Edebiyat yaşamın öncüsüdür, onu öykünmez, ona istediği biçimi verir. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
"Varolanların hepsinin içinde “varlık enerjisi” bulunmaktadır. Bu enerji bitmez, yok olmaz. Sonsuza kadar dönüşüm halindedir. O nedenle gerçekte ölüm diye bir olgu yoktur. Ölüm insan zihni tarafından bu dünyada yaşarken uydurulmuştur ve “ölüm” kavramını lügatlerden çıkarmak gerekir. Ölen hiçbir canlı yok ki insan da ölsün! Her canlı dün vardı, ama şekli bugünkünden farklıydı. Bugün zaten var olduğunu hepimiz kabul ediyoruz. Yarın da var olacak, ama dönüşerek. Yani şekli bugünkünden farklı olarak… Ölümün olmadığı düşüncesi; itiraf etmek gerekirse biraz işime geliyor, daha değişik ifade edecek olursam hoşuma gidiyor…" "Hayat yolunda hızlı gidiyorsan, bir yere toslaman kaçınılmazdır. Sen gerçekte olmayan felaketlerden kaçmak için hızlı giderken, tosladığında asıl felaketle karşılaşacaksın. Hızını birden azaltamazsın, bunu yapmaya kalkman da seni bunalımlara iter. Yavaş yavaş hızını azaltmalısın. Sana en uygun hıza ulaştığında azaltmayı durdurursun. “Bana uygun hızı nasıl bileceğim?” diye soruyorsan, çok kolay onu bilmen. Telaşsız, ağır, var olanlara karşı sevgi dolu, bağışlayıcı ve gerçekten mutlu bir insana yakışan hız…" “Evet hayat bir tiyatrodur; ama bu tiyatroya her gelen aynı oyunu seyretmez. Kiminin seyrettiği komedidir, kiminin trajedidir, kiminin ise dramdır. Bir de opera, operet gibi müzikli oyunları seyredenler vardır; ama bunların sayısı çok azdır.” “Hayata dair tüm bildiklerimi söylesem bile, daha ne kadar çok bilmediğimin bulunduğunu fark ediyorum.O zaman, tekrar öğrenmeye başlıyorum. Öyleyse burası bir okuldur. Öyle bir okul ki, oraya herkes sadece bir kere kayıt yaptırabilir. Öğrenciler, bu okul hiç bitmeyecek zanneder ama çabucak biter.” “Hayata tutunmaya çalışıyorum, o nedenle alkışı en çok ben hak ediyorum.” Keşke okumasaydım. Çünkü şimdi bir türlü “Acaba Kenan Baba öleceğini anladı da mı böyle yazıyor?” sorusunu aklımdan atamıyorum.O ölürse ben ne yaparım? Halim nice olur! Sokaklarda dolaşmak, sahipsiz köpeklerle bir lokma yiyecek için dalaşmak istemiyorum. Kenan Baba'nın arada sırada görüştüğü üç arkadaşı var. Sanırım ayda bir defa geliyorlar. Onların konuşmalarında da ölüm sözcüğü sık sık geçiyor. Dört adam her biraraya geldiklerinde konuşuyorlar, tartışıyorlar; kimi zaman seslerini yükseltiyorlar. Muhabbetlerini dinlemek çoğunlukla hoşuma gidiyor, bazen de uyuyuveriyorum. Bunlardan biri cerrah. Adı Cihan. Uzun boylu, cüsseli, olur olmaz her şeye sinirlenen, patlamaya hazır bir bomba gibi... Siyah, parlak ve dik saçları var. Yaşı ellilerde olmasına karşılık saçlarında beyaz tek bir tel bile görünmüyor. Bu adam, zamanında çok meşhur bir cerrahmış, bir devlet hastanesinde çalışırken özel bir hastaneye transfer olmuş. Başarılı birçok ameliyat yapmış. Geç evlenmiş, karısı ondan on beş yaş daha genç ve oldukça güzelmiş. Cihan bey, bu kadına gerçekten aşıkmış; onun bir dediğini iki etmezmiş. Karısına sık sık: -Sen benim hem sevdam hem de nurumsun, dermiş. Zaten kadının adı da Sevdanur'muş. Bir gün karısı kaybolmuş, günlerce aranmış, bulunamamış. On altı gün sonra kadının cesedi ormanda avcılar tarafından bulunmuş. Kadına hem tecavüz edilmiş, hem de işkence yapılmış. Her tarafı kesik içindeymiş. Katil ya da katiller bulunamamış. Bu olaydan sonra Cihan, dalgın, mutsuz, aksi bir adam olmuş çıkmış. İşini aksatmaya başlamış, bununla da kalmayıp bir hatası yüzünden bir hastanın ölümüne neden olmuş. Hastanenin adı kötüye çıkmasın diye olayı örtbas edip doktorun işine son verilmiş. O günden sonra da hiç çalışmamış, emekliliğe geldiğinden buradan aldığı maaşla hayatını devam ettirmiş; zaten çok para kazandığı günlerden kalma bir hayli birikimi de varmış. Cihan'ı karsının cesedi başından ayırmak çok zor olmuş. İlk günden itibaren içinden hep “Sevdanurum, senin intikamını mutlaka alacağım!” diye tekrarlıyormuş. Ama bu intikamı kimden veya kimlerden alacak belli değil! O, tüm insanlara hatta tüm canlılara düşman kesilmiş. Onlar yaşarken Sevdanur'un ölmüş olmasını bir türlü kabullenemiyormuş. Bu adam beni hiç sevmedi, ben de onu. İlk karşılaştığımızda bana iğrenç bir şeye bakar gibi baktı ve Kenan Baba'ya beni göstererek: -Bu da ne? Diye sordu. Kenan Baba: -Doktor, ne olduğunu görmüyor musun? Köpek işte, dedi. -Adı ne bunun? -Köpeğin adı Badi. -Badi madi her neyse, bu yaratık sakın bana yaklaşmasın! Görünce bile sinirlerim bozuluyor, hele bir de sürtünürse... Bu aptal şeyi neden yanında barındırıyorsun Kenan Baba? -Bak dostum, Badi'yi tanımadan önce biri bana onu gösterip “Şu köpek bile senden akıllıdır” deseydi hakaret kabul edip çok kızardım. Şimdi ise Badi'nin benden çok daha fazla akıllı, zeki bir yaratık olduğunu biliyorum. Üstelik o, artık sıradan bir köpek değil, benim arkadaşım. Cerrah: -Köpekten de arkadaş mı olur? Neyse, hiç değmeyecek bir konu üzerinde gereksiz yere konuşup zamanımızı tüketmeyelim, deyip bu konuyu kapattı. Bundan sonra Doktor, beni her gördüğünde o hain bakışlı gözlerini üzerime dikti, kimsenin görmediği zamanlarda tekme attı. Ben, onun olduğu yere yaklaşmamaya çalıştım hep. Onun geldiği gün, zaman hiç geçmek bilmedi, tabii gidince de bayram yaptım. Kenan Baba'nın ikinci arkadaşı emekli öğretmen Fahri Bey. Arkadaşları ona “hocam” diye hitap ediyor. Hoca halim selim, efendi, iyimser, güzel konuşan bir insan. Evli, meslek sahibi olmuş üç çocuğu var. Karısı ile arası iyi, attığı her adımda eşine danışıyormuş. Buraya gelirken de ondan izin istiyormuş. O nedenle toplandıklarında arkadaşları: -Hoca, izin kâğıdını imzalattın mı? Yenge saat kaça kadar müsaade etti? Diye takılmadan edemiyorlar. Fahri Bey, beni okşayıp sevmese de bakışlarından hakkımdaki düşüncelerinin pozitif olduğunu anlıyorum. Bir de Tüccar Sacit Bey var. Sacit Bey, baba mesleğini devam ettirmiş, babasından kalan sermayeyi büyütmüş. Toptan gıda satışı yapıyor. “Vatandaş, kriz de olsa savaş da olsa gıda tüketmekten vaz geçemez; bu bir zorunluluktur. Onun için başka sektörler beni ilgilendirmez; varsa gıda yoksa gida...” Diyerek bu konudaki görüşlerini belirtiyordu. Üniversiteyi yurdışında okumuş, çünkü babası kendi okuma imkanı bulamadığı için oğlunu en iyi şekilde okutmak istiyormuş. Tüccarın kilosu, yüzün üzerinde; iştahı yerinde olduğundan habire yiyor. Bu arada beni de görüyor. O beni seviyor, ben de onu. Her geldiğinde başımı okşar, nasıl olduğumu sorar. Giderken bacaklarına sürtünürüm, o da bana “Hoşça kal Badi!” der. Hatta bir keresinde Kenan Baba'dan beni istedi, aldığı cevap nedeniyle bir daha aynı teklifte hiç bulunmadı. Çünkü Kenan Baba'nın ses tonundan bu isteğe çok kızdığı kolayca anlaşılıyordu. (Devam edecek...)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |