Bir kimse, neden oltasını, içinde tek bir balık olmadığını bildiği bir göle sarkıtır? -Adalet Ağaoğlu |
|
||||||||||
|
Kendimi bildim bileli kalbimi, aklımı ve tüm varlığımı ele geçirmiş, bi şeydi O! Sonraları gerçekleşeceğine daha da çok inandığım, daha da çok yaklaştığımı hissettiğim bi şey. Bir ümit. Bir gün mutlaka gerçekleşecek kaçınılmaz bir kader! Ne olduğunu, nasıl, nerede, ne zaman olacağını bilmesem de, iyimserce beklediğim bi şey. Bütün güzel kızların iyi kalpli olduğunu sandığım o ilk gençlik çağımın saflığıyla, salaklığıyla hissettiğim bi şey. Bi şey olacaktı bi şey! Ve Dünya tepsi gibi dümdüz olacak, şişkin karnındaki sırları bana bir bir haykıracaktı. O’nun ne olduğunu bir gün mutlaka bulacağıma inanıyordum. Uzak bir ülkede tesadüfen karşılaşan soydaşlar gibi görür görmez tanıyacaktım. Zira, içimdeki o iyimser his bana fısıldayacaktı; işte “O” oldu! Hayatımı bütünleyecek, başkalaştıracak, içinden yepyeni bir mana ve renk çıkaracak kadar tılsımlıydı. Sanki bir anlığına unutulmuş çok tanıdık bir eski arkadaşın ismi gibi dilimin ucundaydı. Sanki her gün gördüğüm eşyalar gibi gözümün önündeydi. Okuldan eve koşar, elbisemi hiç çıkarmadan yatağa uzanır, battaniyeyi kafama kadar çekerdim ve sessiz, daracık karanlığımda O’nun ne olduğunu bulmaya çalışırdım. Kalemi elime alır, altın arayan çalışkan bir madenci gibi sabahlara kadar kalbimin derinliklerine gömülmüş o cevheri çıkarmaya çabalardım. 999 kez okuyunca her dileğinin gerçek olacağını iddia eden dualarla, Hacı Bayram türbesinde içtenlikle sıraladığım El-fatihaların arkasındaki hep aynı ricayla, kahve fincanlarına nasıl sığdıklarını bir türlü anlayamadığım atların, aslanların, ördeklerin içinde bunu da bir zahmet müjdelemesini beklediğim falcı teyzelerin iki dudağının arasında hep O’nu öğrenmeye çalışırdım. Aristoteles’ten Hegel’e, Eflatun’dan Nietszche’ye akıllı ağabeylerin, kendilerini, Tanrıyı ve “şeyler”in özünü bulmaya çalıştıkları ürkütücü felsefelerde ondan bir iz, bir ipucu, bir işaret yakalamaya uğraşırdım. Ama bulamazdım. Hiç bir şey olmazdı. Pek çoğunu yüzlerce kez okuduktan sonra anlayabildiğim o karışık ifadeler, sahiplerini delirtmekten başka bi şeye yaramazdı! Ne hayatımı değiştirecek bir büyüye dönüşürlerdi, nede sıranın altına kalem atmadan kızların külotunu görmemi sağlarlardı! Olmazdı! Hayata bir tavuğun gözünden bakabilen atalarımızın dediği gibi, aç tavuk kendini darı ambarında sanırmış; işin aslı bi halt olmayacaktı. Bu ümitsizlikle incinirdim, kırılırdım, darılırdım, o çocuk yaşta bu illeti başıma saracak ne tür bir günah işlediğimi düşünür Tanrı’ya küserdim, sitem ederdim. Öznesi öfke, yüklemi saralı inzivalara açılan cümleler kurup filmlerdeki kararlı adamlar gibi arkama bakmadan bu kalabalık şehirden çekip gitmek geçerdi içimden! İnsan eli değmemiş, tozlu bir eski zaman kasabasında gramofondan süzülen Müzeyyen Senar şarkıları eşliğinde kırk yıl sonra gelecek ölümü yalnız başıma karşılamayı beklerken, daha küçücük, sevimli bir yaramazken aklıma, kalbime ve varlığıma yayılan O şey karşıma çıksaydı eğer, şöyle olurdu diye başlayan binlerce mutlu ayrıntıyı hayal ederek, her saniyesini düşleyerek tek başıma aslanlar gibi kahrolmamın en onurlusu olduğunu düşünürdüm. Kim bilir belki sadece bir cümleydi o, henüz kurulmayan! Belki bir kadındı üç yüz yıl önce toprağa karışan! Belli mi olur, deniz manzaralı ruhsuz bir kartpostala düşen tekne yansıması. Kaplana meydan okuyan ceylanın cebindeki İsviçre çakısı. Mahcup bir hamam böceği belki; işveli, cilveli. Elinin körü, yok en mantıklısı zıkkımın dibi! Yahut çok sesli ergen şizofreni: Hani özel bir insan olduğu sanılan yaşların yanılgısı. Bir yandan kurşun geçirmez olduğuna inanılırken, diğer yandan iğneden korkulduğu sıralar! Dünya güneşin değil de onun etrafında döndüğüne yemin billah edip, delil olarak da güneşin içindeki patlamaları kıskançlığa yontan akıllılar. Bilmiyordum, hangi şiirin hangi mısrasına kapılan kalbim O’nu kaderime yamamıştı. Hangi filmin hangi parçasını makaslayan varlığım orada çakılı kalmış, hangi masala kanan işe yaramaz aklım, onu karşıma çıkaracağına inandırmıştı bilmiyordum, ama, o en fazla bir yalandı, benim en güzel yalanımdı! Yani uzun sözün kısası, yoktu aslında ortada ne bir mana nede bir muamma, kendimi daha fazla kandırma. Ama bi şey olmalıydı! Bi şey! Çayın şekeri gibi, sigaranın ateşi gibi, maşukun eşi gibi olmazsa olmayan bir mana eksikti. Bu sıradan insan manzaralarının ruhuma batmasına neden olan her neyse işte O eksikti. Üç yaşında pasaklı bir kız çocuğunun saçları gibi birbirine girerdi çaresiz düşüncelerim. Çözmeye çalıştıkça canım acırdı. Ne yapmalıydım nerede aramalıydım. Doğuya mı gitmeliydim; en Doğuya! Amber kokulu akşamlarında yıldızların daha parlak, daha ulaşılır göründüğü gizemli coğrafyanın kalbine mi gitmeliydim. Omzunda testi taşıyan iri sürmeli gözlü kadınların cirit attığı sihirli taşra kasabalarında hikayeler mi dinlemeli, tek kulağımı da satır aralarında Ondan gelecek fısıltıya mı adamalıydım! Etrafı keskin uçurumlarla çevrili soğuk dağ köylerinde bir hırka bir gömlek çilekeş bir derviş hayatı yaşayan bilge ihtiyarların kapısında mı sabahlamalı, Şehrazat’ın en mutlu masallarına ev sahipliği yapan Bağdat’ın ücra köşelerinde tuhaf adamlarla mı buluşmalıydım. Sanki o zaman, hain vezire gelin giden mahzun prensesi görür görmez aşık olan Alaaddin misali, bütün hayatım boyunca eksikliğini hissettiğim O manaya bir anda kavuşacak mıydım. Kavuşacak mıydım, ondan da kuşkuluydum epeyce. Sanki cevap buradaydı, saçlarıma limon sürüp, hevesli adımlarla çıktığım kalabalık caddelerde. Yüksek binaların gölgesinde aceleci bir nehir gibi akan ketum yüzler içinde, sanki o muammayı aydınlatacak bir ifadeye, bir bakışa rastlayacaktım Sanki menfaatkar reklam panolarının şıkır şıkır şıkırdadığı akşam kaldırımlarında bedenini arayan lanetli bir hayalet gibi yürürken bi şey olacaktı. Bi şey! Hiç mi hiç beklemediğim anda, öyle aniden bir şey olacaktı; ve ben kalabalıklar arasında aylakça yürürken birden bire olduğum yerde kalakalacaktım. Anlayacaktım. Ardıma dönüp bütün bir kainata bakar gibi bakacaktım. Ve o anda, orada her zamanki gibi, buğday tenli kışkırtıcı göbeğini açmış kızları değil, cömert dekoltelerden etrafı selamlayan meraklı memeleri değil, kabuğundan sıyrılan bütün bir hayatın kalbini görecek hatta ellerime alacaktım. Günlerle, haftalarla, aylarla avuçlarımdan kayıp karanlığa karışan zamanı kırıp, eğip, büküp, parçalayıp bir kenara fırlatacak ve bir türlü efendisi olmayı beceremediğim hayatımın basiretsiz, dirayetsiz, kararsız kaderini silip kendime bambaşka bir hayat yazacaktım. Bi şey olacaktı bi şey! Ne olduğunu, nasıl, nerede, ne zaman olacağını bilmesem de, bi şey olacaktı mutlaka. Böyle düşününce umutlanırdım, inanırdım, o küçük çocuk gibi bir kez daha kanardım. İçimdeki karanlık boşlukta, iyimser bir güneş açardı. Bu iyimserlikle adım attıkça hayattan zevk alan eski bir kötürüm gibi hırslanırdım, hızlanırdım. Ben yürüdükçe, vitrinlerin acemi aynasında kendini süzen yüzler değişirdi. Ben yürüdükçe mevsimler değişirdi, yollar değişirdi, yıllar değişirdi ben değişirdim yürüdükçe. Ben yürüdükçe felaketler olurdu, insanlar ölürdü; gidenler Tanrıya yaklaşırken kalanlar uzaklaşırdı. Ben yürüdükçe dünyanın Şeytanın cennetine dönüştüğünü görürdüm! Güneş, her akşam hiç aksatmadan etrafında pervane olan bu sefil gezegenin aydınlık köşelerine kaçardı. Karanlık pusuda uygun zamanı kollayan kalleş bir hasım gibi tamda akşam vakti şehrin üstüne çullanırdı. Nemli bir ay ışığı çarpardı ayaklarımın altına. Nar renkli gecelerin kuytusuna hüzünlü yıldızlar kayardı. Ben yürüdükçe aşık olurdum, saçma sapan pop şarkıları bile anlamlı gelirdi, içlenirdim hislenirdim, sevinirdim. Aşk dudaklarımda kendiliğinden yeşeren bir gülümsemeydi, Orhan Veli büyük şair kelimeler ne kadarda kifayetsizdi; gözlerim rehin düşerken bakışlarında aşk ne de güzel şeydi sevgili, demi, demi, demi? Yapma ya, değil mi! Demek kalbimdeki bu sızının bir anlamı yokmuş öyle mi! Acı çekerdim, bir depremdi sanki bu, tonlarca betonun altında kalan en felaketzedesi bendim, ezilirdim, öğrenirdim: Her şey bir umuda bağlılık kadar safmış, su kadar duru ve sevmek kadar tuhafmış nefret. Özgürlük gerektirmezmiş asla, esaret kadar cesaret. Ve artık sadece mırıldandığım şarkıdır, “İntizar!” denilen o tutkulu tabiyet. Yürürdüm, arkama bakmadan! Ben yürümeye devam ettikçe büyürdüm. Ben yürüdükçe ayağımın altında zehir zemberek sürüklenen yitik aşk öyküleriyle yürürdüm, büyürdüm. Ben yürüdükçe büyürdüm, ben yürüdükçe, bilmediği bir şeyin eksikliğiyle ömür tüketmiş talihsizlere rastlardım. Bir ipin ucunda, bir fahişenin koynunda, göz gözü görmeyen meyhane kuytularında, çoktan tarih olmuş bir ideolojinin kanlı meydanlarında benim gibi ne olduğunu bile bilmediği bir şeyi arayanlara rastlardım. Kaybetmeden kıymet bilmeyen, kaybedince de hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına kahrolarak gözlerini kör eden kırgın kaderdaşlarıma. İçten bir kardeşlik duygusuyla karşılardım onları. Yalnız olmadığımın buruk sevinci sarardı yaralı ruhumu. Kardeşimdi onlar, kardeşlerimdi: Kusursuz aşkı bekleyen melankolik kızlar; her gördüğünü içeri buyur eden misafirperver part time orospular; rahatlamak için fayans ovan kadınlar kardeşlerimdi; yüksek sesli müzikte düşüncelerini uzaklaştıran adamlar, kendinden öç alır gibi karısını döven maçolar, hatıraların nefesini kestiği akşamlarda Azrailin bir an evvel suni teneffüs yapmasını isteyen yılgınlar kardeşlerimdi. Bilirdim kardeşlerimin derdini! Ne zaman kendinden çıkıp bir kadının içine girse, kendini bıraktığı yerde bulamayan çapkınlar; kendini boynuzlayan hassaslar; cebinde yada çantasının köşesinde, yalancı bir iştahla beklediği gövdede hayal gücünü ateşleyecek afrodizyakları değil de, hatırladıklarında kendilerini ayakta tutacak antidepresanlar taşıyan kırılgan umutsuzlar kardeşlerimdi. Bilirdim kardeşlerimin neye kavuşmak istediğini. Hep yanlış partiyi iktidara taşıdığına yakınan, sık sık yanlış işte çalıştığına sızlanan, her seferinde yanlış kişiye aşık olduğundan dert yanan ve aşk üzerine bin bir lafı güzafı şefkatle kucaklayıp, kulağının arkasında unutanlar kardeşlerimdi! Kocaman yüreği olduğundan dem vuran, başka da bir teşbih uyduramayan zavallılar; her fırsatta aşktan ve sevgiden uzak duygu fakirlerince dört bir yanının sarıldığına inanan ühü ühü ühü ağlaklar, yapmacık sevgi sözleriyle insanı kabız eden Aşk Tercümanları, Candan Cana Sevgi Dostları, Gönül Maymunları kardeşlerimdi. Dizelerine oturttuğu ölümsüz aşkın yerine, artık dizlerine oturttuğu liseli kızları tercih eden küflenmiş şairler; imgelerini işkembeden atan ikinci yeniciler; kendi beğenilerini mutlak doğru sayan, uymayanları ağız dolusu karalayan eleştirmenler kardeşlerimdi! Kendini Freud’un vasisi ilan eden tüccarlar; eşcinselliğini kabul ettirmek için edebiyatı silah gibi kullananlar, oryantalist kalemini kaba bir “bizi” küçümseyişe ayarlayanlar, iki satırlık yüzeysel klişeleriyle dibe vurmuş kitlelere bile yaşama sevinci aşıladığını zanneden budalalar kardeşlerimdi. İşlek caddelerde kabadayı bir edayla satılan siyasi yayınlarda artık kendilerini seçtirecek mucize formülleri, umut saçan abartılı vaatleri, mutlu ve adil dünyaya uzanan yol haritalarını değil, yer verdikleri komplo teorileriyle kaos yaratmaya çalışan kumpas tiryakileri kardeşlerimdi; kardeşlerimdi doğruları ispatlarıyla yazan araştırmacıları değil, en çok hakaret eden köşe esnaflarını ağzı açık okuyanlar kardeşlerimdi. Hak isterken başkasının hakkını gasp eden çelişkili göstericiler, joplanmadan dağılmayan inatçı gençler; kaçarken yere düşenlerin burnunu postalının demirli burnuyla tanıştıran kızgın polisler kardeşlerimdi. Kardeşlerimdi, kendilerine secde etmeyi gururuna yediremeyen Şeytan’a tapınmanın kindar ve reddiyeci kişiliklerinde aslında ta kafadan tezada battığını fark edemeyen yersiz yurtsuz satanistler kardeşlerimdi; kardeşlerimdi, Tanrının verdiği eli, ayağı, aklı, fikri süs zannedip, başı sıkıştığında hiç çaba sarf etmeden ellerini dilenci gibi saygısızca yukarı açan nur yüzlü amcalar kardeşlerimdi. Kardeşimdi; görür görmez, her zerremle, her hücremle, ayak parmaklarımdan beynimin en tembel hücrelerine kadar tüm benliğimle aşık olduğum mahzun karım kardeşimdi. Artık durmak, onun gölgesinde yaşlanmak ve kırk yıl sonra akıllı torunlarım kucağımda, onlara öğrettiğim okkalı küfürleri ninelerine ederken sessizce, hiç gocunmadan, gözüm hiç arkada kalmadan, milyonlarca güzel hatırayla kaynaşan bu eşsiz hayatı bana nasip eden Tanrıya binlerce kez şükrederek yanında ölmek istediğim güzel karım; kardeşimdi. Durmam değil asıl şimdi daha hızlı ilerlemem gerektiğini çok kırıcı bir üslupla anlattığında göğsümde için için yanan bir kor yığını, bir sonbahar akşamı canımı arkamda bıraktım ve koşmaya başladım. Ben koştukça onun için koştum en çokta, ayaklarım birbirine dolaştı hırsımdan ben koştukça. En çokta ona doğru koştum ben koştukça soluk soluğa. Sırf başladığı yere gelebilmek için oflaya poflaya dünyayı dolaşan şaşkın kaşifler gibi, ona varmak için koştum ben koştukça. Ben koştukça Namık’ı buldum karşımda. Ne adımlarımdı nede kaderdi, bir felaketti onu bana taşıyan, bizi birbirimize bağlayan. Sanki Namık adında bir Genç Adam değildi de o karşımdaki, bir felaketten arta kalandı. Hali içler acısı, kendine bile faydası olmayacak bir zavallı. Ona acıdım, ona kızdım, ona bağırdım, tutamadım kendimi bazen hırpaladım bazen aynısı benim de başıma gelecek korkusuyla kılımı bile kıpırdatamadım, acizce ağladım! Çünkü cevap ondaydı. Çünkü, güzergah ne gizemli Doğu taşralarıydı ne de kalabalık caddeler; güzergah onun hayatıydı. Çünkü içimde yıllar öncesinden gelen o iyimser his cevabın onda olduğunu fısıldadı. Orada ara, orada koş; çünkü her şey daha şimdi başladı! Bir tür yolculuk Namık’ın sıra dışı hayat hikayesi Özünde bize benzer bir Genç Adam’ ın zirvesi bulutlara değen hatalarından, uykunun kucağında azıtmaya çalıştığı ilk gençlik kırgınlıklarından, ve ne olduğunu bile bilmediği bir şeyi aramasından kendi arayışımıza ip uçları çıkarabileceğimiz bir yolculuk! Hatıra ormanlarında kaybolacağız, düşler limanından kovulacağız, Meleklerle konuşan bir dilenciye rastlayacağız kimi zaman! Kimi zamanda akıl alacağız, nasırlı hayellerinden solgun bir sandık yapan çoban padişahtan! Akademianın yemyeşil bahçelerinde Aristoteles’le Eflatun’un iki bin beş yüz yıl önceki hayali kavgasında filizlenen denklemin sırrını çözeceğiz. Ve eksikliğiyle bir kötürüm gibi ömür tükettiğimiz O şeyi bulmaya çalışacağız kardeşlerim. Kim bilir belki buluruz! Kim bilir belki de fark ederiz ki, çoktan bulmuşuz!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © TRN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |