Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Kapı ısrarla çalmaya devam ediyor. Kim acaba? Açmayacağım. Her şey berbat olur çünkü. Her şey biter. Hoş, kapıyı açmasam ne olacak ki? Gülüyorum. Ani bir kararla gidip açıyorum lanet olası kapıyı. Portakal dışarı fırlıyor. Ben donup kalıyorum. “Merhaba.” diyor. Elinde koca bir buket kırmızı gül. Yüzümden, ellerimden, sırtımdan ter boşanıyor. … Şimdi olmaz, hayır… Bu kadar çabuk değil… … “Ne o? Beni hatırlamadın mı yoksa?” … Hareket et… Lütfen, hareket et! Kımılda!” … Buz tutmuş bir halde yüzüne bakıyorum. O burada! Tanrım! “ Beni içeri almayacak mısın? Söylesene, iyi misin sen?” Elini uzatıyor. İşte sihirli hareket! Birden ayılıyorum. Kenara çekiliyorum. O bildik kokusuyla içeri doluyor. Kapıyı kapatıyorum. Dönüp yüzüme bakıyor. Başımı eğiyorum. “Evet, sende bir şeyler var. Hasta mısın yoksa?” Yatak odasında yanan mumların aksini fark ediyor, holün duvarına vuran. “Yanlış bir zamanda gelmedim umarım…” Telâşla başımı sallıyorum. Dilimin üzerini kaplayan pas giderek artıyor. … İlk belirtiler bunlar mı? Hareket edememek, konuşamamak, dilde pas…Ve belki de hayal görmek? … O devam ediyor: “Sevindim. Seninle konuşacaklarım var çünkü. Ama önce senin şu açık nes’lerinden bir fincan istiyorum. İnan bana onu bile özledim…” Bunları söylerken fütursuzca salona giriyor. Salon darmadağın. Yerde izmarit dolu kül tablaları, boş şarap ve bira şişeleri, resim ve öykü karalamalarıyla dolu bir sürü kağıt parçası. Dün giydiğim etek. Öğle yemeğinden sonra henüz içeri götürülmemiş tabaklar. Portakal’ın yere dökülmüş bisküvileri. Portakal’ın üzerinde uyuduğu eski hırkam. Portakal’ın yosun tutmuş su kasesi. Battaniye. Yüzsüz bir yastık. Açık bırakılmış ve sürekli meşgul sinyali veren telefon. Dergiler. Birlikte çektirdiğimiz güler yüzlü fotoğraflar. Yarısı kornişten çıkmış tül. Bir de, eski bir dost; bez bebeğim Pakize Usul! Hayretle dönüp bana bakıyor. Ben onun gözlerindeki soruyu anlıyorum. Ama o benim yanıtımı duymuyor. … Duymamalı. Ha gayret! O gidecek. Sen biteceksin! … Hızla yanımdan geçip odama, eski odamıza gidiyor. Mumlar… mumlar! Bir mabede çevrilmiş odanın kapısında duruyor. Aynanın önü karmakarışık. Açık bırakılmış rujlar. Yarısı yere dökülmüş temizleme sütü. Aynanın üzerine, filmlerdekine özenilerek, dudak kalemiyle yazılmış ve sonra silinmeye çalışıldığı için okunmaz hale gelmiş bir yazı. Dağınık yatak. Gardıroptan yerlere dökülmüş, etrafa saçılmış elbiseler, pantolonlar, bluzlar… Yatağın yanında iki bira şişesi. Dönüyor. Mutfağa gidiyor. Işığı açıyor. Mutfak karmakarışık. Uzun süredir yıkanmayan tabaklar, çatallar, bıçaklar, bardaklar… Üzerine defalarca yemek taşırılmış ocak. Anlamıyor… Anlayamaz… Anlamamalı! “Ne oluyor burada?” Sesinde öfke dolu bir korku sezinliyorum. Dönüp mutfak penceresinin önünde duruyor, öfkesini dizginlemeye çalıştığı her seferki gibi. Porakal dışarıdan ona bakıyor. “Tüm bunların bir açıklaması var, değil mi?” … Ellerim öyle titriyor ki… Sanırım anlayacak. Başım dönüyor. Ense kökümden başlayan ağrı birazdan olacakların habercisi sanki… Haydi kızım, gayret et. Konuş onunla. Defet şu adamı, gitsin. … Zorla konuşuyorum. Sesim önce fısıltı halinde uçuşmaya başlıyor, sonra ansızın ağırlaşıp yere dökülüveriyor… “Bunlar… seni… … Bunlar seni ilgilendirmez!” Şaşırıyor. Şaşırıyorum. Ben mi konuştum? Bu gerçekten ben miyim? “Ama sevgilim…” Sevgilim? Ne oluyor bu adama böyle? … Bu bir hayal! Zihnim oyun oynuyor bana… Eminim. Emin bundan! … “Ben… Biraz rahatsızım da birkaç gündür…” Her şey normale dönüyor… En başa… Baştaki ona, sondaki bana… Masanın üzerinden kenarı kırık vazoyu alıyor. İçine su dolduruyor. Yanımdan geçip salonda elinden düşürdüğü çiçekleri almayı gidiyor. Mutfağa dönüyor. Çiçeklerin kağıdını açıyor. Bıçağı alıp önce köklerinden biraz, sonra da buketi tutan ipi kesiyor. Çiçekler esaretten kurtulup bir anda çoğalıyor elinde. Bu asi yığını zorla vazoya sokmaya çalışıyor. Hareketleniyorum… O geldiğinden beri ilk defa… Elinden alıyorum buketi. İkiye bölüyorum. Ellerim titriyor. Önce bir kısmını sonra diğer kısmını vazoya, vazoyu da tekrar masanın orta yerine koyuyorum… Yaprakların yarısı yerde… Gözlerim yaşarıyor… … Lütfen biraz daha zaman. Yalvarırım güçlü ol. … Beni bir ritüeli izler gibi izliyor. Sonra birden sarılıyor. Nasıl da sıcak… Tüm bedenimi bir titreme sarıyor. İyice kavrıyor beni. Ama anlamıyor. “Seni özledim. İnan çok özledim.” Yutkunuyorum. Koca bir yumruk boğazımda. Ellerim iki yanda öyle sallanıyor. “Bu değil dedim kendi kendime bu sabah uyanınca. İstediğim bu değil. Ben… Ben… Bak, bana biraz zaman tanırsan her şey düzelir. Biliyorum, seni çok kırdım… Ama… inan seni seviyorum. Öyleymiş yani. Bunu ben bile yeni anladım. Sana nasıl gösterebilirdim ki?” Bayılmak üzereyim… “Her şeye yeniden, en baştan başlayacağız, tamam mı? Artık kuru gürültü yok. Yalan yok. Çaba var. Duyuyor musun?... Bak… Portakal bile sevindi bu işe!” Zorla gözlerimi aralıyorum. Başımı pencereden yana çeviriyorum. Portakal iyice huzursuz. Bana bakıp miyavlayarak bir aşağı bir yukarı gidip geliyor. Canım benim. Benim için kaygılanıyor. Başımı ondan yana çeviriyorum bu sefer. Gülümsüyor. Öyle masum ki bu gülümseyiş… İlk tanıştığımızdaki gibi… Sonraları bu gülümsemeyi esirgiyor benden, esirgediği bir çok şeyin yanında. Fakir bırakıyor beni. Rahat uykuları esirgiyor, anlamayı, anlatmayı, ayrı geçirilmiş anların asıl birlikteliğini, birlikteyken susabilmeyi, ben olabilmeyi, biz olabilmeyi, gururlu değil onurlu bir ilişkiyi… Esirgiyor… Öyle masum ve öyle kendinden emin ki… Artık bitiyor. Işığı sönüyor ruhumun. Karanlıkta kalıyorum. Zorlukla konuşuyorum bu sefer. Yüzümdeki gülümseme gerçek mi yoksa onun ki gibi sahte mi? Ben bile ayırt edemiyorum artık. “Defol!” Anlamıyor. Yine anlamıyor! “Ama…” Kollarından sıyrılıyorum. Zorlukla ayakta duruyorum. Ayakta duruyorum! “Beni duydun. Sana defol dedim.” Bembeyaz kesiliyor. Yumruklarının hışırtısını duyuyor kulaklarım. Tam bir şey söyleyecekken vazgeçiyor. Elini uzatıyor. Yüzümü son bir gayretle çeviriyorum. İlk defa… İlk defa anlıyor. Çıkıp gidiyor. Ölüyorum. Onun gidişiyle son geliyor. Pencereyi açıp Portakal’ı içeri alıyorum. Kucağımda gergin, kaskatı, öylece yüzüme bakıyor. Birlikte önce odaya gidiyoruz. Karanlığımda el yordamı ilerliyorum. Mumlara yaklaşınca üfleyip söndürüyorum. Sonra telefonu elime alıyorum… 3… 2… 7… 5… … “Hay deli kız, neden yaptın bunu? Haber vermeseydin, biraz daha geç kalsaydın ne olurdu biliyor musun?” Acilin ilaç ve kan kokan, iniltilerle, bağrışmalarla dolu odasında, kolumda serum, ayakucumda hemşire, yanı başımda ağlaşıp duran kadına bakıyorum. “Biliyorum. Gitmeseydi ölecektim!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Elif Bengü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |