Mutlu köle çoktur. -Darwin |
|
||||||||||
|
“Bişnev ez ney çün hikâyet mi kuned Ez cüdâyihâ şikâyet mi kuned” Bu Farsça mısraların şair Nahîfî tarafından Türkçeleştirilen ifadesi şöyledir: “Dinle ney’den kim hikâyet etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede” Bu mısralardaki ‘ney’ nedir, hatta kimdir? An-lattığı ‘hikâye’, şikâyet ettiği ‘ayrılık’ nedir? Bütün bu soruların cevabını eksiksiz olarak Mesne-vi’sinde yine Mevlânâ verir. Yeter ki bu muhteşem gül bahçesinin kapısından içeri adımınızı atınız. Daha ilk adımınızdan itibaren gerçeklikler dünyası ile aranızdaki perde kalkacak ve rüyaya açılan gözleriniz, sembollerin ardına gizlenmiş gerçekleri olanca yalınlığıyla bir bir görecektir. Ney ya da nây, çok eski zamanlardan beri Doğu âleminin kullandığı ancak, Mevlânâ ile ger-çek kimliğini bulmuş, ondan sonra da Mevlevîlik ile özdeşleşmiş bir musiki âletidir. Ney’in anlattığı hikâye, yeryüzünde görülen ilk insanın tarihinden daha eskidir. Bu, ‘elest mecli-si’nde, ‘kalu belâ’ ile maksûdunu ve maksadını bulan ‘cân’ların hikâyesidir. Mevlânâ’nın ney’den önce “dinle” diye başla-ması da rast gele değildir. Zira ilk emir “oku!”dan sonra şimdi artık ‘dinleme’nin zamanıdır. Nitekim Mevlânâ da Mesnevi-i Ma’nevî’sinde, dinlemenin, duymanın, söylemekten önce ve üstün olduğunu anlatır: “Yemek de olgun kişiye helâldir, söz de... Sen olgun değilsin; yeme, dilsiz kesil! Çocuk doğunca önce süt emer; bir zaman susar; tümden kulak kesilir. Sen de kulaksın, oysa dil, senin cinsinden değil. Tanrı, kulaklara “susun” buyurdu. Çocu-ğun söz söylemeyi öğrenmesi için bir zaman dudaklarını yumması gerek. Kulak vermez de “ti ti” der durursa, kendi-sini dünyanın dilsizi yapar gider. Daha başlangıçta söze kulak vermeyen, a-nadan doğma sağır dilsiz olur; nasıl coşsun da söylesin. Çünkü söz söylemek için önce duymak, dinlemek gerek. Sen de söze dinleyiş yoluna gir. Evlere kapılarından girin; isteklerinizi se-beplerine sarılarak dileyin.” Hicrân ateşiyle olgunlaşan cânın vuslat özle-mine gelince: Dünyaya gözünü açan insandan beklenen bu en büyük mârifet, Mevlânâ’nın çağda-şı Yunûs’ta; “İlim ilim bilmekdür ilim kendün bilmekdür Sen kendüni bilmezsün yâ nice okumakdur” şeklinde ifadesini bulan ‘kendini bilmek’tir. Bir şekilde, insan kendini bilirse, içine düştüğü gurbetin ve ‘asıl sıla’ özleminin insanı olgunlaştıran gönül ateşi benliğini sarar. Bu süreç, en veciz ifa-desini de Mevlânâ’da bulur: “Hamdım, piştim, yandım!” İnsanın aslı çamurdandır. Ama bu çamurdan kalıp, içinde ‘ölümsüz olan’ı taşımaktadır. Bu ö-lümsüz yan ise, Yaratıcı’sından bir cüz’dür (bkz. Kur’an, Secde, 7-9). Bu bilgi Kur’an’da anlatılmak-ta, ancak mârifetle kavranılmaktadır. Bu mârifete ulaşan âşık nasıl yanıp tutuşmasın ki!.. Birbirinin maddesini/cesedini seven iki gönlün maruz kaldığı ayrılığın dahi ne büyük bir işkence olduğunu gör-dükten sonra; aslını keşfeden cân’ın içine düştüğü küçük gurbet ten’in, büyük gurbet şu dünyanın, işkence dolu zindanlardan ne farkı vardır? Aslına bir an önce kavuşmak isteyen âşık açısından te-fekkür edelim bir kere... Ney’in hikâyesi de, bir bakıma, insanın hikâ-yesine benzer. Önce vatanı olan kamışlıktan ayır-mışlar onu. Bu ayrılıkla kalsa iyi; içini dağlayıp vücudunda göz göz yaralar açmışlar ateşle. İn-sanla aynı gurbeti paylaşan ney, şüphesiz, dert ortağının hâlini en güzel terennüm eden olacaktır. Bunun için de “ney” demek, “Mevlânâ” demektir; “Mevlânâ” demek de ney... Bakınız bu gerçek, cinâs yardımıyla ne güzel ifade edilmiş: “Niye halketti deme Hazret-i Mevlâ nâyı Halka andırmak için Hazret-i Mevlânâ’yı” İnsanoğlu, ney’in insan hayatına eş hayatı ile kazandığı değeri yeterli görmemiş; bir efsane ile onu âdeta mübârek kılmıştır. Malum olduğu üzere, Hazret-i Peygamber e-fendimiz ilmin şehri, Hazret-i Ali de bu şehrin kapı-sıdır. Anlatacağımız efsane, bir yönüyle bu gerçe-ğin de vurgulanmasıdır: “Bir gün, İki Cihan Serveri efendimiz, amca-zâdesi Hazret-i Ali ile sohbetinde -kimseye anlat-maması şartıyla- ona ilâhî aşkın sırlarını nakleder. Hazret-i Ali, öğrendiği sırların azâmetinin ağırlığını taşıyamaz. Hemen Medine dışına atar kendini. Bir kuru kuyu başına geldiğinde takât ve tahammül sınırlarını zorlayan sırları, suyu çekilmiş kuyuya döker. Kuru kuyu, kendine tevdi edilen sırlarla co-şar. Bu coşkuyla yeniden kavuştuğu suları sel olur çağlar. Taşan suların bereketi ile kuyunun etrafın-da kamışlar boy verir. Kuyuya suya gelen bir çoban, kamışlardan bi-rini keser. Kestiği kamışın gövdesine çeşitli yerle-rinden delikler açar. Onu, üflediğinde ses verecek hâle getirir. Sonra dudaklarına götürüp üflediğinde kamıştan âşıkâne inleme ve feryatlar yükselmeye başlar. Kalbe vecd ve heyecan veren bu sesleri işiten Peygamber efendimiz işin aslını anlar. He-men Hazret-i Ali’yi çağırıp ona: “Sana anlattığım sırrı açıkladın mı” diye sorar. Hazret-i Ali: “Evet, yâ Rasülullah. O büyük sırrı kalbime sığdıramadım. Onu bir kuru kuyuya söylemeye mecbur kaldım.” diye cevap verir. İşte o zamandan beri, o kamış parçası, ilâhî sırların gerçeklerine tercüman olarak mübârekleşir ve ona ‘nây’ adı verilir.” Mevlânâ’nın Mesnevi-i Ma’nevî’sinde de bu kıssaya telmih vardır. Bu telmih, Nahîfî tercüme-sinde; “Der kopardılar kamışlıkdan beni Nâlişim zâr eyledi merd ü zeni Şerha şerha eylesin bağrım firâk Eyleyim tâ şerh-i derd-i iştiyâk” şeklinde yer alır. Mevlânâ’nın kendisiyle özdeşleştirdiği ney, ‘insan-ı kâmil’dir. O, birlik kamışlığından kesilmiştir. Kendi varlığından geçip mutlak varlıkla var olmuş-tur. Ondan çıkan her ses, Tanrı iradesini bildirir. Görünüşte sıfatlarla, fiillerle kayıtlıdır; bu bakımdan ‘ıtlâk âlemi’ni özler. Ancak, onun özleyişi kendi kendisine bir cilve, bir nâz’dır. Nitekim Mevlânâ: “Men zı cân-ı cân şikâyet mîkunem Men neyem şâkî rivâyet mîkunem” [Ben canın canından şikayet etmedeyim; ama ger-çekte şikayetçi değilim, ancak rivayet eylemedeyim.] buyurur. Anlam bu yöne çekildi mi, ‘ney’ bir mecazdır. Mesnevi’yi bir başka açıdan anlamak iddiasında olanlara göreyse bu beyitteki ney, maddidir. Ancak bu iddialara cevabı yine Mevlânâ verir: “A güzel sesli ney, gönüller almadasın, hoşsun, güzelsin; sıcak sıcak nefes vermede-sin, soğuk havaları silip süpürmedesin. İçinde ne boğum var, ne bir şey; bomboş. Dertlere düşmüş, perişan olmuş gönülden, candan derdi, elemi almada, onları da kendine döndürmedesin. Herkesin sevgilisine uygun bir resim yapı-yorsun; okuma yazma bilmiyorsun ama, iç yüz-den bir ressamsın adeta. Ey tüm gerçeklerin biçimi, görünüşü, hangi perdedesin sen? Neyin nağmeleri arasından bir baş göster; çünkü sen şekerler gibisin. Gözün dokuz olmuş sanki; can da on kula-ğını sana vermiş; alt yana da üfle nağmelerini; sen altı yana da bildik, tanıdıksın. Ey başı kesilmiş kamış! Dilsiz, dudaksız sırlar söyle; boğazdan tattığın soluğu, halka da hoşça bir tattır. Ney’e aşk ateşi düştü, âlemi bir dumandır kapladı; çünkü, sesin aşk sesi; aşk sesini du-yurmada ateşlisin sen. Aşkınla Leylâ ve Mecnûn’un sırlarını okşa; sen gönle ne tatsın, sen cana ne huzur... Sözün kısası soluğunda Tebriz’den bir ko-ku var; sen güzelliğinle, alımınla nice gönülleri kapmadasın.” Âdeta Mesnevi’nin on sekiz beytinin bir başka biçimde ifadesi olan bu gazelde ney, gönüller al-madadır. İçinde ne boğum vardır, ne de bir şey... herkesin sevgilisine uygun resimler yapar. Tüm gerçeğin şeklidir o. Altı yöne de bildik, tanıdıktır. Düştüğü ateş, aşk ateşi; verdiği ses, aşk sesidir. Leylâ’nın da Mecnûn’un da sırları onda; soluğu Tebriz’den bir koku taşımaktadır. Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, maddî ney, mânâ âleminin bir tercümanı, bir sembolü kesiliyor. Mevlânâ yine bir gazelinde: “Ey gönül! Aşk deryasına at sürme; çünkü ateşe dayanamazsın diye korkuyorum. Kamıştan olan varlığında bir sesin var ki, her solukta o kamıştan yepyeni bir ses çıkar-madasın. Seslendin mi, bir şehri ayağa kaldırırsın; fakat kamışlığının da ateşe tahammülü yok.” diyerek gönlü ney’e, gönül âlemini kamışlığa ben-zetiyor. Başka bir gazelinde: “Ney gibi kendi varlığından boşalıp varlı-ğından geçersen, şeker kamışı gibi şekerle dopdolu bir hâle gelirsin” beytiyle mevhum varlıktan geçmeyi, ney gibi içi bomboş olmaya, gerçek varlığa bürünmeyi, şeker kamışı gibi şekerle dolmaya benzeterek –dolayı-sıyla da- olgun insanı ney’e benzetir. Bir başka gazelinde de: “Ben her solukta bir can kurban etmekte-yim; sense, her solukta bir zanna bağlanmakta-sın. İki gözün benim hâlimi bildirmeye yeter; çünkü, bundan daha aydın bir anlatış olmaz. Dünyanın ney gibi binlerce feryadı var; çünkü o, şeker kamışlığından bir ney gördü. Ben de o şeker kamışlığından izler gör-düm; ama ben, senden daha tatlı bir iz göreme-dim. Aşk gibi hem apaçık ortadasın hem gizli-sin; senin gibi ortada olan, görünüp duran bir gizli görmedim gitti.” dünya, şeker kamışlığından bir ney’dir. Aslından bir kamış gördüğünden binlerce nağmesi, feryadı vardır. Ney; ilâhî sırlara vakıf olmasından mıdır, vus-lat ateşiyle yanmasından mıdır, ayrıldığı kuyu ba-şına/memleketine duyduğu özlemin ateşini teren-nüme alışmasından mıdır... o gün bu gündür inler durur. Neye yorarsanız yorun, derinlerden gelen bir inlemeyi, bir feryadı çağrıştıran sesinde olduğu gibi, kendisine üflenen soğuk nefesi yakıcı havaya dönüştüren içinde, bambaşka bir hâlet vardır. Nite-kim şair Nedîm: “Olmakta derûnunda hevâ âteş-i suzân Nâyın bilmem ki ne hâlet var içinde” [Hava (ney’in) içinde yakıcı ateş olmaktadır. (Bu sebepten ney’in) içinde nasıl bir durum oldu-ğunu bilemiyor, anlatamıyorum.] anlamlı mısrala-rında bu hâlete kafa yorar. Nedîm’in hâletini anlayamadığı şey, Mevlevî-ler için bir bakıma Hz. Davud’un ‘mizmâr’ıdır. Deni-lir ki Hz. Dâvûd, Allah’a olan derin aşkının ifadeleri olan ve “mezâmir” adı verilen ilahilerini “mizmâr” isimli sazı eşliğinde, ses literatürüne adıyla geçmiş ‘dâvûdî’ sesiyle terennüm edermiş. Bu yönüyle, ney’in yanık insan inilti ve feryatlarına benzeyen terennümleri, bu mizmâr ve dâvûdî sesle ilintilidir. Hatta Mevlevîlerin, kalın sesli uzun neylere “dâvûd” adı vermeleri de... Bu sebeptendir ki, Mevlevîler de ilâhî aşkın yürekleri titreten vecdine, ney eşliğinde, insanın ince zekâsının ürünü sanatlı sözlerle vecd katmışlardır. Yahya Kemâl’in Itrî’yi anlatırken: “Vakıa ney, kudüm gelince dile Hızlanan Mevlevî semâ’ile Yedi kat Arş’a çıkmış Âyin’i” demesi boşuna değildir. Yanık sesli bir saz olan ney, ustasının (nây-zen, neyzen, nâyî) elinde tesiri –gariptir- gamlı değil, ferahlatıcıdır. Bu ferahlıkta, insanı müjde-lenmiş bir saâdete inandıran bir şevkin hissesi vardır. Ney’i hakkıyla dinleyenlerin çok kere bizim yaşadığımız, alabildiğine maddî bir âlemden, -hep iyiliğin, hep güzelliğin, hep faziletin... kısaca Mutlak Varlık’ın bulunduğu- başka bir mânâ âlemine yük-selişleri, kendilerini öyle bir âlemde hissedişleri bundandır. Bunun içindir ki büyük şair Fuzûlî, kendi zayıf, nahîf vücudunu, uçuk sarı benizli kamıştan yapılan bu harika saza benzetir. “gayrı” redifli gazelinde ney, bizzat kendisidir. Ve ilâhî aşka engel bütün maddî arzu ve hevesleri ney gibi yele vermektedir: “Ney-i bezm-i gamem ey mâh ne bulursan yele ver Od’a yanmış kuru cismimde hevâdan gay-rı” [Ey ay yüzlü (sevgili)! Gam meclisinin ney’iyim. A-teşe yanmış kuru cismimde havadan başka ne bulursan yele ver.] Fuzûlî, bir başka gazeline başlarken kendini yine ney’le özdeşleştirir: “Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yâd eylerem Tâ nefes vardır kuru cismimde feryâd eylerem” Bu iniltili sesin nefesi Mesîhî’dir. Tıpkı Hz. İ-sâ’nın ölüleri dirilttiği gibi, ney nefesi ölü gönüllere hayat verir. Zâtî’nin aşağıdaki beyti bu anlamı ha-vidir: “Nefes oğlanlarıdır zevk ü şâdî O bir Mevlevîdir nây adı [Ney, iyi bir Mevlevî dervişidir. Zevk ve ongunluk o-nun nefesinden meydana gelmiş çocuklarıdır.] Ney’in ölü gönüllere hayat veren nefesi ‘Ko-runmuş Kitab’ın sözleri gibidir. Klasik edebiyatı-mızda onun bu özelliği, rüzgârların söndürmeyi başaramadığı ‘yel mumu’ mazmûnuyla sembolize edilmiştir. Bâkî’nin aşağıdaki beyti bu durumu izah eder: “Verir şevk ehline zevkı demâdem Şeb-i işrette bir yel mumudur nây” [Ney, zikir gecesini aydınlatan sönmez bir ışıktır; o-nun aydınlığı dervişlere sürekli safa verir.] Ney sesi kıyametin de habercisidir. Aynı za-manda bir Mevlevî şeyhi olan şair Şeyh Gâlib, ünlü mesnevisi Hüsn ü Aşk’taki bir tardiyyesinde ney’in bu özelliğini dile getirir: “Âvâzım ezân-ı nefha-yı sûr Gam kıldı gülûmu şah-ı mansûr” [Sesim, sûr üfürülüşünün ezanıdır (habercisidir); (bu müthiş anın) üzüntüsüyle boğazım şah-ı mansûr’a döndü (şah-ı mansûr, büyük ney türlerindendir).] Söz Şeyh Gâlib Dede’den açılmışken, Diva-nı’nda yer alan “ney” redifli gazelini burada anma-dan geçemeyeceğiz. ‘Ney’ konulu bir yazıya en uygun düşecek bir hatime de ancak bu şiir olabilir-di. “La’lin olunca gonce-i tarf-ı külâha ney Bir nev-bahâra neş’e verir bûy-ı âh-ı ney” [Dudağın, neyin külahına (üfürülecek yerine) bir gonca gibi deyince, neyin çektiği âhın kokusu, sanki, bir ilkbahara neşe verir (her tarafa bir ilkbahar neşesi yayı-lır).] “Çeşm-i ümîdi nağme-i rengine kasredüp Peyvestedir o leblere medd-i nigâh-ı ney” [Ney, ümit gözünü renkli bir nağmeye diker, başka bir şey görmez olur; bakışı o dudaklardadır; o bakış, boyuna onlara uzar gider.] “Fânûs-ı nev-zuhûru değil şem’-i âhın ol Aşk âteşiydi deştde berk-i kiyâh-ı ney” [Ney, âh mumunun yeni keşfedilmiş fanusu değil, çöldeki kamışlığa düşen ney yıldırımının ateşi, aşk ate-şiydi.] “Bâlâ-yı şem’ u şu’le-i âvâza nâz eder Bir mısra’-ı resâsı ile medd-i âh-ı ney” [Bir düzgün mısraı ile âh çeken neyin ateşinin boyu mum ve alevin ateşlerinin boyunu geçtiği gibi onlarla cilveleşir.] “Seddeyleyüp girîveleri bir dem et sülûk Tevhîd-i sırfa râst gelir doğru râh-ı ney” [Tehlikeli, dolambaçlı yolları, çıkmaz geçitleri bir nefes bırak da mânevi yolculuğa çık; neyin yolu doğruca salt birliğe çıkar.] “Envâr-ı Mâh-ı Nahşeb’idir şu’le-i sadâ ‘Ayn-i Âli’den aldı nazar çünki çâh-ı ney” [Sedasının alevi, onun Nahşeb ayının yaydığı nur-lardır; çünkü, neyin (yanında bittiği çöldeki kuru) kuyu, Hazret-i Ali’nin gözünden nazar (feyiz) aldı.] “Gâlib Cenâb-ı Şems’den almış nefes me-ğer Erdi amûd-ı subha dem-i subhgâh-ı ney” [Galip, ney meğerse Şems hazretlerinden nefes almış (ki) neyin seher vaktindeki nefesi, sabah direğine (gün doğmadan önce güneş ışıklarının tanyerinden bir direk gibi yücelmesi) dek erişti.] * Merâmı semboller/mazmûnlar gerisine gizle-yen klasik edebiyatımızda, aşk erlerinin önderi Mevlânâ’yı ney’den başka bir mazmûnun temsili düşünülemezdi. O da öyle yaptı. Klasik edebiyatımızda ney için, ney sevgisiyle söylenmiş binlerce nefis beyit bulunmaktadır. Bunları bir araya toplasak, koca bir cilt tutar. Biz, bu kısacık yazımızda onun mazimizdeki mânâ boyutunun kapısını aralamaya çalıştık. Yazımızı bu duygularla bitirmeden önce bir ıstırabımızı da be-lirtmeden geçemeyeceğiz. Bu ıstırabımız, ney’in şahsında ‘klasik musikimiz’ adınadır. Yukarıda anlattıklarımızdan ‘Türk Klasik Musi-kisi’nin derin bir mânâ boyutuna dayalı olduğu anlaşılmıştır ümidindeyiz. Günümüzde bu boyutu anlayanlar yok değil. Ancak sayıları günbegün azalmaktadır. Bunda devamlı yoz müzik yayımı yapan özel televizyon ve radyoların payı büyüktür. Hiçbir mânâ boyutu olmayan sanatsız, zevksiz sözleri, gürültülü Batı kökenli sazlar eşliğinde din-leye dinleye –âdeta beyni yıkanan- gençlerimiz, bırakın klasik musikimizi bilmeyi; çoğunlukla sazla-rının adını dahi bilememektedirler. Bunun tabiî sonucu olarak ‘ney’in üflendiği’ basit bilgisini bile öğrenemeyip, ehline küfür gibi gelen deyişle ney’i ‘çaldırtmak’tadırlar. Bu acı gidişe dur diyecek ko-numda olanların bir şeyler yapmasının vakti geldi de geçiyor sanırız. * KAYNAKÇA 1. Bahşî, Muammer Lutfi, Celâlüddîn Rûmî’nin Fikir Hayatındaki Tekâmül Devrelerine Kısa Bir Bakış, Konya 1943. 2. Banarlı, Nihad Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB, İstanbul 1971, 1. Cilt 3. Beytur, Mithat Bahârî, Mesnevi Gözüyle Mevlânâ Şiirleri, Aşk ve Felsefesi, İstanbul 1943. 4. Çelebi, Âsâf Halet, Mevlânâ ve Mevlevîlik, İs-tanbul 1957. 5. Çelebioğlu, Amil, Mesnevi-i Şerîf, Manzum Na-hîfî Tercümesi, İstanbul 1967. 6. Mevlânâ, Mesnevi, Çev: Veled İzbudak, MEB Basımevi, İstanbul 1966, 1. cilt. 7. Fennî, İsmail, Divân-ı Kebîr ve Mesnevî’den Müntehap Parçalar, Konya Halkevi Kültür Dergisi Mevlânâ Özel Sayısı, Konya 1943. 8. Fürûzanfer, Prof. Bediuzzaman, Mevlânâ Celâleddîn, Ter: Prof. Dr. Feridun Nafiz Uzluk, İstanbul 1963. 9. Gölpınarlı Abdülbaki, Mesnevi ve Şerhi, MEB Basımevi, İstanbul 1973, 1. cilt. 10. Gölpınarlı Abdülbaki, Şeyh Galib Divanından Seçmeler, 1000 Temel Eser, İstanbul 1973. 11. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1950. 12. İz, Mâhir, Tasavvuf, İstanbul 1969. 13. Koner, Muhlis, Mesnevi’nin Özü, Konya 1967. 14. Koner, Muhlis, Mevlânâ’nın Tasavvufu ve Av-rupa İdealist Filozoflarıyle Bir Mukayesesi, Konya Halkevi Kültür Dergisi, Mevlânâ Özel Sayısı, Kon-ya 1943. 15. Levend, Agah Sırrı, Divan Edebiyatı, Kelimeler, Remizler, Mazmunlar ve Mevhumlar, İstanbul 1968. 16. Mevlânâ Celâleddin, Divân-ı Kebir, İstanbul 1957-60, 5 cilt. 17. Mevlânâ, Divan-ı Kebîr’den Seçme Şiirler, MEB Yay. İstanbul 1959, 1961, 2 cilt. 18. Mevlevî, Tahir, Mesnevi Şerhi, İstanbul 1963. 19. Onay, Ahmet Talât, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, MEB, İstanbul 1996. 20. Tamtürk, Nejat, Açıklamalı Yahya Kemâl An-tolojisi, İstanbul 1972. 21. Tarlan Ali Nihad, Fuzulî Divanı, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 1950. 22. Yaylalı, Kâmil, Mevlânâ’da İnanç Sistemi, İrfan Yay. İstanbul 1975 23. Yesirgil, Nevzat, Nedim Hayatı, Sanatı, Şiirleri, Varlık Yay. İstanbul 1969.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ali Işık, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |