En büyük mutluluk ve en büyük sıkıntı anlarında sanatçıya gereksinme duyarız. -Goethe |
|
||||||||||
|
Benim iki tekerlekli bisikletim olmadı hiç… İlk gençlik yıllarım hep bir bisiklete sahip olabilme özlemiyle geçti.. İlkokul üçüncü sınıftayken babamın işi nedeniyle Konya’ya tayin olduk. Konya’da iki katlı, kutu gibi bir evin ikinci katına yerleştik. Nohut oda, bakla sofa bir evcik. Ama, o küçücük evin bir tavan arası vardı ki, dünyaya bedel.. Ev kutu gibiymiş ne gam. O tavan arası, bir ev daha demekti bizim için. Bir de kocaman terası vardı. Tavan arasının ufak tahta kapısı bu terasa açılırdı. Biz üç kardeş, yaz günlerini tavan arasında ve terasta geçirirdik daha çok. Evimizin içinden, oturma odasının tam karşısından başlayan ve tehlikeli bir kavisle devam eden merdivenler bizi kolayca tavan arasına kavuştururdu... Tatil demek, çatı katında oyun demekti. Güneşin tepede olduğu saatler, tavan arasında serin serin oynardık . Güneş gidince de terasa buz gibi sular döküp yıkar, orada devam ederdik oyunlarımıza. Böylece evde annemizin ayaklarına dolaşmaz, ortalığı dağıtmakla da suçlanmazdık hiçbir zaman. Ara sıra annem de ev işlerine bir mola verir, çay demler çıkarırdı yukarı. Mutlaka yanında taze, sıcak, vanilya kokan kurabiyeler olurdu. Başka bir eve misafirliğe gitmişiz gibi hissederdik işte o zaman.. Kendimize ait dünyalar yaratır, ne hayaller kurardık bu tavan arasında.. Oyuncaklarımız hep orada dururdu. Babam bir salıncak kurmuştu çatının kirişlerine. Kah salıncağa biner, kah yere bir kilim serip evcilik oynar, en çok da saklambaç oynamaktan hoşlanırdık. Saklanacak o kadar çok yer vardı ki… Kullanmadığımız eşyalar, mesela mevsim yazsa, demirden kömür sobamız ve onun boruları paketlenip kaldırılırdı çatıya.. Kış gelince, en köşeye istif edilmiş olurdu odunumuz, kömürümüz. Sonra, eskiyen küçülen giysilerimizin konduğu mukavva kutular, bir gün gerekir diye elden çıkarılmamış olan bir tel dolap, annemin kırpık bohçaları, babamın HAYAT ve SES mecmuaları… annemin bizlere çeyiz olsun diye aldığı pek çok ıvır zıvır eşya.. Kutular, sandıklar içinde bekleyen bir dolu anı. … Hepsi , hepsi sabırla sıralarının gelmesini ve bir gün onlara ihtiyaç duyulup gün yüzüne çıkarılmayı beklerlerdi. Tavan arası bizim için mükemmel bir oyun yeriydi. Annem ve babam içinse büyük bir sandık odası ve kiler. İzmir kadar sıcak olmazdı asla Konya’nın yaz günleri. Bu yüzden un, pirinç, şeker gibi bazı gıda maddeleri de bez torbalarda, orada saklanırdı. Bir köşede reçel ve turşu kavanozları dururdu. Ve yazdan kışa saklanan üç -beş kavun asılı olurdu illa ki tavan arasındaki çatının kirişlerinde.. Bütün bu kutuların, sandıkların, kavanozların arasında benim için çok önemli olan bir şey : ‘ babamın bisikleti’ vardı. Kocaman, yeşil bir bisiklet. Yepyeni! … Hiç kullanılmamış gibi, sanki bir vitrinde sergileniyormuşçasına parlak. Öylece durur, yollara düşmeyi beklerdi. İlk hevesle, aldığı günler epey dolaşmıştı babam bisikletiyle. Hatta beni de bisikletinin önüne bindirirdi, hatırlıyorum. Rahat oturayım diye, minicik, tahtadan bir oturma yeri yapmış, bisikletin önüne, gidonun hemen yanına monte etmişti onu. Ama sonra neden bilmem, tavan arasına kaldırılmıştı. Tavan arasındaki onca eşyanın arasında en parlak, en yeni, en gözalıcı şeydi. Devrilip düşmesin diye, babam bisikletini park ayağının üzerine sabitleştirmişti. O koca bisiklete binebilmek için boyum yetmezdi de, kutuları çekip basamak yapardım, ancak o zaman yetişebilirdim oturağına. Bu kez de ayaklarım pedallara yetişmezdi. Yanlarda sallanırdı. Olsun, bisikletin üstündeydim ya… Ne günlerdi o günler. Üç kardeşin en büyüğü olarak benim boyum önce uzadı tabi. Pedallara önce benim ayaklarım değdi.Ayaklarım dediysem, yani parmak uçlarım.. Ve bisiklete binmek sadece benim hakkımmış gibi sahiplendim onu. Yanlış anlaşılmasın. Oyun oynarken sahiplenebildim o kadar. Yoksa, çıkıp sokaklarda pedal çevirdiğim sanılmasın. Fırsat buldukça, hatta bazen kardeşlerimden gizli saklı yukarı kaçardım. Çünkü onlar da bisiklete binmek isterdi. Ama boyları yetmediği için benim yardımcı olmam gerekirdi. Hem yorucu bir işti, hem de açıkçası başkalarıyla paylaşmak istemezdim bu tutkuyu. Neyse işte, bir yolunu bulup tavan arasına kaçar, pedal çevirirdim. Şimdi, duran bisikletin pedalı çevrilir miymiş diyeceksiniz… Çevrilirdi. Çünkü babam benim gizli saklı bisikleti kurcaladığımı, kutulara falan basarak o bisikletin oturağına oturabildiğimi keşfetmiş, başıma bir iş gelmesin diye de pedaldan tekerleğe uzanan zincirleri zembereğinden çıkarmış. Yani ben pedalları çeviriyorum ama boşuna. Zincir dönüyor ama tekerlekler hareket etmiyordu. Zincirin boş boş dönerken çıkardığı ses hâlâ kulağımda… Hızlanıyor, hızlanıyordum. Yetişebildiğim kadar hızlı çeviriyordum pedalları.Boşa dönen zincirin sesi de hızlanıyor, hızlanıyor, rüzgar gibi uğultular oluşturarak beni alıp başka dünyalara götürüyordu. Öyle zevkliydi ki… Bu tavan arasındaki sabit bisiklet turları bana yetmemeye başladı. “Bisiklet isterim!” diye tutturdum. Ayaklarımın pedallara yetişebildiği, boyuma göre bir bisiklet işte.. Çocuk olmak ne güzel. Geçim derdi bilmiyor insan o yaşlarda. Ben de bilmiyordum. Neyle alacaklar? Nasıl alacaklar? Tek maaş, üç çocuk… Bisiklet almak kolay mı? Kolay sanıyordum. Bazen bu yüzden ağlıyordum. Annem hiçbir gün: “Alamayız kızım!” demedi. Hep isteğimi azaltmaya çalıştı. “ Nerede bineceksin yavrum? Bak bizim mahallenin sokakları çok dar. Allah korusun aniden bir araba çıkar karşına… Daha uygun bir yere taşınalım, o zaman düşünürüz..” diye oyaladı beni. Zaman geçiyor, bisiklete binmem için daha uygun bir yere taşınmıyorduk. Ama benim isteğim azalmıyor, çoğalıyordu. O zaman da: “Bak , babanın bisikleti öylece duruyor tavan arasında. Biraz daha büyüyünce ona binebilirsin. Senin olur o bisiklet! …” demeye başladı annem Biraz yatışmıştım. Umudum tavan arasındaydı. Somut bir sözdü bu. Yeşil, parlak, ilk günkü gibi bir bisiklet, tavan arasında beni bekliyordu. Ama hâlâ tam olarak yetişmiyordu ayaklarım pedallara. Parmak uçlarım değiyordu o kadar. Bu yetmezmiş. O bisikletin aşağı inebilmesi için ayaklarımın pedallara tam olarak yetişmesi gerekiyormuş. Anlayacağınız yeteri kadar büyümemiştim. Yine de bir gün, artık o gün ne zaman gelirse, bisiklete kurulup sokaklarda pedal çevireceğimi düşünmek başımı döndürüyordu. Daha çok çıkar olmuştum tavan arasına. Artık benim olduğunu söyledikleri bisiklete oturup, provalar yapıyordum. Gidonu sıkı sıkı kavrıyor, dikiz aynasıyla arkamı kontrol ediyordum. Önüme biri çıkınca hemen : “çling çling..” zilini çalacaktım. Saatler sürüyordu provalarım.. Bir gün, ben yeterince büyüyüp ayaklarımı pedallara oturtamadan, başkasına satıldı bisiklet. Yok pahasına!.. Tavan arası ıssızlaştı uzun süre. Hayallerim de!…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © S. Bekar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |