İnsanlığı tanımak insanları teker teker tanımaktan kolaydır. -La Rochefoucauld |
|
||||||||||
|
Uzun zaman dilimleri... Güzel , belki dolu , belki boş , belki rutin , belki alışılmamış geçen uzun zaman dilimleri. Zaten vakit gelipte gözlerini açınca , yine burada , yine paspal , yine beş parasız , harcadığım , belirli belirsiz , anlamlı anlamsız günler... Akbaba geldi : "Hadi!" "Olur." Sıkılgandı. Belki gereğinden fazla umarsız. Karar verme öncesi sancısıydı aslında yaşadığı. Belki de hedefe yaklaşmanın verdiği tedirginlik. Güneşli bir günde dolaşan bir çöp torbasıydı o. Yemek artıklarından gövdesi, süt kutularından kolları, konserve kutularından bacakları vardı. Kafası eski gazetelerden oluşan bir balyaydı. Yürümeye devam etti. Şehri ikiye bölen nehrin üzerindeki demir köprünün kaldırımında ilerliyordu. Elleri, üzerindeki daracık deri ceketin açıkta bıraktığı, beline bol gelen pantolonun ceplerindeydi. Az önce her şeye küfrederek ayrıldığı barda ettiği kavgayı anımsadı. Oldukça hırpalanmıştı. Bir an önce evde olmak istedi. Şehrin diğer yakası fakir halkın oturduğu bir bölgeydi. Tabanları şişene kadar yürüdü. Birkaç saat boyunca... Kapıyı açtı ve evin iğrenç havasını içine çekti. Üstündekileri çıkardı. Banyoya girdi. Sıcak su yoktu. Bunun bir önemi de yoktu zaten. Böyle bir beklentiye girmek uzun zamandan beri lükstü onun için. Kurulanmadan dışarı çıktı. Üzerini giyinmeden yatağa attı kendini. Gözleri tavandaki tek bir noktaya kilitlenmişti. Az sonra telefon çaldı. "Merhaba tatlım." dedi karşıdaki kadın sesi. "Merhaba" "Bak dün hiçbir şey söylemeden..." "Tamam. Önemli değil. Kapatmalıyım." "Ama... bak... bir saniye..." Telefonu kadının yüzüne kapattı. Komidinin üzerindeki sigara paketini aldı. İçindeki son sigarayı yaktı ve boş paketi avucunda büzüştürüp karşı duvara fırlattı. Karnı acıkmıştı. Uykusu da vardı. Ayrıca başı da fena halde ağrıyordu. "En iyisi dışarı çıkmak." dedi kendi kendine. Yatağın altındaki, geçen aydan kalma tişörtünü buldu önce. Dolabın içinde kaybolmuş pantolonunu bulup giydi ardından. Dışarı çıktı. Şehir mayıs yağmurlarının altında kalmış , her yeri sıcak asfalt kokusu sarmıştı. Sıcak, bunaltıcı ve yağmurlu bir hava vardı... Az önce geçtiği demir köprünün kaldırımlarından, bu sefer ters yöne doğru ilerliyordu. Söylenmeye başladı kendi kendine... "Zaman geçiyor. Hiçbir şey anlamadan zaman geçip gidiyor. Garipsiyorum... Aslında en arabesk bir tavırla dile getirmek isterdim çektiğim acıyı ama... Ne yapabilirim böyle dökülüyor. Korku! Çok derinlerde yaşanılan karanlık korku. Acımasızlık karşısında yaşanılan korku. Çaresizlik karşısında yaşanılan korku. Ama yine de cesur. Her yer çok karanlık. Ve pis bir koku sarmış etrafı. Belki de bu benim kokumdur. İçimden çıkan bir koku. Günahlarımın kokusu. Korkularımın kokusu. Her yer çok karanlık. Tıpkı içim gibi. Derin bir uyku iyi gelebilir şimdi. Kan damlayan gözlerimin tek isteği bu şimdi. Derin bir uyku. Yalvarıyor bana. İçim bulanıyor. Bu sancı tarif edilemez. İçim dışarı çıkacak boğazlarımdan ve ben buna müsaade etmiyorum. Tek istediğim bu lanet dünyada birazcık daha kalıp, tüm lanetlerle savaşabilmek. Ve bu gücü kendimde buluyorum. Fakat önce… önce içimi dışarı çıkarmalı ve onunla hesaplaşmalıyım…" Maceracı aptalın sorumsuzluğu... Vaktinin daraldığını , o an'ın yaklaştığını bilmesine rağmen hiçbir şey yapmayan aptal! Kelimeler arasına gizlenmiş bir şifre olmaktan öteye gidememiş bir cevher olmak... Hıh ! Kimin umurunda ki ? Neye yarar ? Neye yaradı bu güne kadar ? Hiçbir şey yapmadan oturup ölümünü bekleyen birinden farkı ne ? Soru sormaktan başka ne bilir ki o ! Hep şöyle dedi : "N'apiyim. Ben böyleyim." Haklıydı belki de ama hayat ona karşı sırf bu yüzden iyi davranacak değildi. Maceracı aptalın sorumsuzluğu... Şimdiye kadar nelere mâl oldu kim bilir. Umarsızlık nereye kadar? İkilemde kalmak narkoz etkisi yaratmıştı onda. Artık alışmıştı. Hatta seviyordu bu durumu. İkilemde kalmadığı anlarda mutlaka bir aptallık yapıp kendini zora düşürüyordu... Ama öte yandan, o hep hüzün bahçesinde dolaşan bir zavallıyı oynuyordu bu sahnede. Kim bilir belki gerçekten, nefret ettiği, ağzına dahi almadığı o klişe yüzündendi. "Hayat böyle istedi" Kan ağladı gözleri çoğu zaman. Paylaşmaktan korkardı. Bu zaten anormal değildi. Islak yolda montuna sarılmış ilerlerken elindeki şişeye bakıyordu aralıklarla. Ondan kalan son şey… boş viski şişesini tüm gücüyle duvara fırlattı. Kırık cam parçalarının havada uçuşunu yavaş çekimde izledi ardından. Ona dair hiçbir şeye sahip olmak istemiyordu… “Otuz saniye içerisinde terk edemeyeceğim hiçbir şeye sahip olmam.” Bitişten korkmamak gibi bir şeydi içinde bulunduğu durum. Belki de alakası yoktu. Kavga ettiği barın önüne geldiğinde hiç düşünmeden içeri girdi. Cebindeki son parayla içebildiği kadar içti.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Eran Bahçebaşı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |