Bazen evrende yalnız olduğumuzu düşünürüm, bazen de olmadığmızı. Her iki durumda da bu düşünce beni afallatır. -Arthur C. Clarke |
|
||||||||||
|
Yastığın altında yitmek, bitmek istiyor gibiydi. “Allah’ım, Neden?.. Neden?.. Neden, bu acı? Neden bu yalnızlık?” diye haykırıyordu. Aklına, çocukluğundan, O'nunla ilgili birkaç anı getirmeye çalıştı. Ama bu çabası, ağlayışının sesini daha da arttırmaktan başka bir işe yaramadı. Vücudu yatağının üstünde tutulduğu sinir krizinin etkisiyle istem dışı inip kalkmaya başladı. Kısa bir süre sonra, aniden vücudunun kontrol dışı hareketleri ve ağlaması son buldu. Çünkü, kendisi öyle istemişti. Birkaç dakika hareketsizce, yatakta uzanan vücudu, aniden doğruldu ve hızla yatağından çıktı. “Evde yapayalnızım!” dedi, kendi kendine. “Kendi kendimi yiyip bitirmektense, onu bitireceğim!” dedi... Yatağına dört adım mesafedeki camın önüne doğru yürüdü. Gözüne takılan, cama tutunmaya çalışan yağmur damlacıklarına, “üzgünüm, sizi yalnız bırakacağım” dediğinde, yüzüne hafifçe bir tebessüm yayıldı. Camdan baktığı, sitenin avlusundaki -türünü bilmediği gibi merak da etmediği- “yalnız ağaç” adını verdiği ağaca baktığında, serçelerin yağmurdan korunmak için dalların arasına sığındıklarını gördü. Tebessümü, bembeyaz ön dişlerini açığa çıkaracak kadar büyüdü, “İyi ki varsınız!.. Sizi çok... ama çok seviyorum!..” Camın, sol kenarındaki duvara bitişik duran çalışma masasını, sürükleyerek camın yarısına denk gelene kadar çekti. Sandalyesini alarak, oturduğunda, camı sağ tarafında bırakacak şekilde masanın önüne, 'yalnız ağaç'ı ve ona sığınan serçeleri görebileceği şekilde yerleştirdi. Mutfağa giderek kendine, bir bardak soğuk süt alıp tekrar odasına döndü ve sandalyesine oturdu. Masanın üstündeki müsvedde kağıtlarını biraz daha önüne çekti. Kalemlikten rasgele aldığı kalemin, siyah renkli olduğunu görünce gülümsedi, “böyle bir yazıya, ancak bu renk bir kalem uygun düşerdi” diyerek, başladı yazmaya... Kendileri Babam Değildir, Sadece Soyadı Benzerliği... Bugün kendini babam sanan birinden bahsetmek geldi içimden. Bir varmış bir yokmuş diye başlayacaktım ama öykünün kahramanı olan kendileri bizzat öyle olduğu için gerek kalmadı. Hani, olması istenmeyen gerçekler vardır hepimizin hayatında, “keşke hiç olmasaydı” dediğimiz türden. İşte, bu da benim istemediğim gerçeklerden birisi. “Bu kadar da olur mu?” demeyin okurken, çünkü oldu!.. Yaklaşık 20 yıl kadar önceydi. Her genç kızın duymak istediği o sihirli “benimle evlenir misin?” sözünü duyan annem, o zamana kadar kaçıncı kez bu teklifi aldığını unutuvermişti. Çünkü, teklifi yapan kişide diğerlerine göre onu çeken daha değişik bir şeyler vardı. İçi bir tuhaf olmuştu. Adını, “aşk” koyduğu bu duygunun itmesiyle, fazla uzun sayılamayacak bir süre sonra, “Evet” yanıtını verdi sorunun muhatabına. Annem bu “evet” yanıtını vermekle, kendisinin olduğu kadar, aşklarının ürünü olduğuna inandığı, “ben” in de geleceğini, bir şizofrenin ellerine teslim etmiş oldu. Onu ilk hatırlamaya başladığım anlarda ne yalan söyleyeyim, hayli ısınmıştım aslında. “Bak bu baban” dediklerinde, sevgiyle sarılmış, sığınmıştım onun kucağına söylenen şeyin doğru olduğuna inanarak. Nasıl yapamazdım, herkeslerin babası varken, benim de bir babamın olması kadar beni başka ne mutlu edebilirdi ki?.. Parklarda dolaşmalar, kumsalda oynaşmalar, lunaparklarda oyuncaklara binmeler, şirin hediyeler, çocuk tiyatroları, kukla gösterileri, sinema turları gibi çocukları mutlu edecek, sevindirecek şeyler, aslında aramızda pek çok olmadı, hele hele bazıları ise hiç olmadı. Çünkü ben daha 3 yaşındayken alıp başını gitmişti, sevgili şizofreniyle. Annemle, bir İskandinav ülkesinde kalakalmıştık bir başımıza. Gidişini hatırlamıyorum ama bir yıl sonraki dönüşünü hatırlıyorum. Çünkü, onun yokluğuna bir hayli alışmıştım. Çıkıp tekrar gelmesini ise doğal olarak yadırgadım. Çünkü, evin içinde yabancı bir kişi oluşuvermişti birden!.. “çocuğum babasız büyümesin” diye düşünen annem, onun geri dönüşüne izin vermekle, yıllar sonra farkına varabileceği ikinci yanlışını yaptı. Çaresiz alışmaya çalıştım onun varlığına. Ama bu kez o, evde yokmuş gibiydi. Ne varlığı belliydi, ne yokluğu. Şizofren küskünlüğüyle bir odaya günlerce kapanmalarına aldırış etmiyorduk ana-kız ama, bizleri aptal yerine koymalarına, aşağılamalarına dayanmak çok zordu. Ve artık ben de büyüyor, bir çok şeyin farkına kendi gözlemlerimle varabiliyordum. Kim bilir, düşünce yapımın bu kadar hızlı gelişmesinde, onun bana ‘aptal muamelesi’ yapmasının etkisi olmuştur!.. İlkokula başlama yaşıma geldiğimde artık onun ne kadar dayanılmaz biri olduğunu anlamıştım ki Türkiye’ye kesin dönüş yaptık. Onun hayatımızdan bedensel olarak tamamen ayrıldığında ise, ortaokula başlamıştım. Sizlere asıl anlatmak istediğim dönem, o aramızdan ayrılana kadar Türkiye’de geçirdiğimiz zaman zaman kâbusa dönüşen altı yıllık dönemdir. Söze, “bir insan düşünün” diye başlayacaktım ama bu başlangıç bile diğer insanlara haksızlık olacak gibime geliyor. Bu nedenle tüm insanlardan özür diliyor ve vazgeçiyorum. Ona, diğer canlı türleri arasında yer vereyim dedim, ama bu da diğer canlılara karşı haksızlık olacaktı. Onu bir an için, bitki sınıfına sokarak, “Ot gibi adam” tanımlamasını yapmak istedim. Bu benzetme, ota yapılmış en büyük hakaret olmayacak mıydı?.. Bir ot bile bu dünyada bir -ya da bir çok- işlevi yerine getirmek için bulunur. Örneğin, ot bir hayvanın karnını doyurabilir. Peki, sorarım size kendi karnını bile doyurmaktan aciz birisi başkalarının karnını nasıl doyurabilir. Örneğin, otun –ağaç kadar olmasa da- bir başka işlevi daha vardır; “erozyonu önlemek.” Peki sorarım size, kendisi erozyon olmuş birisi, nasıl erozyonu önleyebilecek?.. Bir an için onu hayvanlar sınıfına sokmak istedim. Ama onu sokabilecek hayvan sınıfı da bulamadım. Hangi hayvana haksızlık edebilirdim ki?.. Bir an için, “köpek gibi adam” olarak tanımlayayım dedim. Aklıma, ‘köpeğin sadakati’ geldi, köpeklerden utandım. Bu adamı bir türlü... bir tür... Tamam işte şimdi oldu!.. Buldum!.. “bu adam” diye yazacağım onu diğer bölümlerde!.. Ne güzel bir hitap; “bu adam.” Bu adam kadar iğrenç ve bir o kadar da rahatsız edici bir yaratık daha olabileceğini sanmıyorum. Hele hele böyle birinin baba olabileceğine ise kimse beni inandıramaz. Bu adam, “çocuğum” dediği kişiye aptal muamelesi yapmakla kalmayıp, onunla kendi yaşıtıymış gibi küsen ve bu küskünlüğünü haftalarca sürdüren, günlerce hiç kimseyle hiçbir şey konuşmadan, sürekli aynı noktada oturup ve sabit bir noktaya konuşmadan bakan birisi nedir sizce?.. Tedavi edilecek bir hasta, demeyin bana, çünkü o tıp dünyasını bile manyak eder. Bu nedenle, “bu adam tam doktorluk” demiyorum. Bu adam olsa olsa “Allahlık”tır. Bir şizofrenden de öte karşı meziyetlere sahip türünün son örneği olan bu adam, sözlük anlamıyla gerçekten çok “sıkıcı” bir şey. Hah bakın işte, ona yeni bir isim daha buldum; “bir şey!” Bu isim de çok güzel oturdu ona, çünkü o da ‘tanımsız!..’ Bu adamın sürekli ‘aptal muamelesi’ yaptığı kişi, Anadolu Lisesi sınavlarında dereceye girdi ve ilkokuldan beri her yıl bütün üstün başarı ödüllerini topladı. Çok merak ediyorum, gördüğünüzde sorun lütfen, kendisi ne kadar okudu?.. Nereleri bitirdi?.. Gerçi kendisini gördüğünüzde tanımayabilirsiniz. Çünkü o kendini çok güzel saklar. Bu adam, ailesi dışındaki herkeslere karşı taktığı kendi özel imalatı olan ‘melek görünümlü maskesi’ ile, sizlere bambaşka biri olarak görüneceğinden emin olabilirsiniz. Geçenlerde elime bir yazı geçti. Nakledeyim. EĞER BİR ÇOCUK SÜREKLİ ELEŞTİRİLMİŞSE, KINAMAYI VE AYIPLAMAYI ÖĞRENİR. KİN ORTAMINDA BÜYÜMÜŞSE, KAVGA ETMEYİ ÖĞRENİR. ALAY EDİLİP AŞAĞILANMIŞSA, SIKILIP UTANMAYI ÖĞRENİR. DEVAMLI UTANDIRILARAK TERBİYE EDİLMİŞSE, KENDİNİ SUÇLAMAYI ÖĞRENİR. EĞER BİR ÇOCUK HOŞGÖRÜ İLE YETİŞTİRİLMİŞSE, SABIRLI OLMAYI ÖĞRENİR. DESTEKLENİP YÜREKLENDİRİLMİŞSE, KENDİNE GÜVEN DUYMAYI ÖĞRENİR. ÖVÜLMÜŞ VE BEĞENİLMİŞSE, TAKDİR ETMEYİ ÖĞRENİR. HAKKINA SAYGI GÖSTERİLEREK BÜYÜTÜLMÜŞSE, ADİL OLMAYI ÖĞRENİR. GÜVEN ORTAMI İÇİNDE YETİŞMİŞSE, İNANÇLI OLMAYI ÖĞRENİR. KABUL VE ONAY GÖRMÜŞSE, KENDİNİ SEVMEYİ ÖĞRENİR. AİLE İÇİNDE DOSTLUK VE ARKADAŞLIK GÖRMÜŞSE, BU DÜNYADA MUTLU OLMAYI ÖĞRENİR. DOROTHY NOLTE Lütfen bu adamla karşılaştığınızda sorun bakalım, kendisi çocuğuna bu yazıdakilerin hangilerini uygulamak istemiş?.. Hangilerini göstermiş?.. Bu adamla tanışacağıma, Saddam Hüseyin’le veya George Bush’la veya Usame Bin Ladin ile benzer şekilde tanışsaydım sanırım daha mutlu olurdum. Saddam Hüseyin ülkesinde terör estirdi evinde değil. Bu adam ise yıllarca evinde ve ailesinde terör estirdi. George Bush, ülkesini savaşa sürükledi. Bu adam ise kaç tane aileyi!.. Usame Bin Ladin, yapacağını yaptı ve ailesiyle birlikte ortadan kayboldu. Kimse onu bulamıyor ama varlığından hemen herkes rahatsız. Bu adam da, yapacağını yaptı ama ortadan kaybolmadı. Sadece maskesini takarak halkın arasına karıştı. Bu saydığım kişilerin varlığından, dünyanın büyük bir çoğunluğu rahatsızdı ve –sanırım- halen de öyle. Her birinin, bir çok kişiye, ülkeye, kötü davranışları olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Ama, hiç biri çocuklarına kötü davranmamış, zarar vermemiştir. Peki ya bu adam, sanki dokunduğu her yere zarar vermek, yakıp-yıkmak, kırıp-dökmek için dünyaya gönderilmiş gibi. “Allah akıl dağıtırken şemsiye ile dolaşmak” sözü, bu adam için söylenmiş sanki. Kendi akılsızlığına bakmadan, başkalarını akılsızlıkla yermekle, aşağılamakla nereye varacağını sanıyor acaba?.. Son numarası ise, beni iyice tiksindirdi. Hasbelkader elde ettiği, vatandaşlık hakkının kullanımını kiralamış bir kadına. Yaşadığı İskandinav Ülkesi’nde oturum hakkı alabilmesi için bir bayanla para karşılığı evlilik yapmış. Tam da, onluk bir iş. Ben de hakkını yemişim yahu bu adamın, arada sırada bir iş yaptığı da oluyormuş işte!.. Annem olan eşinden boşanmış olabilir. Evlenmek gibi, boşanmak da gayet doğal bir şey ama sormazlar mı adama, “kızından da mı boşandın?” diye. Demek ki boşanmış!.. Zaten annemi ondan boşanması için bizzat ben de teşvik ettim. İyi de yapmışım. “Herkes layık olduğu hayatı yaşar”, düşüncesiyle hareket ettim. Çünkü o, bu aileye layık biri değildi. Aileye layık biri olamadığı gibi bana layık bir baba da değildi. O yüzden artık onu “bu adam” olarak anacağım.!.. Bir çocuğu daha bebek sayılabilecek yaşlarda ‘baba’ kelimesinden nefret ettirecek kadar, ‘iğrenç’ bu adam bir gün karşıma çıkacak ve bana, “ben senin babanım” diyecek!.. Yok öyle yağma!.. Yanıtı sonsuza dek hazır; “bizimki talihsiz bir soyadı benzerliğinden başka bir şey değil.” Aramızdaki soyadı benzerliği -en azından şimdilik- bana fazla rahatsızlık vermiyor. Ona veriyorsa, istediği an geri alabilir. Çünkü o zaten benim değil, onun!.. Not: Bu yazının kaleme alınmasında başından sonuna büyük katkıları olan Sevgili Melis'e sonsuz teşekkürler...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Orkun Levent BOYA, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |