İnsanlar yalnızca yaşamın amacının mutluluk olmadığını düşünmeye başlayınca, mutluluğa ulaşabilir. -George Orwell |
|
||||||||||
|
Sabah sabah kaygılı ve gergin bir sesin yönelttiği bir soru. Basit bir soru belki. Hatta belki, bir derinliği ya da amacı bile yok, düşüncesiyle geçiştirilebilir. Ben öyle yapmadım. Sorunun üstünde de durmadım. Derin bir nefes aldım. Sabahlığımı giyip banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Odama dönüp oturdum tabureye. Donuk bakışların ardına gizlediği öfkesiyle dikildi karşıma. Saçlarımı tararken, çatık kaşlarıyla süzdü beni. Kızıl saçların çevrelediği beyaz teni, ince yüzü, kocaman ela gözleri, uzun kirpikleri, minik burnu, düzgün dudaklarıyla 16. yüzyıl portrelerine benzeyebilecekken, yüzünü gözünü doldurduğu o metal takılarla daha çok Mad Max filminin setinden çıkmışa benziyordu. Oldum olası insanlara acımayı yanlış ve saygısız bulmama rağmen bu kız için hep üzülmüş, hatta küçümsemiştim. O da bunun farkında olduğunu vurgularcasına, avucuna doldurduğu jöleyle saçlarını mıncıklayarak beni kıçımsayan bir tavır sergiliyordu işte. Duygularını, kaygılarını, çıkmazlarını anlatıp, içindeki öfkeden, sınırları zorlayan cüretkarlığından, her şeyi kurcalama merakından söz ederken, umursamazlığa varan bir sakinlik sergilemekle birlikte, onun hiç de acınacak bir yanı olmadığının farkına varıyordum. Kesin olan şey, onun bana göre çok daha ?var? olduğuydu. Hatta var olma hırsı hayranlık uyandırıcıydı. Kendini seviyordu; insanları seviyordu; hayvanları seviyordu... Beni bile seviyordu; çünkü yaşamayı seviyordu. Onun her şeyi bu kadar sevmesi; bir bakıma 'sevmeyi sevmesi' beni ürkütmüştür hep. Bu yüzden ona kulak tıkamayı tercih ediyordum. Özgürlük tutkunu ateşli bir ruhu zaptetmek mümkün mü? Sabah sabah karşıma dikilmesinin nedeni de, bu uğraşımdan beni vazgeçirmek ve bir anlamda yakasını benden kurtarmak istemesiydi. "Korkaksın! Korkuyorsun ve bunu beni delirtiyor!? Dikkat çekici ve tahrikkar bir giriş olduğunu itiraf etmeliyim. Her zamanki gibi, lafı hiç dolandırmadan konuşmaya başlamıştı işte. ?Sen korktukça ben hep köşeye sıkışıyorum. Ben olmama izin vermiyorsun. Sevmekten kaçıyorsun çünkü bunun bir zayıflık, zafiyet olduğunu sanıyorsun. Kolay değil sevmek. Toprağı işlemek gibi, tohum ekmek gibi, ürün yetiştirmek gibi. Emek ister, zahmetlidir, eziyet eder. Ama yaşamın hangi evresinde hiç çaba harcamadan, bedel ödemeden bir şeyler kazandın, bana söyler misin? Farkında mısın, sen benim sayemde büyüyorsun. Yavru sultan seni! Sen ortalarda her şeyi bildiğine inanan o kibirli ve buyurgan ifadenle dolanırken, senin arkanı ben topluyorum..." Kaşlarım kalkmıştı bile. Tam ağzımı açacaktım ki, susmamı işaret etti. Bakışlarındaki kesinliğe karşı koyamadım. O devam etti: "Ve evet, benim sayemde büyüyorsun; çoğalıyorsun. Tanıştığımız her insandan ne çok şey aldığımızın farkında mısın? Sen, onların arkalarını dönüp gittikleri gibi acıklı fikirlere kapılıp, komik bir biçimde bunu kendine hakaret sayıp, incinmiş onurunun acısını benden çıkarırken; aslında onlar o kadar çok şey bırakıyorlar ki sana... Kendilerinin bile haberi olmadan, kendilerinden dev parçalar sunuyorlar..." "Ben, bana verilen bir şey görmüyorum? diye kestim sözünü. ?Yokluğumdan dolayı hayatı altüst olan ya da aşkımdan ölen yok, değil mi??. Alaycı ses tonumdan hiç etkilenmemişti. "Güce saygı... Başarıya takdir... Yeteneğe övgü... Bunları göremeyecek kadar bencilsin.? Diye çıkıştı. ?İnsanlar, hiç tanımadıkların bile, seninle sırlarını paylaşıyorlar. Korkularını açığa çıkarmana izin veriyorlar. Zaaflarıyla yüzleştiremene ses çıkarmıyorlar, sana güveniyorlar, senden bir şeyler öğreniyorlar, ...? Sabırsızca sözünü kestim: "Ve palazlanınca da arkalarına bakmadan kaçıp gidiyorlar; sırra kadem basıyorlar". Hiç vakit kaybetmeden devam ettim: "İnsanlar birbirlerinin hayatlarına öylece dalamazlar. Özerklik vardır. Duygular vardır. Doğallıkla, dürüstlükle yaklaşmak ayrı şey; canının istediği gibi hoyratça davranmak ayrı. Birini sadece canın istediğinde arayamazsın; konuşup gülüşüp; bir an sonra çekip gidemezsin. Ne o, korkular. Ne o, herkesin kendi hayatı var. Neymiş efendim kaygılarına, kararsızlıklarına anlayış göstermeliymişim. Neyim ben? Androidler kraliçesi mi? Sen yüz veriyorsun; bana da katlanmak kalıyor. Sonra da geçip karşıma soğukluktan, kibirden, öfkeden dem vuruyorsun. Yüzüme yapışan bu ifade canımı yakıyor artık. Anlayışlı, mesafeli bir gülümseme. Ah ne demek efenim, ben hiç kusura bakmam, alınmak lugatımda yoktur, ah elbette, gelin tepeme sıçın, lafı mı olur, diyeceğim ve sonunda yapayalnız kalacağım. Çünkü ben var ya ben, muazzamım... Ah, boşa harcanmış zaman. Anılar. Sıfıra sıfır!?. Bezgin bakışlarına aldırmadan, yüzüme sürmekte olduğum fondöten şişesini sertçe masanın üstüne bıraktım ve devam ettim: ?Herkes haddini bilecek! Kavramların içini boşaltmasın kimse. Samimiyet saygısızlık değildir. Doğallık lakaytlık olamaz. Dürüstlük başka şey patavatsızlık başka. Güven arayan güven telkin edebilmeli. Bunların keyfi olarak yorumlanması affedilir şey değil.? "Büyük düşünüp büyük laflar ediyorsun ama küçük yaşıyorsun. Senin asıl sorunun benimle de değil aslında. Sen kendine güvenmiyorsun. Ruhunla, kişiliğinle, artılarınla, eksilerinle barışık değilsin. Kusurların olabileceğini kabul edemiyorsun. Hata yapmak senin kabusun olmuş. Sevilmeye ihtiyaç duyan ve bunu reddeden tüm insanlar gibi, sürekli herkesin ne düşündüğünü merak ediyor, kendini neredeyse toplumun her kesimine beğendirmeye, kabul ettirmeye çalışıyorsun. Herkesin takdirini, ilgisini, sevgisini kazanabilmek, hatta onlar için vazgeçilmez olabilmek istiyorsun. Bu uğurda kendi tercihlerinden vazgeçiyorsun. Önemsenme ihtiyacıyla yanıp tutuşuyor, ilgi senden uzaklaştığı anda yıkılıveriyorsun. Sonra da faturayı bana kesip kızıyorsun. Asıl saçma sapan mükemmeliyetçiliktutkun yüzünden kendi kendini hayattan dışladığını, insanları uzaklaştırdığını farkedemiyorsun.? Yüzünde aşağılamayla acıma arasında gidip gelen duygularının kararsız boşluğu vardı. Göz kapağının üstüne far yaymakla meşgul olan işaret parmağını yüzüme doğru sallayarak devam etti: ?Erdem abidesi olmak istiyorsan, bil ki daha çok yolun var. Henüz kendini bile tanımazken, kendi ruhunu, kişiliğini keşfetmemişken insanlığı eğitmek kim, sen kim? Gerçeği kabul et! Sen halen eğitim sürecindesin; öğrenecek çok şeyin var. Etrafına bir bak. Kusursuz bir kurgunun küçücük bir parçasısın sen. İçinde yer aldığın evreni algılamadan, tanımadan, onunla uyumlu bir birliktelik kurmadan kendini önemseyip ahkam kesmeye kalkıyorsun. Düştün diye homurdanıyorsun. Hiç kimseyi düşürmedin mi yani? Yaralandın, kalbin kırıldı diye surat asma. Sen kimsenin kalbini kırmadın mı? Mükemmel mi olmak istiyorsun seni küçük kutsal şey? O zaman yüzleşsene kendinle.? O konuştu, konuştu, konuştu... Dünden bugüne... Yılların tortuları altında kalmış ufak tefek ne varsa serdi önüme. Anılar sahafının rafları arasında dolana dolana, hiçbir ayrıntıyı atlamadan... Sesi çok sakindi. Bu sükunetin nedeni dünyaya küskün, yüreği katılaşmış bir insana laf anlatmaya çalışmanın bezginliği miydi; aptalca bir sabit fikirlilikle söz dinlemeyen birine ulaşmaya çabalamanın yorgunluğu muydu, bilemiyorum. Sadece çok ama çok sakindi. Ve kısa bir süre sustu. Evde çıt çıkmıyordu. Sanki canlı-cansız tüm varlıklar bu konuşmayı bölmemek için bir yerlere gizlenmiş, nefes bile almadan bekliyordu. Gözlerimin içine baktı; elini uzatıp elime dokundu ve neredeyse duygusal denebilecek yumuşak bir tonda konuşmaya başladı yeniden: "İsmi insanın gücüdür. Sen hürremsin(1) ve bu büyük bir sorumluluk?. Tüylerimin dikildiğini hissettim. Şimdi de ben öfkelenmeye başlamıştım. ?Henüz tam anlamiyla hürrem(2) olamadım demek ki; olduğum zaman eminim ki yaşamım çok şenlenecek? Savuşturmalarımı önemsemiyordu bile: ?Bak yavru sultan; adına sahip çıkmalısın. İsmi insanın aynasıdır...? Hemen atıldım, ?sen benden dalaveracı olmamı mı istiyorsun. Nabza göre şerbet vermeli, entrikalar çevirmeli, kendime karşı yüzsüzleşmeli miyim yani? Bu kadar ileri gitmene izin veremem...?, diye tısladım. Yüzünde acıma ve kızgınlık karışımı bir ifade belirdi. Belki de sabrını yitiriyordu. ?Tarih kitaplarındaki kanlı sahneleri boşver; kendi iradesi dışında yaşamak zorunda bırakıldığı bir hayatı kendi lehine çeviren kadını düşün sadece. Kendi yaşamının hakimiyetini eline almalısın. Kendine karşı sorumlulukların var. Mezar taşlarına küserek, talihsizliklere kin güderek yaşanmaz. Toprağı görmezden gelemezsin. Yağmura bakıp, bulutların üstünde asılı duran güneşi yok sayamazsın. Sen hürremsin. Seni hürrem yapan da anıların. Onları kötülemekten vazgeç artık. Onlar seni çoğaltıyorlar.? Gözleriyle yatağımın yanındaki komidinin üstünde duran bardağı işaret etti. ?Girdiği kabın şekline uyum sağlıyor diye su kendi özünden mi kaybediyor? Bardağa koyarsan, bardağın şeklini alır. Tabağa koyarsan tabağın yayvanlığına bürünür. Ben öyle şekilden şekile giremem diyen su da lütfen kaynağında kalsın ya da şişede dursun.? ?Gün geçtikçe daha sağlam tezlerle geliyorsun karşıma? diye sırıttım. Arsızlığım onu yıldırmadı. Allık fırçasını ritmik hareketlerle gezdirdiği yüzünü inceleyen gözlerini benimkilere dikti. Onun kadar inatçı birini tanımadım zaten. ?Güzellik anlayışını gözden geçirmeyi dene. Neler dikkat çeker? Yüz beğenilir çünkü orada kişinin ruhu ve farklılığı vardır. Gözler dikkat çeker çünkü orada hüzünler ve umutlar vardır. Dudaklar özlemlerini ve iradeni yansıtır. Ellerinde yumuşaklığın ve şefkatin bulunur. Hiç aklına gelmez ama yürüyüşe iltifat edilir çünkü adımlarda kişinin gücünün kaynağı olan yaşanmışlıklar vardır. Değer yargılarını, kriterlerini bir daha sorgula. Ne kadar özgünsün? Ne kadar tarafsızsın? Etki altında kalmadıına emin misin? Bana güvenmek, inanmak zorundasın. Bunu gör artık!" Derin bir nefes aldı. Çocukların dersi kolayca kavramalarını sağlamak için örnek bulmaya çalışan bir öğretmen gibi etrafına bakındı. Tam o sırada yatağımın karşısında duran ve her sabah açıp haberleri dinlediğim televizyona takıldı gözleri. Yere yıkılan adamı gösterdi: "İnsanlar doğarlar, ölürler... Bunu değiştiremezsin değil mi? Aynı bunun gibi; insanlar, gelirler, giderler. Bunun senin suçun oldugunu düşünerek kendine eziyet etmekten daha saçma ne olabilir? Ilahi bir oyunun değerli piyonlarindan birisin sen. Herkesin bir rolü var. Gelenin de, gidenin de. Artık bunun bilincine var ve benim de önümü kesme. Çünkü, hedefine giden yolu açıyorum ben." "Nasıl" diye soruverdim. Gözlerini tavana doğru çevirip bir kaç saniye bekledi. Sonra ellerini iki yanına açtı: "Bana bak" dedi. "Bak, ne görüyorsun? Muzur ve meraklı bir çocuk? Sınırları zorlayan cüretkar bir kaşif? Her şeyi sorgulayan bir bilge? Kıvrak bir dişi kedi? Bunlardan hangisi olursam olayım; değişmeyen tek bir şey var; benim bu özelliklerim senin yolunu aydınlatan ve ilerlemene yardım eden ışıktır. Merak ediyorum çünkü keşfetmen ve öğrenmen gerek. Sınırları zorluyorum çünkü bakman, görmen ve bilmen gerek. Sorguluyorum çünkü kavraman ve anlaman gerek." "Bu arada dişi kedi kuyruğunu dikip kırıtacak mı yani?" Kızdığını farkettim ve hemen başka bir yöne çevirdim gözlerimi. Buz gibi bir ses yankılandı duvarlarda: "Akıllanabilirsen Tanrı'nın sana verdigi nimetlerin tadını çıkarabilirsin belki. Biraz keyif seni öldürmez değil mi?" Yanaklarımın kızardığını hissettim. Kulaklarım uğulduyordu. Kan beynime çıktığında neler hissediyorsam hepsini yaşamaya başlayacaktım ki, dudaklarına sürdüğü ruju yayan baygın bakışlı gözlerine tezat oluşturan soğuk sesi şakladı yüzümde: "Bana cevap yetiştirmek yerine biraz düşün yavru sultan. Düşün ve görmeye çalış." Bu kadar. Gidiverdi. Ve ben tuvalet masamın karşısında, yüzümde mükemmelen yapılmış makyajımla oturmakla yığılmak arası bir şekilde tünediğim taburede, garip bir dinginliğin beni sarmalamasına izin verdim. *** "Halen dost muyuz?" Bu niye takıldıysa kafama! Yağmurun dövdüğü camdan hayatıma akan bir ses dizgesi sadece. Ve yüzüme dokunup, gözlerimin içine bakarak bıkmadan konuşan o kız... (1) Farsça kökenli bir sözcük. Sevinçli, şen, güler yüzlü, gönül açan; taze, körpe anlamına gelir ve kız ismi olarak kullanılır. (2) Hürrem Sultan (1506), Kanuni Sultan Süleyman'ın eşi ve Osmanlı tarihinde önemli roller oynamış bir haseki sultandır. Rus olan Hürrem Sultan'ın asıl adı Roxelanne'dır. Güzelliği nedeniyle küçük yaşta Kırım hanı tarafından Osmanlı sarayına sunulan Hürrem Sultan, sarayda özel bir eğitim gördü. Dişiliği, zekası ve becerisi ile Kanuni'nin güven ve sevgisini kazandı. Nikahlı eşi olduktan sonra saray ileri gelenleri arasında kendine yer edindi ve entrikalar sahnesinde on altıncı yüzyıl Osmanlı tarihini etkileyecek bir rol oynadı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hürrem Görgün Baydemir, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |