Gençliğinde müzik öğrenen, felsefeyi daha iyi anlar. -Platon |
|
||||||||||
|
Önceki bölümün devamı... İki gün sonra. O gün erkenden uyandı, pazar vardı aşağı mahallede. Belki orada bir işin ucundan tutabilirdi. Çabucak giyinip pazar yerine gitti. Çadırlar kuruluyordu. Sonra tezgahlar konmaya başladı. Her pazarcının yanında üç ya da daha fazla çalışanı olduğunu gördü. Bu sayıda iş yapan olunca ona iş vermezlerdi. Ama pazarın orta yerine geldiğinde iki pazarcının söylene söylene tezgahları çekeledikleri dikkatini çekti. Biri küfür de ediyordu. Cesaretini toplayıp: -Kolay gelsin, dedi. Cevap veren olmadı. Orta yaşlarda olduğu anlaşılan yüzündeki maskeden hakkında fazla bilgi edinilemeyen pazarcının kanlı gözlerle bakışından ona kızdığını anladı. Küfür eden de buydu. Buna rağmen: -Abi, elemana ihtiyacınız var mı? Diye sordu. Bu soru, adamın öfkeden yüzünü kızarttığı halde bir şey söylemedi. -Fazla yevmiye istemem ne verirseniz, diye cümlesini kekeleyerek tamamladı. Diğer adamın da yüzünde maske vardı ama ötekinden daha genç olduğu anlaşılıyordu. Bu adam hemen atıldı: -Hüseyin abi, Hasan bugün gelmez. Bu çocuk belki işimize yarar, dedi. Hüseyin: -Fazla para yok ha, dedi. Bu sözü onay verdiğini gösteriyordu. Bekir bir günlük de olsa iş bulmuştu. Hemen tezgahlara sarıldı. Onun bu hareketini gören Hüseyin kendini kenara çekti, bir sandığın üzerine oturdu. Sonradan adının Mustafa olduğunu öğrendiği adamla Bekir, tezgahları yerleştirip örtüleri örttüler, sebzeleri sandıklardan çıkarıp dizdiler. Hüseyin, arada bir şeyler söylemiş olmak için: -Daha hızlı, daha hızlı, az sonra müşteriler akın eder, diye bağırıyordu. Hazırlık tamamlanınca Bekir'i ekmek alması için fırına gönderdiler. Beş ekmekle döndü. Kahvaltılıkları yanlarında getirmişlerdi. Beş ekmeğin beşi de yendi. Tabii en çok ekmek tüketen Bekir oldu, yaklaşık iki tane. Oysa, onlar yemek yerken gelen müşterilerle de o ilgilenmişti. Buna rağmen iki ekmek yiyebilmişti. Karnı doyunca kendini çok mutlu, dingin hissetti, sabaha kadar hiçbir şey yemeden durabilirdi. Oysa şimdi dinginliğin sırası değildi, adamlar ondan iş bekliyordu. Hemen işe dört elle sarıldı, ne derlerse en iyisini en çabuk yapmaya çalıştı, her tarafa koşturdu. Pazar yeri hınca hınç doldu. Sosyal mesafe ve maske takma zorunluluğuna aldırış etmeyen çok insan vardı. Sattıkları malların parasını Hüseyin topladığı için tezgahın sahibi o olduğunu anladı. Hava kararınca, sebzelerin sağlam olanlarını sandıklara yerleştirdiler. Yarıdan fazlası satılmıştı. Bu arada atmak için ayırdıklarından iki kilo kadar sebzeyi Bekir bir poşete doldurup: -Bunları alabilir miyim Hüseyin abi, diye sordu. O da tamam anlamında kafasını salladı, zaten Bekir almasa bu sebzeler çöpe gidecekti. Sandıklar küçük bir kamyona yüklendikten sonra Hüseyin, cebinden çıkardığı bir kağıt parayı Bekir'in avucuna sıkıştırdı. O da: -Teşekkür ederim abi. Gelecek haftaki pazara da geleyim mi? Dedi. Aldığı cevap çok kabaydı: -Gerekmez. Parayı elinde sımsıkı tutarak evine gitmek üzere yürümeye başladı. Bir ev eşyası mağazasının ortalığı gündüz gibi aydınlatan vitrininin önüne gelince, kapalı avucunu açıp baktı: 10 lira. Bir itirazı yoktu bu kadar az olmasına. Hiç vermese de sesini çıkarmazdı. Bu parayla bir paket sigara alabilirdi. Ama sigara karın doyurmazdı ki... Yarın gene acıkacaktı, sigara açlığını giderir miydi? Bunları düşünüp yürürken kaldırımdaki bir direğin dibinde yarısı içilmiş sigara izmariti gördü. Etrafına bakındı, yakınında onun izmariti aldığını görecek kimse olmadığını anlayınca eğilip aldı ve cebine attı. Eve gidinceye kadar içilebilecek üç izmarit daha buldu. Yorgundu, bütün gün ayakta durmuş bir dakika bile oturup dinlenmeye fırsat bulamamıştı. Buna rağmen mutluydu. İzmaritlerden birini yaktı, dumanını derin derin içine çekti, başı hafif döner gibi oldu. İki nefes daha çekti ve son bir nefes... Bitti. Bir tanesini daha içecekti, nasıl olsa yarın birkaç izmarit bulurum diyordu. İkinci izmarit öncekinden büyüktü, bir-iki nefes çekilip atılmış olmalıydı. Bunu da içip bitirdi, kafası iyice dumanlandı. Yatağa uzandı, kaç gündür hasret kaldığı o derin uykuya daldı gitti. Ertesi gün umduğunu bulamayacaktı. Hani “nasıl olsa yarın birkaç izmarit bulurum” demişti ya! Bulamadı, çünkü yağmur yağıyordu ve ıslanan izmaritler içilemezdi. Yağmur bir ara diner gibi olunca koşarak evden çıktı, en yakındaki fırından üç ekmek alıp gene koşarak eve döndü. Biraz ıslanmıştı. Üç ekmeği iki günde bitirdi. Otuz saattir aç duruyor. “Galiba açlıktan öleceğim. Sahi insan açlıktan ölür mü? Açlıktan ölenleri duydum ama hiç görmedim. Belki ölmem. Sahi ölüm ne? Bugüne kadar hiç aklıma gelmeyen bir soru. Ne olacak, işte ölüp gidiyorsun. Sonra? Sonrası hiç, yani yok. Sonsuz bir sessizlik olabilir mi ölüm? Belki öyledir. Ya da uyku gibi bir şey olabilir mi? Hiç uyanılmayan bir uyku... Neler geliyor aklıma? Ben ölmeyeceğim, açlığımı gidermenin çaresini bulacağım; bulamazsam açlığa direneceğim. O beni yenemez. Çaresini bulacağım diyorum da bunun yolu işte çalışıp para kazanmaktan geçmiyor mu? İş yok. Bu korona yüzünden ortalık işsizle doldu. Benim gibi olan kim bilir ne kadar çok insan vardır? Ben insanların koronadan neden korktuklarını da anlamıyorum. Duyduklarıma göre bulaştığı insanı öldürüyormuş. Korunmak lazımmış. Nasıl öldürüyor, nasıl korunulacak bilmiyorum. Bunun daha ne kadar süreceğini de bilmiyorum. Bu konuda bilgi sahibi olabileceğim gazetem, radyom, telefonum, televizyonum yok. İşte bütün varlığım şu kolumdaki Nacar marka eski saat. O da babamdan kaldı. Sahi, bu saat acaba kaç lira eder? Birkaç günlük ekmek parasına gider belki. Neler düşünüyorum? Olacak iş mi bu? Babamdan kalan bu yadigârı nasıl satarım?” Diye düşüne düşüne uyudu. Ertesi gün öğlenleyin dışarı çıktığında bir saatçiye bunun kaç lira edeceğini sordu. Adamın yüzünde alaycı bir ifade belirdi: -Beş para etmez, çöp o çöp! Dedi. Para etmeyişine sevindi, çünkü ne kadar aç kalırsa kalsın bu saati satma ihtimali hiç yoktu. “Çöp” demesine bozuldu, babasına yapılmış bir hakaret olarak bunu kabul etti. Adama ağzının payını vermek istese de başına bela açılacağından korktu, susarak oradan uzaklaştı. Bu susma da ona aşağılandığını hissettirdi... Devam edecek...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |