..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Dilerim, tüm yaşamınız boyunca yaşarsınız. -Swift
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Varoluşçuluk > Aslı Akarsakarya




25 Haziran 2005
33  
Aslı Akarsakarya
Işık azalınca işte, hayal gücü çoğalıyor. Ben karanlığı hiç sevmedim ki sayın melek.


:DEDJ:

Sefil bir haldeyim yine. Üstümdeki pijamalar aslında beni bir sene kadar önce terk ettiler. Onların bu daha fazla eskiyemeyecek olma durumları bana tam tersine bambaşka bir huzur veriyor artık ve evde başka hiçbir şey giymek istemiyorum. Manevi bir bağ değil aramızdaki. Lime lime olmuş bu dirençsiz yapı içerisinde kendimi rahat hissediyorum. Varla yok arasındaki biçimleri, dizlerimin zaman içinde oluşturduğu genişlik, bollaşan beli, sünmüş ve bir ara da çamaşır suyu damlattığım üst kısmı…

Doğrusu, bu akşam eve geldikten sonra içimde karşı konulmaz bir süslenme isteği peydah oldu. Tesadüfe bakın ki her gün işten gelip de bulduğum bu yoldaş pijamalarla değil de, daracık bir etekle evde oturasım geldi, ama tedbiri elden bırakmayıp hemen kendimi engelledim. Çünkü bugün benim tastamam otuz üçüncü doğum günüm. Bunun bir anlamı var mı? Yalnızlığım ve ısıtmaya çalıştığım kahve suyuma bakılacak olunursa benim için gayet sıradan bir gün. İş yerinde birkaç arkadaşım sağ olsunlar hatırladılar doğum günümü, hatta birisi bahçeden kopardığı çiçeği suya koyup masamın karmaşası içine yerleştiriverdi. Duygulandım. Ama gerçekleşmesini istediğim mucize bugün de gerçekleşmedi ve gün benim için son yedi yılın sıradan doğum günlerinden farklı geçmiyor.

Önemli değil.

Peki itiraf ediyorum, bu akşam için tuttuğum dilek, onun kafam kadar bir buketle birlikte zili çalması… Kendimden bile sakladığım bir sinsilikle bunu bekliyorum. O daracık eteği giymeyi de, olay sırasında üstümde masala uygun bir kostüm olsun diye istiyorum. Benden özür dileyecek, ne kadar inanılmaz bir kadın olduğumu söyleyecek, yaptıkları için köpekler gibi pişman olduğunu tekrar ederken ben çiçekleri suya koyacağım. Biraz da naza çektikten sonra gece mutlu sonla noktalanacak ve bir ara o etekten kurtulacağım. Ne var ki insan otuz üç yaşına gelene kadar bu gibi beklentilerin hiçbir gerekçeyle gerçekleşmediği kafasına vurula vurula öğretildiğinden, her ne kadar bu konuda ortalamadan yavaş bir öğrenme süreci geçirmiş olsam da :– biliyorum. İşte tam da bu yüzden, gardırobumu açınca gözümün içine batan eteği yok saydım, sabah tomar şeklinde bıraktığım pijamalarımı yerden alıp üstüme geçirdim.

Üzgün müyüm? Çok da değil. Beklenti ve düş kırıklığı arasındaki milyon katsayılı orantıyı keşfedeli bir hayli oldu. Bu bir koruyucu güç mü peki? Canımı sıkıyorum.

Suyun sesini duyuyorum, kahveyi ve bardağı tezgahın üzerinde hazır ediyorum. İşte kapının çaldığı o büyülü zaman da tam bu anla çakışıyor.

Zilin “din don” ları arasında, o bir saniyede, ben yine 16 yaşıma dönüveriyorum. Koşturarak yatak odasına gidiyorum. Yolda kapıdakinin kim olduğunu bile bilmediğimi hatırlatıyor içimdeki birisi başka birisine, konuşmalarını dinlemiyorum. Bir hışım kapıyorum eteğimi yerinden, kalça kısmından geçirmesi gayet zor bu zıkkımı… Çek şu karnını içine… Kapı bir kere daha çalıyor :- “Geldiiim”…

Üst kısmı değiştirmeye zaman yok. Neyse artık. Saçımı düzeltiyorum koridordaki aynada aceleyle. Kapıdakinin kim olduğunu hala bilmediğimi anca fark etmişken; kapıyı da açmış bulunuyorum.

Tam alnımdan başlayarak yüzüm tuz buz dökülüyor. Onun altındaki başka bir biçim kaplıyor şimdi suratımı. Okyanus kadar hayal kırığına harmanlanmış şaşkınlık. Birden kapanıveren gökyüzü ve sağanak. Rüzgar ve şimşek. Büyümüş gözler, açık olduğu fark edildiğinde hemen kapatılan ağız, gerilmiş kaşlar…

Bakışıyoruz.

“İyi akşamlar Zerrin hanım kızım.”

“İyi akşamlar.”

“Uygunsuz rahatsız ettim, kusura bakmayın.”

Kendime gelmem için birkaç asır gerekiyor. Suçum yüzünden ipe götürüldüğüm bir sahne getiriyorum gözümün önüne :- kendimi tekrar tekrar idam etmeliyim bu gece. Hatta kırbaçlamalıyım idamdan önce… Ya da bir güzel bağırıp tokatlamalı en temizi.

“Biraz içeri girsem, rahatsız etmem ya?”

Ben usul, ama pek usul sıyrılırken karaktersiz iç dünyamdan, karşımda duran yaşlıca amcanın görüntüsü de iyiden iyiye beliriyor algımda. Biçimini kavramaya başlıyorum bedeninin, yavaş yavaş sesini duyuyorum. Daha anlamaya başlamadım.

Çok kısa bir an düşünüyorum. O kadar temiz yüzlü birisi, o kadar kibar konuşuyor ve o kadar mahsun duruyor ki, onun dediği herhangi bir şeye hayır diyebilecek durumda değilim zaten. Alnımı ovuşturup toparlanmam gerektiğini söylerken kendi kendime, amcayı içeri buyur ediyorum.

Salonda oturmuş kahvemizi yudumluyoruz bir süre sonra. Zorla da olsa düşüncemi ele geçirmiş vurdulu kırdılı çizgi roman karelerinden sıyrıldım az önce :- kahramanımız Zero ve son doğum günü macerası... Onu izliyorum rahatsız etmemeye de çalışarak. Yaşlı görüntüsüne rağmen hareketleri ne kadar dinç. Konuşması düzgün, giyimi gayet özenli. Kambur oturuyor, üzgün de görünüyor itiraf etmek gerekirse. Derin nefesler alıyor ara sıra, sezgilerime güvenmek pek adetim değil ama, kötü bir haber verecek gibi. Bu özelliksiz doğum günümü tek başına zırlayarak mı geçirmek daha iyi olurdu yoksa salonumda hiç tanımadığım birisiyle sütlü kahve yudumlamak mı diye düşündüğümde, o anlıyor sanki.

Kafasını kaldırıyor. Mavi ve çok güzel gözleri var. Güzel ama pek buruklar. Bir de çok mavi. Belki de sadece mavi. Bir tane bulut yoktu yani gökyüzünde ve güneş bütün varlığıyla üstümüzdeydi. Rüzgarın keskin kanatları vardı ve değdikleri yerinden kesiyorlardı denizi. Denizse acıyan yerinden köpükler yayarak işgilleniyordu. Kimse sakin değildi o gün. Biz Betül’le açıktaki dubanın üstünde iddiaya giriyorduk. Kıyıya en çabuk kim varacak? Ayaklarımız dubaya son kez değdiğinde bedenlerimizi suya doğru ittik ve denizle kavuştuk. Her şey olması gerektiği gibiydi başta. Kulaçlarımı atıyor, hemen sol yanıma bakınca da Betül’ü görüyordum. Kulaç atmak zorlaştı sonra birden. Ayaklarımı çırpmam pek de işe yaramıyordu. Daha güçlü bir şey benimle istediği gibi oynamaya başladı mavide. Nefes almanın imkansızlaştığını anladığım zaman, çırpınmaktan da yorgun düştüğüm zamandı işte. Bağırmaya çalışıyordum bir yandan ama garip ve çok güçlü bir uğultu da vardı etrafta. Nefesim tükendi sonra. Bedenim istemsiz dönmeye devam ederken güneşi gördüm bir kez daha, sonra tekrar koyu maviyi. Gövdem buz kestiğinde ayaklarım hala sıcaktı. Ilıklık yavaş yavaş yukarı yayılırken, ben düşüyor muydum, yükseliyor muyum bilmiyordum. Uğultu dinip de şartsız bir sessizlik başladığı zaman kafamın içinde, kımıldamanın da yolu yoktu artık.

Öksürerek kendime geldiğimi hatırlıyorum neden sonra… Ağzımdaki yosun tadını, genzimdeki yanışı ve midemin bulantısını aynı anda ve çok keskin hissedişimi. Bir sürü insan toplanmıştı etrafıma. Kımıldayan başların arasından güneş bir görünüp bir kayboluyordu. İşte, gözlerime gölgesini ilk dağıtan o yüzün gözleriydi bunlar. Yılar sonra annem hala söylerdi :- “Allah razı olsun, kimdi ki o adam… Ama ya bir de orada olmasaydı?“

Titreyen ellerimin tutmaya çalıştığı kahve fincanı sarsılıyor, damla damla sıcak su, beyaz çorabımın dokusunu karaltıyor. Yanıyorum.

“Tanıyor muyum ben sizi?”

Bilmiyorum ki, aslında öyle sihirli bir şey de olmadı aslında ama her şey o kadar doğa üstü ki. Salondaki renkler bir kere çok kaynaştılar, karıştılar birbirlerine. Çocukluğumun suluboya renklerinin tümünü resmin sonunda birbirine bularken, hep resim öğretmenimin sesi gelirdi aklıma :- “…kırmızıyla maviyi karıştırırsanız mor olur. Tüm renkleri karıştırınca da kahverengiyi bulursunuz.“. Tam da bu yüzden, açığı, karası, beji, tabasıyla evim yıllanmış bir ağaç kütüğünü anımsatıyor şimdi. Bir o var işte tüm bu hengamenin arasında sakin sakin oturan.

“Evet, o gün denizden seni karaya taşıyan adamım.”

Hiç gücü yok bilincimin karşı koyacak. Hayatımın bu anlamsız akşamında beni nereden buldun diyecek, olur mu öyle şey bey amca, ben çıkaramadım diye çıkışacak, biraz kızacak…

“Birkaç kez daha karşılaştık sonra. Bir keresinde pazarda kaybolmuştun, annen bir tezgaha takılmıştı da sen yürümeye devam etmiştin… Anneni yanında bulamayıp da ne kadar korktuğunu hatırlıyor musun? Yeterince uzun bir zaman sonra hani bir kadın sana “bak annen işte“ diye göstermişti. Ağlayarak annene sarılmıştın da annen kızmamıştı hiç. Çok korkmuştun. Gerçi kadıncağız da pek korkmuştu ya...”

“Sonra, bisiklete biniyordum bir gün… Walkman vardı kulağımda. Yokuş aşağı hızımı da almıştım, hatırlıyorum. Çok zevkliydi çünkü. On beş yaşında mıydım? Ya da öyle bir şey. Tren yolundan geçecekken tam, dört beş yaşlarında bir çocuk bisikletin önüne çıkıvermişti. Ben keskin bir fren yapınca bisikletin de dengesi bozulmuştu da düşmüştüm. Yere düşer düşmez, geçen trenin rüzgarı da çarpıvermişti yüzüme sonra sallantı, gürültü. Çok korkmuş, çocuğun arkasından bakakalmıştım, bir ara kafasını çevirince ufaklık… O da yeterince maviydi işte.“

“Hayatında bazı kritik noktaları birlikte atlattığımız doğru Zerrin. Yaşamın sana fırsatlar tanıması için, seni mümkün olduğunca ayakta tutmayı amaç edinmiş bir görev işte benimkisi.”

“Koruyucu melek yani? Bugün neden buradasın peki? Ölüyor muyum yoksa?”

“Yok, yok” deyip gülümsüyor. “Bu sefer bir tehlike yok başında. Ya da en azından seni esirgeyeceğim bir durum yok.” Önce derin bir nefes, sonra da kahvesinden bir yudum alıyor. “Koruyucu melek olmam konusunda ise :- aslında bundan daha farklı bir şeyiz. Her birimiz, bir insanın doğumunda onun için görevlendiriliriz. Sonrasında bu kişinin başına gelebilecek bazı kazaları, belirli bir yere kadar engellemeye çalışırız. Mucizeler yaratmak değil tabi bizimkisi. Bazen bir canlı, bazen bir eşya olarak girip hayatınızda küçücük ama düşününce çok önemli roller oynamak… Her an başınızda bulunmaktan ziyade, kritik zamanlarda yeryüzüne gelir, görevimizi yapar, sonra ihtiyaç duyulacağımız bir başka ana kadar beklemede kalırız.”

Kahve elimde kalmış. Sehpaya koyuyorum. Sonra masadaki suyu içerek ferahlamaya çalışıyorum, olmuyor. Çok şaşkınım. Kalbim tuhaf bir biçimde çarpıyor, duyabiliyorum. Kafamdan geçen tüm düşünceleri dinleyebiliyorum. Bütün eşyaları ve bütün sınırları birbirine karışmış bu odada artık ne oturuyor gibi, ne yüzüyor gibi, ne de uçuyor gibiyim. Gözlerim meleğe kilitli… Sanırım bir tür şok yaşıyorum, ya da öyle bir şey… Bağırsaklarım kaşınıyor.

“Benim bir akşam evine gelip de sana bunları açıklamam haliyle hiç normal değil. O yüzden duyuların aşırı enerjiden ve uyarandan seni halüsilasyon sınırında gezdiriyor. Böyle olağan dışı bir olayı bünyen ancak bu şekilde kaldırabilir çünkü.”

Karşınızdakinin sizi anlaması için konuşmaya gereksinim duymamanız ne güzel. Hoş gerçi artık konuşabileceğimden de emin değilim. Korktuğumu itiraf etmeliyim size melek, çok korkuyorum çünkü geldiğinizden beri gerçeğin sancılı soluğu geçiyor yüzünüzden. Buraya doğum günü partim için gelmediğinizi anlayabiliyorum bu durumda olsam da. Ölmeyeceksem de şimdi… ne olacak?

“Seni daha fazla merakta bırakmak zalimlik tabi, haklısın. Özetlemek gerekirse, seninle olan birlikteliğimiz, bugün, yani senin otuz üçüncü doğum gününde sona eriyor.”

Birlikte olduğumuzu öğreneli iki dakika olmuşsa da, şimdi ayrılıyor olmanın haksızlığını anlayabiliyorum. Neden peki?

“Biz insanlara, en fazla otuz üç yaşınıza kadar hizmet ederiz. Eğer sorumlusu olduğumuz kişi, otuz üç yaşına kadar hayattan ne istediğini ve hayata karşı olan duruşunu belirlemişse –ki buna amaç diyorsunuz siz sıkça, o kişiyi amacına giden yolda belki bir süre daha destekleriz. Çünkü yoğun enerjili, yapıcı ve yaratıcı bir boyuta geçer insan bu aşamadan sonra ve aslında yine bundan sonra, bize daha da çok ihtiyaç duyması kaçınılmazdır. Ama çok da değil, sadece birkaç yıl daha sürer bu, ve geri kalan zamanda her ademoğlu yalnızdır.”

Çok güzel söyledin. Ben tam da o otuz üçünde terk edilecek amaçsızlar sınıfına giriyorum. Pek hoş. Ama olmadı ki sayın melek, yapamadım işte. Yanlış seçimlerimin, ya da sadece seçimlerimin beni ne tarafa sürükleyeceğini tahmin edemedim… Doktorun koluma beyaz alçıyı geçirirken “parçalı kırık” dediğinde hayatımın sonuna kadar keman çalmak istiyordum. İlk evliliğimi yaparken bir sene sonra boşanmış olmayı hiç ummuyordum. Sonra bilmiyorum nasıl, ben bir şeyler olmak istesem de işte, o şeylerin ben olmak istemediklerini görüyordum. İstediğim şeyler var hayatımda, ve istemediğim şeyler… Bir de o kadar büyük bir kısım var ki, onlar ne istediğim, ne de istemediğim şeyler.

Bazen şans eseri ölümden döndüğünü, bazen de şans eseri ölüme gittiğini gördüm insanların. Felç olduklarını ya da piyango vurduğunu… Bilmiyorum ki sayın melek, ne demeli? Işık azalınca işte, hayal gücü çoğalıyor. Ben karanlığı hiç sevmedim ki...

Sen “Cani” filmini seyretmiş miydin? Hani otostopçu fahişe? Ne zaman boş bulunup, gerçekten inanırsak rüyalarımızı gerçekleştirebiliriz diye düşünsem olsam o aklıma gelir, vazgeçerim. Sonra devam ederken düşünmeye, insan denen şu sürüngenden bozma yaratığın, gün gelip de bulutları üstten görmeye başlaması, rüyalarına inanan birkaç delinin sayesinde olmuş diye. Fazla ileri gitmem, konuyu kapatırım. Çıkamam ki işin içinden… Sadece aptalım belki.

Lütfen… Yaşamak için biraz yer istiyorum. Hiç kimseye değmeden, çarpmadan, acıtmadan yürümek istiyorum. Kimseye zarar vermeden, kimse yüzüme bakmadan, kimseyi sevmeden ve kimseyi öldürmek istemeden, küfretmeden, gülmeden… Hiçbir kelimeyi tartmadan konuşmak, bir cümleyi on kere tekrar etmek ve aynı şarkıyı beş gün boyunca durmaksızın söylemek istiyorum. Ne kimse benden sıkılsın, ne ben kimse hakkında endişeleneyim. Ağlamak için kuytu bir yer aramayayım, oturduğumda bir kaldırım kenarına istediğim kadar bağırabileyim istiyorum. Birinin bile dikkatini çekmeden, görünmeden belki de… Hiçbir göz rengi beni etkilemesin, hiçbir savaştan ve para biriminden haberim olmasın istiyorum. Bir süre, evet bir süre kendimi böyle tedavi etmek istiyorum.

Gideceksen git de ben şimdi ne yapacağım be melek? Yarın bugünden daha güzel olmayacaksa, ya da ben kendimi böyle kandıramayacaksam nasıl devam edeceğim ki bu çürük bacaklarla yürümeye? Çok dayanıksızım artık ve son kez birisi gelip de yaraladığı zaman ölmek istemiyorum. Penceredeki sardunyanın üzerine güneş vuruyordu bu sabah… İşte sadece bu görüntü, varını yoğunu açmış bu çiçeğin görüntüsü beni mutlu edebilsin istiyorum.

Amacım sayın melek, yeryüzünde barınıp nefes alabilmek. Amacım sayın melek, rüzgar biraz sert esince hayatın ne güzel olduğunu düşünmek.

Ne büyük dağlara tırmanabilirim bundan sonra, ne uçaklar yapabilir, ne de kitaplar yazabilirim. Yardıma layık değilsem, buyurun gidin sayın melek.

Büyük ve konforlu televizyon koltuğuma dayadığım dirseğimin üstünde, belli ki bu gezegenin dışında, isyanımın girdabında işkencedeyim. Meleğin sesini duyuyorum ama gittiğim bu yerden geri dönmeyi hiç istemiyorum – gözlerim aramızdaki tozlu sehpada.

Kafamı kaldırıyorum, bana bakıyormuş. Bedeni geldiğinden daha soluk, buzumsu. Çoktan gitmeye başlamış gibi. Diyecek bir şey yok ki şimdi, yarım saat önce varlığını öğrendiğim koruyucu meleğimin artık olmayacağının bendeki bu haşin tepkisi tam da şimdi mantığımın sınırlarını geride bıraktı.

Ağladım ağlayacağım. Kendime çok mu dikkat etmem gerekiyor artık? Kaderle kim pazarlığa oturacak bundan sonra benim lehime? Uyusam şimdi şuracıkta, eminim sabahleyin ya hatırlamayacağım ya da bunun bir rüya olduğuna kendimi inandırmak için hiçbir şey yapmam gerekmeyecek. Uyumalı bu koltukta. Şimdi. Televizyonu da açmalı ki sahne tamamlansın, sabaha uyandığımda elimden kumanda sarkıyor olsun, evin içi havasız, karanlık ve bunaltıcı olsun. Arada bir olduğu gibi.

Seni daha yeni tanıştıysak eğer, seviyor olmam olanaksız. Hatta umursamıyor olmalıyım. Ama ne oluyor biliyor musun melek, gözümün önünde solmanı izlemeyi hiç istemiyorum. Sen biraz da bensin ya, o zaman ben de biraz sen olacağım diye korkuyorum.

Ben uyuyorum melek, kapıyı ardından kapatırsın. Dış kapının gıcırtılı sesini bile duymayayım. Sana değil tabi ki bu sümüklü tavrım. Artık hayattan bir mucize beklemiyorum. Başıma gelenlerden sonra, hayatın tümünün mucize olduğunu da savunmayacağım düşündüğünün aksine.

Etek mi? Canı cehenneme, o da oyunun bir parçası olsun. Adı üstünde, hayat işte :- saçma sapan bir şey.



.Eleştiriler & Yorumlar

:: é
Gönderen: Semin Sinem Ay / , Meksika
16 Ekim 2014
Heyecanla okuduğum nadir yazılardan. Mucizelerimiz eksik olmasın. Sevgiler...

:: Nerdeyse 35 olacak
Gönderen: Eralp Elli / riyad/Suudi Arabistan
5 Temmuz 2007
Cok guzel bir hikaye. dili, oykunun akisi harika. Bana biraz uzun geldi, bazi satirlari atladim, ama cok guzel tat aldim. Mutlu yaslar

:: Seni hic tanimadim....
Gönderen: Alaaeddin qabaha / /
12 Ağustos 2006
turkce anladigim kadar guzel sey okudum,,,..... sanirim guzel ve aydinli gelecegin var,,,, devam et,,,, ve tebrikler alaaeddin / filistin

:: İyi Yazılmış Öykülerden
Gönderen: Emin Altun / Ankara/Türkiye
12 Ağustos 2006
Aslı Akarsakarya'nın öyküsü, tipik bir kadın duygusallığını yansıtması açısından, kadın öykücülüğünde orta karar bir yerde duruyor. Fakat, dili kullanışı açısından etkileyici de aynı zamanda. İyi yazılmış bir öykü olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

:: neden 33?
Gönderen: Aslı Akarsakarya / Ankara/Türkiye
8 Aralık 2005
Bedenimizin gücü gerilerken bilgeliğimz artar ya... 33 benim için, bu çan eğrisinin tam tepesini çağrıştırıyor. Tabi ki sembolik. Siz deyin 55, ben diyeyim 22. Saygılar.

:: tebrikler
Gönderen: Kâmuran Esen / Bolu/Türkiye
8 Aralık 2005
Tebrikler Sevgili Aslı Akarsakarya....Severek okudum ve çok beğendim......Devamını dilerim...Sevgiyle kal...Kâmuran Esen

:: Mutlu ol, mutlu öyküler yaz
Gönderen: Tayfun Yıldırım / Istanbul/Türkiye
8 Aralık 2005
Uzun zaman oldu bir öykü hakkında düşünmeyeli... Yazara sormak istiyorum neden 33. yaş?




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Benim Ellerim
Akis
Bartolomeu Dias ve Şemsi


Aslı Akarsakarya kimdir?

.

Etkilendiği Yazarlar:
.


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Aslı Akarsakarya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.