Öyle yaşamalısın ki ölünce mezarcı bile üzülsün. -Mark Twain |
|
||||||||||
|
Çanakkale Zaferi, aklı erenler için yere göğe sığdırılamayacak değerde bir zafer. Çanakkale’yi emsalsiz bir kahramanlık destanı görmenin yanı sıra, bu kahramanlık sırasında çekilen sıkıntıları da bilmek gerekiyor. Bir kez daha yad ettiğim kahraman bir topçu askerinin Çanakkale Savaşları-deniz ve kara- sırasında yaşadıklarından bir aktarım bu yazı. Çanakkale şehitlerini, gazilerini ve zaferde emeği geçenleri minnet ve saygıyla anıyorum… * Ağustos ayındaki çarpışmalarda da binlerce asker kırıldı. Düşmanda daha çokmuş, bizde azmış gibi züğürt tesellisi gerçeği yansıtmıyordu. Dağ taş, insan kanıyla sulandı yine. Cansız beden tümsekleri oluştu. Sinekler daha da arttı. Berbat kokularla mideler bulandı. Şişen cesetlerin patlamalarına şahit olduk. Bataryamız sekiz şehit verdi. Hastaneye giden on ağır yaralının akıbetinden haberimiz olmadı. Balkan Savaş’ında daha çok hastalıklardan ölenleri görmüştüm. Burada ise, ta On Sekiz Mart’tan bu yana pek çok askerin bomba ve kurşunlarla ölümünü yakından gördüm. Ölü tarlalarıyla karşılaştım. Can veren askerlere ilk başlarda yüreğin yanıyor. Boğazın düğümlenip gözlerin yaşarıyor. Bir süre sonra askerin can vermesi, göz, kol, bacak heba etmesi ve kan akıtması sıradan olay oluyor. Bunlara alışıyor, dert etmiyorsun. İlk günlerde şehit olanlara, “Şehadet şerbetini içtiler,” yaralananlara da “Gazi payesi edindiler,” diyerek teselli bulurken, ölüm ve yaralanmalar arttıkça bu değerleri söylemeyi bile üşeniyorsun. Öyle ki, sadece karşındakini öldürmeye şartlanıyorsun. Hiçbir asker “şehit olayım “diye düşmanın üzerine gitmiyordu. Öldürmeye gidiyordu. Onları öldürdüğünde kendisinin sağ kalacağına inanıyordu. Bir de, kimi zaman en önde ve yan yana çarpışan komutanının verdiği emre kayıtsız şartsız itaat ederek düşmanın üzerine atılıyordu. Savaşın içinde uzun müddet yoğrulunca pek beter savaş yorgunu oluyorsun. Bunun etkisiyle can vermek istediğin vatani ve dini değerlerine önceki kadar duyarlı olamıyorsun. Aylarca süren çok şiddetli savaşta ruhen ve bedenen güçlü kalmak zordu. Bazen, durduk yerde korkup titriyorsun. Uykusunda çığlık atanları duyunca, “Ben de uykuda öyle çığlık atıyor muyum?” diye kendine soruyorsun. Seninle maytap geçerler diye soramıyorsun. Bazen de cesaretini kanıtlamak istercesine düşmana duyduğun öfkeyi belli ederek yiğitlik taslıyorsun. Onlarca ölü gördüğünde; “Bu savaştan sağ çıkmam,” kaygısına kapılıyorsun… “Yeter artık. Bitsin artık bu kanlı çile ya…” diyorsun. Yılgınlığa düştüğünde de vicdanın sızlıyor. “Canlar yok yere heder edilmemiş olsun. Feda edilen bunca kol ve bacaklara yazık olmasın. Kanlarımız boşu boşuna akmış olmasın. Emeklerimiz boşa gitmesin,” diyerek öz değerlerine tutunarak kendine sahip olmaya çalışıyorsun. Nereye ve ne zamana kadar? İşte bu belli değildi. * Düşmanı yenip köyüne gitmeyi, sevdiklerine kavuşmayı özlemle beklerken umutsuzluğa kapılıyor, kendini bazen bitmiş hissediyorsun… Eski bir asker olarak, benim de savaş yılgınlığına düşerek çıkış yolu bulamadığım zamanlar oluyordu. Görüştüğüm her sınıftaki askerde vardı bu savaş yorgunluğu ve bıkkınlığı. Bunu bildiklerinden olsa gerek komutanlar, alay ve tabur imamlarıyla askerin maneviyatını yükselterek savaşma iradesini güçlendirmek üzere sık sık vaaz verdiriyorlardı. Yararı elbette oluyordu ama, sadece inançlı olmakla kazanılmıyordu savaş. Dirayetli komutanlara ve yeterli silaha ve sağlam iradeye sahip olmak gerekiyordu. Düşman da bizim gibi insanlardan ibaretti. Onların da savaş bezginliği içinde oldukları anlaşılıyordu. İlk günlerdeki gibi ataklıkları yoktu. Sert bir direnişle karşılaştıklarında hemen siper ediniyorlardı. Önceleri, yaralı domuz gibi üzerimize gelirlerken son zamanlarda siper gerisinden savaşmaya yönelmişlerdi. Denilene göre son saldırıları yapanlar, düşmanın yeni çaylak ve maceracı askerleriymiş. Önceden savaşanlar, bu defa kaytarıyorlarmış. Savaş yorgunluğu, yaralanma hatta ölüm bile sıradan bir olay olurken, düşmanı mevzilerinden atmak daha önemliydi. Böyle başarılarda göğsün kabarıyordu. Üstün mücadele gösterenler çok makbul sayılıyordu. Hayranlıklar, dilden dile akıyordu. Ramazan Bayramı’nın ikinci günüydü. Duyduklarımızla, kazanılan zaferler kadar sevinip duygulandık. On ağustostaki muharebeyle ilgiliydi bu dilden dile akmalar. Anafartalar’dan gece yarısı dönen Albay Mustafa Kemal, sabahın alacakaranlığında süngülerini takarak saldırı emrini bekleyen piyadelerimizin hırsını yay gibi geren ve savaşma kudretini arşa yükselten sözler ediyor. Düşmanın keskin nişancılarına aldırmadan en önde gidiyor ve salladığı kırbacıyla hedefi göstererek başlatıyor saldırıyı. Dağı taşı inleten “Allah! Allah!” haykırışları o sırada başlamış. Bunları duyduğumda, epey komutan tanımış eski asker olarak; “Komutan işte budur,” derken göğsüm kabardı. Yalnız ben değilmişim öyle diyen… Bir askerin, komutanıyla iftihar etmesi harika bir duygu… Şu da bir savaş gerçeği idi. Yiğitlik ve zafer, ölümlerin çok çok üstünde bir değerdi… * Kasım ayının son haftasında kış dişini gösterince düşmanın çekilmesi aksadı. Fırtınalı felaket bir yağmur. Ufacık derelerde bile büyük seller oluştu. Siperler, korunaklar suyla doldu. İki gün süren şiddetli yağmurun yerini tipi şeklindeki kar yağışı aldı. Umulmayan dondurucu bir soğukla karşılaşılınca afalladı herkes. En yakındaki birliklerle bağlantımız koptu. Demir aksama dokunmak mümkün değildi. Yapışıp kalıyordu el. Kurtarayım derken deri yüzülüyordu. Nöbet tutarlarken soğuk ısırığına* yakalanan iki askerin el ve ayak parmaklarını çok zor canlandırdık. O yüzden nöbetler yarım saate indirilip üçer dörder askerle tutulmaya başlandı. Çadırlarda bile tenekeler içinde ateş yakıldı. Hayvanların barakamsı damlarını közlerle ısıtmaya çalıştık. Öyleyken bile soğuktan ötürük* oldular. Yakacak sıkıntısı çekince top mermisi sandıklarını yaktık. Kış etkisini yitirince, duyduklarımızla yüreğimiz yine yandı kavruldu. Sel sularından epey askerimiz boğulmuş. Nöbetlerinde donarak ölenler olmuş. “Bini geçiyormuş” duyumuyla içimiz acıdı. Bu felaket yağmur, sel ve soğuktan düşmanında bir hayli kayıp verdiği öğrenilmiş. Ortak felaket iki düşmanı yakınlaştırmış. Kasım ayında böyle bir fırtınayı kabullenemiyorsun. Kafanda bazı şeyler kuruyorsun. Sular seller gibi akan kanların temizlenmesi yönünde Allah’ın bir gazabı mıydı bu yağmur ve kar fırtınası?.. Bir ben değilmişim böyle fikir yürüten. Pek çok asker kötü havayı buna yormuş. Bu kıyamet benzeri savaşı biz başlatmadık ki?.. Neden bize de gazap?.. Not: Zavallı Kahramanlar adlı romanımdan alıntı. Soğuk ısırığı: Soğuktan deri ve bazı uzuvların donması. Ötürük: İshal
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Veysel Başer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |