..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Uygarlık, gereksiz gereksinimlerin, sonsuz sayıda artmasıdır -Mark Twain
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Veysel Başer




22 Aralık 2021
Çoban Lazım 1  
Veysel Başer
“Öğrenmenin yaşı olmazmış ama, keşke bunları daha genç yaşlarda öğrenmiş olsaydım,” diye hayıflandım birkaç kez…


:AJCC:
                    
ÇOBAN LAZIM 1

Çoban olduğuma bakmayın. Biraz hatır-gönül desteğiyle olsa da dışarıdan liseyi bitirmiş bir adamım ben. Her ay mutlaka bir kitap okurum. Birkaç gün gecikmeli gelse de tarafsız sayılan bir gazeteyi, bulmacalarını çözene kadar elden bırakmam. Geçen güzden bu yana da kaleme sarılmaktayım. Yazdıkça ve yazarken araştırdıkça edindiğim bilgiler, yaşım geçkin olsa da iyi yerleşiyor kafama. Ha deyince unutulmuyorlar. Dolaysıyla kalemin daha kıvrak oluyor. Yazı yazma aşamasına gelmemde, gayretimden ziyade öğretmenimin emeği daha fazla… Hakkını baştan belirtmem boynumun borcu… Öğretmenim kim mi? Canımdan bir parça…

Sözcüklerdeki bazı harflerin yutulmasıyla yapılan konuşmaya yöresel ağız yerine “alma dili” derim ben. Sözcüklerin doğru söylenişi de haliyle “elma dili” oluyor. Bu tespitim kabul görür mü orasını bilemem ama, Türk Milleti’nin ezici çoğunluğu “alma” diliyle konuşuyor, bunu iyi biliyorum. Bizim bu yörelerde, “alma” dilinin “alması” da yaygındır. Yani, sözcüklerin lazım olan kısımları söylenir. Benim adımda olduğu gibi. Köylülerim, “Lazım” der bana. Lakabım da “Çoban.”Adım, essahtan “Lazım” değil emme… öyle oluyor ki zamanla sen de “Lazım” demeye başlıyorsun kendine... İlk adım Milazım’mış. Anamla babama, ebemle dedeme ‘lazım’ bir evlat doğduğum için ilk onlar başlamış “Lazım” demeye. İki kızdan sonra doğan oğlan çocuğu onlar için pek lazım olanmış. Bir de; ‘alma’ dilinin ‘alması’yla adım münasip bir şekilde söylenince, “Lazım” olarak temelli yerleşmişim dillere.

Milazım adını dedem koymuş bana. Anam doğum sancıları çekerken yaylaya jandarma mülazımı (Teğmen) gelmiş. İşte tam o vakitlerde doğmuşum. ‘Lazım evlat’ doğduğunu öğrenen dedem pek sevinmiş. Mülazım efendi ve beraberindeki jandarmalara bir kuzu keserek yedirip içirmiş. Sonra da, “Allah’ın selameti başınıza olsun,” deyip uğurlamış onları. Benim adımı verecekken mülazım efendinin adı gelmiş aklına. Hep “milazım efendi” diye hitap ettiğinden unutmuş adamın adını. Derken, besmele çekip kulağıma üç defa; “Milazım! Milazım! Milazım!” diye seslenmiş. Ondan dolayı adım olmuş Milazim. Anamla babam, “Bir ‘lazım’ az gelir, ikinci bir ‘lazım’ daha münasiptir,” deyip girmişler havaya. Ama, umut edilen ‘lazım’ yerine üçüncü kız gelmiş dünyaya. Yine demişler, “Arkası ‘lazım’dır, durmak yok yola devam.” Bir değil, tam iki ‘lazım’ birden vermiş Mevla’m. Taze ‘lazımlar’ üç gün sonra meleklere vermişler selam. Anamla babam, “Ha gayret” deseler de velhasılıkelam. Üç kız ve “lazım” oğlanla yetinmek zorunda kalmışlar vesselam…

Bizim buralarda kız çocukları, “lazım evlat sayılmazlar” diye bir anlayış yoktur. ‘Lazım’ değerindedirler. Ancak, ata ocağının tütmesi için ‘lazım oğlan’ mutlaka istenir. Beş altı sene sona babam, kafa kağıdımı almak için ilçedeki nüfus memuruna gitmiş. Memur, oğlanın adını sorunca babam; “Lazım,”demiş. Memur pek iştahlı gülüp, “Öyle ad olmaz,” deyince babam; “Oğlanın essah adı Milazım emme biz ‘Lazım’ deriz,” demiş. Nüfus memuru çakmış meseleyi. Adım yazılmış “Mülazım.” Beş altı yaşlarında kuzu gütmeye başlayınca, bu defa da olmuşum “Çoban Lazım…”

Aklım iyice ermeye başladığında “Çoban Lazım,” denmesi gücüme gitmeye başladı. İlkokuldayken alay edercesine “Çoban Lazım” diyen çocuklarla epey kavgam oldu. Denk getirdiklerimi dövdüm. Birleştiklerinde dayak yedim. Böyle bir kavga sonrası öğretmenim; “Çoban Lazım demelerini dert etme. Köydeki herkesin bir lakabı var. Seninle dalga geçenlerin de ilerde lakapları olacak,” deyince aşağılık duygusundan arındım biraz. Daha sonraları, “Çoban Lazım” demeleri umurumda olmadı. Bizim köyde, kadın erkek alayının lakabı vardır dersem yalan söylemiş olmam. Tabak Hasan, Kımıldan Ahmet, Sırık Ülfet. Ibil Musa; Çatal Hüseyin. Godügodü Ülfet. Fındık Ayşe, Allı Zeynep, Eğri Fadime, Çebiş Hatçe. Zilli Halime. Yaz yaz bitmez. Sayısına bereket.

Köydeki ve yayladaki torunlarım da “Lazım Dede,” derler bana. İşte böyle düşünce ahalinin diline, lakabınla adın kazınıyor beynine… O yüzden, yaylaya gelen bazı yabancı misafirlere kendimi; “Çoban Lazım” diye tanıttığım oluyor. Lakabımla adım garip geldiği için bel bel bakıyorlar yüzüme…
     
Mülazım, namı diğer Çoban Lazım olarak ben kim miyim? Anlatayım. Altmış altı yaşında, iki oğlanla iki kız babası, altı torun dedesiyim. Büyük oğlum, bıçakçı doktor. Yani genel cerrah. Karısı da bayıltıcı doktor. Anestezi uzmanı. İzmir’de oturuyorlar. Büyük kızım, Ankara’daki özel bir lisede edebiyat öğretmeni. Kocası da ormancı. Mühendis olanlardan. Orman Genel Müdürlüğü’nde şube müdürü. Küçük oğlum okumadı. İyi de oldu. Buraya da adam lazımdı. Küçük kızım ise okumaya hiç heveslenmedi. On yedisine ayak salladığında evlenen kız zaten okumazdı.
     
“Vereyim sana bir öğüt, kendi ununu kendin öğüt.”

Benim yazı yazmam bu atasözüne benzedi biraz. İki öğretmenden -birisine diklenince öbürü de yakama yapıştı- yediğim okkalı dayak sonrası ortaokul üçten ayrıldıktan sonra müthiş bir okuma hırsına kapıldım. Daha doğrusu, yediğim dayağın hıncını okumadan çıkarmaya başladım. Ne buldumsa okudum ve hâlâ okurum. İşte bu okuma hırsı beni, dışarıdan ortaokulu ve liseyi bitirmemi sağladı. Okuma tutkumu bildikleri için öğretmen kızımla kocası, her gelişlerinde yığınca kitap ve dergi getirirler bana. Arada gönderdikleri de oluyor. Geçen yaz; öğretmen kızım, on üç yaşındaki kızıyla yaylaya geldiğinde, onların sayesinde internet dünyasını tanımış oldum. Torunumdan bilgisayar kullanmasını, annesinden de okunacak yazıların bulunduğu edebiyat sitelerini öğrendim. On gün sonra da dizüstü bilgisayar alıp, internete bağlandım. Sitelerdeki yazıları okudukça yazı yazma hevesi belirdi bende. Öğretmen kızıma söyledim bunu. “Çok iyi olur,” dedi kızım. “Yaşamından bazı kesitleri anlatan öyküler yaz ki bizlere de hatıra kalsın.”
     
Onun teşvik edici bu sözleriyle yazı yazma iştahım iyice kabardı.

“Bunca yıl kitap şu bu okudum. Bir öykü yazayım da, Çoban Lazım’ın ne yaman bir öykücü olduğunu görsün cümle alem…” diyerek havamı da atmaktan geri kalmadım.

“Çok okumanın öykü yazmada elbette yararı olur,” dedi kızım. “Bu iş, o kadar kolay değildir. Şöyle yapalım. Dört sayfalık bir öykü yaz. İlk görücün ben olayım.”

Kızımın, “İlk görücün ben olayım,” demesine güleceğim tuttu. İyi de güldüm.

İki günlük bir uğraşıdan sonra ortaokuldan ayrılma öykümü yazdım. Bendeki heyecan tırmanışta. Neredeyse dağın zirvesine çıkacak. Kızım; kurgumun fena olmadığını söyledi ama, yazım kuralları ve anlatımdaki eksikliğimi çekinmeden yüzüme vurdu. Çobanlık saatlerim dışında gece gündüz demeden bir güzel öğretmen kesildi başıma...

“Bir metnin, okunabilir bir metin olabilmesi için Türkçenin doğru kullanılması ve yazım kurallarına göre yazılması gerekir. ”
     …
“Öykü yazmanın bazı özellikleri vardır. Öncelikle iyi kurgulanması gerekir. Yani; yazıya aktarılacak olayın, anlam ve uyum bütünlüğünün sağlanması için tasarım şarttır. Öykünün yazım şekli belirlenmeli. Olay örgüsü iyi işlenmeli. Öyküyü zenginlik katması istenen kısa öykülemeler olaydan kopuk olmamalı.”

“Olayın anlatılmasında hangi tekil şahısın kullanılacağı iyi tespit edilmeli. ‘Ben’ anlatımlı öykülerde göz sadece I. tekil kişide bulunmalı. ‘O’ ile, yani üçüncü tekil kişilerce yapılan anlatımlarda ise göz, olaydaki her karakterde olmalı.”

“Zaman kavramlarında çelişkiye düşülmemeli. Aksi takdirde olay, farklı zamanlarda aynı anda yaşanmış gibi olur.”

“Noktalama işaretleri bir cümlenin notalarıdır. Yerinde ve doğru kullanılmalı.”

“Fazla konuşmak insanı hataya zorladığı gibi, uzun cümleler de anlam zorluğu yaratır. Yüklemle biten birkaç cümle sonrasında kısa bir devrik cümle, okuma ahengi sağlar. Kısa cümle kolay anlaşılır. Fazlası ise, arabanın dur kalk, dur kalk gitmesine benzer. ”
     …
“Ağdalı süslemeler okuyana bıkkınlık verir. Az ve öz olanıyla yetinilmeli. Daha çok, öykü karakterlerini konuşturmaya ve hareketliliğe ağırlık verilmeli.”
     …
“Bir cümle içerisinde aynı ve uygun düşmeyen sözcüklerin kullanılması göz tırmalar.
O nedenle sözcük seçiminde özen gösterilmeli. Bunun en kolay yolu da sözlükten yararlanmaktır.”
     …
“Öyküyü yazan; kendi duygu, öfke, öğüt gibi istemlerini öyküye dahil etmemeli. Öyküsündeki karakterine yaptırmalı.”
     …
“Anlatım bozuklukları o yazının yüzkarasıdır. O nedenle, sözcüklerin gereksiz yere kullanılması, karıştırılması, yanlış anlam verilmesi, yapısının değiştirilmesi ve mantık hatasına düşülmemesi gerekir.”
     …
“Yazılan bir öykü, zaman aralıklı olarak dört-beş kez elden geçirilmeli. Her ele alınışında mutlaka atılacak ya da ilave edilecek bölümler olabilir. Bir süre dinlendirilen öykü bir de sesli okunmalı. Öykünün, yazanın içine sinip sinmediği okumada belli olur.”
     …
“Öykü yazan; öyküsünün beğenileceği beklentisiyle değil, bir sanat eseri meydana getirmek için kalem oynatmalı.”
     
“Bütün bunları bildiğine göre öykü yazıyor musun?” diye sordum kızıma.

“Öğrencilerime öğretiyorum,” diyen kızımın yanıtı hoşuma gitti. Sonuçta ben de onun öğrencisiydim.

Kızım; yukarıda paragraflar halinde söyleyip, aralarında açıklama yaptığı öykü yazma esaslarından sonra da ders vermeye devam etti. Betimleme, fiil, bağlaç, pekiştirme sıfatı gibi konuları kafama dank ettirircesine öğretmeye çalıştı. Gözüme dürtercesine uygulamalar gösterdi. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, internetten aldığı notları çobanlık yaparken okumamı söyleyip, dönüşte sözlü sınavlara tabi tuttu.

“Göndereceğin, birer teneke inek ve koyun peynirlerini hak edeyim,” diyerek matrağını da geçti bir ders sırasında.

Anlatım bozuklukları sınavı arasında kızım; “Kocamın dediğine göre bu sene on milyon fidan ekilecekmiş. Bu civarda da fidan ekim çalışmaları var mı?” diye sorunca, “Yok,” dedim. Bir güldü, bir güldü ki… Gücüme de gitmedi değil. “Bir köylü olarak, fidanın ekilip ekilmeyeceğini bilmen gerekirdi Lazım baba…” deyince kaynar sular aktı tepemden. Pek mahcup oldum. Fidan; elbette ekilmez. Dikilir. Kızım, meğer benim algı derecemi sınamak istemiş. Doğal olduğunu söyledi. Belirli yaştan sonra insanlar, zor öğrenir çabuk unuturlarmış. Kızımın beni yine adamakıllı bunalttığı bir zamanda;
“İyi ki senin öğrencin değilim,” diye yakındım.

“Şanslı bir öğrenci olurdun,” dedi.

     Kocası da gelip, aldıkları yayla havasına denizin yosun kokusunu da dahil etmek için gittiklerinde daha çok hak verdim kızıma. Yirmi gün sonra gönderdiği öykü yazma konularını içeren kitabı da okuduktan sonra temelimin baya sağlamlaştığı inancına eriştim. Bilgi dağarcığım genişledikçe, kendimi daha da olgunlaşmış hissediyordum.

     “Öğrenmenin yaşı olmazmış ama, keşke bunları daha genç yaşlarda öğrenmiş olsaydım,” diye hayıflandım birkaç kez…

Kurban bayramına ailecek geldiklerinde, yazın yazmış olduğum ortaokul öykümü yeniden yazdırdı kızım. Müthiş bir heyecana kapıldım yine. İnsanın evladından not alması çok farklı bir duygu. Onunla gurur duyuyorsun ama, “Onca uğraşmasının karşılığını ya veremediysem?..” diye de kendinde eksiklik hissediyorsun…Baba evlat dayanışmasının tatlı huzurunu duyarken, ince ince burkulmalar oluyor içinde…

“Dersine iyi çalıştığın belli oluyor. Uygun sözcük kullanmada biraz daha özen gösterirsen, çobanlıktaki başarını yazında da gösterebilirsin…”
Öğretmenimin en son eleştirisi bu oldu…

Aldığım onca öğütten sonra işte böyle öykü öğütmeye başladım…

Mülazım. Namı diğer Çoban Lazım.

Veysel Başer
























































     





















               









Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplumcu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Alkarısı

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Çanakkale'nin Bir Başka Yüzü
Ece ve Törüngey
Koca Seyit
O Şey
Çise ve Sarıkız
Sındırgılı Emmi
Esma Kadın
Bir Tutamlık Bulut
Şövalyenin Gücü
Aslan Sadıç

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Dünyayı Sessize Al [Deneme]
Gelin Ağaçlar [Deneme]
Şah ve Mat [Deneme]
Kolay Gelsin [Deneme]
Elhamdülillah Müslümanız [Eleştiri]
Ana Bayram [İnceleme]


Veysel Başer kimdir?

Yazmak kadar eleştiri de önemlidir.

Etkilendiği Yazarlar:
Atatürk


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Veysel Başer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.