Her gün yeniden doğmalı. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
'ellerini arkadan bağladım. bağlı işte... hayır kurtulamaz canım... sandalye de sağlam; ne kadar kıpraşsa da boşuna. evet yemek verdim. yani ne varsa.. hamburger yaptırdım şu aşağıdaki büfeden... çizburger değil hamburger... portakal suyu da aldım... sigara yaktı hemen sonra. ben içirdim. 'sigarasını da bitirdikten sonra geçtim karşısına. “evet, ne olacak şimdi” diyen bir ifadesi vardı. ne olacağına dair düşünce üretememesi için olabildiğince ifadesiz durmaya çalıştım.' “biliyorsundur; bundan hiç şüphem yok; insanların belli başlı iki üç asıl sorusu vardır... kalanlar ritüellerle ya da boktan şeylerle alakalıdır...” dedim ve sustum. o da susuyordu. “şimdi bana bildiklerini anlatacaksın...” dedim, arkama yaslandım. tam karşısında bir koltukta oturuyordum. “üç temel sorun; tanrı, aşk ve ölüm... bunların bilgisine erişebilmek ya olanaksız ya da -en iyi ihtimalle- çok zormuş... doğru mu?” cevap vermedi ve yumruğu geçirdim. burnu kanadı. bunu yapmak zorunda bıraktı beni... belki de gerekliydi... birkaç dakika konuşmadım. “doğru mu?” “e..evet...doğru denilebilir...” “doğru denilebilir demek...” bir yumruk daha yedi. şimdi, neler olabileceğine dair bazı düşünceler oluşmuştu herhalde kafasında... kızgın ve meraklıydım; amacıma ulaşmaktan başka düşündüğüm bir şey yoktu. “önce tanrıdan bahsedelim; tanrının varlığına dair ne düşünüyorsun? hemen belirteyim; gerçek düşüncelerini anlatmadığını hissettiğim anda şu gördüğün demir çubukla kaburgalarını kırarım. kişiliğin ya da tercihlerin beni ilgilendirmiyor... düşüncelerin; evet düşüncelerin lazım bana...” “tanrı...” “evet, tanrı... var mı?” “var...” “bak; ben senden açıklamalar bekliyorum...detaylar bekliyorum... kestirip atma sakın...” “var ancak... ancak onun varlık tarzı farklı... yani... bir dağ gibi ya da insan gibi değil...” “ne gibi?” “bunu anlatmak.. uzun sürebilir yani aslında...” “vaktimiz bol! anlat!” “tanrıya olan inanç... bu çok önemlidir... inanç... üç kişi beş kişi değil milyonlarca, milyarlarca insanın inancı... saf inanç... fayda üzerine kurulmamış... gerçek... milyarlarca zihnin, niyetin beslediği... bir inanç...gerçek...” “tanrının bir tasarım olduğunu mu iddia ediyorsun?” “hayır... hayır; bir tasarıma göre çok daha kontrolsüz, kolektif bilincin... kolektif bilincin inancı... beslemesi ve sistemsizce, tasarlamadan oluşturması...hayır oluşturma yanlış olur... ortaya çıkarma...evet ortaya çıkarması...” “yani yoktu ve insanlar onu ortaya çıkardılar?” “bunun bir önemi yok... yani başlangıcın... çünkü başlangıç yok... insan sadece gırtlak yapısı ve ellerinin avantajıyla uygarlık kurdu... yani yaptı ve anlattı... evrenin en zeki veya ulvi balinası, yalnız kalmaya ve sadece kendi ömrüyle sınırlı bir bilgisel donanıma mahkumdur...” “ha ha... kafayı yer o balina herhalde?” “bilemem...” “pekala... başlangıç ya da ortaya çıkarma?” “bunu... evet bunu bir çemberi düşünür gibi düşünmek gerek... çok basit olarak anlatmak gerekirse... düşün ki yüzlerce kişi gökten kurbağa yağmasına yönelik bir inanç ya da korku geliştirdiler, diyelim...” “neden yağmur değil de kurbağa?” “fare de olabilir... yağmur değil çünkü onu beklemek fayda kökenlidir... saf değildir...” “ama tarihte görülmemiş şey değildir gökten kurbağa yağması ve bilimsel bir açıklaması da vardır?” “sadece örnek vermeye çalışıyordum.. her neyse...işte çember gibidir; öncesinde her zaman ilerisi de vardır...” “ben şu kurbağa yağması muhabbetini nereye bağlamaya çalıştığını merak ettim... benden bir şey mi saklamaya çalışıyorsun?” “hayır... hayır sadece bir örnekle açıklamak istedim ancak beceremedim galiba...” “bence bir şeyler saklıyorsun? anlat!” “yani o kadar insan o denli saf bir inanç geliştirmişlerse gökten mutlaka kurbağa yağacağını söyleyecektim... bu kurbağanın ya da yağmanın daha önce var olmadığı anlamına gelmez...” “saçma bir örnek verecekmişsin...” “aslında...” “saçmalık! yani diyorsun ki tanrı insanların inancıyla var oldu ama tam da kutsal kitaplarda yazdığı gibi var oldu: o her zaman vardı, şeklinde.... öyle mi?” “öyle de denilebilir...” “bana bak; denilebilir deyip durma! sinirimi bozuyor o laf... öyle mi değil mi?” “öyle...” “bunlar senin kendi düşüncelerin mi?” “düşüncelerin sahiplenilir olduğuna inanmam... belki başkaları da buna benzer şeyler düşünüyorlardır...” “çok fazla belirsizlik var cümlelerinde... kesin konuşmanı istiyorum...” “benim düşüncelerim.” “güzel... devam edelim... o halde en az dört tane tanrı var öyle mi?” “dört tanrı olduğunu, o dört tanrıya da inanmayan biri söyleyebilir... inanan için bir tanrı vardır...” “hım.. dışardan baktığımızda öyle görünüyor ama?” “tanrıyla ilgili araştırmalarda bilimin metotlarını kullanılamaz... mantık kuralları ve bilimsellik bu konunun dışındadır... çünkü tanrı bilinemez ve anlaşılamaz; sadece sezilebilir...” “bir ateist misin yoksa sofu musun anlaşılmıyor?” “ateist de değilim sofu da değilim...” “biliyorum ben senin ne bok olduğunu! tanrı hakkında konuşmanın boş olduğu çünkü bir yere varılamayacağı söylenir; sen ne düşünüyorsun bu konuda?” “bu kimin konuştuğu ve kimin dinlediğiyle bağlantılı... olgunlaşmamış bir zihniyet tanrıyla alakalı her konuşmadan olumsuz olarak etkilenebilir: çağrışımlara bırakır kendini ve hatalı yargılar oluşturur. bununla beraber ben de boş olduğunu düşünürüm çünkü kendini bilen birine bu konuşmalar bir şey kazandırmaz...” “şimdi sen bana laf mı soktun acaba? acaba ben olgunlaşmamış zihniyetli miyim yoksa kendini bilmez biri miyim?” “benim öyle bir niyetim yoktu...” “hadi öyle olsun... peki aşk hakkında ne diyeceksin? sakın bana bu konuda bir şeyler bilmediğini söyleme!” boğazını temizledi... yüzünde kapana kısılmışlık ve bıkkınlık var. elimden kurtulacak değil; bildiği her şeyi öğreneceğim.... “aşk da tanrı gibidir...” “bak şimdi?” demir çubuğu karnına gömdüm. inledi ve başı öne düştü. bir sigara yaktım. sinirimi bozuyordu kahrolası herif... “sakın beni bir daha geçiştirmeye kalkma!” dedim ve saçlarından tutup kafasını kaldırdım. “ben... ben geçiştirmiyordum...sadece...” “sadece ne? aşk... bakınız tanrı maddesi... bu mu?” “hayır... yani.. aşk da tanrı gibi...hakkında konuşmak açısından...diyecektim...” “tamam, gevelenme... aynı şey mi?” “hayır tabii... aşk, insanın kendini başka bir bedende aramasıdır... ya da aşk, bir aynaya bakan birine, aynanın da bakmasıdır... ya da, için dış, dışın iç olmasıdır... herkesin aşkı kendinedir; bir insanın aşkını anlayan, o insanın aşık olduğuna aşık olmak zorunda kalacağından, en üst düzeyde bireysel bir şeydir...” “sen hiç aşık oldun mu?” “ben..” “tamam...buna cevap verme; beni ilgilendirmiyor... aşkın sınırları var mıdır?” “insanların sınırları vardır... aşkın tüm sıfatları insanın sıfatlarıdır... mutlu insan vardır; temiz insan vardır; mutsuz ve kirlenmiş insanlar da vardır... küçük insanların büyük aşkları olamaz... aşk insanı terbiye etmez; insan neyse odur... cesursa, insan aşkı için fedakarlıkta bulunur; aşağılık bir ruha aşk, erdemli davranışları esinlendiremez.. “katlanmayı bilmeyen aşkı çekemez” lafı yanlıştır; müslüm gürses oyuna getirilmiştir: saçları boşuna beyazlamıştır arkadaşın... yıllardır sorsa da bu soruyu kendine; bir cevap bulamayacaktır... sefalet tahtında oturan birinden ne beklenir ki?” “ne diyorsun sen yahu? coştun?” “affedersin...” “yok..sadece yavaş ol... dağıtma kendini... aşkı kalıcı kılmanın yolu hakkında bir şeyler duydum...sen de duydun mu?” “aşkla ilgili tüm nasihatler, tüm planlar saçmalıktır... hiçbir yasa tek bir insana yönelik değildir... yasalar genellemelerdir ve aşk son kertede bireyseldir... herkesin aşkı kendine...” “ama her gün gazetelerde dergilerde tonlarca sayfa yayınlanıyor?” “onlar, kuvvetle muhtemel, tek tip insan oluşturma programının parçaları...” “o da nasıl bir programmış?” “bir güç tarafından kontrol edilmeyen ama kabaca sistem diyebileceğim şey... kendisi olmaktan uzaklaşan ve “ortak benlik” kalıplarıyla hareket eden insanlık meydana getirme programı... geniş anlamıyla küreselleşme: sadece coca-cola değil; tüm kavramlarda ve değerlerde ‘yontulma’ ‘oluşturulma’....” “aşktan konuşuyorduk, nelerden bahsetmeye başladın! insan aşık olmak ister... bu doğal!” “aşk kaçınılmaz ve beklenilmezdir. aşık olmak istenebilir ama bu istemenin motivasyonuyla insan sadece aşık olduğunu düşünür; aşk orada yoktur...” “eğer başkasında kendini görmekse aşk, kendini kandırma değil midir?” “insan sürekli olarak kendini kandırma eğilimindedir... kendini görmek aynanın yansıması gibi değildir... insan kendini asla tam olarak bilmez, sadece biraz fikri vardır; insanın kendisi kaypaktır, değişkendir çünkü... insan en nihayetinde bir kolajdır; nasıl kendimim diyebilir ki? nelerden hoşlandığı/hoşlanacağı nelerden kaçındığı/kaçınacağı tesadüfi olarak oluşur... zaten küreselleşme dediğim de bu oluşmanın tesadüfilikten çıkıp tasarımlaştırılmasıdır... her neyse; kişi aşık olduğunda, artık neye aşık olduysa, onu benliğine alır ama bir yandan da kendini onun benliğine gönderir... için dış, dışın iç olması bu demektir işte: sağlam görünen bir mantık kuralının ihlali! artık o, iki kişidir ama bu, bir artı bir demek değildir; iki kişinin tek kişi olmasıdır... kendini kandırmak ise, bundan daha büyüğü yoktur ama daha güzeli de yoktur...” “peki aşk acısı hakkında ne diyeceksin?” “aşk acısı ölümcül olabilir... gerçek bir aşk söz konusuysa, iki kişinin tek kişi olması ne kadar büyülü ve güzelse, ikili olduktan sonra ondan mahrum bırakılmak o denli lanetli ve korkunçtur. çünkü aşk insanı değiştirir ve yoksunluğun neden olduğu bir başka değişime ayak uydurabilmek çok zordur. matematik basittir: bir artı bir iki... ikiden bir çıktı bir... ama bu durumda, iki aslında bir (tek) olduğundan; ikiden (birden) bir çıktı...sıfır! aşkın mantığa gelmez büyülü matematikselliğinden gerçek dünyanın mantıkla işleyen matematiğine geçmeyi başaran, yani bir (tek parça) kalabilen, bu acıdan sağ kurtulmuş demektir...” “aşkı fazlasıyla statik düşünüyorsun...” “anlamadım?” “bilmiyorum...böyle diyesim geldi... aşk için elde edememek derler; ulaşamamak?” “evet... ama o başka anlamda aşktır... film oyuncularına veya şarkıcılara falan duyulan...” “hayır... daha çok platonik aşktan bahsediyorum...” “platonik kelimesi sanırım platon’dan geliyor... idealleştirmekle alakalı olabilir... bu konuda fazla bilgim yok... yani akılda yaratılana aşık olmak... elmayı muz sanmak gibi bir şey... sen muzu seviyorsun diye elma muz olmak zorunda değildir; elma kabuğuna bastığın halde muz kabuğuna basmış gibi düşebilirsin... isme rağmen cisim vermek ya da cisme rağmen isim vermek...” “aşk konusunda çok düşünmüşe benziyorsun?” “aşk, insan olmanın en büyük gurur kaynağıdır... tüm insani olgular arasında aşk en değerlisidir benim için...” “o halde ölüm konusuna geçelim... ölüm ne demek biliyoruz ama asıl ilgilendiğimiz ölümden sonrası?” “ölümden sonra cenaze vardır...” “dalga geçiyorsun...” “bir organizasyon olduğunu sanmıyorum... ölürsün ve aklın biraz daha yaşar sadece...” “açıkla!” “en uzun düşler bile çok kısa zaman sürelerinde görülür. insan meğer ki yukardan vapur falan düşüp de ölmemişse yani bir anda et yığınına dönmemişse, tamamen ölmesi zaman alır. kan beyinde giderek yavaşlayarak da olsa dolaşmaya devam edebilir. zaman ve mekan uzar-kısalır, çarpıklaşır... ben huzurlu ölmenin cenneti, tersinin cehennemi işaretlediğine inanırım...” “bir düşsel hayat ha?” “hafife almamak lazım... intihar belki bu yüzden yasaklanmıştır. intihar edenler genelde kara düşüncelere sahiptirler ve ölen akılları onlara tüm sorunlarının ortasında bir yer ayarlamış olabilir... bunu bilemezsin; uyumadan önce düşünde korkup korkmayacağını bilemeyişin gibi... ya da mutlu olup olmayacağını bilmeyeceğin gibi...” “ya sonsuza kadar cennet yaşamı?” “uyanamayacağın için düş hiç bitmeyecektir...” “gömüldün ve seni mezara koydular; orada senin düşler aleminde olduğunu düşünebilirim öyle mi?” “uyuyan adam saatler süren bir düşten bahsedebilir... ama onu gözleyen sadece iki dakika düş gördüğünü bilir. aklın çalışma hızı hakkında bildiklerimiz çok az... hele bir de ölen bir akıl... zamanda ve mekanda ölçülemez değişiklikler olabilir...” “dünyada ne yaparsak yapalım o halde... nasıl olsa ölüm anındaki düşümüze göre olacaksa bu; herkes istediği her şeyi yapabilir?” “hayır... bilinçaltı affetmez... huzurlu ve sakin bir insan olmak gerekir... bunun içinde huzuru ve sakinliği koruyan davranışlarda bulunmak...” “yani kutsal kitaplarda yazıldığı gibi davranmalı; ama cennet ya da cehennem garantisi yok... öyle mi?” “kutsal kitapların hepsinin özü aynıdır... biçimsel farklılıklar vardır sadece... onların özüne göre davranan insan zaten onlara ihtiyaç bile duymaz ve içi rahatsa ölümden sonrası hakkında tasalanmaz... onu geceleri rahatsız eden düşleri yoktur...” “pekala...diyelim ki sen tam da dediğin gibi bir insansın ve ben sana çok kötü bir şey yapmak üzereyim... diyelim ki sana işkence yapacağım ve seni yavaş yavaş öldüreceğim... aklın da yavaş yavaş ölürken hep beni ve yaptıklarımı görmeyecek misin? belki aklın işkencemde takılı kalacak ve sonsuza kadar işkencede kalacaksın?” “bunu bilemem... bununla beraber sen, hiçbir şekilde bilemezsin...” “senin ya da benim bilmemden bahsetmiyorum... ne oldu senin huzurlu ve içi rahat bir insan olmana; bana ondan bahset?” “her halde o işkencelerden kurtulmaktan başka bir dileğim olamaz... ve öldüğümde kurtulurum... benim cennet tasarımım ve beklentim pek şatafatlı değil doğrusu... ihtiraslarım yok bu konuda...” “ha ha... pekala düzgün ruhlu bok yiyen... biliyorsun değil mi; hayata dair en çok merak edilen şeylere kendince cevaplar bulmuşsun ama hayat başka galiba: çok boktan bir durumdasın... kendini kurtaracak bir şey bilmiyor gibisin?” “bana fazla bir şey yapmayacaksın...” “nereden çıkardın?” “sana çok şey anlattım...” “anlatman gerekiyordu... seninle işimiz bitti sayılır.. birazdan içeri televizyoncular girecek ve muhtemelen kendini bu akşam ülkenin en sersem haber bülteninde konuk olarak bulacaksın... herkes senden bahsedecek çünkü tüm konuşmamızın video bantları yayınlanacak... o kadar tanınacaksın ki yok olmaya başlayacaksın... her şeyinle dejenere olacaksın ve şanslıysan yakında bir televizyon programında yemek tarifleri verirken bulacaksın kendini... tıpkı o yaşlı deprem uzmanı gibi; tıpkı tanrı gibi; popüler olacaksın ve var oldukça yok olmaya başlayacaksın... ne demişler; bilgi paylaştıkça parçalanır...” “beni evime bırakın...” “senin evin insanların arasında... tam da oraya bırakılacaksın hiç merak etme...”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © bayVeritas, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |