Milli egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar batar, mahvolur. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Yaşlı adamın coşkulu sesi Ayasofya’nın meşalelerin ışıklarıyla dans eden duvarlarında yankılandı. İçerdeki onlarca çocuk bu haber karşısında birbirlerine sarılarak sevinçlerini gösteren “dede”lerine merakla bakıyorlardı. En küçüğü 51 yaşında olan “gençler” ise bu haberin önemini bildikleri için “dede”lerine zafer çığlıklarıyla eşlik ediyorlardı. “Dede”lerden en yaşlısı zorlukla da olsa ayağa kalkarak avuçlarını iki yana açıp: “Çocuklarım! Bugün insanlığımızın kurtuluşuna bir büyük adım daha atılmıştır!” diye haykırdı. İki yanında bulunan meşaleler sanki ışıklarını daha da artırarak bu yaşlı “dede”nin mağrur gözyaşlarına eşlik ediyorlardı. Gençlik ateşini hiç kaybetmemiş göz bebeklerini yavaşça aşağı indirerek kendisini merakla seyreden çocukların üzerinde gezdirdi. Okuldaki ilk gününde bu garip sevinç gösterilerini heyecanla izleyen bir çocuğun boncuk boncuk bakan mavi gözlerini gördüğünde ise, rahatlamış yaşlı bedenini tekrar kalktığı mindere ağır ağır bıraktı. Arkalarda bulunan “gençler”, “dede”nin bakışlarından “kıyamet”i anlatacağını anlamışlar, biraz daha önlere doğru ilerleyerek halen kafalarını kurcalayan bir çok soruya belki bu kez bir cevap bulacaklarını umuyorlardı. “Ey İstanbul’un umutları! Ey insanlarımızın geleceği! Bir çoğunuz anlatacaklarımı defalarca dinlediniz, bir kısmınız ise anlatacaklarımı benden ilk kez dinliyor. Ama anlatacaklarımı sizden sonralara da ulaştırabilmeniz için bu acı dolu anları defalarca anlatacağım. Buna mecburum. Her seferinde bu korkunç kırkbeş dakikayı nereden anlatmaya başlayacağımı düşünürüm. O korkunç anları, çığlıkları, anlamsız ve boş bakan milyonlarca gözü, son zamanlarını geçirdiklerini anlayan insanların en yakınlarına ulaşma çabalarını, yaşamlarının son anlarında bile çıkar peşinde olanları, paniği, kaosu, dehşeti… Nereden başlarsınız ki “kıyamet”i anlatmaya. Kim bilir ilk şoku kim yaşamıştı? Belki hayvanat bahçesinin en gözde bölümlerinden biri olan kelebek evindeki yüzlerce kelebeğin ölülerinden oluşan rengarenk halıya şaşkınlıkla bakan görevli, belki doğum evlerine doluşan milyonlarca doğum yapmaya hazır ya da yollarda doğum yapan kadınlara yardımcı olamaya çalışan doktorlar, belki huzur evlerinde ipi kopan inci kolyeden düşen inceler gibi birer birer yere yığılan yaşlılara yardım etmeye çalışanlar, belki de göz çevresindeki kırışıklıklar karşısında dehşete kapılan bir manken. Her şey o kadar çabuk olup bitmişti ki, 45 dakika sonunda ölüm sessizliği kopkoyu kara bir örtü gibi bu kocaman şehrin her tarafını kaplamıştı. Ben bir şeylerin ters gittiğini anladığımda üniversitedeki son finalimi vermiş ve arkadaşlarımla okulun bahçesinde oturmuş sohbet ediyorduk. Ağırca bir şeyin kafama düşmesiyle sarsıldım. Neyin düştüğünü görmek için yere baktığımda bir güvercinin son nefesini verişini gördüm. Şaşkınlıkla bana gülen arkadaşlarıma bakarken, bölümün kapısından bir arkadaşın yardım çığlıklarıyla irkildik. İki profesörün fenalaştığını ve birilerinin acilen yardım etmesi için yalvarıyordu. Yardım etmek için doğrulduğumuz anda sokakta yürürken yere yığılan iki yaşlı kadının inlemeleri kalp atışlarımızı hızlandırmaya başlamıştı. İki arkadaşım profesörlere yardım etmek için koşarken, ben de kadınlara yardım etmek için onlara yöneldim. Ama daha yanlarına bile varamadan sokağın dört bir köşesinden yardım çığlıkları yükselmeye başlamıştı. Aynı anda sokaklardan önce ambulans sonra polis siren sesleri yükselmeye başlamış, yine de her yerden yükselen yardım çığlıkları giderek siren seslerini bastırmaya başlamıştı. O sırada haber kanalları, Avrupa’daki araştırma merkezlerinden birinde patlama olduğunu son dakika haberi olarak seyircilerine duyuruyordu. Ancak, birdenbire rahatsızlanan yakınlarına yardıma koşan milyonlarca insan için dikkate deymeyecek bir haberdi. Doğrusu kısa süre içinde ülkenin, hatta dünyanın her yerinden gelen ölüm haberleri karşısında şaşkına dönen haber merkezleri bile bu haberin ayrıntılarını bile veremeyecek duruma gelmiş, şaşkınlık içinde sayıları birkaç dakika içinde yüz binleri bulan ölüm haberlerini vermeye çalışıyordu. Diğer taraftan sadece insanlar değil, milyonlarca hayvan telef olmaya başlamış, insanların aksine sessizce kaderlerine boyun eğiyorlardı. Çevrede ne bir kuş ne bir böcek sesi kalmıştı. Ortalıkta yayılan nükleer bomba, gaz patlaması, biyolojik silah atılması gibi bir çok iddia insanların içinde bulunduğu dehşeti körüklemeye başlamıştı. Dünyadaki tüm canlılar hızla ölüyordu! Avrupada’ki patlama haberinden yaklaşık on dakika sonra herkes gerçeği yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. Tabii ki ilk anlayanlar, kundaktaki bebeklerinin 3-4 dakika içinde büyüyerek, ilk adımlarına attıklarına şahit olan anne ve babalardı. Ama eminim ki çocuklarım, en büyük şoku ve dehşeti sizlerin anneanne ve babaanneleriniz yaşamışlardı. En çok bir dakika içinde sadece bir haftalık hamile olan kadınlar bile doğuruyorlardı. Ben ise asıl dehşeti, tüm dünyanın, en ücra köşesinin bile aynı garip olaylar zincirini yaşadığını öğrendiğimde yaşamıştım. Herkesin kafasında aynı iki soru vardı? Bizlere ne oluyordu ve neden oluyordu? İlk sorunun cevabını dediğim gibi ilk on dakika içinde neredeyse herkes cevaplamıştı, ama halen ikinci sorunun cevabı tam bir muamma. Ben ise ilk sorunun cevabını sokaktaki bir çok insan gibi dehşetle evime doğru koştururken aynalı bir vitrindeki yansımamı gördüğümde anlamıştım. Yüz hatlarım keskinleşmiş ve olgunlaşmış, saçlarımın bir kısmına ise ak düşmüştü. Başımdan aşağı kaynar sular boşalmış gibiydi. Cevap tam karşımda duruyordu hem de tüm korkunçluğuyla. Yaşlanıyorduk! Üstelik çok büyük bir hızla yaşlanıyorduk! Akıp giden zaman değildi ama bütün organizmalar yaşlanıyordu. Yaklaşık 1 dakikada hücrelerimiz bir sene yaşlanıyordu. Yaşlı olanlar her geçen dakika ömürlerini tüketip ölüyorlar, çocuklar ise her geçen dakika hızla büyüyordu. Tüm hamile kadınlar gebelik sürelerini bir dakikanın altında tamamlayarak doğumlarını tamamlıyorlar, sokak kenarlarında göbek bağını annesinden koparmaya çalışan 10-15 yaşlarında çocuklar görebiliyorduk. Ben ve benim yaşıtlarım ise çoktan orta yaşlarımızı geçmiştik. Tüm dünyadaki canlılar aynı durumdaydı. Bir çok hayvan türünün ise çoktan nesli tükenmişti. Her geçen dakika yardım çığlıkları azalmaya ve yerini sessizliğe bırakmaya başlamıştı. Yine de zaman zaman şehrin bir çok yerinden gelen patlama sesleri sessizliğe tecavüz ediyordu. Koca şehir ölümün ve alevlerin elinde oyuncak olmuştu. Giderek zayıflayan her yardım iniltisi yeni bir ölümün haberini de peşinde getiriyordu. Yarım saat içinde koca şehirde tek bir genç yüz kalmamıştı. Her ama her köşede yaşlı bir ceset ani gelen ölümlerinin korkunç yüzlerini taşıyordu. Ben ise artık babam kadar yaşlı görünüyordum. Artık sevdiklerimin yanına zamanında yetişemeyeceğimi anlamış, bir ağaç gölgesine oturup kaçınılmazı beklemeye başlamıştım. Başımı gökyüzüne çevirip koca meşenin gökyüzüne uzattığı dalların arasından sızan güneş ışığını bir damla göz yaşıyla karşıladım. O sırada sırtımı dayadığım ağacın daha geçen ay belediye tarafından dikilmiş cılız bir fidan olduğunu hatırladığımda, en azından bu lanetten hoşnut olanlar olduğunu düşünerek gülümsedim. Sabah katlığımda yirmi yıllık olan yüzümü şimdi altmış beş yaşında ellerimin arasına alarak şimdiye kadar hiç ağlamadığım kadar acıyla ağladım, ağladım. Ta ki kalbimi sıkıştıran bir mengene beni ruhsal acıdan bedensel acının içine bırakıp, yerde kıvrandırıncaya kadar. Bir dakika kadar yerde acı içinde kıvrandıktan sonra bir anda her şey bitti. Acım sona erdi. Hayır ölmedim, tekrar rahatça nefes alabiliyordum. Daha sonraları hiçbir zaman doğruluğunu öğrenemediğimiz bilgilere göre ise, Avrupa’daki patlama uzay ve zaman araştırmaları yapan dünyanın en büyük araştırma laboratuarlarından birinde olmuştu. Büyük ihtimalle ters giden bir şeyler insanlığa yeni bir milada getirmişti. Patlamadan yaklaşık kırk altı dakika sonra belki yeni bir destana konu büyük bir kahramanlık, belki bir tesadüf, belki de sadece felaketin sonu gelmişti. Geride en genci kırk altı yaşında bir insan ırkı ve sayılı hayvan türü bırakarak. Maalesef hızlı yaşlanma insan kalbi için çok ağır bir yüktü ve yaklaşık almış beş yaşını geçen herkesin kalbi iflas ediyordu. Ben ise ölüm ile hayat arasındaki ince çizgide dengede kalmayı başarmış ve son anda hayata kendimi atmıştım. Artık dünyadaki belki de en yaşlı adamdım ama siz çocuklarım, sizler tekrar beni gençliğime geri götürebilen yegane şeyler oldunuz. Dünya karşılaştığı en büyük felakete tanık olmuştu. Ama felaket henüz bitmemişti. Yeni doğan ya da en fazla 2-3 yaşlarındaki neredeyse tüm çocuklar hızla büyümüş, evrimini tamamlamış mağara adamlarına dönüşmüşlerdi. Hiçbir eğitim ya da duyguyla beslemeyen ak pak beyinleri sadece temel ihtiyaçları için çalışıyordu. Yemek, üreme ve barınma. Tamamen iç güdüsel olarak harket eden, insan görünüşlü hayvandan başka bir şey değildiler. Önceleri sadece etraftaki tüm yiyebilecekleri şeyleri talan ediyorlardı, sadece birkaç saldırı haberi kulağıma gelmişti. Hayatta kalabilen bizler ise koca şehirde mağara devrini tekrar yaşıyorduk. Hiçbir yerden haber alamıyor, yiyecek ve temiz su bulmakta zorlanıyorduk. Bir de bunlara ilave olarak sizlerin “Bebekler” olarak bildiğiniz yeni nesil mağara adamlarının saldırılarından korunmaya çalışıyorduk. “Bebekler” kendileri gibi olanlar ile birlikte hareket ettiklerinde daha kolay ihtiyaçlarını sağladıklarını fark etmişler, artık kalabalık gruplar halinde hareket etmeye başlamışlardı. Kimi yerlerden insanları öldürüp yedikleri haberleri bile gelmeyi başlamıştı. Patlamadan bir sene sonra ise büyük gruplar halinde insan avları düzenlemeye başlamışlardı. Onlardan kaçabilmek biz yaşlılar için çok zordu. Hızlı ve güçlüydüler. Genelde açık arazilerde sürüler halinde yaşıyorlardı. Yavaş yavaş yirmibirinci yüzyılın insanından arta kalan son toplulukları da yok etmeye başlamışlardı. Bizler ise deneyimlerimiz ve aklımızın onlara karşı tek silahımız olduğunun bilinciyle birleşmeye ve belki de “bebeklerin” yıllar sonra keşfedeceği bir silahla şu an da yaşamaya çalıştığımız bölgeyi kurtarmayı başardık. Ateşle! Daha sonraları hiç istemeyerek de olsa tabanca ve tüfek gibi daha ağır silahları da kullandık. Bu onları korkutmayı başarmış ve geri çekilmeye zorlamıştı. Ancak sayıca onlardan çok çok azdık. Milyonlarcamız "kıyamet" sırasında meydana gelen kaza, patlama, yangın ve kargaşada ölmüştü. "Gençler" ise görünüşlerinin aksine kendilerini korumaktan acizdi, içgüdüsel olarak savaşan "bebek"ler karşısında en fazla kayıbı "gençler" vermişti. Geriye kalan biz "dede"ler ise çoğunluk olan yaşlı grubu oluşturuyorduk. İstanbul yüzyıllar önce bıraktığı doğal kale görevine yeniden dönmüştü. “Bebeklerle” bir çok kanlı savaş yapmak zorunda kaldık, bunların bir çoğu elbette savunma savaşlarıydı. Bir çoğumuz “bebek” avına çıkmamız gerektiğini söylediyse de bunun ne kadar büyük bir hata olacağını henüz bilmiyorlardı. Doğrusu zaten bunu yapamayacak kadar yaşlıydılar! Zaman içinde çok acı bir gerçeği fark etmiştik. “Kıyamet” bizden sadece yıllarımızı çalmamıştı, üreme yeteneğimizi de elimizden almıştı. İnsanlığın geri sayımını izlemeye mahkum edilmiştik. Artık ne kendimizi “bebeklere” karşı korumaya istekliydik ne de hayatta kalmaya. Acı ve karamsarlıkla geçen günler sonunda, bundan 10 yıl önce, geçen hafta “yeniden doğuş” festivali ile kutladığınız gün, iki büyük haberle yüreklerimize umut aktı. Bir gözcümüz bazı “Bebekler”in ellerinde gerçek bebekler gördüğüne kutsal saydığı her şey üzerine yeminler etti. Bu haberi kendi gözlerimle görünceye kadar inanamadım. Aynı gün boğazın deli sularında bir çift yunus gördüm. Sonraki zamanlarda su altındaki yaşamın patlamanın yaşlandırıcı etkisinden etkilense de üremeyi yok edici etkisinden korunduğunu fark ettik. Aynı şekilde patlama sırasında anne karnında büyüyerek bir dakikadan az sürede doğan “bebekler” de üreme yeteneklerini kaybetmemişlerdi. Tıpkı bir çok memeli hayvan ve balıklar gibi. Belli ki doğa ana bu sayede her şeye yeniden başlamak istemişti. Belki patlamada onun da parmağı vardı. Belki son anda bize acımıştı ve “gençler” ile “dedeler”e bir şans daha vermişti. Tek bildiğim bu ikinci şansı kimsenin berbat etmesine izin vermeyeceğimizdir. O günden beri yakaladığımız “bebekler” ile sizleri kurtarmayı ve dolayısıyla insanlığın hayatta kalmasını başardık. Siz çocuklar, insanlığın tarihinde hiç olmadığı kadar “gelecek” oldunuz. Sizler yüzlerce yıl boyunca taşıdığımız insanca duyguları geleceğe taşıyacak tek köprülersiniz. Sizler hayattaki tek amacımızsınız” “Dede” başını gururla kaldırarak ıslak gözlerini çocuklar üzerinde tekrar gezdirdi. Artık tarih yeni baştan yazılıyordu ve başrol oyuncuları bağdaş kurmuş, ağızları bir karış açık kendisine bakıyordu. Bu çocuklar çalınan kırk altı yılın acısını çoktan unutturmuştu. “Merak etmeyin çocuklarım, her şey eskisinden daha iyi olacak, olmak zorunda. Dışarıda bizim gibi korunmayı başarmış bir çok şehir olduğuna eminim. Onlarla birleşip yeniden herşeye başlamak sizlerin elinizde. Anlattıklarım, yaşadığım ve gördüğüm ‘kıyamet’ti. O anları yaşayan herkesin kendi hikayesi var. Her birini dinleyin. Sıkılmadan, usanmadan dinleyin ki yaşamınızın değerini anlayın, sizden sonrakilere de anlatın ki ikinci şansları olmayacağını anlasınlar, çünkü zaten ikinci şanslarını kullanıyor olacaklar!”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cengiz Arabacı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |