Yaşam kısa, sanat uzun, fırsat aceleci, deney aldatıcıdır. -Hippokrates |
|
||||||||||
|
Dışarı çıktım. Yaya kaldırımından yürüyorum, ayağım bir taşa takıldı, az kalsın yüzü koyun yere kapaklanacaktım. Kaldırımda taşın işi ne? İnsan kafası kadar bir taş. Nereden geldi, kim oraya koydu? Gerçi başım havada gittiğim için bunda benim de kabahatim var ama... Birkaç adım attım, taşın acısı henüz geçmemişken yoldaki su birikintisini bir otomobil üzerime sıçrattı. Sıçrayan su çok değilse de sinirlerim bozuldu bu olaya. Otomobilin arkasından bastım küfürü, sanki bir marifet yaptım. Otomobili kullanan duydu mu, duysa ne olur? Yedi-sekiz kişilik bir serseri güruhu çıktı karşıma. Elleriyle kollarıyla birtakım işaretler yapıyorlar, sağa sola tükürüyorlar, naralar atıyorlar. Saldıracaklar diye korktum. Onlardan tarafa bakmamaya çalışarak yanlarından geçtim. Neyse ki bana zarar vermediler. Biraz ilerleyince arkamdan gelen çığlıkları duyup ürperdim, donup kaldım olduğum yerde. Hem geri dönüp bakmak istiyordum hem de dönmekten korkuyordum. Dönmeye karar verdim, ne olursa olsundu. Karar vermekle iş bitmiyormuş meğerse, çünkü geri dönemiyordum. Boynum, belim ve ayaklarım kaskatı kesilmişti. Neden sonra döndüm. Bu serseri güruhu bir delikanlıya saldırmıştı. Delikanlıyı adeta linç ediyorlardı. Etraftaki birçok insan da hiç bir şey yapmadan bu linci izliyordu, hatta bazıları akıllı telefonlarıyla bu olayı kameraya çekiyordu. Oradan uzaklaştım, adımlarımı açarak ama koşmadan yürümemi sürdürdüm. Dikkat ettim de, karşıdan gelen insanların çoğu bana bir tuhaf bakıyorlardı. Ben de aynı tuhaf bakışlarla cevap verdim. Neden bana karşı böyle davranıyorlar, diye biraz kendime dert ettiysem de sonra vazgeçtim. “Amaan, tümünün canı cehenneme...” deyip eve dönmeye karar verdim. Dönerken fırına ve markete uğradım. Hava da kararmak üzereydi. Eve geldim, hâlâ elektrikler kesik. Birazdan karanlık bastıracak, onun için bu durum canımı sıktı. Aldıklarımı yerleştirip odama geçtim, bir müddet öylece oturdum. Hava iyice kararınca pencereden dışarı baktım, her yer ışıl ışıldı. Herkeste elektrik vardı, bir tek benimkini mi kesmişlerdi. Sonunda sigortanın atmış olabileceği aklıma geldi, Öyle ya elektrikli süpürge sigortayı attırmış olabilirdi. Nitekim öyle olmuştu. Sigortayı kaldırdım. Kendime kızdım, niye sigortanın atmış olabileceğini daha önce düşünmedim diye. Unutkanlığım her geçen gün biraz daha artıyor. Elli sene önceki olayı hatırlıyorum da beş dakika öncekini unutuyorum. Kafamın içinde beyin olduğundan ciddi ciddi şüphelenmeye başladım. Beynim akıp gitmiş olabilirdi. Beyin gittikten sonra da bana içi boş bir kafatası kalmış demek ki. Birileri beynimi çalmış olmasın? Organ mafyası varmış ya! Hadi oradan canım, kim ne yapsın senin bunamış beynini? Üste para versen bile alan çıkmaz. Aynadaki densiz bana boşuna “çapulcu manyak” dememiş olabilir mi? Aslında onun bu hakaretine çok taktım. O sırada sesimi çıkarmadım, nasıl bir tepki vermem gerektiği aklıma gelmemişti de... Şimdi düşündükçe öfkem artıyor; ödeyecek bu hakaretinin cezasını. Ben hem çapulcuymuşum yani yağmacı! Kimin neyini kimin malını yağmaladım be utanmaz? Üstüne üstlük bu sıfata bir de manyaklık ekliyorsun. Ben gülünç müyüm, şaşırtıcı davranışlarım mı var, tuhaf mıyım, akıl hastası mıyım da bana manyak diyorsun? Ya Aynadaki bunak haklıysa! Bu ihtimal canımı sıkıyor. Onu haksız çıkaracak bahaneler bulmaya çalışıyorum. Şimdi aklıma geldi, daha önce de Aynadaki'nin bu hakaretinden bahsetmiştim. Unutma had safhada olunca böyle tekrarlar sık sık ortaya çıkıyor... Yırtık pırtık düşünceler kafamın içinde cirit atıyor. Giden gelen, mantıklı mantıksız, olumlu olumsuz düşünceler. Tabii sürekli böyle değil. Kimi zaman aklımda hiç düşünce kalmıyor. Zihnim bomboş. İşte beynimin olup olmadığını düşündüğüm anlar... Belki de saatlerce hiçbir şey düşünmeden daha doğrusu düşünemeden ya oturuyorum ya da yatıyorum. İlginç olan böyle boş boş yatarken hiç canım sıkılmıyor. Adeta zihnimdeki boşluk, uzayın devasa boşluğu ile birleşmiş, bütünleşmiş gibi. Varlığım olmadan, varlık bulunmayan bu meçhul boşluktayım. Kapı çalıyor. Gecenin bu saatinde gelen kim acaba? Önce açmamaya karar veriyorum, sonra kararımı değiştirip kapının yanına gidiyorum: -Kim o? Diye soruyorum, cevap yok. Kapıyı çalmaya devam ediyor. Açıyorum kapıyı öfkeyle. Gelene ağır laflar etmek niyetindeyim. Ama kimse yok, ileriye doğru bakıyorum; ortalıkta insan görünmüyor. İçeri girmek için niyetleniyorum, kapının eşiğinde bir zarf olduğunu fark ediyorum. Eğilip zarfı alıyorum. Masama oturup zarfı açıyorum, ikiye katlanmış bir kâğıtta şu not yazıyor: “Sen beni bulamazsın, ama ben seni istediğim zaman bulurum. Ben bir kuş gibi uçuyorum, seviyorum uçmayı. Dilersen birlikte uçalım ve bu uçuş hiç bitmesin. Uçuş vaktine sen karar ver” Son cümle hariç, önceki notun aynısı. Kâğıt ve yazı şekli de aynı. Birileri beni çıldırtmak için oyun oynuyor olabilir mi? ● ● ● (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |