kendimi son derece dinç ve sağlıklı hissediyorum.” Hiç bir anlamı yoktu böyle bir şey yapmasının. En iyisi, burada biraz oturup tekrar yola koyulmak olacaktı galiba.

Sodasını bitirdikten sonra oturmaya devam edip dalgın bakışlarla denizi seyretti. Yola çıkmak zamanı gelmişti artık. Arabayla çarşının içinden geçip şehirin çıkışına yöneldi. Son binaları da geride bırakmıştı ki, terlemenin yeniden başladığını hissetti. İçinde garip bir hisle, bir ağrının gelip midesinin üstüne yerleşmesini bekledi. Yanılmayı çok isterdi, fakat yanılmamıştı. Ağrı aniden geldiğinde emindi artık. Tarif edemediği bir güç, Sinop’u terketmesini engelliyordu. Belli ki, kendisiyle işi henüz bitmemişti o gücün. Belki de hiç bitmeyecekti. Zorlukla geldiği bu şehirden hiç çıkamayacak ve son günlerde yaşadığı kabus ömür boyu sürüp gidecekti.

Arabayı yolun kenarına çekip durdu. Çaresizlikten ne yapacağını bilemiyordu. Sonra içinde bir hırs yavaş yavaş yükselmeye başladı ve bütün vücudunu sardı. Öfkeden çenesi kilitlenerek direksiyonu yumruklamaya,








arabanın tabanını tekmelemeye girişti. Kontrol edemediği bu büyük öfke, geldiği gibi sona erdiğinde, bir külçe gibi direksiyonun üstüne yığılıp kaldı. Ağlamak istiyordu, fakat gözyaşları kurumuştu sanki. Bütün vücudu felç olmuş gibiydi.

Uzun bir süre öylece hareketsiz kaldı. Beynini zorladıkça zorluyor, ancak tüm çabasına rağmen ne yapacağına karar veremiyordu. Sevinçlere dönmesi mümkün değildi. Ne diyebilirdi onlara? “Ben geldim, Sinop’dan çıkamıyorum, bir güç bunu engelliyor” mu? Komik olurdu, hatta komikten de öte. “En sonunda tamamiyle delirdi bu kadın” derlerdi herhalde.

Nihayet sakinleşip doğruldu ve arabayı çalıştırdı. Yüzündeki donuk ve umursamaz ifade kaderine razı olduğunu gösteriyordu sanki. Biraz ilerledikten sonra, yolun uygun bir yerinden geri dönüp Sinop’un girişine yöneldi. Plajlara giden yola geldiğinde yavaşlayarak, Cumartesi sabahı Şenol’un cipiyle saptıkları yola girdi. Terlemesi geçmiş, midesinin üstündeki ağrı yok olmuştu. Ayışığı’nın ve Öztürkler Kampı’nın önünden geçerek, sol tarafı sahile ve Beyaz Ev’e giden çatala geldi. Sahile inmeden düz devam etti bu sefer. Yaklaşık yüz metre sonra yolun solunda, üstünde “Diyojen Otel” yazılı bir tabela gördü ve tabelanın hemen yanındaki yola sürdü arabasını. Sonra otelin önünde yola diklemesine park edip arabadan indi.

Elinde çantasıyla resepsiyon görevlisinin önünde dururken, hiç de tatilinin keyifini çıkarmaya kararlı bir turist gibi gözükmüyordu. Kendisini insan sarrafı olarak gören orta yaşlı görevli, solgun yüzlü ve donuk bakışlı bu kadını hangi müşteri kategorisine dahil etmesi gerektiğini anlayamamıştı. “Yalnız mısınız?” diye sorduktan sonra Nesrin’e 118 nolu odayı verdi. İyi odalardan birisiydi bu ve büyük bir tesadüf sonucu boştu. Fazla güneş almadığı için serin olurdu ve televizyonu hatasız çalışıyordu. Ayrıca deniz manzarası da ağaçlar tarafından engellenmiyordu.

Nesrin giriş formülerini doldurup, çantasını taşıyan genç bir görevlinin peşine takılarak, odaların bulunduğu binayı giriş ve restoran bölümüne bağlayan koridora yöneldi. Üstü bitkilerle örtülü koridorun sağ tarafında büyük bir yüzme havuzu, sol tarafında ise içinde restoranın da yer aldığı bahçe bulunuyordu. Tam karşıdaki kapıdan binaya girip ilk önce sola, sonra da hemen sağa döndüler. Önlerinde, oda kapıları sol tarafta olmak üzere, uzun bir koridor belirdi. 118 nolu oda koridorun sonlarındaydı.




Nesrin, görevliye bahşiş verip gönderdikten sonra odada yalnız kaldı. Çok bitkinmiş gibi ağır adımlarla pencereye gidip sonuna kadar açtı. Tel örgüyle çevrili otel bahçesinin önündeki sahil insanlarla doluydu. Oynayan çocukların
neşeli sesleri odanın içine dolmaktaydı. Uzunca bir süre bomboş gözlerle dışarıya bakan Nesrin, ne sığ sularda oynayan çocukları, ne de güneşlenen kadınları görüyordu. Birdenbire pencereye arkasını dönüp, nerede olduğunu daha yeni algılıyormuş gibi odaya bakmaya başladı. Sonra odanın ortasındaki çift kişilik yatağın üstüne uzanarak gözlerini kapadı. Huzursuz bir uykuya dalması pek uzun sürmedi.

Çocuk sesleriyle uyandı. Kendisini çok bitkin hissediyordu. Odanın içi, çocukların oynarken çıkardığı seslerle bu denli dolup taşmasa daha uzun bir süre uyuyabilirdi herhalde. Yataktan doğrulurken başının çatlarcasına ağrıdığını farketti. Yatağın kenarına oturarak yanında duran cep telefonunun saatine baktı. Gece yarısına geliyordu neredeyse. Ne kadar fazla uyumuştu böyle. Oysa yatarken olduğundan daha da yorgundu şimdi.

Gecenin bu saatinde bu çocuk sesleri de neyin nesiydi acaba? Ayağa kalkıp, açık duran pencerenin önüne gitti. Gece olmuştu ve denizin üstünde asılı duran dolunay etrafı loş bir ışıkla aydınlatıyordu. Sahil tıklım tıklım insanlarla doluydu. Çocuklar sahilde kumların içinde yuvarlanıp duruyor, kızlı erkekli bir grup genç denizde voleybol oynuyordu. Plaj havlusunun üstüne uzanmış kırmızı bikinili bir kadın çantasından çıkardığı güneş kremini bacaklarına sürmeye başladı. Nedense hiç şaşırmadı Nesrin tüm bu gördüklerine. Belki de rüya görüyordu. Veya kendi hayal dünyası gerçek hayatın üstüne çıkmıştı artık, onu örtüyordu.

Banyoya gidip yüzünü yıkadı ve dişlerini fırçaladı. Sonra soyunup duşun altına girdi. Suyun vücudundan akıp küvetin giderinin içinde kaybolmasını seyretti uzun uzun. Sabunlanmıyor, saçlarını yıkamıyor, yalnızca suyun altında öylece hareketsiz duruyordu. Nihayet kendine gelir gibi oldu ve duşun altından çıkıp kurulandı.

Banyonun aynasındaki görüntüsüne bakınca elinde olmadan irkildi. Kimdi hayalete benzeyen bu kadın? Son günlerde yaşlanmıştı sanki. Gözlerinin altındaki kırışıklar artmış, elmacık kemikleri ortaya fırlamış, teni solgun ve







donuk bir renge bürünmüştü. Yüzünü soğuk suyla tekrar yıkayıp odaya geri döndü ve yatağın üstüne çırılçıplak uzandı.

Aniden gerçek bir kişiyle konuşmak ihtiyacını hissedip, cep telefonuyla Nuri’yi aradı. Defalarca denemesine rağmen bağlantı kurulamıyordu. Hatlarda bir sorun vardı herhalde. Bir an için babasını aramayı düşünse de, sonra vazgeçti. Bürosunu arayıp sekretere ne zaman geleceğini bilmediğini söylese miydi acaba? Gecenin bu vaktinde mi? Gece olduğunu nereden çıkartıyordu ki? Belki de gündüzdü. Sahildeki insanların hepsi birden yanılıyor olamazdı herhalde. Peki ya günlerden hangisiydi? Pazartesi mi, yoksa Salı mı? Belki de belirsiz bir gün, bugüne kadar yaşanmamış, ilk defa yaşanan bir gün. Diğer insanlar için gündüz, kendisi için gece olan bir gün. Katıla katıla gülmeye başladı birdenbire ve sonra ansızın sustu. İçinde bulunduğu durumla ilgili mantıklı bir şeyler düşünmeye çabalıyor fakat başaramıyordu. Kafasının içi bomboş gibiydi.

Karnının acıktığını hissederek isteksizce giyindi ve uzun koridora çıkıp, gelirken görmüş olduğu restorana yöneldi. Boş bir masaya yerleşip sipariş verdikten sonra, gecenin karanlığında güneşlenen insanları seyretmeye koyuldu. Hepsi de ne kadar doğal davranıyordu. Güneş şemsiyesinin altında oturanlar bile vardı. Güneş gözlüklü iri yarı bir adam , yanına uzanmış bir kadının sırtını kremlemekle meşguldü.

Biraz sonra siparişi geldi. Köfte, pilav, salata ve bira. Yemeğe başlamadan önce birasını büyük yudumlarla içip bir tane daha istedi. Bir an önce sarhoş olup uyumak ve normal bir dünyanın içinde uyanmak istiyordu. Yemeğini bitirip üçüncü birasını söylerken, garsona saati sordu. Biri on geçiyordu, yalnız tek bir farkla. Kendisi için gece, diğer insanlar için ise öğlen.

Üçüncü bira başının hafifçe dönmeye başlamasını sağlamıştı nihayet. Hesap için garsona oda numarasını söyleyip, odasına dönmek üzere ayağa kalktı. Serin odaya girer girmez pencereyi sıkı sıkıya kapattı, perdeleri çekti ve soyunup yattı. Uyumak istiyordu yalnızca. Bin yıl uyumak, hatta mümkün olsa hiç uyanmamak. Öyle yorgun hissediyordu ki kendisini. Biranın verdiği rahatlık yavaş yavaş bütün vücudunu sarmaya başlamıştı. Bir an için, ortada hiç bir sorun yokmuş gibi geldi Nesrin’e. Sonra bir dünyadan öbür dünyaya geçercesine uykuya daldı. Çok derin bir uykuya.






Rüyasında yemyeşil bir bahçenin içindeydi ve üzerinde yerlere kadar uzanan beyaz bir elbise vardı. Çıplak ayaklarıyla otların üzerinde dolaşıp, her tarafı kaplayan çiçeklere dokunuyordu. Otların iç açıcı serinliği bütün vücudunu sarıp sarmalıyor, her taraftan fışkıran neşe ve sevincin girdabında oradan oraya zıplayıp duruyordu. Her şey o denli güzel ve ferahtı ki, kendisini cennette hissetti. Kuşların cıvıltıları ve ağustos böceklerinin cırcırlarından başka hiç bir ses duyulmuyordu. Bir de çok uzaklardan gelen bir su sesi.

Sonra otların içinde dolu bir su şişesi buldu ve şişeyi dudaklarına götürerek biraz içti. Enfes bir tadı vardı suyun, daha önceden hiç tanımadığı tatlı ve uyuşturucu bir tat. Kendisini yeni doğmuş gibi hissediyordu. Neredeyse ayakları yerden kesilip kuşlarla birlikte uçmaya başlayacaktı. O kadar hafiflemişti sanki. Şişenin içindeki suyla çiçekleri sulamaya başladı. Suyun değdiği çiçekler gözlerinin önünde büyüyüp gelişiyor ve rengarenk bir kılığa girip güzelleşiyordu. Elindeki şişeyle bütün bahçeyi dolaştı. Şişenin içindeki su bitmek bilmiyordu bir türlü. Kendiliğinden yeniden doluyordu. Çiçeklerden sonra otları sulamaya başladı. Bahçenin içinde neşeyle zıplayıp duruyor, suyun verdiği gücü her tarafa dağıtıyordu.

Otları o kadar çok suladı ki, su incecik bir çizgi halinde otların arasından akmaya başladı. Suyun oluşturduğu çizgi genişleyerek bahçenin dışına taşıyordu artık. Nesrin bahçe kapısını açıp, akan suyu takibe koyuldu. Bir yandan da etrafa su dökmeye devam ediyordu. Giderek genişleyen su, bu arada küçük bir dere halini almıştı. İçinde rengarenk balıklar yüzüyor, kurbağalar vıraklayarak oradan oraya sıçrıyorlardı. Uzakta evler gözüktü. Küçük dere hızla evlere doğru akıyor, Nesrin de bir çocuk gibi zıplayarak dereyi takip ediyordu. Sonra aniden Nesrin derenin önüne geçip yönünü değiştirince, derenin arkasından geldiğini farketti. Nereye yönelse, dere peşinden geliyordu. Bu çok hoşuna gitti, zigzaglar çizerek ilerlemeye başladı. O önde, dere arkada, evlere giderek yaklaşıyorlardı. Köy gibi bir yer olmalıydı burası.











En sonunda dereyle birlikte evlere ulaştılar. Dere küçük bir ırmak halini almıştı artık. Suları köpürdeyerek akan bir ırmak. Her bir evin önüne geldiğinde yavaşlıyor, içinden o evin kapısına yönelen bir yan kol oluşturuyor ve bir sonraki eve doğru akmaya devam ediyordu. Irmağın yan kollarının rengi kırmızıydı. Kan kırmızısı.

Evlerin içinden insanlar çıkmaya başladı. Tanıdık yüzlerdi bunların çoğu. Nuri, babası, Sevinç, Şenol, Sait Reis, Osman gibi. Hatta aralarında Aynur ile Zafer bile vardı. Evlerin birinden benzinlikteki terli yüzlü çocuk çıkınca çok şaşırdı. Kastamonu’daki garsonu da görür gibi oldu bir ara. Bazılarını ise hiç tanımıyordu. Dikkatli bakınca, tanımadıklarının yüzünün maskeli olduğunu gördü.

Tanıdık veya maskeli, hepsi evlerinden çıktıktan sonra Nesrin’e dönüp işaret parmaklarını ikaz eder gibi kaldırıyorlar ve “yapma” diyorlardı. Yalnızca tek bir kelime. “Yapma”. Nesrin, yapmaması gereken şeyin ne olduğunu anlamıyor, neşe içinde yoluna devam ediyordu. Evleri geride bırakıp kırların içinde ilerlediler. Nesrin ile ırmak, yalnızca ikisi vardı artık. Her şey çok güzeldi. Fakat gözlerinin önündeki manzaranın garip bir yanı vardı. Tarif edemediği, ne olduğunu bir türlü çıkartamadığı bir şey. Kafasına takılmıştı iyice. Bir yandan yoluna devam ediyor, diğer yandan artarak belirginleşen gariplik üzerine düşünüp duruyordu.

Nesrin önde, ırmak arkada yollarına devam edip evleri geride bıraktılar. Bir gariplik vardı, ama ne olduğunu garipliğin çözemiyordu Nesrin. Bir bayıra geldiler. Nesrin bayırdan yukarıya doğru tırmanmaya başladı. O anda anladı garipliğin ne olduğunu. Irmak ters akıyordu, yani yukarıya doğru. Böyle ters akan bir ırmak hiç görmemişti. Yorulduğu için kendisini ırmağın sularına bıraktı. Irmak onu ipekten bir yorgan gibi sarıp dik bayırda taşımaya başladı. Bir tüy gibi hafif hissediyordu kendisini. Sonra bir düzlüğe geldiler. Irmak orada durdu ve yayılmaya başladı. Kısa sürede, ırmak bir göle dönüşmüştü. Nesrin gölün içinde şarkılar söyleyerek yüzüyor, enerjisi bir türlü tükenmek bilmiyordu. Gölün etrafında, aşağıdaki evlerden çıkan insanlar belirdi teker teker. Hem tanıdık olanlar,








hem de maskeliler. Ve “yapma” diyorlardı ikaz edercesine. “Yapma”. Sonra birdenbire Nesrin rahat yüzemediğini farketti. Gölün suyu kalınlaşmıştı ve kulaç atılamıyordu. Dehşetle irkilerek gölün bir bataklığa dönüşmekte olduğunu anladı. Kıyıya çıkmak için çırpınıyor, fakat gölün çamur halini almış sıvısından kurtulamıyordu. Göl onu yavaş yavaş ve sessizce yutmaya hazırlanıyordu.






































Sonuncu Zaman

Müzik sesiyle mi, yoksa gölün onu karşı koyamadığı bir şekilde içine çekmesinin verdiği korkuyla mı uyandığının farkında değildi. Belki de ikisi birden neden olmuştu uyanmasına. Bütün vücudu parlak ve kaygan bir ter tabakasıyla kaplıydı. Bacakları karnı, göğsü, koltuk altları, yüzü, alnı ve hatta ayakları. Sırtı beyaz çarşafa yapışmış, siyah saçları yeni yıkanmış gibi sırılsıklam olmuştu. Çok güzel başlayan ve bir kabusla sonuçlanan rüya bütün ayrıntılarıyla hafızasına kazınmıştı adeta. Sanki rüya görmemiş de, rüyadaki olayları gerçekten yaşamış gibi. Yürürken ayaklarının altında ezilip, sonra tekrar doğrulmaya çalışan yeşil otları bile hatırlıyordu. Ve kendisini yutmaya çalışan bataklık halindeki suları.

Yatağın üstünde yan dönüp müziğe kulak kabarttı. Müzik tesisatının gerektiğinden çok daha fazla yankılattığı bir erkek sesi, akordeon, gitar, bateri ve tanımadığı bir müzik aleti eşliğinde, çocukluğundan beri tanıdığı bir şarkıyı söylüyordu:

Seni sevmek ne hoştur yıldızların altında,
Sevişmek ah ne hoştur yıldızların altında.

Yatağa oturup bacaklarını aşağıya sarkıttı. Omuz ve sırt kasları ağrıdığı için, sandığından daha zor olmuştu bu. Ağrılara aldırmadan ayağa kalkıp pencereye gitti ve perdeyi sonuna kadar açtı. Güneşin verdiği sımsıcak aydınlık, sanki perdenin öbür tarafında birikip de birdenbire özgür bırakılmış gibi odanın içine doldu, gözlerini kamaştırdı. Güneşli gökyüzünde tek bir bulut bile gözükmüyor, ıssız sahile yavaşça vuran dalgalar yoğun müzik sesine hafif bir hışırtı olarak katkıda bulunuyorlardı. Kumsalda hiç kimsenin bulunmayışı hayaletimsi bir görüntüye neden olmaktaydı. Güneşin altında kapalı duran şemsiyeler, kumun üzerinde uzun gölgeler oluşturuyorlar, bu görüntüyü biraz daha anlamsız bir hale getiriyorlardı.







Üstüne sessizce çöken hüzünlü bir ağırlığın altında ezildiğini hissetti Nesrin. Karanlık gündüzler ve aydınlık geceler devam ediyordu belli ki. Halbuki ne kadar arzulamıştı her şeyin normale dönmesini ve kendi algılamalarının diğer
insanlarınkine uyumlu olmasını. Onlarla aynı zamanı yaşayıp, onların arasında sıradan birisi olabilmeyi. Son saatlerin çok büyük bir bölümünü uyuyarak geçirmesi fayda sağlamamıştı. Yalnızca bir süre için gerçeklerden kaçıp, kendi kabuğuna saklanabilmişti, o kadar. Yaşadığı durumu, daha uzun bir süre yok sayamazdı. Herhangi bir şekilde yüzleşmesi gerekiyordu en azından. Bunu
nasıl yapacağını henüz tam olarak bilmiyordu. Tam olarak değil hiç bilmiyordu aslında, ama hiç olmazsa dışarıya çıkmalıydı. Diğer insanların arasına. Uykuya yatarak yok saydığı insanların. Ya sonra? “Sonrasını göreceğiz” diye geçirdi içinden. Geleceğe yönelik plan ve programlar yapamıyordu artık. Bir saat sonra bile, ne yaşayacağını bilemiyordu ki.

Banyoya giderken saate bakmak aklına geldi. Cep telefonunun saati sabah on buçuğu gösteriyordu. Günlerden neydi peki? Salı olması gerekiyordu ama, bu zaman kargaşası içinde pek de emin değildi. Hangi konuda emin olabilirdi ki artık zaten? Kim olduğunu bile unutmuş gibiydi. Birilerinin onu mutlaka merak etmiş olması lazımdı. En azından Nuri’nin, babasının ve sekreterinin. Hatta Sevinç bile aramış olmalıydı, yolculuğunun nasıl geçtiğini öğrenmek için. İlk önce Nuri’yi, sonra da Sevinç’i aramayı denedi, fakat ikisine de ulaşamıyordu. Bağlantı kurulamıyordu bir türlü. En sonunda tuşlara basmaktan sıkılıp vazgeçti ve banyoya girdi. Konuşabilse ne diyecekti ki onlara? Böylesi daha iyiydi belki de. Yalnız başına, tanıdıklarından uzak.

Banyoda her zaman olduğundan daha uzun kaldı. Neredeyse bir saate yakın. Nuri yanında olsaydı “hayrola” derdi mutlaka, “hani banyoda bu kadar uzun kalmak zaman israfıydı”. Uzun uzun duş almış ve yüzünün solgunluğunu gizlemek için istemeden de olsa hafif bir makyaj yapmıştı. Banyodan çıkıp hiç acele etmeden giyindi ve küçük el çantasını alarak odayı terketti. Yatağı düzeltmeden olduğu gibi bırakmıştı. Restorana yaklaşırken müzik hala devam ediyordu, yine eskilerden bir parçayla.

Yar saçların lüle lüle, yar benziyor beyaz güle,
O yar benim hayatımdır, ölürüm de vermem ele.








Solistin, müzik tesisatının ayrılmaz bir parçasıymış gibi çıkan yankılı ve elektronik sesine başkaları da eşlik ediyor, bu da küçük bir cümbüş havası yaratıyordu.

Restoranın açık hava bölümündeki masaların hemen hemen yarısı doluydu. Kadınlı erkekli gruplar çoğunlukla rakı veya şarap içiyor ve bu arada bir oyun havasına dönen müziğin kıvrak ritmine uyarak el çırpıyorlardı. Sonra orta yaşlı bir çift, masaların ortasında bulunan piste çıkarak göbek atmaya başladı. Sanki herkes birisinin başlangıcı yapmasını bekliyormuş gibi, dans pisti birdenbire doldu. Babasının bir lafı geldi aklına Nesrin’in. “Bizim millet kadar göbek atmaya meraklı başka bir millet yoktur” derdi babası, “Kızılay’ın ortasında birisi göbek atmaya başlasın, bir anda herkes katılır ona.” Nesrin elinde olmadan gülmeye başladı. Bu durumda bile gülebildiğine göre, henüz umut var sayılırdı. Koca koca adam ve kadınlar öğlenin sıcağında kalçalarını sallayıp duruyor, bir yandan da müziğin ritmiyle parmaklarını şıklatıyorlardı. Oldukça aptalca ve komik bir görüntüydü bu.

Göbekli ve kel kafalı bir garson Nesrin’in yanına gelip durdu. Konuşmaya başlamadan önce hafifçe öne doğru eğildi. Aynı Kastamonu’da siparişini almaya gelen garson gibi.

-     Buyrun hanfendi. Eğer yemek yiyecekseniz hemen sipariş vermeniz gerekiyor. Birazdan mutfağımız kapanacak da...İsterseniz içeriye de geçebilirsiniz.

Nesrin gülmesini frenleyerek cevap verdi.

-     Hayır, teşekkür ederim. Bir şey yemek istemiyorum. Şehire ineceğim birazdan.

Garson hayretle saatine bakarak devam etti.

-     Neredeyse gece yarısına geliyor. Bu saatten sonra şehirde açık restoran pek bulamazsınız. Bir kaç bar ve meyhane vardır açık olan. Bir de Ayışığı’nın barı. Ama o da şehirde değil zaten. Biraz ilerde yolun üstünde sağda.







Nesrin gülümseyerek tekrar teşekkür etti ve arkasını dönüp otelin çıkışına yöneldi. Arabasını çalıştırıp tozlu yolun üstünde şehire doğru sürerken hiç bir
şey düşünmüyordu, düşünemiyordu daha doğrusu. Kafasının içi bomboştu sanki. Her şeyi tümüyle kanıksamış gibiydi. Ayışığı’nın önünden geçerken bir grup genç yolun kenarına kaçıp, arkasından “farlarını yaksana geri zekalı” diye
bağırdı. Güneşin ışıl ışıl aydınlattığı yola farlarını yakarak devam etti. Şehirin hemen girişinde yolun kenarına park edip arabadan indi. Ana caddede tek tük insanlar görünüyordu ve bütün dükkanlar kapalıydı. Sinop terkedilmiş bir şehri andırıyordu adeta. Ama bir kaç gün veya bir kaç hafta önce değil, yalnızca bir kaç saat önce terkedilmiş.

Hükümet Meydanı’na doğru ilerlemeye başlayan Nesrin, ıssız caddede sessizce yürürken, şehre neden geldiğini düşünüyordu. Ne yapacaktı burada dolaşıp? Amacı neydi? Neden sonra anladı ki, ara sokakların birisinde yeşil saçlı küçük kızı veya kırmızı saçlı yaşlı kadını görebilmeyi umuyordu. Görürse hiç korkmadan ve çekinmeden yanlarına gidecek ve soracaktı: “Neden benimle uğraşıyorsunuz? Ne istiyorsunuz benden?” Belki de yalvarırdı; “Lütfen beni rahat bırakın, evime dönmek istiyorum artık” diye. Garip bir şekilde, bütün yaşadıklarının sorumlusu olarak onları görüyordu. Neden karşısına çıkıp konuşmuyorlardı onunla? Neden bu işkencenin sürüp gitmesini istiyorlar ve her şeye bir son vermiyorlardı?

Meydana gelmeden önce sağa döndü. Kırmızı saçlı kadını gördüğü sokak olmalıydı burası. Gerçi bütün sokaklar birbirine benziyordu ama, yanlış sokağa girmiş olması ihtimali oldukça düşüktü. Bazı evlerin ışıkları kapalı perdeler arkasında yanıyor, bazılarının ise açık pencerelerinden televizyon sesleri geliyordu. Tam sola dönüp, geçidin bulunduğu taşlı yola girmek üzereyken, karşısına sağdaki yoldan gelen bir bekçi çıktı. Nesrin’in kadın olduğunu farkedince şaşıran bekçi konuşmadan önce elindeki feneri yakarak yere doğru tuttu.

-     Hanfendi, siz buralardan değilsiniz galiba. Bu saatte ne yapıyorsunuz tek başınıza dışarda? Bir şey olmaz gerçi ama, bir sarhoş falan çıkar karşınıza korkarsınız. Yolunuzu mu şaşırdınız yoksa? Bu ara sokaklarda kaybolmak çok kolaydır. İsterseniz sizi gitmek istediğiniz yere kadar götüreyim. Nerede kalıyorsunuz?







Nesrin, önemli bir şey yokmuş gibi bir el işareti yaparak “hayır, teşekkür ederim, bir yere götürmeniz gerekmiyor” dedi, “yolumu da şaşırmadım, Diyojen otelde kalıyorum, şuradaki geçitten geçip iskelenin oraya çıkmak istiyorum, ondan sonra da bir taksiye atlayıp otele dönerim.”

Bu cevaptan pek tatmin olmadığı yüzündeki ifadeden açıkça belli olan bekçi kararsız bir şekilde dururken, Nesrin arkasını döndü ve yürüdü gitti. Bekçinin şaşkınlığı hiç ilgilendirmiyordu onu. Hızlı adımlarla geçide girip yavaşladı. Geçidin iki tarafındaki evler derin bir sessizliğe bürünmüştü. En ufak bir hayat belirtisi göstermeyen bir sessizlikti bu. Arada sırada ana caddeden geçen arabaların çıkardığı sesler olmasa ölüm sessizliği bile denilebilirdi. Yakıcı güneş, sessizlik ve ıssız geçit bileşimi ürkütücü geldi Nesrin’e. Geçidi olabildiğince hızlı bir şekilde – neredeyse koşarak – geride bırakıp liman istikametine yöneldi. Fakat geçtiği bütün yollar ıssızdı artık. Uzaklardan türünü çıkaramadığı bir müzik sesi geliyordu. Hala açık olan son barlardan birisi olmalıydı. Bir de ağlayan bir bebek sesi geliyordu sol taraftaki evlerin birisinden.

Nuri’ye ve babasına gemi maketi aldığı vitrini ışıklandırılmış dükkanın önünden geçerek Yalı kahvesinin yanından sola döndü. Çınarın rüzgarla birlikte dalgalanan yapraklarının çıkardığı derin hışırtı, diğer sesleri bir yorgan gibi örtüyordu. İskelenin önündeki geniş caddeye çıkınca biraz rahatladı. Çay bahçesindeki sandalyeler toplanmış, masalar temizlenmişti. Ortalıkta hedefsiz bir şekilde dolaşan bir kaç cılız köpek, yiyecek bir şeyler bulmak umuduyla öteyi beriyi koklayıp duruyordu. Köpeklerden birisi kederli kederli ulumaya başladı. Sanki yalnızlığına isyan edermişçesine. Çok uzaklardan başka bir köpek cevap verdi, belki de hiç görmediği hemcinsine. Sonra ikisi de sustu. Söyleyecekleri başka söz yoktu demek ki.

Nesrin hızını artırarak otelin önünden sola dönüp meydana doğru yürümeye başladı. Askeriyeye ait olduğu anlaşılan bir binanın demir parmaklıklı kapısının arkasında neredeyse çocuk yaşta bir asker nöbet tutuyordu. Elindeki kocaman tüfek, çocuksu bedenine ve afacan bakışlarına hiç bir şekilde uyum sağlamıyor, bir oyuncak gibi duruyordu. Kovboyculuk oynayan bir çocuğa benziyordu her yanıyla. Nesrin’e gülümseyerek baktı ve “yolunu mu kaybettin abla, her şey yolunda mı?” diye sordu. “Hayır” dedi Nesrin, “yolumu falan







kaybetmedim, bu saatlerde ben hep yürüyüşe çıkarım.” Asker arkasından güldü yalnızca ve sustu. Yürüyüp giderken çocuk askerin bakışlarını adeta sırtında hissediyordu Nesrin. Gecenin bu saatinde yalnız başına yürüyüşe çıkan bir kadın hiç görmemişti herhalde. Ve belli ki yadırgamıştı. Çocuk askeri düşünceleriyle başbaşa bırakıp yoluna devam etti.

Hükümet Meydanı’na gelmişti artık. Meydanın karşı tarafındaki taksi durağının önünde bir kaç taksi bekliyordu, ancak şoförleri ortada yoktu. İçerisini göremediği küçük kulübede uyuyorlardı belki de. Meydandan tekrar sola dönüp ana caddede şehir çıkışına doğru yürümeye koyuldu. Saat iki buçuğa gelmek üzereydi neredeyse. Sinop sakinleri için gece, Nesrin için ise öğleden sonra. Arabasına varması on beş dakika sürdü. Otele doğru yola koyulduğunda kendisini oldukça bitkin hissediyordu. Öğlen güneşinin altında yaptığı uzun yürüyüş sonrasında terlemiş ve bacakları ağrımaya başlamıştı. Ne yapacağını da, ne yapması gerektiğini de bilmiyordu. Aklına gelen tek şey uyumaktı, sonsuza değin uyumak.

Arabasını otelin önüne park edip odasına yürürken aniden kararını değiştirerek sahile yöneltti adımlarını. Otelin bahçe kapısını açıp basamakları indi ve kumsala çıktı. Ayaklarını ıslatmak niyetiyle ayakkabılarını çıkarıp eline aldı. Ilık rüzgar yandan yüzüne vuruyor, saçlarının önüne düşmesine neden oluyordu. Pantolonunun paçalarının ıslanmasına aldırmayarak ayak bileklerine kadar suyun içine girdi. Küçük dalgalar sahile yosun taşımıştı. Sağ ayağının bir yosun şeridi tarafından sarıldığını hissedip, ayağını öne arkaya sallayarak yosundan kurtuldu.

Soluna doğru bakmasıyla birlikte kalbinin duracağını sandı. Yüz metre kadar ileride, Beyaz Ev’in önündeki kumsalda uzun beyaz elbise giymiş bir kadın sahilde durmuş denize bakıyordu. Aynı kendisi gibi. Sinop tarafına baktığı için Nesrin’e sırtı dönüktü. Nesrin kadının bulunduğu yere doğru yürümeye başladı. Kalbi deli gibi atıyordu. Kadının saçları normal siyah bir tondaydı ama, daha önce karşılaştığı yeşil saçlı kız çocuğu ve kırmızı saçlı yaşlı kadınla bir bağlantısı olduğuna şüphesi yoktu Nesrin’in. Kadına iyice yaklaştı. Aralarında beş adımlık bir mesafe ancak kalmıştı artık. Kadın başını çevirip Nesrin’e bakmaksızın aniden konuşmaya başladı.








-     Merhaba Nesrin. Nasılsın? Pek iyi görünmüyorsun aslında.

Nesrin kanının donduğunu hissetti. Bu ses...bu ses yabancı değildi. Tanıyordu bu sesi. Hem de çok iyi tanıyordu. Ağzı kurumuş, çenesi kilitlenmişti sanki. Zorlukla konuşabildi.

-     Kimsin sen? Yüzünü dön bana.

Kadın gülümseyerek yüzünü dönünce, Nesrin bir iki adım gerilemek zorunda kaldı. Bütün tüyleri diken diken olmuştu ve ensesinden sırtına doğru bir ürperme yayılıyordu. Sonra bütün sırtı karıncalanmaya başladı. Karşısında kendisini görüyordu, on sekiz veya on dokuz yaşındaki halini. O anda anladı her şeyi. Yeşil saçlı kız çocuğu da kendisiydi, kırmızı saçlı yaşlı kadın da. Mırıldanır gibi konuştu.

-     Sen...sen bensin. Nasıl olur bu?

Genç Nesrin cevap vermeden, yalnızca gülümseyerek baktı. Nesrin kendisini toparlayarak devam etti.

-     O halde küçük kız da bendim ve yaşlı kadın da.

Cevap tek kelimeden ibaretti. Her şeyi doğrulayan yorumsuz tek kelime.

-     Evet.
-     Peki neden yeşil ve kırmızı saç? Ne anlamı var bunun?
-     Bilmem, belki sen öyle istediğin içindir veya senin daha fazla dikkatini çekmek üzere.

Korku ve ürperti kayboldu, onun yerini öfke aldı birdenbire. Bağırmaya başladı hiç çekinmeden.

-     Ne istiyorsunuz benden? Ne yaptım ben size? Yeter artık çıldırmak üzereyim. İntihara mı sürüklemek istiyorsunuz beni?

Genç Nesrin gülümsemesini hiç değiştirmeden cevap verdi.







-     Kimseyi suçlama Nesrin. Ben senim, sen de bensin. Sen istemeseydin hiç birisi olmazdı bunların. Eğer bir sorumlu arıyorsan, ilk önce kendine bakmalısın.
-     Yani tüm bunların benim hayalimde olduğunu mu söylemek istiyorsun? Gerçek değil mi yaşadıklarım? Peki ya on dört saatte buraya gelebilmem veya kendimi birdenbire denizin ortasında bulmam, bunlar da mı hayal ürünü? Sait Reis de mi yok aslında?

Genç Nesrin’in yüzündeki gülümseme kendisini belli belirsiz bir
tebessüme bıraktı.

-     Ben böyle bir şey söylemedim. Sadece sen istemeseydin bunların hiç birisi olmazdı dedim. Bunu biraz açıklamak gerekirse, sen hazır olmasaydın veya uygun gözükmeseydin, bunları yaşamazdın.

Nesrin biraz düşündükten sonra yeni bir soru yöneltti.

-     Nasıl yani, seçildim mi ben bir şekilde?
-     Öyle demek istiyorsan diyebilirsin. Ama kimse seni seçmedi, sen kendi kendini seçtin.
-     Neden? Neden böyle saçma bir şey yapayım ki?

Genç Nesrin cevap vermeden önce ellerini açarak elleriyle Nesrin’i gösterdi.

-     Çünkü sen uyumsuzsun Nesrin. Kendinle, çevrenle, kısacası hiç bir şeyle ve kimseyle uyum içinde yaşayamıyorsun. Hep huzursuzsun. Esasında kendin de biliyorsun bunu. Daha geçen gün Sevinç’e aynı şeyleri söylemedin mi? Hatta fazlasını bile dedin. Sürekli bir şeyler beklediğini, ne istediğini bilmediğini, yaşamının bundan ibaret olamayacağını. Senin kendi sözlerin tüm bunlar.

Nesrin düşünmeye başladı. Uyum, uyumsuzluk, ne demek oluyordu bunlar? İçinde sürekli bir rahatsızlık, tedirginlik ve bekleyiş hissederdi hep. Ama bunlar bir çok insanda olabilirdi herhalde. Kendi kendine konuşur gibi sürdürdü.









-     Böyle olsa bile, dünyanın tek uyumsuz ve huzursuz insanı ben değilim herhalde. Neden ben yaşamak zorunda kalıyorum tüm bunları? Benim durumum bu denli farklı mı?
-     Başka insanların ne yaşadıklarını nereden bilebilirsin ki? Sen yalnızca kendini biliyorsun ve isyan ediyorsun. Belki de haklı olarak isyan ediyorsun. Kim bilir?

Nesrin itirazlarına devam etti. Suçlayan o olması gerekirken, kendisini savunmak durumuna gelmişti birdenbire.

-     Ben hiç böyle görmüyordum kendimi. Peki nasıl kurtulurum bundan? Uyumlu bir hale nasıl gelebilirim?

Genç Nesrin kafasını iki yana sallayarak konuşmasına devam etti.

-     Bunu gerçekten istediğini hiç sanmıyorum. Uyumlu olmak, erişilmesi gerekli bir hedef olabilir mi sence?
-     Ben hep huzursuz bir bekleyiş içinde mi olacağım o halde? Benim mutlu olmak gibi bir hakkım yok mu?

Genç Nesrin güldü. Gülüşünde Nesrin’in söylediklerini küçümseyen bir hava vardı.

-     Mutluluk mu? Mutluluğun konuştuklarımızla ne ilgisi var anlamıyorum.
-     Hayatta en önemli hedeflerden birisi değil mi mutluluk ve mutlu olmak? Aslında tüm insanlar hayatlarının sonuna kadar mutluluk peşinde koşup durmuyor mu? Kimi parada arıyor mutluluğu, kimi aşkta, kimi inançta, kimi de kendi halinde yaşamakta. Öyle değil mi?

Genç Nesrin dudaklarını çarpıtıp başını iki yana sallamaya başladı. Nesrin’in sözlerinden hiç hoşnut değilmiş gibi gözüküyordu.

-     Mutluluk...Ne kadar büyük bir yalan. Mutluluk nedir biliyor musun Nesrin? Hiç düşündün mü bunu?








Nesrin cevap verdi. Cevabından çok emin değilmiş gibiydi ve genç Nesrin’in tarifini merak ediyordu.

-     Çok genel bir tarifi olduğunu sanmıyorum. Herkes için değişebilir. Herkes için farklı bir şey ifade edebilir. Zenginlik, başarı, kişisel tatmin, aşk ve daha pek çok şey. Peki sence nedir mutluluk?
-     Bu söylediklerinin hepsi içi boş bir görüntü. Mutluluk hayatını boşa harcamış insanların sığınabildiği son kaledir. Bazıları hemen hayatlarının başlangıcında bu kaleyi mekan tutarlar, bazıları ise sonradan. Yani hayatlarını boşa harcadıklarını anlayınca ve kendilerini aldatmak üzere. Bazı insanlar ise mutluluğu hiç dikkate almazlar, önemli değildir onlar için.

Böyle bir şey beklemeyen Nesrin şaşırmıştı. Anlamak istiyorcasına sordu.

-     Yani başarısız insanların kendilerini avutmak için sığındıkları bir yalan, öyle mi?

Genç Nesrin başını biraz önce yaptığı gibi iki yana sallayarak itiraz etti.

-     Hayır, anlamıyorsun. Başarının veya başarısızlığın bu konuyla hiç bir ilgisi yok. Şöyle bir etrafına bak. Senin de göreceğine eminim. Hayatını boşa harcamış, toplumdaki genel anlayışa göre başarılı o kadar çok insan dolaşıyor ki ortada. Veya tersi. Hayatının her saniyesini en doğru şekilde yaşayıp hep başarısız kalmış. Toplumdaki genel anlayışa göre başarısız kalmış elbette.

Nesrin konuşmadan önce uzun uzun düşündü.

-     Doğru ne demek ki? Hayatta tek doğru mu vardır? Birisinin doğrusu öbürünün yanlışı olamaz mı?
-     Hayatın küçük detaylarında dediğin doğru olabilir. Fakat temel konularda doğru hep tektir. Birisinin doğrusu öbürünün yanlışı olamaz, veya tersi.

Nesrin söylenenleri kabul etmiş gibi birdenbire başka bir konuya geçti.









-     Peki hayatını boşa harcadığını nasıl anlar insan? Veya harcamadığını? Bunun kriterleri ne? Tüm insanlar için aynı kriterler mi geçerli? Hiç farklılık yok mu aralarında?
-     Kriterler değişebilir elbette. Fakat sonuç hep aynıdır. Hayatını boşa harcayanlar eninde sonunda anlar bunu. Belki kabul etmek istemezler ve kendilerini kandırmaya çalışırlar, ama en derinlerinde bilirler. Diğerlerinin ise bir şey anlamaya ihtiyacı olmaz. Hayatlarını boşa harcamayanların yani. Çünkü mutluluk gibi bir hedefleri yoktur zaten. Umursamazlar bunu ve hatta aptalca bulurlar.

Nesrin’in sabrı tükenmeye başlamıştı artık. İsyan eder gibi konuştu.

-     Tüm bunların benimle ne ilgisi olduğunu anlayamıyorum. Neden ben? Tüm huzursuz insanların başına benim başıma gelenler gelmiyor herhalde. Şimdi de Sinop’u terkedemiyorum, geceler gündüz, gündüzler gece oldu. Ne yapacağım ben? Her şey böyle devam mı edecek yoksa?

Genç Nesrin, Nesrin’in gözlerine bakarak yavaş ve tane tane konuşmaya başladı. Kelimeleri özenle seçiyor gibiydi.

-     En başta da söyledim. Neden sorusunun cevabını kendin vermek zorundasın. Kimse sana yardım edemez. İçini daha iyi dinlemen gerekiyor belki de. Buradan çekip gitme sorununa gelince, o da senin elinde aslında. Kararlı olursan gidersin. Her şey sana bağlı.
-     Bu da ne demek? Gitmeyi yeterince istemiyor muyum yani? Burada mı kalmak istiyorum? Kesinlikle doğru değil bu. Ayrıca çok saçma. Evime dönmek istiyorum fakat dönemiyorum. Bu durumdan zevk aldığımı mı sanıyorsun yoksa?

Genç Nesrin tekrar denize bakmaya başlamıştı. Konuşma bitmiş, söylenmesi gerekenler söylenmiş gibi uzun bir süre suskun kaldı. Sonra Nesrin’in zorlukla duyabildiği bir fısıltı çıktı ağzından.

-     Zevk almıyorsun, ama kararlı da değilsin. İkisi arasında çok büyük fark var. Kendini aldatma. Kararlı olsan giderdin. Bunu en az benim kadar sen de biliyorsun. Belki de benden daha iyi biliyorsun. Çünkü daha tecrübelisin... Benim vaktim geldi, gitmem lazım.






Nesrin tekrar öfkelenmişti. Sesini yükselterek sordu.

-     Kararlı olmakla neyi kastediyorsun? Bana bunu söylemeden hiç bir yere gidemezsin, anlıyor musun, hiç bir yere gidemezsin. Ben bütün benliğimle buradan gitmek istiyorum. Evime dönmek istiyorum. Ve hayatımda hiç olmadığım kadar kararlıyım. Sen ise durmuş burada kararlı olmadığımı, kararlı olsam gidebileceğimi söylüyorsun. Nasıl bir kararlılık bu? Benim kararlılığımın neresi eksik?

Genç Nesrin son bir defa dönüp baktı. Ağzından çıkan fısıltı neredeyse hiç duyulmuyordu artık.

-     Sana daha fazla yardım edemem. Her şey senin elinde...Benim gitmem gerekiyor, vaktim dolmak üzere.

Nesrin düşünüyordu. İtiraz etmedi. Gerek duymamıştı buna. Onun da söyleyecek sözü kalmamıştı. Arkasına dönüp otelin girişine doğru yürümeye başladı. Ayakkabıları hala elindeydi. Otel bahçesinin kapısında durup geriye baktığında genç Nesrin kaybolmuştu. Bir rüya görüyormuş gibi odasına gidip çantasını topladı. Saatin kaç olduğunu bilmiyordu. İlgilendirmiyordu da zaten. Pek umursamıyordu artık bu durumu. Aniden ve pek farkında olmaksızın kararını vermişti bu arada nasıl olsa.

Eşyalarını gelişigüzel bir şekilde ve buruşmalarını hiç önemsemeksizin çantasının içine tıkıştırıp geriye bakmaksızın odadan çıktı. Resepsiyonun önündeki koltuklardan birisinin üstünde uyuklarken Nesrin’in gelmesiyle uyanan genç görevlinin çıkardığı hesabı kredi kartıyla ödedi. Makinadan çıkan kağıdı imzalarken rakama bakmamıştı bile.

Çantasını ve içinde gemi maketlerinin bulunduğu poşeti arabanın arka koltuğuna yerleştirip direksiyona oturdu ve motoru çalıştırdı. Hiç beklemeden hareket etti. Ana caddeye gelince sola dönüp Sinop evlerini teker teker geride bıraktı. Arabayı hiç bir şey düşünmeden sürüyordu. Rutin bir iş yapıyormuş gibi. Gökyüzü birdenbire bulutlarla kaplanmıştı. Sabah mı, yoksa akşam mı olduğu bile belli olmuyordu. Rahat hissediyordu kendisini. Karar vermiş olmanın







rahatlığı herhalde. Yola devam etmesi imkansız hale gelirse iyice hızlanıp yolun kenarındaki büyük ağaçlardan birisinin üstüne sürecekti arabayı. Veya yirmi-otuz metre derinliğinde bir yamaçtan aşağıya. Bütün yol böyle yamaçlarla doluydu. Ne olursa olsun bitecekti bu iş burada. Şu veya bu şekilde. Hangi şekilde biteceği umurunda bile değildi artık.

Ne terliyordu, ne de nefes darlığı çekiyordu. Midesinin üstüne bir ağrı da gelip oturmadı. Bir rüya görüyormuş gibi ve yola donuk gözlerle bakarak arabayı sürüp duruyordu. Sinop’un civar köylerini birer birer geride bırakıyordu.
Bostancılı, Ordu, Demirci, Melikşah, Lala, Kabalı, hepsi geride kalmıştı artık.
Sonra inişli çıkışlı virajlar başladı. Sinop’tan çıktığından beri gökyüzü garip bir renk almıştı. Pembemsi bir gri. Güneşi arkalarında tutan bulutlar içlerindeki yağmuru her an serbest bırakacak gibiydiler. Bir kaç damla yağmur düştü de en sonunda. Fakat kayda değmeyecek kadar az.

Nesrin arabayı çok hızlı sürüyordu. Tehlikeli denilebilecek bir hızdı bu. Kastamonu’ya nasıl geldiğini anlamadı bile. Hiç durmadan yoluna devam etti.

Bir ara acıkır gibi oldu, ama üstünde durmadı açlığının. En son ne zaman yemek yediğini düşündü, hatırlayamadı. Yalnızca çok uzun bir zamandır yemek yemediğini biliyordu. Bir yerde durup benzin aldı. Benzinliğin tam ortasında kirli yeşil renkte beton bir bina vardı, çıkışta da kırık dökük bir at arabası. Benzinlikte çalışan çocuğun yüzü terliyordu sürekli ve camları silerken dilini ağzından dışarı çıkartmıştı. Kayın ve ladinlerden oluşan küçük bir koru hemen benzinliğin yanından başlayarak uzaktaki alçak tepelere doğru seyrelerek devam ediyordu. Yüzü terli çocuğu da, koruyu da görmedi Nesrin. Kirli yeşil renkteki beton binanın da farkında değildi. Hatta çocuğun “merhaba abla, geçenlerde de buradan benzin almıştınız” dediğini de duymadı. Arabasına binerek yoluna devam etti. Fişten çekilmiş bir robot gibi, tüm duygu ve düşüncelerden arındırılmış bir şekilde.

En sonunda birdenbire Ankara’nın içinde olduğunu anlayarak kendisine geldi, sevinir gibi oldu. Biraz sonra evinde olabilecekti nihayet. Kendi evinde.
Trafik çok rahat olduğu için Aşağı Ayrancı’daki evine varması sandığından da çabuk oldu. Arabasını park edip elinde çantasıyla merdivenleri çıkarken, her şey kendisine garip bir şekilde yabancı geliyordu. Dışarıda da aynı duyguya kapılır







gibi olmuştu. Köşedeki bakkalı, onun yanındaki manavı ve biraz ilerideki çiçekçi dükkanını hayatında ilk defa görüyormuş gibi hissetmişti kendisini. Anahtarlarını çantasından çıkartıp kapıyı açtı ve çekinerek içeriye girdi. İlk önce mutfağa yöneldi ve buzdolabından çıkardığı bir şişeyi dudaklarına dayayarak bolca su içti. Sonra yatak odasının kapısında durarak içeriye baktı. Sanki daha önce burada hiç yatmamış ve odanın ortasındaki yatak bir yabancıya aitmiş gibi. Evin telefonu çalınca sevincinden neredeyse havalara uçacaktı. Yalnız kalmak istemiyor, birisiyle konuşmak ihtiyacını hissediyordu. Hem de çok yoğun olarak.
Kiminle hangi konuda konuşsa olurdu. Yeter ki kendi başına kalmasın. Koşarak salondaki telefona gidip açtı. Nuri’ydi arayan ve sesi hem çok sevecen, hem de neşeliydi.

-     Geldin mi en nihayet sevgilim? Daha önce de aradım ama çıkaramadım. Eeee, söyle bakalım, nasıl geçti? Memnun musun hafta sonu tatilinden? Bol bol güneşlenip dinlendin mi? Çok özledim seni, beni yalnız bırakmamalıydın, ama iyi gelmiştir küçük bir hafta sonu tatili. Gelecek sefer birlikte gideriz belki. Anlatsana hayatım, dilini mi yuttun?

Nesrin çok sevinmişti ve makineli tüfek gibi konuşmaya başladı.

-     Ben de seni çok özledim canım. Dün bir hayli aradım seni, ama ben de çıkaramadım. Biraz yorucu oldu bu tatil. Bir de bazı garip olaylar yaşadım. Oldukça sinir bozucu olaylar. Sonra anlatırım bunları. Şu anda saat kaç?

Nuri biraz duraksadı. Sesinde hafif bir tedirginlik belirdi.

-     Saat mi kaç?...Akşam altıya gelmek üzere. Ne gibi garip olaylar yaşadın? Sevinç’le bir sorun mu çıktı aranızda yoksa? Veya kocasıyla? Neydi adamın adı?...Şenol’muydu?
-     Yok canım hayır, Sevinç veya Şenol ile ilgisi yok yaşadıklarımın. Önemli değil o kadar. Oraya gelince anlatırım. Kafana takma sakın. Peki bugün günlerden ne?

Bu sefer sessizlik daha uzun sürdü. Nuri’nin sesindeki tedirginlik çok belirgindi artık.








-     Günlerden ne mi? Nasıl yani anlamıyorum, Pazartesi günü dönmeyecek miydin zaten? Bugün Pazartesi olduğunu bilmiyor olamazsın herhalde. Sevgilim, lütfen söyle bana, ne oldu orada? Kafan karışmış gibi. İstersen biraz dinlen, bir kaç saat sonra gelip alırım seni.

Nesrin hemen atıldı.

-     Yooo, hayır, bir kaç saat beklemek istemiyorum. Evde yalnız başıma kalmak da istemiyorum. Fakat senin almana gerek yok. Elimi yüzümü yıkayıp hemen çıkarım ben. En geç bir saat sonra orada olurum. Merak etme lütfen, bir şeyim yok benim.
-     Peki canım, nasıl istersen. Baban da yarım saat içinde gelir herhalde. O da biricik kızını özlemiş. Seni seviyorum bitanem, biraz sonra görüşürüz o zaman.

Nesrin’e ve evin içine hayat gelmişti sanki. Telefonu kapatır kapatmaz banyoya koştu ve soğuk suyla yüzünü yıkayıp, dişlerini fırçaladı. Sonra aceleyle makyajını yapıp üstünü değiştirdi. Açık yeşil ince ve bol bir pantolon ile kısa
kollu bej bir gömlek seçmişti gardrobundan. Evde gereksiz yere bir dakika bile kalmak istemiyor, bir an önce insanların arasına karışmak için can atıyordu.

Gemi maketlerini yanına alıp dışarıya fırladı. Arabayı Cinnah caddesinden yukarıya sürerken çok heyecanlıydı. Hem Nuri’yi göreceği, hem de artık her şeyin geride kaldığını hissettiği için. Leon’un biraz ilerisinde boş bir yer bulup park etti ve koşar adımlarla içeriye daldı. Nuri ve babası pencere kenarındaki bir masada oturmuş şarap içiyorlardı. Onu görünce ayağa kalkıp gülümsediler. Kendisini küçük bir çocuk gibi Nuri’nin kollarına bırakırken çok mutluydu Nesrin. Hiç konuşmadan uzun süre kafasını Nuri’nin omuzuna dayayıp öylece kaldı. Nuri de, bunun farklı bir kucaklaşma olduğunu sezmiş ve hiç bir şey söylemeden elini Nesrin’in sırtında gezdiriyordu. Sonra Nesrin’in gözlerine bakarak konuşmaya başladı.

-     Çok özledim seni. Ne olmuş sana böyle? Sanki yüzün küçülmüş gibi. Hiç yemek yemedin mi oralarda? Rengin de solmuş. Haydi anlat bakalım, ne olduğunu? Canını ne sıktı? Daha fazla merakta bırakma bizi.







Nesrin babasıyla da kucaklaşıp oturdu. Babası da bakıyordu merakla ve bekliyordu Nesrin’in ne diyeceğini. Fakat ne anlatabilirdi ki? Kim inanırdı
yaşadıklarına. Kendisi bile inanmakta zorluk çekiyordu bazen. Yeşil saçlı küçük kız, kırmızı saçlı yaşlı kadın, denizin ortasında yapayalnız sürüklenişi, ıssız kumsalda sayısı giderek artan siyah köpeklerin garip saldırısı, küçük köpeğin diğerleri tarafından parçalanması, Sinop’dan bir türlü çıkamayışı, genç Nesrin’le kumsaldaki uzun konuşma, günlerin ve gecelerin birbirine karışması, koca bir günü fazladan yaşamış olması, nasıl anlatabilirdi tüm bunları? En sonunda kararını verip konuşmaya başladı.

-     Çok önemli bir şey yok aslında. Giderken yolculuğum sandığımdan çok daha uzun sürdü ve biraz sinirlerim bozuldu. Sanki hep aynı yollarda gidiyormuşum gibi geldi, çok bunaldım sizin anlayacağınız. Sonra orada ilk gün farkına varmadan biraz fazla açılmışım denize. Akıntıyı da hesaba katmadım herhalde. Bir baktım, geriye dönemeyecek kadar sahilden uzaklardayım. Sait Reis diye yaşlı bir balıkçı gelip kurtardı beni denizin ortasından. Çok tatlı bir ihtiyardı. Ona buradan mutlaka bir hediye göndereceğim. Pazar günü de kumsalda yürürken bir kaç köpek saldırdı durup dururken, fakat denize girip kaçtım köpeklerden. Hepsi bu kadar esasında...Neden bakıyorsunuz öyle?

Babası sözü alıp haşlamaya başlamıştı bile Nesrin’i.

-     Hepsi bu mu? Hepsi bu diyor bir de. Daha ne olsun kızım? Gereksiz yere açılıp, son anda boğulmaktan kurtulmuşsun, bir de hepsi bu diyorsun. Ya o balıkçı geçmeseydi oradan ne olacaktı? Delirdin mi sen? Karadeniz’in farklı olduğunu hiç mi duymadın? İstanbul’un Kilyos’unda bile her sene kaç kişi kaybolup gidiyor. Bu yetmiyormuş gibi, bir de köpekler saldırmış. Ya bir yerini ısırsalardı ne yapacaktın? Yahu Nuri, ne yapacaksan yap ama, şu benim deli kızımı kontrol altına al biraz. Yoksa ben kalpten gideceğim.

Nuri başını iki yana sallayarak ağzından “cık, cık” diye sesler çıkarıyordu hiç bir şey söylemeden. Sonra Nesrin’in sağ elini kendi elleri arasına alarak “sevgilim, lütfen kendine biraz daha dikkat et” dedi, “ne lüzumu var bu deliliklerin ve ne yaparız biz, sana bir şey olursa?”.







Bir süre sonra her şey normale dönmüş bir şekilde şaraplarını yudumluyorlardı. Denize açılma olayını ve köpeklerin saldırısını mümkün olduğunca detaylı anlattırmışlardı Nesrin’e. Babası az kalsın Sevinç’e telefon açıp onu da haşlayacaktı “ne diye yalnız bıraktın kızımı?” diye. Fakat Nuri ile Nesrin vaz geçirdiler onu bu niyetinden.

Nesrin birdenbire gemi maketlerini hatırlayarak arabaya geri döndü ve maketlerin bulunduğu poşeti aldı. İkisi de çok beğenmişti hediyelerini. Nuri hemen barın arkasındaki bir rafa yerleştirdi küçük gemiyi ve karşısına geçerek uzun uzun baktı. Sonra “akşama belki eve götürürüm, evde daha güzel bir yer biliyorum bunun için” dedi.

Nesrin yiyecek bir şeyler söylemeye karar vermişti ki, içeriye elli yaşlarında, bıyıklı ve uzun saçlı bir adam girdi. Çok bitkin ve halinden bezmiş bir görüntüsü vardı. Yarısı dolu olan mekanda bir süre göz gezdirdikten sonra gelip tam yanlarındaki masaya oturdu ve yüzünü iki elinin içine alarak kaşlarını ve alnını oğuşturmaya başladı. Gününün hiç iyi geçmediği her halinden kolayca anlaşılıyordu. Bir duble rakı siparişi verip, içkisi gelir gelmez büyük bir yudum aldı. Kocaman bir yudum. Bardağı neredeyse tek yudumda yarılamıştı. Cep telefonu çalınca irkilerek kendine geldi ve telaşla ceplerini karıştırmaya koyuldu. Cep telefonunu hangi cebine koyduğunu hatırlamıyordu anlaşılan. En sonunda telefonu buldu ve telaşla kulağına götürdü. Adam nedense Nesrin’in ilgisini çekmişti. Bu arada Nuri’yle babası Avrupa Birliği üzerine bir tartışmaya dalmışlardı. Babası Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine kesin bir şekilde karşı çıkıyor ve “lüzumsuz bir tartışma aslında, zaten onlar almayacak ki bizi”
diyordu. Nuri ise üyelik sürecinin sürmesinden yanaydı ve “alsınlar veya almasınlar farketmez, bu süreç içinde hiç olmazsa birazcık demokratikleşiriz”
diyordu. Nesrin yan masadaki adamın konuşmasına kulak kabarttı. Adam alçak bir sesle konuşuyordu.













-     Bilmiyorum ağbi, çok anlamsız şeyler yaşıyorum son günlerde. Çıldırmak üzereyim neredeyse. Bütün araştırmayı bitirdim sayılır artık. Yirmi dört bölümün yirmi üçünü yayımcıma gönderdim. Bir tek son bölüm kaldı. O da bir nevi toparlama. Cümlesi cümlesine aklımda her şey. Akşam oturup yazıyorum, sabah bir bakıyorum, bilgisayarda yok öyle bir dosya. Dün akşam yazdıktan sonra CD’de yedekledim. Bu sabah CD’den de
silinmişti. Yayımcı arayıp duruyor son bölüm nerede diye. Bu yayımcıyı
ne kadar zor bulduğumu sen de biliyorsun. Bu sabah elde yazayım bari
dedim. Tam bitirmiştim ki, zil çaldı kapıya gittim. Döndüğümde masanın
üstündeki sayfalar bomboştu. Birisi şaka yapıyor sandım ilk önce, sağa
sola baktım, ama evde benle hanımdan başka kimse yoktu. Hanıma
sordum, yazdığım sayfaları sen mi aldın diye, ters ters baktı bana ve cevap
bile vermedi...

Hayır kardeşim, yazdım diyorum sana. Adamı deli etme. Yazmasam ne diye yazdım diyeyim? Manyak mıyım ben? Yazıp yazmadığımı bilmeyecek kadar bunamadım henüz...

Bağırmıyorum ağbicim, kızmıyorum da. Sana ne diye kızayım. Fakat sen de lütfen inan bana. Yazdığına emin misin diye saçma sapan sorular sorma. Zaten bütün sinirlerim tepemde. Başka garip şeyler de oluyor sinirlerimi bozan...

Ne mi oluyor? Mesela dün akşam hanıma ne zaman yemek yiyeceğiz diye sordum. Boşan da semerini ye dedi bana. Ona göre daha yarım saat önce yemek yemişiz ve zaten yemek de kalmamış. Ben peynir ekmekle karnımı doyururken garip garip bakıp durdu. Hatta sen bir doktora görünsen iyi olur bile dedi...

Yemedim diyorum kardeşim, niçin inanmıyorsun bana? Aklımdan zorum mu var ki, yarım saat arayla iki kere yemek yiyeyim? Bir de arabayla şehir içinde bir yerden başka bir yere gidemiyorum artık. On dakikalık yolu iki saatte zor alıyorum...

Yok hayır, yavaş kullandığım için değil. Yola çıkıyorum, biraz sonra bir bakıyorum ki, aynı yollardan tekrar geçiyorum. Git git bitmiyor yol. Bir türlü varmak istediğim yere varamıyorum. Her gün bir depo benzini bitirir oldum vallahi. Baktım olmuyor, şimdi her yere taksiyle veya dolmuşla gidip geliyorum. Çok daha ucuza geliyor böylesi...





Gülmesene kardeşim, niye gülüyorsun? Sana ciddi bir şey anlatıyoruz herhalde. Kırk yıllık arkadaşımsın, sana anlatmayacağım da kime anlatacağım. Birisiyle mutlaka konuşmam lazımdı. Delireceğim neredeyse. Bütün bunlar hadi neyse de, şu araştırmamın son bölümünü ne yapacağımı gerçekten bilemiyorum artık. Bir kaç gün içinde yayımcıma göndermezsem, adam kesin vazgeçecek. Bir yıllık emeğim de boşa gidecek böylece. Bundan sonra bir daha yayımcı bulabilir miyim bilmiyorum...

Sana gelip senin bilgisayarında mı yazayım? Olur mu dersin? Fena fikir değil aslında. Yine silinirse sen de anlarsın en azından yalan söylemediğimi.

Tamam, birazdan görüşürüz o zaman. Hemen atlayıp geliyorum.

Uzun saçlı adam rakısını hemen bitirip garsonu çağırdı ve hesabı ödedi. Aceleyle dışarıya çıkıp köşedeki taksi durağına doğru yürümeye başladı. Masanın üstünde bir kart vizit kalmıştı. Telefonunu cebinden çıkartırken birlikte gelip masanın üstünde kalmış olmalıydı. Nesrin yan masaya uzanıp kartı aldı ve okudu.

Dr. Salih Konmaz
Gazeteci – Yazar

Tam bu sırada Nuri, tartışmayı yarıda keserek Nesrin’e döndü.

-     Ne diyorsun hayatım, bir şeyler yiyelim mi artık? Acıkmadın mı hala yoksa?

Nesrin muzip bir gülümsemeyle cevap verdi.

-     Acıktım tabii. Ama biz biraz önce sipariş vermemiş miydik zaten?


SON
6 Ağustos 2005



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Anlamsız Şiirler [Şiir]
Osuruk Otu Salatası [Öykü]
Tarif [Öykü]


Etem Levent Bakaç kimdir?

Beş yaşımdan beri okuyorum. Aradan geçen 47 yıl boyunca herhalde 1000'in üzerinde kitap okumuşumdur. Okumadan yazmanın soytarılık olduğunu düşünüyorum. Roman, şiir ve hikaye yazmaya üç yıl önce başladım. Yazmaya ne olursa olsun devam edeceğim.

Etkilendiği Yazarlar:
Şiirde Lautreamont'un Maldoror'un Şarkıları, Düzyazı'da Stanislaw Lem, Thomas Mann, Edgar Allen Poe.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Etem Levent Bakaç, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.