|
Anasayfa |
Son
Eklenenler |
Forumlar |
Üyelik |
Yazar
Katılımı |
Yazar Kütüphaneleri |
|
|
7 Aralık 2003
Yankı...
müge
“Baktığın aynanın buğulu olma olasılığını düşün. Görüntüyü netleştirmek için birilerini bekleyenler, oturdukları koltukta kendi nefeslerinde yaşlanırlar. Çünkü aynayı bulanıklaştıran kendi nefesleridir.” |
|
“Baktığın aynanın buğulu olma olasılığını düşün. Görüntüyü netleştirmek için birilerini bekleyenler, oturdukları koltukta kendi nefeslerinde yaşlanırlar. Çünkü aynayı bulanıklaştıran kendi nefesleridir.”
O’nu ilk, şehrin karanlığında parlayan ışıkların arasında gördüm.
Geceleri milyonlarca göze dönüşen ışık kümesi evlerin birinde, dikkatimi çekmesinin nedeni siyah dalgalı saçları mıydı, yoksa açık bir perde arayan gözlerimin buluştuğu ilk nokta olması mıydı bilmiyorum.
Pencerenin önünde durup, ev ışıklarının ötesinde süren yaşamları merak edişim ilk değildi. Tanık olduğum yaşam kesitlerinde oynanan sahneleri izlemek, içinde rol almak zorunda kalmayışımın getirdiği güvenle, benim vazgeçmezlerimden biri olmuştu. Başkasına ait olanın gizli kapısını aralıyordum kendimce. Tanımadığım kişilerin kavgalarına katılıyor, bilmediğim insanların sevişmelerini gözlüyordum. Umutların yeşerdiğini, hayatların söndüğünü, bazen seslerle bazen de suskunlukla seyrediyordum. Zaman zaman verdikleri yemek davetlerine katılıyor, çocuklarıyla oyunlar oynuyor, aldatmalarına ve aldatılmalarına tanık oluyordum.
Yaşadıklarımın renklerini, yaşayamadıklarımın kıskançlıklarını, sarıldığım sevapları, yok saydığım günahları başka evlerdeki bilinmedik yaşamlarda buluyordum. Yüzlerindeki detaylar bana uzak olsa da, ne zaman güldüklerini, ne zaman haykırdıklarını ya da ağladıklarını, gölgelerinden yansıyanlarla biliyordum. Mum ışığında koklaşan sevgilileri gördüğümde onlara gıpta ediyor, gözlerimi geçmişe çevirip, umutsuzca, tozlanmış anılarım arasında benzer sayfalar arıyor, yakaladığım hayal karelerini birbiri ardına ekleyerek yeni anılar yaratıyordum. Küçük tartışmaların nasıl şiddetli kavgalara dönüştüğünü izleyip, onlar için üzülürken, yalnızlığımın bana verdiği bir hediye olan huzuruma şükrediyordum. İzlediğim yaşamlar hem benden bağımsız sürüyor hem de benim bir parçam haline dönüşüyordu. Onlar benim, soluksuz seyrettiğim, bir sonraki bölümünü merakla beklediğim, her biri olağanüstü performans gösteren karakterlerle dolu, sessiz dizilerimdi. Gözlediğim tüm yaşamları yakından tanımakla kalmıyor, her biri için ayrı ayrı günlükler tutuyordum. Her bir karaktere kendimce uygun olan adlar veriyor, kaçırdığım bölümler olduğunda tekrar hatırlayabilmek için bu yazdıklarıma başvuruyordum.
Her zaman özlediğim ideal yaşama kavuşmuştum. Eskiden-yani izlemeye başlamadan önce- kontrolü benim elimde olmayan kalabalıklar şimdi tamamen benim emrimdeydi. Yaşamlarını durdurmak ya da kaldıkları yerden oyunlarına devam ettirmek, tek bir perde çekişime bağlıydı. Yalnızdım -ki bu benim istediğim ve tercihimdi – ama aynı zamanda herkesle birlikteydim; kimse benden bir şey beklemiyordu, talep etmiyordu, enerjimi sömürmüyordu. Sessizdim- zaten sözcüklerimi yöneltmeye değecek kimse yoktu- ama aynı zamanda onların ağzından, konuşmaya değer bulduğum tek kişiyle- kendimle- konuşabiliyordum. Mutluydum.
İzlemeyi cazip hale getiren; tel örgülerle çevrilmiş dünyalara, sessizce adımınızı atabilmeniz, yasaklanmış bölgelere elinizi kolunuzu sallayarak girerken kimseden izin almak zorunda kalmayışınız ve tüm bunlara karşılık, hiç kimsenin sorumluluğunu üzerinizde taşımamanız, gerçek dünyada yaşamlarına girdiklerinize zarar verme ihtimalinin getirdiği baskıyla karşı karşıya olmayışınızdır. Mutlak bir özgürlük. Başkalarının kolayca ahlaksızlık olarak nitelendirebileceği bu eyleme, izlediğim insanların yaşam akışlarında her hangi bir değişiklik yaratmamanın verdiği huzurla, kısaca paylaşım diyordum; tek taraflı olsa da.
Herkesi izlemiyordum elbette. Hatta oldukça seçici davrandığım bile söylenebilirdi. Her filmi izlememeniz, her kitabı okumamanız gibi bir şey bu. İçinde bir değer, bir anlam , kendinizden bir parça ararsınız. Bunu derinleştirmek ya da yozlaştırmak sizin elinizdedir. İzlediğim yaşamlardan her biri, benim tarafımdan izlenmeyi hak ediyorlardı. Ve ben, sahip olduğum bir çift gözün ve beyin dalgalarımın onlar üzerinde dolaşmasından, onlar adına gurur duyuyordum. Filmleri çok seyredilen bir yönetmenin ya da kitapları çok okunan bir yazarın duyduğu gururu taşımaları gerek diye düşünüyordum ve emindim ki izlendiklerini bilseler, izlenmeye değer bulunduklarını bilseler, onlar da bu gururu taşıyacaklardı. Sonuçta, bencilliğin kol gezdiği, kimsenin kimseyle ilgilenmediği bir dünyada, birisi zamanını ve emeğini harcıyordu onlar için. Bu da yeterince onur verici olmalıydı.
Bu yaşamları izleme zamanlarımda, onlara müdahale etmenin köşesinden döndüğüm anlar da oldu. Neyse ki kendimi kontrol altına alarak bundan son anda vazgeçtim. Bir keresinde, gecenin bir yarısında çok uzun zamandır arşivimde yer alan genç bir kadını seyrediyordum. Gözlemlemeye başladığınızda, (Yaptığımın röntgenleme eylemiyle karıştırılmamasını rica ederim. Bu eylemi gerçekleştiren bayağı ve çirkin insanlarla bir tutulmak, bana ve izlediğim yaşamlara yapılacak en büyük saygısızlıktır.) bir süre sonra gözlediğiniz kişinin davranışlarına da aşina olursunuz, yabancılığınız kalkar. Nasıl yemek yediğini, kaç günde bir duş aldığını, hangi kitapları okuduğunu, kaçta uyuduğunu, kaçta uyandığını bilirsiniz. Kadının yatma saatine yaklaşık 20 dakika bir zaman vardı. Önce duş yapacak, sonra başucundaki lambayı yakacak, uzun zamandır bitiremediği kitaptan bir sayfa daha okurken uykuya dalacaktı. Ancak, bu olağan yaşantıyı bozan bir şey oldu o gece. Şaşırmıştım. Kadının yatağından kalkıp kapıya yönelmesiyle kapının çaldığını anladım. Kapıyı açtı; karşısındaki 40-45 yaşlarında orta boylu bir adamdı. Kadın sinirli hareketlerle bir şeyler anlatmaya başladı ve kapıyı adamın yüzüne doğru itti; sanırım adamı tanıyordu. Adam bir ayağını kapının arasına koydu ve o da sinirle kadına bir şeyler söyledi. Birden kapı aralığından uzattığı koluyla kadını hızla içeri fırlattı, kendide ardından içeri girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Kadın sendelediği yerden kalkmak üzereyken adam kadının üzerine çullandı, yerde 5-10 dakika kadar süren bir boğuşma başladı; kadına tecavüz ediyordu. Görebildiğim; vücuduyla kadını yere bastırdığı, bir eliyle ağzını kapattığı ve diğer elinin benim göremediğim yerlerde dolaştığıydı. Donakalmıştım. Ne yapmam gerektiğini bilmez bir halde önce camı açtım, sonra telefonu alıp polisi aramak üzere tuşları çevirdim. Gözlerim hala dairenin içindeydi. Adam kalktı, fermuarını çekti ve daireyi terk etti. Kadın biraz doğruldu ve ağlamaya başladı.Telefonda polisin sesini duydum, ağlayan kadına baktım ve telefonu kapattım. İş işten geçmişti zaten. Kadın bir sigara yaktı, yarısını içti ve duşa girdi. Duştan çıktığında 10 dakika önce olanları o yaşamamış gibi yatak odasına geçti ve uyudu.
Sonraki günler o adamı bir daha hiç görmedim. Ve bir kez daha iyi ki polisle konuşup olayın içinde yer almamışım dedim. Ne de olsa herkes kendi hayatından sorumluydu ve her koyun kendi bacağından asılırdı.
Bir keresinde de yeni izlemeye başladığım bir ailenin yaşadığı bir acıya tanık oldum. Gözlemeye karar verdiğinizde bilmeniz gerekenlerden biri de, hep mutlu şeylerin yaşanmayacağıdır. Ve acılara da dayanıklı olmalısınız. Bu benim ilk başlarda yaşadığım bir tecrübeydi. 4 kişilik bir aileydi. Evin babası olan adam sabah saat sekizde evden çıkar akşam yedi gibi eve dönerdi. Kadın çalışmıyordu, hep evdeydi. Nadiren dışarı alışverişe çıkar ve bir sürü poşetle eve dönerdi. 4-5 yaşlarında bir kızları ve 16-17 yaşlarında bir erkek çocukları vardı. Genelde mutlu ve huzurlu bir aile ortamları vardı. Onları daha çok gergin ve huzursuz anlarımda, biraz rahatlama bulmak istediğimde seyrederdim. O gün saat 13.00 sıralarında, kadın kızını alarak dışarı çıktı.Evde yalnız oğlu kaldı. Çok renkli bir yaşamı olmadığını bildiğimden tam seyretmekten vazgeçiyordum ki, çocuk telaşla salondaki çekmeceleri karıştırmaya başladı. Merak ettim. Sonra mutfağa gitti, mutfak dolaplarına baktı.Mutfaktaki en alt çekmeceden bir ipi eline aldı, evirdi çevirdi , tekrar yerine koydu. Küçük kızın odasına yöneldi. Oyuncaklarını karıştırdı ve kızın atlama ipini buldu. İpi alarak kendi odasına doğru gitti. Seyrettiğim yerden odası net görünmediği için diğer odaya geçtim. Çocuğun aralık olan perdesinden içeri baktığımda, biraz önce aldığı ipin bir ucunu tavandaki kancaya, diğer ucunu kendi boynuna geçirdiğini ve üzerine çıktığı merdiveni tekmelemek üzere olduğunu gördüm. Elimi uzattım, çocuk merdiveni itti, boşlukta kalan bacakları bir süre merdiveni arar gibi çaresizce sallandı, elleri boğazındaki ipe gitti, sonra 3-4 kez kasıldı, durdu. Yüzünü görememiştim. Nefesimi bıraktığımda onun için çok geç kaldığımı anladım. İçim burkuldu. Ne kadar da gençti oysa.Olacakları düşündüm, üzüldüm. Annesinin eve dönmesini beklerken, dolapta yarım kalmış çikolatalı pastayı yemeye karar verdim. Ne zaman mutsuz olsam çikolataya ihtiyaç duyuyordu vücudum.
Kadın eve geldi, poşetleri mutfağa taşıyıp aldıklarını yerleştirmeye başladı. Küçük kız önce kendi odasına girdi, sonra çıkıp çocuğun odasının kapısını vurdu. Biraz bekledi, kapıyı açtı. Öylece kalakaldı. Sonra yavaşça annesinin yanına gitti, elinden tuttu ve çocuğun odasına götürdü. Sonraki ağlamaları, haykırışları duymasam da hissediyordum. Yaşamları tam bir dramdı, hayatın kendisiydi. Perdeyi kapadım.
Sahip olduğu hiçbir özellik yoktu O’nun. Neden seçmiştim O’nu bilmiyorum. O kadar sıradan ve bayağıydı ki bir isim bile yakıştıramamıştım. Sadece uzun siyah dalgalı saçları vardı. Sanırım acımıştım ona. O kadar değersiz görünüyordu ki, galiba onu seyretmeye başlayarak onu yüceltebileceğimi, ona yardım edebileceğimi ve hiçbir zaman sahip olamayacağı bir değeri ona bağışlayarak kendimi tatmin edebileceğimi düşündüm.
Evini biriyle paylaşıyordu. Sanırım kocasıydı. Sabah birlikte evden çıkıyorlar, akşam kocasından önce eve dönüyor, yemek yapıyor, sonra kocası geliyor, birlikte yemek yiyorlar, sonra kocası televizyonun başına geçiyor O’da ya ev işlerine devam ediyor ya da kocasına eşlik ediyordu. Zaman zaman misafirleri oluyor, pasta- börek- çay eşliğinde sohbetlere katılıyordu.
Günler günleri kovalıyor, ben onu izlemekten sıkılmışken onun kendi hayatından nasıl sıkılmadığına hayret ediyordum. Ürettiği hiçbir şey yoktu bu kadının; yemek yapmaktan başka. Hiçbir şeyin farkında değildi; çevresinde olup bitenlerin, yaşamın, kavganın... Dört duvar arasında yaşamayı, tek bir çizgide ilerlemeyi seçmişti. Evinin döşenme tarzı da kendini yansıtıyordu. Hoş bunun bile kendi seçimi olduğuna dair ciddi şüphelerim vardı; o kadar seçmekten aciz bir görüntü sergiliyordu ki! Hiçbir özelliği olmayan ve insanda ancak tiksinti uyandıran bordo koltukların kenarlarına serdiği dantel örtüler evdeki tek süstü. Ve tüm kasvetine rağmen evdeki en renkli eşyalardı bordo koltuklar. Eşyaları o kadar kişiliksizdi ki, insanın aklında tutabilmesi için her gün tekrar tekrar bakması gerekiyordu. Yatak odalarının duvarı soluk bir bej rengiyle boyanmıştı. Yatakları, bırakın huzurla uyumayı, kabusları davet eder cinsten; klasik, kahverengi, yer yer boyaları dökülmüş bir yataktı. Üstünde yine iç karartıcı kahverengi bir yatak örtüsü vardı. Oda da hiç ayna yoktu; zaten onun da aynaya bakmaya niyeti yoktu. Sabah kalktığı gibi yüzünü yıkar, eline ne geçtiyse üzerine geçirir ve öylece kocasının ardından çıkardı dışarı. Eve döndüğünde, üzerine hep aynı rengi solmuş eşofman altını ve gri pamuklanmış kazağını geçirirdi. Saçlarını tek açık gördüğüm zaman dilimi, banyodan sonra onları kurutmasıyla, toplaması arasında geçen süreydi. Saçlarını tekrar görmek için bir sonraki banyosunu beklemeniz gerekirdi. Bir bayan olarak, kocasının yerinde olsaydım O’nu çoktan aldatırdım diye düşünüyordum. O kadar silikti ki. Yatak odalarını merak ettim. Nasıl sevişiyorlardı acaba? Aslında bu sorunun yanıtını vermek, O’nu tanıdıktan sonra hiç de zor değildi. Prensip olarak izlediğim kişilere yabancılığım gidene kadar, onlara aşina olana kadar, onlara duyduğum saygının bir göstergesi olarak yatak odalarına girmezdim; buda uzun zaman alırdı.
Ama O’nun için durum çok farklıydı. O’nu anlamak o kadar basitti ki. 3.gün kendimi yatak odalarında buldum ve tahmin ettiğim gibi 10 dakika süren tek taraflı bir rahatlama seansıyla karşılaştım. Sanmayın ki adam ona karşı duyarsız. Hayır tam tersi- O’nu tanıdığım için söylüyorum- sevişmeyi, çekirdek çitletmenin monotonluğundan ayırt edemeyen bu kadın için, adam yine de üstün bir performans sergiliyordu. Gel gelelim kadının yaptığı, sevişme sonrasında üstünü temizlemekten öteye geçmiyordu. Zavallı adam. Gün geçtikçe kadına duyduğum acıma, nefret ve tiksintiye dönüşüyordu. Yaşamı bu kadar savurganca harcaması midemi bulandırıyor, yaşamayı hak eden onca insanın göçüp gitmişliği karşısında, onun bu hakka sahip olması beni çileden çıkarıyordu. Bu hakkı o ve onun gibilere verenlere de isyan ediyordum.
Kesinlikle bir kurum olmalıydı. Herkesi, belirli bir yaştan sonra teste tabii tutmalılardı. Testi geçemeyenler, yaşamı israf etme potansiyellerinden dolayı suçlu bulunup, yaşama hakları ellerinden alınmalıydı. Testi geçenlere ise bir sözleşme imzalatılmalı ve yazılan maddelere uymadıkları ve israfa yönelik hareket ettikleri takdirde, verilen hakkın geri alınacağı söylenmeliydi. Her şey çok daha güzel olurdu o zaman.
Acizliğini seyretmek, günden güne içimi daha fazla kinle dolduruyordu. Bir insanın bu kadar hayatın dışında kalmasını yediremiyordum kendime. İnsanlar bu kadar sorunla, dertle uğraşırken, onun bu umarsızlığını kıskanmamak da elde değildi bir yandan. Bazen, keşke ben de farkında olmasam diyordum , keşke görmesem, keşke kapatsam gözlerimi tüm olanlara. Ama sonra tekrar sinirleniyordum O’na. Beni bile zehirleme ihtimali olduktan sonra, kimbilir çevresindeki insanlara duyarsızlığını, silikliğini nasıl aşılıyordur.
Artık kimseyi izleyemediğimi fark ettim. Yalnızca O’nun, gözümü kapasam her ayrıntısını çizebileceğim kadar net ve sönük olan hayatına odaklanmıştım. Başlangıçta tek hayranlık uyandıran parçası, saçları bile rahatsız ediyordu beni.
O’na ve bilinçsizce temsil ettiği tüm yozluklara karşıydım. Her gece, hayatında bir dalgalanma yaşasın, başına tepki verebileceği bir şeyler gelsin, duygularını dışa vurma isteği doğuracak bir şeyler olsun diye, dua ediyordum. Ama O, hala aynı tekdüzelikle kahrolası yaşamına devam ediyordu.
Beynimin içini kemiriyordu bu suskunluğu. Nasıl, nasıl olur da bir insan değişmeden, “aynı” kalarak, “aynı” davranışları göstererek, böylesine tepkisizce yaşamını sürdürürdü. Hırs haline getirdim; mutlaka ama mutlaka bir açık verecekti. Ya tanımadığı biri karşısına çıkacak, ona aşık olacaktı; ya kocasını başka bir kadınla yakalayacaktı; ya geçmişinde yaşadığı bir acı- yaşamış olmalıydı, bir acı yaşamış olmalıydı!- onu ziyaret edecekti. Belki sevdiği bir hayvanı olacak, belki de yıllardır sakladığı bir korkusu gün ışığına çıkacaktı. Tepki vereceği bir şeyleri olmalıydı. Bir zaafı, tek düze yaşamını aksatacak bir olay olmalıydı.
Neredeyse hiç uyumuyordum. O’nun için yaşadığım kaygıların inadına, hala bir sürüngen gibi yaşamaya devam ediyordu. Kişiliksiz, kukla, sünepe, asalak... aklıma ne geliyorsa sayıyordum O’na. Hiçbirinin farkında değildi, hiçbirini umursamıyordu. Beni içine ittiği bu huzursuzluğun cezasını çekmeliydi! O’na yardım etme isteğimi yok etmiş, geride sadece O’nu yok etme isteğimi bırakmıştı.
Demek ki böyle yapıyordu; etrafındakileri, kendi kişiliksizliği içinde, kendine böyle bağımlı kılıyordu. Ben bu tuzağa düşmeyecektim. Karar verdim. Artık tek amacım O’nu sarsmak ve hiç görmediğim yüzünde, görmek için can attığım korku, endişe, şaşkınlık, acı izine rastlamaktı. Karar verdim. O’na hiç beklemediği bir şok yaşatacaktım. O’nu, yaşadığını sandığı ölü dünyasından dışarı çıkaracak, savunmasız bırakacak, ve öcümü alacaktım. Karar verdim, O’nu gerçekliğime çekmeye karar verdim.
Ertesi sabah, onların kalkış saatlerine yakın kalktım. Üstümü giyindim, çantamı aldım ve aşağı indim. Köşede beklerken, uzakta O’nu ve kocasını gördüm. Artık geri dönüş yoktu, takip etmeye başladım onları. Yolun sonunda kocasından ayrıldı ve tek başına yürümeye devam etti. Dar bir sokağa saptı. Uygun bir sokak dedim kendi kendime. Kimseler yoktu sabahın o saatlerinde. Adımlarımı hızlandırdım ve O’na yaklaşmaya başladım. Artık tam arkasındaydım. Derin bir nefes aldım, elimi uzattım ve omuzuna dokundum. Durdu, yavaşça kafasını çevirdi bana doğru. Dehşete kapılmış gözlerim gözleriyle buluştu, beynimdeki uğultuların arasında söylediklerini duydum; gülümsüyordu:
“Katılman gerektiğini biliyorsun, başka çaren yok”
“NEYE! NEYE...”
“Bu oyuna”
“NE OYUNU! KAHRETSİN NE OYUNU ALLAHIN BELASI”
“Senin oyunun”
“BENİM Mİ! BENİM Mİ!..”
“Senin ve benim, bizim”
“ANLAMIYORUM! ANLAMIYORUM LANET OLSUN!”
“Anlamıyor musun! Anlamamak mı, kabullenmemek mi? Kendini yeterince izlemedin mi?”
Söyleyeceklerim var!
Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?
Yazıları
yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz
ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız,
yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.
Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.
|
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
|
Kulaklarımı tırmalayan sözlerinizi duymuyorum artık, kokuşmuş düşüncelerinizi uyandırmamak için, parmak uçlarımda dolaşıyorum
Arkabahçelerinizde. .
Etkilendiği Yazarlar:
oğuz atay, edgar allan poe, gandhi
|
|
|